Heyamola
Yayınları; “Kentler Dizisi” adı
altında, edebiyatçılar, sinemacılar, şairler, gazeteciler, öğretmenler, tiyatrocular,
tarihçiler, şehir plancıları ve arkeologlar tarafından, birlikte ya da ayrı
ayrı olmak üzere yazılmış, mezkûr kentin, doğup-büyüdükleri semtlerinin, başta
ve öncelikle kendi anıları olmak üzere çocukluk, gençlik ve öğrenim hayatlarını
ve semtin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sportif ve demografik hayatı
üstüne gözlem, söyleşi, hatıra, beklenti ve özlemlerini yansıttıkları bir dizi
kitap yayınlamış. Okurken müthiş keyifli bir iş olduğu kararına vardığım bu
kombine çalışma, ilaveten tam da benim tarzım… Mezkûr seriden haberim, ilk önce
dostumuz, büyüğümüz ve abimiz Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy’un “Soğukkuyu ve Bahariye” kitabını
okuduğumda olmuş ve devamının olduğunu görünce hemen diğer kitapları da edinmiş
idim sonra bir baktım ki diğer kentlere de yönelik benzer çalışmalar var
behemehâl “Adana” serisini de
edindim.
Heyamola Yayınları amaçlarını şöyle özetliyor: “Kentlerimiz hızla fiziksel ve sosyal değişime uğruyor ve yaşanılanlar kaydedilmediği için hızla unutuluyor. Buradan yola çıkarak o kentlerde ve semtlerde doğan yazarlara ulaşarak, kendi yaşamlarından yola çıkıp, bir bakıma kendi ve kentinin özgeçmişini kaleme almalarını talep ediyoruz. Ve sonuçta ortaya çok başarılı kitaplarla birlikte paha biçilmez bir arşiv oluşuyor.” Alkışlarımız bu çalışmalar nedeni ile Heyamola yayınevine…
Kitabın
içinde bu hatırlatmaların etkisi dışında aktarılan müthiş bir anı var, yazarın
ve yayınevinin hoşgörüsüne sığınarak aynen aktarmak istiyorum. Nasıl bir
vatandaş ahlakı, devleti yönetenlerin ahlak seviyelerinin ve yoğunluğunun ve de
ilaveten mezkûr davranışların vatandaş tarafından yaygın öğrenilmesi halinde ne
seviyede bir ayıp ve utanma oluşacağını yansıtması bakımından çok önemsedim.
Esasen de basın görevinin nasıl da yerine getirildiğine, hem de muhatapların “yalandır,
uydurmadır” gibi abuk subuk iddiaların ardına sığınmadan kabullenmelerine,
muhteşem bir örnek…
“Adam büyük postaneden içeri girdi. Gişelerin üzerindeki yazılara bakıp “telgraf” yazan tarafa yöneldi. Cebinden çıkardığı el yazısıyla yazılmış kâğıdı “iyi akşamlar” diyerek gişede oturan telgraf memuruna uzattı. Memur, rutin işlemlerini yapmaya başladı. Önce üzerine geniş bir kaşe bastı. Tarihi yazdı. Kelimeleri saymaya başladı. Her kelimenin altına bir çizgi çizerken bir anda durakladı. Kalemi elinden bıraktı ve metni dudaklarını kıpırdatarak okumaya başladı. Şöyle bir başını kaşıyıp yerinden kalktı ve nöbetçi müdür yardımcısının yolunu tuttu. Camlı odada bir şeyler konuşuldu. Memur ve müdür yardımcısı odadan çıkıp adamın yanına doğru geldiler. Müdür yardımcısı adama “telgraf sizin mi?” diye sordu. “Evet” dedi adam. “Aclan Onat” diye telgrafın altındaki ismi okudu. “nüfus cüzdanınız var mı?” diye sordu. Adam ceketinin cebinden nüfus cüzdanını çıkartıp uzattı. Müdür yardımcısı sayfaları birer birer çevirdikten sonra “bilgilerini altına yaz…” gibi bir ifade kullandı. Adama dönüp “bu telgrafı Atatürk’e gönderiyorsunuz, doğru mudur?” diye sordu. Adam “evet… Anıtkabir Müdürlüğü eliyle…” dedi. “Milli Eğitim Bakanını şikâyet etmişsiniz…” dedi müdür yardımcısı metnin tamamını yüksek sesle okumaya başladı. “11 Eylül 1974 tarihinde tek ders sınavları yapılmıştır. Ancak engel sınavları da aynı güne denk gelmiştir. Öğrencilere aynı gün iki sınava giremeyecekleri bildirilmiştir. Bu nedenle kızım hem tek ders hem de engel sınavına sokulmayarak sınıfta bırakılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığının bu uygulamasını size şikâyet ediyorum. Saygılarımla.” Nüfus bilgileri de altına eklenmiş kâğıdın altına “tarafımdan yazılmıştır” ibaresini koymasını ve imzalamasını istedi. Adam inci gibi yazısı ile söyleneni yazıp imzaladı. “Tamam” dedi yetkili, “Kabul et!”. Memur işlemlerini bitirdi, parasını aldı ve telgraf alındısını adama uzattı. Adam hızla postaneden çıktı. Daha işi bitmemişti. Hızlı adımlarla Milli Kütüphane Caddesindeki Demokrat İzmir’e yöneldi. Haber servisinden birisi ile görüşmek istediğini söyledi. “Kızım ve birçok öğrenci bir günde iki sınav olmaz denerek sınavlara alınmadılar…” diye anlatmaya başladı. Ertesi gün gazetenin baş sayfasında adamın resmi, yanında telgraf alındısı ve haberi vardı. “Dertli babadan Atatürk’e telgraf” diyordu.
Aradan yirmi gün kadar geçmişti ki sabah gazeteci Yaşar erkenden kapısını çaldı adamın. Gazetenin birinci sayfasında “Atatürk’e çekilen telgrafın cevabı geldi” yazıyordu. Tek ders nedeniyle engel sınavına giremeyenlere bir hak tanınmıştı.”
İşte durum böyle idi o yıllarda, utanma, arlanma ve sıkılma ve mahcup olma gibi duyguları olurdu yöneticilerin…
Bir
anda üniversite öğrenciliğim sırasında öğrencilerin sahip olduğu hukuki haklar
geldi. Yahu şimdileri demokrasi zirvesi diye parlatanlar bilmiyor ki, o dönemde
bir öğrenci hakkının yenildiğini hissettiğinde Danıştay nezdinde dava açma
hakkı ile hukukun tam ve en geniş biçimde güvencesinin korumasında idi. Sonra
ki yıllarda “seni bu üniversiteden atarım” diyebilecek kadar abuk rektörler ve
buna vasat oluşturan hukuki zemin yaratıldı. Mesela, “seni bu üniversiteden
atarım” diyen rektör asla “yahu bu öğrenciyi buraya ben mi aldım da istediğim
zaman atarım” diye düşünmesi ve tehdidi için hiçbir utanma hissetmediği gibi
benim yazdığım bir yazı üzerine suç duyurusunda bulunacağını yazmıştı bana… Düşünebiliyor
musunuz, bir rektör utanmadan sıkılmadan ve de en önemlisi idari bir yönetici
olduğunu unutarak, kendine ne haklar vehmediyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder