Cumartesi, Temmuz 09, 2022

NOSTALJİ GÜZELYALI YAZILARI

Heyamola Yayınları; “Kentler Dizisi” adı altında, edebiyatçılar, sinemacılar, şairler, gazeteciler, öğretmenler, tiyatrocular, tarihçiler, şehir plancıları ve arkeologlar tarafından, birlikte ya da ayrı ayrı olmak üzere yazılmış, mezkûr kentin, doğup-büyüdükleri semtlerinin, başta ve öncelikle kendi anıları olmak üzere çocukluk, gençlik ve öğrenim hayatlarını ve semtin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sportif ve demografik hayatı üstüne gözlem, söyleşi, hatıra, beklenti ve özlemlerini yansıttıkları bir dizi kitap yayınlamış. Okurken müthiş keyifli bir iş olduğu kararına vardığım bu kombine çalışma, ilaveten tam da benim tarzım… Mezkûr seriden haberim, ilk önce dostumuz, büyüğümüz ve abimiz Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy’un “Soğukkuyu ve Bahariye” kitabını okuduğumda olmuş ve devamının olduğunu görünce hemen diğer kitapları da edinmiş idim sonra bir baktım ki diğer kentlere de yönelik benzer çalışmalar var behemehâl “Adana” serisini de edindim. 

Heyamola Yayınları amaçlarını şöyle özetliyor: “Kentlerimiz hızla fiziksel ve sosyal değişime uğruyor ve yaşanılanlar kaydedilmediği için hızla unutuluyor. Buradan yola çıkarak o kentlerde ve semtlerde doğan yazarlara ulaşarak, kendi yaşamlarından yola çıkıp, bir bakıma kendi ve kentinin özgeçmişini kaleme almalarını talep ediyoruz. Ve sonuçta ortaya çok başarılı kitaplarla birlikte paha biçilmez bir arşiv oluşuyor.” Alkışlarımız bu çalışmalar nedeni ile Heyamola yayınevine…


“İzmirim” serisinin henüz yeni okuyabildiğim 57. kitabı da “Nostalji Güzelyalı Yazıları” öğretmen Cevher Necip Onat tarafından kaleme alınmış. Güzelyalı semtini, ahalisi ile esnafları ile Göztepe Kulübü ile artık anıları süsleyen başta “Gasgonyalı Toma” restoranı olmak üzere neredeyse her detayı merkeze alarak özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarından günümüze taşıyarak deyim yerinde ise ve öğretmen titizliği ve sosyoloji formasyonu ile tane tane aktarmış. Teşekkürler sevgili öğretmenimize. Ben de, semtin o dönem için önemli bir okulunda lise yıllarımı 1972-1975 arasında geçirmiş birisi olarak dikkat ile detayları hatırlayarak büyük bir keyifle okudum. Neler neler yok ki, neler neler anlatılmıyor ki, çok duygulandım. Eshot otobüs deposundan, Güzelyalı Parkına, Gaskonyalı Toma’dan, meşhur fotoğrafçılara, Göztepe Futbol Kulübüne kadar… Göztepe’nin ülkemizi sık sık temsil ettiği “Fuar Şehirleri Kupası” (şimdiki UEFA Kupası) dönemindeki muhteşem kadrosu, başta bir ara da Milli Takımın tek seçicisi Adnan Süvari, Fevzi Zemzem, Nevzat Güzelırmak gibi futbolcularının semt ile ilişkisi üzerine anılar…  Hele de, bir zamanların efsane takımı Denizgücü’nün efsane futbolcusu ve asker, antrenör, teknik direktör, spor yazarı, voleybolcu, voleybol hakemi, atıcı, basketbolcu, Şakir Kuruş anıları var ki, çok şeye değer… Gaskonyalı Toma’nın, Kalipso kralı Metin Ersoy’dan, Adnan Şenses’ten, Huysuz Virjin’e kadar geniş ve popüler müzisyen kadrolarının sahne aldığı müzikli restoran-gazino anıları… Mezkûr gazinoda Erkan Yolaç’ın meşhur “İzmir marşı ile gelip Mehter Marşı ile gideceksiniz” sözü ile girişilen “evet-hayır yarışmaları”…

Kitabın içinde bu hatırlatmaların etkisi dışında aktarılan müthiş bir anı var, yazarın ve yayınevinin hoşgörüsüne sığınarak aynen aktarmak istiyorum. Nasıl bir vatandaş ahlakı, devleti yönetenlerin ahlak seviyelerinin ve yoğunluğunun ve de ilaveten mezkûr davranışların vatandaş tarafından yaygın öğrenilmesi halinde ne seviyede bir ayıp ve utanma oluşacağını yansıtması bakımından çok önemsedim. Esasen de basın görevinin nasıl da yerine getirildiğine, hem de muhatapların “yalandır, uydurmadır” gibi abuk subuk iddiaların ardına sığınmadan kabullenmelerine, muhteşem bir örnek…

