Pazar, Eylül 15, 2019

YAMALI ELBİSE


Marka yaratıyoruz adına bir tüketim çılgınlığı tuzağına ne yazık ki düştük ve bu ketenpereden çıkış ne yazık ki bu kafa ile mümkün görünmemektedir. Sosyalizmin yıkılışı diye sunulan büyük geri sıçrama sonrası kapitalizmin dünya egemenliğini ele geçirmesi ve büyük motivasyon neticesi yaratılan tüketim çılgınlığının mefhumu muhalifinin üretim çılgınlığı ve nihayetinde dünyamızın dengesinin bozulmasına kadar varan kaynak israfına dönüşmüş olduğu hep göz ardı edilmiştir. Ne olursa olsun üretelim, efendim ihtiyaç var yok sorun değil, yeter ki üretelim, yeter ki satalım, yeter ki millet kullansın, yeter ki para kazanalım, dünya isterse yansın yok olsun. Gelinen noktada durum bu maalesef… Üstelik bunun daha düne kadar “üretileni devlet alıyor ama sonra yakıyor/döküyor/yok ediyor alım garantileri kalkmalı” yaklaşımından rahatsız olduğu görüntüsü verenler tarafından trend haline getirilmiş olması bir türlü de tespit edilemiyor biz garipler tarafından. Oysa ki; bir bilinse yaklaşık 250 gram pamuktan üretilen bir adet “gömlek” imalatında, pamuğun yetiştirilmesinden başlayarak, sırtımıza giyene kadar geçen süreçte, yaklaşık 2.700 Lt (yazı ile ikibinyediyüz litre) su kullanılmakta olduğu ve de ne yazık ki bu suyun yeterince arıtıl(a)madan doğaya defedildiğini, acaba hala gömleklerimize ve pantolonlarımıza hülasa giysilerimize hala bu kadar hoyrat ve savruk davranabilir miyiz? Yani, anlayacağımız, bir kapitalist abi yarattığı bir gömlek markasından ciddi bir para kazanacak diye, 2.700 lt su kirletiliyor ya da yeniden kullanılamaz hale geliyor. Son tahlilde “dünya kirleniyor”, “kaynaklar tükeniyor”, “gelecek kuşakların hayatı ipotek ediliyor” gibi kaygılar sadece bir grup çevrecinin ve antiemperyalistin omuzlarına bırakılmış durumda. Zannedersiniz ki bu kapitalist abiler başka bir dünya yaşayacak, işte kullanılacak ise eğer “aynı gemideyiz” sözü, tam da burada kullanılmalı. Ama insanlığın sosyal ve ahlaki davranışının toptan irtifa kaybının sonuçlarından biri de aklın afakının cehaletin çelik duvarının ihata ve istinadına tesellümüdür. Sonuçta böyle millete böyle kapitalist sözü “hacı hacıyı Mekke’de Hoca hocayı tekkede bulur” sözü mucibince hayatımızın bizatihi kendisi olur. Sadece suyu tüketme açısından bakılırsa, bir ayakkabı için yaklaşık 17.000 lt ve bir kot pantolon için 11.000 lt dir, tüketim ve sonuçta zayiat, konunun daha ciddi anlaşılır hale gelmesi mümkündür. Tam da bu yüzden çocukluğumuzda; tutumluluk üstüne ciddi bir tedrisat takip edilir idi. Peki; sadece bu süreç su tüketimi açısından mı değerlendirilmeli, şüphesiz hayır, toprağın mineralinin tükenmesinden tutun da toprağın verimsizleşmesine kadar bir dolu parametrenin göz önünde tutulması gerekir ama kimin umruna… Varsa yoksa üretim ve tüketim ve kar, ne kadar ekmek o kadar köfte misali… Şimdi gömlekte bir leke var at gitsin yenisini al, kim uğraşacak temizlemeye, pantolonda küçük bir yırtık mı var, at gitsin kim uğraşacak dikmeye/yamamaya, al yenisini… Zaten tam da bu yüzden kapitalizm, üretim üretim diye tepinip duruyor… Ne kadar üretim o kadar kâr… Olumsuz sonuçları varmış, kayıplar yenilenemiyormuş, telafisi yokmuş, boşver bak kârına…

Bu nüfus artışına uygun iş üretiminde zafiyete düşülmesi neticesi inanılmaz bir şekilde iş yeri verimsizliği oluştuğu açıktır. 2014 yılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğü’nün bir raporuna göre canım yurdumda toplam Esnaf ve Sanatkâr Sayısı 1.510.945 olup Esnaf ve Sanatkârın İşyeri Sayısı ise 1.628.124 dir. Bu rakamlar üstüne çok ciddi ve uzun yazılar yazıp akıl oluşturmak mümkündür ama konumuz bu değil. Şimdi mezkûr yılda canım yurdumun nüfusunun 77.000.000 olduğunu düşünürsek demek ki esnaf başına yaklaşık 50 müşteri düşmekte ve işyeri sayısı da 1.628.124 olduğuna göre işyeri başına yaklaşık bir işveren düşmekte olup bu 50 müşterinin kaçı kaç günde bir gider alışveriş yapar da bu ticari hayat döner vallahi akıllara ziyan… Ama esnafın ağlaması bu rakamlar muvacehesinde hiç te sahte değil gibi… Neyse bu kabil soruları bu rakamlar üstünden çeşitlendirme işini okuyucuya bırakıp biz asıl konumuza dönelim.

Çocukluğumuzda öğretilen ve yaşanılan tutumluluk mucibince, zengin fakir ayırt etmeksizin söylüyorum, insanlar daha tutumlu ve görgülü davranıp, yılda bir ayakkabı, ya da bilmedim 2, birkaç gömlek ile idare ederken şimdilerde nerdeyse haftada bir ayakkabı ve gömlek satın alma tercihi yapmaktadır. Yırtılan hatta küçücük bir yırtık olsa bile tamir ya da yama yoluna gidilmemektedir, ehhh ne de olsa artık; “Yamalı giymek ayıp değil yırtık giymek ayıp” sözü çok gerilerde kaldı. Ne yazık ki; kapitalizmin ve emperyalizmin siyasi etik defolu yetiş(tiril)miş devlet adam müsveddeleri marifetiyle; her gün toplumun kafasına adeta çakarak “ben zengini severim” ya da “zenginden zarar gelmez” kabili akla ziyan beyanlarla mode deyim “subliminal mesaj” marifeti ile akli muvazenemizi bozdular. Hülasa artık yamalı giymekte ayıp, fakir olmakta ayıp vs vs…

Oysa fakirliğin ayıp sayılmadığı dönemlerde yani yozlaşmanın henüz bu kadar tahribatının olmadığı dönemlerde, aslolan kirli olmamak idi, yırtık yerine yamalı giymek tercih edilirdi. Şimdilerde yamalı pantolon giymenin ne olduğunu bilmeyenlere kısaca o günleri özetlemek istiyorum özellikle çocuklarda ve de özellikle dizlerde gerek düşmekten gerekse de yıpranmaktan mütevellit oluşan yırtıklar annelerimiz tarafından özenle yamanırdı ve yamalı giyilirdi ve de kimse bundan ötürü bir eksiklik hissetmezdi. Hatta bu tamir işi o kadar geliştirilmiş idi ki, artık kullanılamaz durumdaki birkaç pantolondan yeni bir karışık renkli pantolon bile üretilirdi. Daha sonraları küçük küçük dükkanlarda “örgü makineleri” kurularak daha profesyonel yama işi yapılırdı, şahsen benim de yolum bu örgücülere (örücü) çok düşmüş idi. Ceketlerin en hızlı ve fazla yıpranan dirsek yerlerine özen ile parça ilavesi yapılır, gerekir ise de yeniden değiştirilir idi, gömleklerin yakaları ters yüz edilirdi, vs vs. Endüstri bu kadar gelişmediğinden (yani kapitalizm ve sömürü) bu işler evlerde annelerimiz tarafından çoğunlukla halledilirdi, nerdeyse her evde bir dikiş makinesi bulunması (varlığını övmek tezat oluşturuyor ama neyse) zorunluluktu. Bizim ilkokul ya da ortaokulda, kız erkek ayrımı yapılmaksızın “el işi dersinde” teğel ve makine dikişi öğretildiğini hatırlıyorum. Dönem itibari ile kumaş kalitesi daha yüksek olmasına rağmen tamir ve yamanın tercih edilmesi sadece ev ekonomisi ile izah edilemez bir durum imiş, şimdiler de anlıyoruz, aynı zamanda doğayı da koruma planı olarak şekillenmiş. Gelinen noktada da müthiş bir tezat; al sağlam pantolonu yırt giy ya da sağlam pantolonu yırtıp satsın sana abiler… Vay ki vay… Minimal hayata yönelik yazmaya devam edeceğim.

 

1 yorum:

Lem-Tanga dedi ki...

Canım abim,bu yüksek anlam içeren yazından dolayı kutlarim.Sevgiler