Ali Ekber Yıldırım tarafından kaleme alınan ve neredeyse Canım Yurdumun son 40 yılında tarımda nereden nereye geldiğinin belgeseli niteliğinde bir kitap hatta bir rapor… Her kütüphanede bulunması gerekir türünden… Bilmediğimiz bir şey var mı? Maalesef yok… Eksik kalanlar var mı, var… Detayda düzeltilmesi gereken bilgiler var mı, var… Hepsi bildiğimiz, tanıklık ettiğimiz hatta gözümüze sokularak yaşadığımız gerçekler.
Şimdilerde bakıyorum da; “kandırıldık, Allah bizi affetsin” diyenlerle dalga geçenler, ne çabuk unutuyorlar, Dünya Bankasının çantasına “15 günde çıkarılmak üzere 15 yasa” koyup gönderdiği Bakanların ardından gittikleri günü hatta bilahare parti başkanı yapmak üzere kapısını aşındırdıkları günü… Hatta yere göğe sığdıramadıkları Başbakanın “Dünya Bankası bu adamı bize niye gönderdi anlayamadım” demesi ne çabuk unutuldu… Yani ve özelde tarım neden hedefe oturtuldu, neden uluslararası güçler canım yurdumun tarımını bitirme kararı aldılar. Peki, adı üstünde bunlar “dışarıdan ve uluslararası güçler” tabii ki böyle hedefleri olacak, evet olacak da, sen içerdekilere bir bak… İçeridekiler neden bu kadar hevesli ve ısrarlı bu dış güçlerin kulaklarına sufle ettikleri hedefleri gerçekleştirmekte. Neden, neden… Vallahi, neden bence çok sarihte, anlamayanlara diyeyim dedim…
Kendi kendine yeten ülkeden nasıl oldu da, pamuk, mercimek, buğday, arpa, yulaf, canlı hayvan başta olmak üzere her türlü tarım ürünü ithal eder hale geldik… Daha da komedisi canım Yurdum “ithal çoban” ile de tanıştı… Nereden nereye… Evet, nereden nereye… Bu sergüzeşt-i ziraat nasıl bir safahat takip etti, bir bakalım… Çok partili döneme geçilince zannedildi ki, toprak ağaları ağırlıklı bir hükümet ile tarım gönenecek, çiftçi kalkınacak… Tam bir komedi, hiç ihtiyaç ve gereği yok iken, buğday ithal edildi Amerika’dan… Peki, bu yetti mi, yetmez ama evet, öyleyse devam… Yerli ve bu toprakların şartlarına başta yetiştirme, saklama, hastalıklardan korunma konularında olmak üzere her açıdan uygun ve şimdilerde yeniden arayışları ve geliştirme ve de ıslah çalışmaları devam eden buğday terk edilip ıslah numaraları ile son tahlilde toprağı fakirleştiren hatta zehirleyen nihayetinde de emperyalist tuzağa ve kucağa gelinen ithal tohumlarla “üretme ama tüket” noktasına gelindi. Konu ile ilgili muarız ve muvafık hayli yazı ve görüş okudum, hiç bir savunma bana bu ithalatçı kafayı olumlayacak kadar ahlaki, vicdani, mantıki ve ekonomik izahlar getiremedi. Esasen getirmesi de ihtimal dâhilinde değil. Ama Amerikan çiftçisini abad etmek uğruna ve karşılığında lütufmuş gibi uluslararası paktlara dâhil olunmak adına hiç te gereği yok iken tarımsal ürün ithalatını patlat… Yuh denilmesi gereken noktada da kahir ekseriyetin aferinine de mazhar ol. Üstüne dondurmalı kaymaklı çilek… Sonra, gelsin öteki baş karar verici “çoban” lakabı ile maruf muhterem ve muhteşem beyefendi, o da etrafına topladığı bir avuç toprak ağası ile tarımın deyim yerinde ise “içindeki kurdu” olsun, sonuç yine müthiş, “6 kere gitti, 7 kere geldi” mottosunun tasdikini alsın konunun mağdurlarından… Daha da sonra, “memleketimizin şehirleşme oranı çok düşük” numarası ve “köylülüğü bitiriyoruz” desisesi ile köylümüzü kentlere taşıyıp, gecekondulara ve 3. dünya ülkesi sanayisine layık ucuz emek arzı ile maruf “Çankaya’nın şişmanı” arz-ı endam eder sahne-i siyasada ve neticede ziyadesi ile iftihar eder destekçileri ve takipçileri… Sanılmasın ki aradaki benzer suret ve siretteki zevatı yâd etmeden geçiyoruz, lakin bu kabil detaya girilirse de bu hikâye bitmeyebilir, vallahi… Sadece “kalın kırılma” noktalarını vermek ile iktifa edeceğim. Sonra meşhur bir boncuklu daha bulunur ve artık finaldir… “15 günde 15 yasa” numarası ile canım yurdum dizlerinin üzerine göçertilir… Detaylar şahsi müracaatlarda müracaatçılara layığı ile verilecektir. Memleket artık tarımı düşünecek noktadan çok uzağa fırlatılmıştır. Bunları görmeyenler bugün bardak taştı diye zırlıyorlar, yahu bardak 70 yıldır dolduruluyor idi, nerede idiniz, derler adama. Şimdi şöyle olmuş, böyle olmuş yakınmaları… Yok, GDO’lu ürünler ortalığı kaplamış, yok tohum ithal ediliyormuş, yok fabrikalar satılmış, yok özelleştirmeci zihniyet işgal etmiş yurdumu yakınmaları birer “timsah gözyaşı” olmanın ötesine geçemiyor. İnanmayanlar bir baksın bakalım “anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” zihniyetinin faturasına ne meram ve ne murat ediyorum kolayca anlaşılır. Ve maalesef ki, bu taraftakiler de özelleştirmeci sadece “biz daha güzel özelleştireceğiz” fikriyatına haiz gruptalar… Vay ki vay Canım Yurdum…
Bu kadar aynı şeyi yap sonra farklı sonuç bekle, gülelim gayri… Einstein’ın bir sözü ile devam edelim. “Sürekli aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar bekleyenler olsa olsa aptallardır”. İlaveten, suçu birine yükleyip işin içinden sıyrılamayacağız da, muhaliflerin iddiası ile “iktidardakiler”, ya da iktidardakilerin iddiası ile “muhalifler” ya da karikatürize haliyle Şükrü Erbaş’ın bir şiirindeki iddiası ile “köylüleri” suçlayarak, kurtuluş yok…
Son söz, Ali Ekber Yıldırım, “Zengin toprakların, fakir insanları olmayı hak etmiyoruz” diye yazıyor. Evet, bu topraklar zengin ve bu nedenle bizlerde her şeye rağmen hâlâ zenginiz. Canım Yurdumun, bulunduğu coğrafi konum, sahip olduğu tarım bilgi, görgü, birikim ve kültürü, ehven iklim şartları, bitki gen kaynakları ve biyoçeşitlilik açısından zenginliği tartışılmaz sadece “milli ve yerli” olmanın gereğinin altı çizilmelidir.
1 yorum:
Neylersin? Kader iste (!)
Yorum Gönder