Pazar, Nisan 25, 2021

SALKIM SALKIM ASILACAK ADAMLAR

 

6-7 Eylül 1955 tarihinde, bu coğrafyada ne yazık ki hiç eksik olmayan acı günlerden ikisi daha yaşanıyor. Emperyalizmin adeta oyuncağı haline gelmiş coğrafyada bu kez de Kıbrıs’ta Yunanistan ve Türkiye karşı karşıya getirilir. Mezkûr kara günlerde; ellerinde kazma, balta ve sopalarla İstanbul sokaklarına dökülen bindirilmiş kıtalar gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerini yakıp yıkmış, tecavüz ve gasp ve de darp olayları yaşanmıştı. Dönemin muktedirleri hemen ve hiç durmadan, bilmiyormuş numarasına yatarak, günün modasına da mütenasip olayı tertip edenlerin komünistler olduğunu ve en kısa sürede ele geçirileceklerini, açıklarlar. Olaylar en ince detayına kadar planlanmıştır. Hatta o kadar ki çok önceden hazırlanmış olmasından ötürü tutuklama listelerinde bile aşağıda örneklerine değinilecek abukluklar da yaşanır, önceden ölmüş lakin mimli kişilerde listededir, kimin umruna, ne gam ne tasa, maksat plan yürütülsün. Özel harbin gedikli paşalarından Sabri Yirmibeşoğlu’nun deyimi ile “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size? Bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” … Fazla söze gerek var mı? Zinhar… Neyse konumuz bu değil, biz konumuza devam edelim. Aziz Nesin’in 6-7 Eylül olaylarının hemen öncesi ve sonrasında yaşadıklarını anlattığı “Salkım salkım asılacak adamlar” kitabını okuyoruz. Aziz Nesin 6-7 Eylül olaylarının hemen ertesinde gözaltına alınır, idamla yargılanacağı söylentileri arasında tutuklanır, arkasından tertibin boşa çıkarılması üzerine serbest bırakılır, Aziz Nesin’le birlikte başta Kemal Tahir olmak üzere dönemin takip edilen mimlileri, suçlanmak için fırsat kollananlarından geniş bir tutuklama gerçekleşir. Yaşananlar ibretlik cinsinden olup, beğenildiği için devamı çekilen filmler benzeri devamı sürekli sahnelenmiştir canım Yurdumda… Kitap ibret vesikası niteliğindedir bana göre ve “ağlar mısın yoksa güler misin” faslından okunması elzem kitaplardandır. Muhtemelen yayınlandığı dönemde de şimdi de anlatılanları mesnetsiz bulabilecek insanlar çıkabilir lakin anlatılanların bırakın hepsini yarısı hatta çeyreği bile doğru ise, tüyleri diken diken edecek türdendir ve de vay gelmiş canım yurdumun başına.

Elim olaylar yaşanır, sıra plan gereği tutuklamalara gelmiştir. Dönem itibari ile Aziz Nesin’in olmayacağı bir komünist tevkifatı olabilir mi, olamaz şüphesiz… Lakin yukarıda da değindiğim şekilde plana uymayan bazı detaylar da yaşanır, belli ki görev alan yerel güçlerin bir kısmı anladığını uygular ya da bulduğunu tutuklar. Mesela, doğal olarak listede Esat Adil Müstecabi adında mimli bir avukat vardır lakin ofisine gelen siyasi polisler kendisini bulamazlar çünkü bir dava dolayısı ile bir süredir Anadolu’da bir kasabadadır. Mezkûr zat yoktur, peki ne olacak, liste nasıl tamamlanacak, derhal ortak Faik Muzaffer Amaç alınır. Hem ne fark eder, amaç listedeki komünist sayısını doldurmak değil mi, haaa Esat Adil haaa Faik Muzaffer… Bu badireyi böylesine zekice atlatan zevat çözemeyeceği bir başka vaka daha yaşar lakin çözümün nasıl olduğu konusunda bilgi sahibi olmadığını yazar Aziz Nesin. “Tayyareci Celal” diye bilinen Celal Benneci adında bir mimli daha vardır listede, görev erbabı zevat derhal malum adrese intikal ederler ve kapıyı açan karısına “Celal Benneci’yi istiyoruz” derler… Böylesine mahir durum karşısında ziyadesiyle şaşıran kadın; “Celal mi? O öleli 1 yıl oldu” cevabını verir… İşte burada bir kez daha olaylar karşısında derin ve ciddi araştırma ve soruşturma mevzularının nasıl geliştiğini anlıyoruz ve alkışlıyoruz. Evet, olur böyle şeyler diyelim, hani solcu iseniz, böylesine suçun kişiselliğinden dem vurularak yırtmanız kolay olmaz ve de olmamalı…

Aziz Nesin’e bir bilgi notu gelir; “6-7 Eylül olayının suçlusu olarak Sultanahmet alanında salkım salkım solcu asılacak” diye dönemin sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz kaynaklı… Aziz Nesin duyum sonrasını şöyle naklediyor. “İnanılacak şey değil ve ben inanmadım. Biraz alay ettim. Güldüm geçtim. Deli mi bu herifler. Durup dururken insan asılır mı hiç! Hani adli hata denilen şey olmaz değil, olur; olur ama bu adli hata hem de salkım salkım insanları asmaya dek varmaz ki…” Evet Aziz Bey dalgasını geçiyor lakin onun zannettiği gibi değildir vaziyet… Ziyadesiyle vahim ve ciddidir vaziyet…

Aradan 5 çileli ve sıkıntılı DP yılı daha geçer, yolun sonuna gerçekleşen askeri darbe neticesinde gelinir. Şimdi de o dönemin mezkûr ve meşhur zevatı yargıç karşısına oturtulur. Aziz Nesin şöyle anlatıyor o dönemi; “Hükümet, milletvekilleri, birtakım generaller Yassıada’da yargılanıyorlar. Ben de gazeteci olarak duruşmaları izliyorum. O günkü duruşmada 6-7 Eylül olaylarından yargılanıyorlar ve tanık olarak bir yargıç albay dinleniyor. Kendim duymasam inanmam. Yargıç albayın sözleri şöyle: Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Nurettin Aknoz’un emri şuydu: Solcular 6-7 Eylül suçlusu olarak salkım salkım asılacak.” Evet, Aziz Nesin ne kadar ti’ye alırsa alsın, gelişmeler çok vahimdir ve irtibat, illiyet ve iltisak sahibi zevatın alınan ifadelerinden, hem de mahkemelerdeki hür beyanlarından, yani işkence ve cebir altında olmayan cinsinden, bunlar çok ciddi imişler…

Yine Aziz Nesin’in kaleminden devam edelim. “Demek, gerçek niyetleri bizi asmaktı. Belki altmışımız birden olmasa da içimizden seçecekleri on-onbeş kişiyi elbette başta en tanınmışları asacaklardı. (Bakın hala iyi niyetle içimizden on-onbeşimizi diyorum.) Suçu solcuların üzerine atacaklar, kendileri suçtan kurtulacaktı. Böyle bişey olsaydı, yani asılsaydık, insanlar bizim suçsuzluğumuza inanırlar mıydı? Hayır, inanmazlardı. Çünkü inanılmaz ve çünkü hiçbir mantık, hiçbir akıl, hiçbir vicdan, hiçbir sağduyu, hiç mi hiç suçu olmayan insanların asılmış olmasını kabul edemez. “Herhalde bir suçları vardı ki asıldılar…” diyeceklerdi. Olsa olsa cezanın ağırlığı üzerine tartışılırdı.: “Canım efendim, ne vardı idam edilecek, yazık oldu. Müebbet hapis verselerdi olup biterdi.”

Evet, kitap tam bir Aziz Nesin, kıssa ve hisse dairesinde… Hele o koca koca komutanların gücü kaybedip mahkemelerde süklüm püklüm haller içinde, yok ben demedim, yok ben yapmadım, yok benim emrimi yanlış anlamışlar, yok ben hatırlamıyorum, yok ben sünnet düğünündeydim, yok ben duymadım, acziyetleri ibretliktir… Peki, kıssanın hissesi kılavuz oluyor mu, zinhar…


Pazar, Nisan 18, 2021

BİTMEYEN YANILGI

 “Ben hepinizde yanıldım, doğru da ama aynı zamanda hepiniz bende yanıldınız, naber” dese haksız mı olur, vallahi çok haklı... Adam, gazeteye yazar seçerken, partiye başkan seçerken, dergiye genel yayın yönetmeni seçerken, teşkilata adam seçerken, kitap yazacak yazar seçerken yanılmış çok mu, ama bizler yani bir dönem sayıları 200.000’e ulaştı diye öğünülen kitle bir adam seçememişiz… Böylesine fahiş bir hata yapanların neleri eksiktir diye düşünürken binlerce hatamızı, zaafımızı, korkumuzu ve dalaletimizi görmüş olmanın yorgunluğunu hissetmiyor olmamız da ilaveten ve de ayrıca bir başka şayan-ı hakikattir. Gel de atalarımızı bu manada muhteşemlikle yad etme, “adam mı seçiyorsun, dalga mı geçiyorsun” darbımeseli boşuna sarf edilmemiştir herhalde… Esasen konumuzla da ilgili olmak babından; “tak atıp şak geçiyorsun ya da adam besliyorsun” diye söyleyeceğimiz bu noktada, gel de meşhur Takşak Paşayı hatırlama… Hay Allah, bak ne hatırladım, tüm siyasi ikbalini etrafındakilerin “saksılarını çalıştırmaması” üzerine kuran, geliştiren bir ulu büyüğümüz vardı, o bile inanılmaz nemalanmaya rağmen en sonunda, yaşanan dumuruyete dayanamayıp “korkmayın kullanın şu beyninizi” demek zorunda kalmıştı… Meğerse, bu bana da “cuk” diye mütenasip bir kelammış… Karşılıklı bu kadar fahiş yanılgılar yaşamışların, sonra kalkıp kandırılmışları eleştirmeleri var ya, yanarım da buna yanarım… Neyse…

En fahiş yanılgı ise “herkesin bir yolu var” diye kulağa çok hoş gelen popüler ama hiç de realist olmayan bir yol verme fetvası için, ben yanılgı demeyi uygun görüyor olsam da, ciddi manada, çok sayıda arkadaşım da yanlış hatta “tercihli yanlış” demeye başladılar. Herkesin bir yolu var fetvası neden verilir diye, tüm yaşanmış sürecin sonunda gelinen noktaya bakınca, niyet anlaşılıyor… Yoldan çıkmaya celpname hulus-i niyetine sarf edilmiş ve gerçek manada bir daveti kelam… Peki, davet erbabı şahsi olarak yoldan çıkmış ise, bu takdirdir denilerek geçilebilecek kadar da yalın ve basit midir? zinhar erbabı-ı kelam avenesine de yoldan çıkışta kendisinin takibini öneriyor hatta ısrarlı davetçidir de… Ne diyelim… Dumanlı havayı sevme durumu galiba… Galiba bu sav fazlaca iddialı ama “söyleyene değil söyletene bak” diye bir sözü de hatırlatmak isterim yeri gelmişken…

Diğer taraftan; kendini çok önemsersen ve hemen yamacını “sen ne imişsin be abi” diyenlerle tahkim edersen, sürekli zatıalilerinizden fetva bekleyen muhterem zevat ile istişarede kalırsan, zatıalilerinizi hedef alan tüm bu minnet ve şükran dolu söz ve davranışlar kaçınılmaz olarak hikmetinizden sual olunmaz halet-i ruhiyesine gark olacağınız bir duruma getirir sizi… Galiba da gark oldunuz, garkaniyetiniz hayırlı uğurlu olsun… Muhterem kendi hatalarını duraksamadan arttırma ve üstüne üstlük dolaylı ya da dolaysız efelenme cesareti gösterme yerine eline büyüteç alıp ben ne izler bıraktım dese herkesin hıyrına bir durum oluşacaktır lakin hala ve vazgeçmeden etrafında olan bitenden hata, eksik ve kusur yakalayabilir miyim yaklaşımı ile huzur bulmaya devam ediyor. Bitmeyen yolculuk deyip dur, sonra ne yol koy, ne araç, ne de amaç… Lakin günün moda futbol deyimine uygun ters köşe… Doğru mu, o da ne, ben ne düşünüyorsam o doğru, yolun sonu bu… Allah muhafaza, bitmeyen yolunuz, bitmeyen gafa hatta bitmeyen yanılgıya dönüşür ve maalesef galiba da dönüştü…

Bu kadar kelamdan sonra Mihail Saltıkov’dan bir alıntı ile sona doğru gelelim bu haftaki yazımızda; “Ahmaklar genel olarak çok tehlikelidir, muhakkak kötü olduklarından değil (bir ahmak için kötülük ve iyilik tamamen farksız niteliklerdir); şundan ki, bunlar her türlü tefekküre yabancıdırlar ve daima, sanki düştükleri yol münhasıran bir tek onlara aitmiş gibi, burunlarının dikine giderler. Uzaktan bakıldığında bunlar, kesin olarak belirlenmiş hedeflere bilinçli olarak yönelmiş, katı, ama aynı zamanda hedeflerine sebatla bağlı insanlar gibi görünebilirler. Ne var ki bu, ilgilenmemizi gerektirmeyen türden optik bir yanılgıdır. Bunlar düpedüz, at gözlüklü yaratıklardır; zira bunlar, olguların nasıl bir düzende ilişki içinde olduğunu kavrayabilecek durumda değildirler.” Denilecektir ki bu yazının tam da ortasına neden bu değerlendirmeyi aldın, vallahi hiçbir kötü ya da iyi niyetim yok bu babta… Sadece kelamı çok sevdim… Bağlı olarak da, Firavun’a sormuşlar “sen nasıl firavun oldun” diye; “kimse itiraz etmedi ki” demiş…

Ömür biter yol bitmez diye bir kelam süslerdi eski minibüslerin içini benim bildiğim ve bu isimli bir de müzik parçası vardı, 3 HÜREL kardeşler tarafından söylenen… Bu parça ilk söylendiği günlerde çok anlamlı olmamakla birlikte 1980 sonrası insana sürekli ve oldukça etkili “off off” dedirten cinsten…

Ömür biter yol bitmez

Yolların yolcusu bitmez

Uzun uzun, kıvrım kıvrım

Şu yollarda çile bitmez

 

Yolcusu var yarine giden

Yolcusu var yurduna giden

Yolcusu var gurbete giden

Yolcusu var hiç dönmeyen

Hiç dönmeyen of, of...

 

Ömür biter yol bitmez

Yolların yolcusu bitmez

Uzun uzun, garip garip

Şu yollarda çile bitmez

 

Garip yollar akar gider

Yolcu gelir geçer gider

Kimi yoldan geçim bulur

Kimine de mezar olur

Mezar olur of, of...

Farkındayım “ortaya büyükçe bir karışık” salata yaptım ama herkesin de faydalanması için kaçınılmaz yol bu… Kimi havuç, kimi salatalık, kimi biber, kimi domates, kimi marul, kimi roka sever, vs. vs…

 

Pazar, Nisan 11, 2021

ULAŞIMIN SOSYAL POLİTİĞİ ve PRATİĞİ

Sovyetler Birliği bakiye Cumhuriyetlerine erken seyahatlerin birinde taksi kullanımı konusunda bizdeki hatta tüm batıdaki yerleşik düzen dışında bir modelin olduğunu hayretler içinde görmüş idim. Şehir içinde nereye gidecekseniz, hem de günün hangi saatinde olursa olsun ve de hiç korkmadan çekinmeden, gidiş yönünde yola yaklaşıp, kolunuzu gövdenizden yaklaşık 90 derece kaldırıp gelen otomobile ulaşım ihtiyacı duyduğunuzu hissettiriyorsunuz, belirtiyorsunuz, hani dünyada yaygın biliniş hali ile “Otostop” (hitchhike) talebi benzeri bir hareket yapıyorsunuz, sürücü genellikle duruyor, siz de gideceğiniz yeri söylüyorsunuz, o tarafa gidiyorsa eğer, hemen biniyorsunuz gitmiyorsa da o devam ediyor siz de arayışa devam ediyorsunuz… Ve yine şaşırtıcı bir durum, inanılmaz düşük hatta temsili mahiyette bir ücret ödüyorsunuz, şu kadarını söyleyeyim nerdeyse toplu taşıma ücretine ki o da dönem itibari ile bedavaya yakın idi… Gerçi o ülkelerde zaman zaman bulunduğum yaklaşık 30 yıllık süre içerisinde bu model devam etmekle birlikte yeni tercihleri kapitalizme mütenasip bozulma ya da para kazanma amaç ve aracı olmaya evrilmesine de tanıklık etmiş bulunmaktayım. Halen sürmekte olan bu uygulama artık yeni taksicilik oluşumu “uber” tarafından tehdit altındadır. İnanılmaz değil mi, kadın erkek hiç fark etmez gündüz gece o da fark etmez, yalnız ya da birkaç kişi o da fark etmez, ne siz korkuyorsunuz o otomobile biniyor olmaktan ne de sürücü sizi otomobiline almaktan korkuyor, üstüne üstlük taksi düzeyine toplu taşıma bedeline hizmet… Korku var mı, yok, temelde de korku ve kapitalizm iç içe 2 deyimdir esasen de... Bu korku ve kapitalizm ya da kapitalizmin korkusu ya da korku kapitalizmi ya da kapitalizmde korku başlıklı lakin temelde seyahat ile ilgili boyutunda bir yazı kaleme alma planım bulunmaktadır. Özellikle kapitalizmin havaalanları ve hava taşımacılığı üstüne yarattığı korku temelli olacak bu yazı, yıllarca farklı farklı ülkelerin havaalanlarında bulunarak, seyahatlerde havayollarını kullanarak edindiğim ve yaratılan korku temelli tecrübelerimi aktarmaya çalışacağım. Bu temelde korkuya alışmak ve korkuya alıştırılmak ve bunun üstünden de siyasi ve ekonomik nemalanmak konusunda edeceğiniz tefekkürün sonu kaçınılmaz olarak mutsuzluğunuza dem katıyor. Korku, korkmak, korku salmak ve korkutmak fiilleri ve hissiyatı oluşmuş ise bir anda toplumun ve bireyin güvenliği konusu kimin görevi diye sormak bile akıl edilemiyor, vallahi… Esasen de bu kabil bir soruya da hiçbir hacet yoktur… Vazife sahipleri bellidir…

Avrupa’da, sosyalistlerin özellikle 60’lı yıllarda başlattıkları ve sosyalliğinden ve siyasallığından ciddi manada irtifa yitirmesine rağmen halen devam eden ve son dönemde “blablacar” adını alan bir uygulama vardır lakin bu uygulama genellikle şehirler arası ulaşıma yöneliktir. İlk yıllardaki uygulamaları bugün artık masalsı boyutta kalmıştır. Yani tam teşekküllü “geçmişe mazi derler” durumu… Lakin mezkûr ülkeleri yönetenlerin çeşitli mali ve finansal aparatları çıkarılan kanun nizamname ve kararnameler ile teşvik, kredi ve özel uygulamalar ile “geçmişe mazi derler” durumunu geliştirip bu alternatif sistemi çalışmaz ya da maksada matuf çalışamaz hale getirmişlerdir. Gerçi bu sistem ile SSCB bakiyesi ülkelerde gördüğüm sistemin özde aynı olmakla birlikte uygulama alanlarının farklı olduğu aşikâr olup biri ağırlıklı şehirler arası diğeri ise şehir içi uygulamaları kapsamaktadır.  

Şahsi görüşüm bu ve buna benzer sistemler desteklenmeli ve esasen de bu desteğe dünyamızın dehşet derecede ihtiyacıda var, egzost gaz salınımları, trafik seyrüsefer yoğunluğu, altyapı genişleme ihtiyaçları, akaryakıt ekonomisi, gürültü kirliliği, otopark ihtiyacı, trafik yoğunluğundan mütevellit sağlık sorunları gibi temel sıkıntılarımıza pansuman olacağı aşikardır. Lakin gelinen nokta itibariyle hayat, trafik kazaları, can ve mal emniyeti, her türlü hırsızlık ve soygun, sigorta bazlı düzenler başta olmak üzere içinde bulunulan nizamın sıkışmışlığına koşut olumsuz dayatmalar karşısında, çözümsüz gibi görünmektedir. Ancak ağırlıklı seyredilen Amerikan filmlerinin temel subliminal mesajı mütemadiyen, geniş ve konforlu bir arabada yalnız seyahat sahneleri beklentimizi tekzip etmekte ve karşı görüşe yardım ve yataklık edip yatkınlık temin etmektedir.  

Halen, kapitalizmin babası ABD ve AB’de yaygın olarak kullanılan bu sistem, can ve mal güvenliği, vergi mevzuatı gibi istenilse hemen sistemi yok etmeye kullanılabilecek makul gerekçeleri olmasına rağmen hayatiyetini korumaktadır. İletişim çağının baş döndürücü uygulamalarına koşut olarak da ulaşımın bu manada sosyalleşmesi bir tarafı ile yeni yeni çeşitlemelere diğer tarafı ile de daha farklı boyutlara erişmektedir. “Yolculuk paylaşımı” adı verilen bu model ile yola çıkılmış iken, “araç Havuzu” gibi aynı işe, aynı okula gidenlerin bir düzen içinde bir aracı ya da birden fazla aracı farklı günlerde sıra ile lakin topluca kullandıkları yeni bir modele evrilmiş, oradan araçların kısa süreli yol ve park alanlarının verimli kullanılmasına matuf “araç paylaşımı”, oradan, toplu ulaşımların, her türlü vasıta ve bisiklet paylaşımları ile tek tek ya da kombine kullanımlarından oluşan tek bir ödeme modeli üzerinden uçtan uca seyahati esas tutan modellere evrilerek, nihayetinde de “park et devam et”, “indir devam et” ve de gelişen iletişimin ruhuna ve seviyesine uygun gelişmiş taksicilik modellerine ulaşılmıştır. Muhtemelen sonraki aşama ise kuantum fiziğinin gelişimine bağlı olarak ışınlama yöntemleri ile insanların bir yerden başka bir yere transferini minicik süreler içinde temin etmek olacak gibi durmaktadır. Daha da sonrasına bizim aklımız yetmez deyip, iktifa edelim.

Biz ise taksicilerin çok da haklı olmadıkları halde siyasi illiyet ve iltisaklarına müstenit kudret ile “uber” uygulamasına bile tahammüllerinin olmamasını ibretle izledik kısa süre önce… Bir garip paradoks işte, siyaseten liberal, serbest ve de hür piyasayı savunur gibi yapar kendi durumuna da gelince yasakçı, tekelci hatta tekçi zihniyetin modern feylesofları kesiliverirler. Diğer taraftan da taksicilerin siyasi imparatorluğu plaka tahdidi ile devam ediyor, her önüne gelen mesela inşaat yapabiliyor, her önüne gelen bakkal dükkânı açabiliyor ama taksicilik zinhar… Neden… Mühendis, hukukçu, doktor yetiştirmekte plansız davranır iken taksicilikte sıkı bir plancıyız… Ne gam, ne keder… Böyle gelmiş böyle gider… Kel başa şimşir tarak…


Cumartesi, Nisan 03, 2021

ÜNİVERSİTE, ŞANLI ODTÜ ve HASAN TAN

 

Etimolojisi üstüne tutulan kayıtlara göre; Latince bir mevzuu esasında içtima eden ahali ya da müessese ve teşekküllerden mürekkep manasında “Universitas” sözcüğünden mülhem modern zamanlara ise “universitas magistrorum et scholarium” kapsamına terfiyen “öğrenciler ve öğretmenler topluluğunun” bilim ve araştırma yapması manasına kullanılagelmiş olup nihayet finalde de “city” ulanması ile de “kent” düzeyine sıçramıştır. Neymiş, bilim ve araştırma temelli birlikteliklerin oluşturduğu kent imiş. Bilindiği üzere Osmanlı’da da “Dar ül Fünun” ile karşılanmış ihtiyaç ve “fenler yeri” ya da “Hünerler, sanatlar, ilimler, fenler” manasında… Görüldüğü üzere hiçbir dönemde üfürükoloji ilgi ve uğraşı alanına girmemiş. Peki, bu kadar tariften sonra Canım Yurdumun mezkûr iştigal ve münderecata münasip “Üniversitesi” hangisidir diye soracak olursak kendi kendimize, hangisi birinci olur bilemem lakin ODTÜ ilk birkaç sırada yer alacaktır, onu biliyorum. ODTÜ 1980’e kadar, belki de biraz daha sonraya kadar sadece parlak öğrencilerin girebildiği bir üniversite olarak bizim de hayallerimizi süslemiştir. Bende hedefime ODTÜ’yü koymuş idim lakin aynı zamanda kapasite ve var olan bilgiyi cevaba çevirme kabiliyetinde, girenler kadar başarılı olamamış, geride kalmış ve birinci halkadaki üniversiteler yerine 2. halkadaki bir üniversiteye girme şansı yakalamış idim. ODTÜ bizim öğrencilik hayatı adına bildiklerimize ve öğrendiklerimize göre akademik kadronun niteliği ve gücü ve bu gücün öğrencilere öğrenim ve eğitim olarak yansımasının yanında harika bir kampüs ve hedef müthiş bir universe ruhu yaratmak yani kolayca anlaşılacağı üzere ODTÜ bir örnek, bir bayrak olarak bilimsel ve akademik özerkliğin doğası gereği muhalif olma iklimi de yaratmış bir güzel ve gıpta olunası camiadır. Hele bir de üniversitelerin asli unsurlarının birlikte karar ve yönetim süreci oluşturma başarısının zirvesi olarak ÖTK (Öğrenci Temsilciliği Konseyi), bu konu tek başına araştırılası bir olgudur, bilim adına demokrasi adına. Siz bakmayın oraya sadece öğrencilik dışı amaçlarla girebilmişlerin yaptığı karalamaya ve attığı çamura, orası “tam teşekküllü bir üniversite” idi, maalesef orayı ellerine geçirdikleri silah ve politik güç marifetiyle bir takım tarikatların hükümranlığı ve hükümdarlığı ve tetikçileri üzerinden 70’li yılların ortalarından itibaren adım adım yok etmeye çalışmalarına rağmen hala direniyor üniversite gibi kalabilmeye adeta didiniyor hala… Evet; 13 Şubat 1977’de ODTÜ Rektörlüğüne atanan misyon ekibi üyesi Hasan Tan, tarafsız çevrelerde ciddi manada tartışma yaratmış ve üniversite içinde ise hem akademik kadro hem de diğer asli unsur öğrenciler tarafından istifasına kadar kesintisiz ve katıksız reddedilmiş idi. Bir yerde okumuş, çok hoşuma gitmiş idi dönem itibari ile rektör olarak atanmasına büyük, topyekün ve etkili itirazın sloganı haline gelmiş; “Hasan Tan Defol” adeta kendisini ilelebet tanımlayacak bir mahlasa da kavuşmuş gibi idi. Uluslararası kabul görülmeyen profesörlük sıfatının bayağı da şık durduğu ilk örneğidir canım yurdumun mezkur muhteremi, neden bu unvanı kabul görmemiş idi şimdilerde cidden hatırlayamıyorum, belki makalelerin intihalinin mahir bir öncülü idi, belki de makalesi bile yoktu, belki de… , belki de… Canım Yurdumun çivilerinin sökülmesine ilk kerpeten vurucularının birlikteliği Aydınlar Ocağı yönetim kurulu üyesi de olan mezkur muhterem sadece istenmeyen rektör olarak kalsa idi emin olun tercih edenler ile bu tercihe katlananlar arasında kanun, usul ve mesleki etik tenakuzu deyip geçmek mümkün olabilirdi lakin muhterem tam bir misyon elemanı olarak öğretim üyelerinin kanundan doğan çalışma güvencesi ve rejimi üstüne kanun delmek başta olmak üzere bugünlerde çalışanların başının büyük ve temel belası olan sözleşmeli çalışma statüsünün ihdasını da gerçekleştirmiş biri olarak tarihteki yerini almıştır.  Bakmayın tarihteki yerini almıştır kelamının böyle altı çizilesi yazıldığına onu şimdi sadece akraba ve yakınları anımsamaktadırlar, şüphesiz tarih arşiv ve çöplük başta olmak üzere çok çeşitli departmalara sahiptir ve mezkûr muhteremde layık olduğu departmana kayıt düşülmüştür. Tıpkı ardılları ve öncüllerinin başına geldiği ve geleceği üzere…

29 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Emre Kongar Hocanın anlattığı bir anı var, hani tam da konunun bir rektör atanması olmadığının her türlü karinesi vardır… “Yetmişli yılların sonunda iktidarda bulunan Milliyetçi Cephe Hükümeti kendi paralelinde bir mütevelli heyet atamıştı ODTÜ’ye. Onlar da Hasan Tan’ı rektör atamışlardı. Hasan Tan’ın atanması yasal olmasına yasaldı ama ODTÜ’nün Tan’ı rektör olarak benimsemesi olanaksızdı.

Tarihi bir olay yaşandı, tüm rektör yardımcıları, dekanlar ve bölüm başkanları istifa etiler. Üniversite Konseyi, Cahit Arf, ben, Rona Aybay ve Mustafa Doruk’tan oluşan bir “icra komitesi” oluşturdu. Komite, öğretim üyelerinin akademik yöneticilik görevini kabul etmeyerek rektörün yalnız bırakılmasını önerdi.

Bu öneriye birkaç istisna dışında uyuldu ve 9 ay boyunca görev kabul etmedi öğretim üyeleri. Dokuz ay sonunda Tan gitmek zorunda kaldı.

Sağcı basın bizim komiteyi “ihtilal komitesi” olarak niteledi ve hücuma geçti. Biz de basın toplantıları yaparak ve teker teker tüm parti liderlerini ziyaret ederek üniversitedeki direnişin siyasi olmadığını, tam tersine sokulmak istenen siyasete karşı bir hareket olduğunu vurguladık.

O sırada Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’dan bir haber geldi. Direnişin nedenlerini o da bizden dinlemek istiyordu. Gittik. Grubun sözcüsü bendim.

Olanları özetledim. Sunuşumun sonunda Semih Paşa, “Benim aklımı kurcalayan bir nokta var. Benim de üniversitem var, Harp Okulu. Orada çıt çıkmıyor, ODTÜ’de ise sık sık sorunlar oluyor. Bunun nedenini bana anlatabilir misiniz?” dedi.

Bu soruya nasıl yanıt vereyim diye düşünürken, Cahit Arf Hoca, “Emre, paşamın bu sorusuna ben cevap vereyim” demez mi? Üzerimden büyük yük kalktı.

Cahit Hoca’nın cevabı harika bir üniversite tanımıydı. Önce soru sordu: “Paşam siz Harp Okulu’nda öğrencilere ne öğreteceğinizi biliyor musunuz?”

Olumlu cevap aldıktan sonra devam etti: “Paşam işte sorunuzun cevabı burada. Biz ne öğreteceğimizi tam bilmiyoruz. Üniversite, gerçeğin araştırıldığı yerdir. Gerçek araştırılırken çeşitli fikirler ortaya atılır ve bunlar da tartışmayı zorunlu kılar.”

Prof. Cahit Arf, dünya çapında bir matematikçimizdir, resmi, on liralık kâğıt paralarımızı süslemektedir…

Hasan Tan’ın kim olduğunu bilen var mı? 

Görüldüğü ya da görüleceği üzere Üniversiteye rektör atama meselesi sadece ve sadece bir tayin değil topyekün bir zaptırapt meselesi gibi durmaktadır. Genelkurmay Başkanı alakalı, Amerikan misyon heyeti alakalı, siyasi partiler alakalı, dini makam ve kurumlar alakalı, tarikatlar alakalı ve dahası tüm bu tali konumdaki zevat alaka kurmayı kendine hak görürken, asli unsur olan akademik kadro ile öğrencilerin bu işe müdahil olmalarına karşı… Kargalar bile gülüyor gayri, bu olayda da olduğu üzere…