“Adam büyük postaneden içeri girdi. Gişelerin üzerindeki yazılara bakıp “telgraf”  yazan tarafa yöneldi. Cebinden çıkardığı el yazısıyla yazılmış kâğıdı “iyi akşamlar” diyerek gişede oturan telgraf memuruna uzattı. Memur, rutin işlemlerini yapmaya başladı. Önce üzerine geniş bir kaşe bastı. Tarihi yazdı. Kelimeleri saymaya başladı. Her kelimenin altına bir çizgi çizerken bir anda durakladı. Kalemi elinden bıraktı ve metni dudaklarını kıpırdatarak okumaya başladı. Şöyle bir başını kaşıyıp yerinden kalktı ve nöbetçi müdür yardımcısının yolunu tuttu. Camlı odada bir şeyler konuşuldu. Memur ve müdür yardımcısı odadan çıkıp adamın yanına doğru geldiler. Müdür yardımcısı adama “telgraf sizin mi?” diye sordu. “Evet” dedi adam. “Aclan Onat” diye telgrafın altındaki ismi okudu. “nüfus cüzdanınız var mı?” diye sordu. Adam ceketinin cebinden nüfus cüzdanını çıkartıp uzattı. Müdür yardımcısı sayfaları birer birer çevirdikten sonra “bilgilerini altına yaz…” gibi bir ifade kullandı. Adama dönüp “bu telgrafı Atatürk’e gönderiyorsunuz, doğru mudur?” diye sordu. Adam “evet… Anıtkabir Müdürlüğü eliyle…” dedi. “Milli Eğitim Bakanını şikâyet etmişsiniz…” dedi müdür yardımcısı metnin tamamını yüksek sesle okumaya başladı. “11 Eylül 1974 tarihinde tek ders sınavları yapılmıştır. Ancak engel sınavları da aynı güne denk gelmiştir. Öğrencilere aynı gün iki sınava giremeyecekleri bildirilmiştir. Bu nedenle kızım hem tek ders hem de engel sınavına sokulmayarak sınıfta bırakılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığının bu uygulamasını size şikâyet ediyorum. Saygılarımla.” Nüfus bilgileri de altına eklenmiş kâğıdın altına “tarafımdan yazılmıştır” ibaresini koymasını ve imzalamasını istedi. Adam inci gibi yazısı ile söyleneni yazıp imzaladı. “Tamam” dedi yetkili, “Kabul et!”. Memur işlemlerini bitirdi, parasını aldı ve telgraf alındısını adama uzattı. Adam hızla postaneden çıktı. Daha işi bitmemişti. Hızlı adımlarla Milli Kütüphane Caddesindeki Demokrat İzmir’e yöneldi. Haber servisinden birisi ile görüşmek istediğini söyledi. “Kızım ve birçok öğrenci bir günde iki sınav olmaz denerek sınavlara alınmadılar…” diye anlatmaya başladı. Ertesi gün gazetenin baş sayfasında adamın resmi, yanında telgraf alındısı ve haberi vardı. “Dertli babadan Atatürk’e telgraf” diyordu.

Aradan yirmi gün kadar geçmişti ki sabah gazeteci Yaşar erkenden kapısını çaldı adamın. Gazetenin birinci sayfasında “Atatürk’e çekilen telgrafın cevabı geldi” yazıyordu. Tek ders nedeniyle engel sınavına giremeyenlere bir hak tanınmıştı.”

İşte durum böyle idi o yıllarda, utanma, arlanma ve sıkılma ve mahcup olma gibi duyguları olurdu yöneticilerin…

Bir anda üniversite öğrenciliğim sırasında öğrencilerin sahip olduğu hukuki haklar geldi. Yahu şimdileri demokrasi zirvesi diye parlatanlar bilmiyor ki, o dönemde bir öğrenci hakkının yenildiğini hissettiğinde Danıştay nezdinde dava açma hakkı ile hukukun tam ve en geniş biçimde güvencesinin korumasında idi. Sonra ki yıllarda “seni bu üniversiteden atarım” diyebilecek kadar abuk rektörler ve buna vasat oluşturan hukuki zemin yaratıldı. Mesela, “seni bu üniversiteden atarım” diyen rektör asla “yahu bu öğrenciyi buraya ben mi aldım da istediğim zaman atarım” diye düşünmesi ve tehdidi için hiçbir utanma hissetmediği gibi benim yazdığım bir yazı üzerine suç duyurusunda bulunacağını yazmıştı bana… Düşünebiliyor musunuz, bir rektör utanmadan sıkılmadan ve de en önemlisi idari bir yönetici olduğunu unutarak, kendine ne haklar vehmediyor…

Hiç yorum yok: