Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu ve çok büyük bir keyifle okuduğumu daha önceki bir yazımda belirtmiştim. Mezkûr kitabın Anadolu gezileri hatta özellikle de Ege gezileri bölümü benim için ziyadesiyle etkileyici olmuştur. Çünkü anlatılan yerleri, neredeyse karış karış bilmek bir yana, anlatılan her faaliyetin canlı şahitliği içinde bir hayat sürdüm. Mübadele ve tütüncülük ile ilgili bölümü tam da bahsettiğim türden, işte hem bir mübadil torunuyum hem de bir tütüncü aileden geliyorum… Tütüncülük konusunda, Akhisar Müzesinin ilgili bölümünü de gördükten sonra ayrı bir yazı olarak düşüncelerimi aktaracağım.
Büyük acıların yaşandığı “mübadele” sürecine yönelik kendince bakıyor yazar, “Kandıran ve kanılan politikanın, insan için hangi çeşit tutkuyu, hangi doygunluk umudu ile çekici kıldığı sorunu, sakin zamanların çözemediği, ateşli günlerinse büsbütün ortadan kaldırdığı bir sorundur. Neyi, niçin istediler, ne buldular! Buradan gidenler nerelere yerleştirildiler ve yerleştirildikleri bölgelerde acaba buradaki yaşam düzeylerini kurabildiler mi? Hiç zannetmiyorum. Çünkü buraya yerleştirilen Girit göçmenleri de, Girit’teki durumlarının buradakinden çok iyi olduğunu söylüyorlar, oranın zenginleri imiş Türkler. Girit’in zenginleri, Urla’da tütün işlemeye başlayınca, eskiden üzüm ambarı ve işliği olan yapılar çökmeye başlamış, kendiliğinden, bir haraplık görünümü kaplamış çevreyi, Girit’in, Kavala’nın, Drama’nın, Florina’nın göçmenleri ya da Boşnaklar, geldikleri bu yeni yerde eski yaşam düzeylerini bulamamışlar, kuramamışlar. Ondan anlıyorum ki, buradan gidenler de anılarının zenginliğinden başka bir zenginliği bir daha bulamamışlardır. Belki de göçün kaderidir bu.”
Göç etmek bugünden bakınca sahip olunan tercih haklarının, teknolojik desteğin, imkânların ölçüsünde çok kolaymış gibi görünüyor. Lakin birbirine düşman edilmiş iki toplumun savaş halinde bulunması bir yana birbirlerinin canının ve malının müsadere edilmesinin örfi ve dini açıdan caiz ve mubah telakkisi dâhilinde, biri kalıyor biri gidiyorsa, vay geldi gidenin başına kültürü dibine kadar acımasız ve sert yaşanır maalesef… Ve yaşanmıştır da… Hem Yunanistan hem de Türkiye’de maruz kalınan şiddet ve müsadereler üzerine birçok hikâye dinledim zamanında hem de birinci ağızdan…
Nedir bu âdemoğlunun tayin ettiklerinden çektiği, pasa bir sürgün hali, direk olmasa bile müsait vasatın yaratılarak, gönüllü ya da metazori lakin asla değişmeden, “nereye dönersen dön arkan arkandadır” halinin gerçekleşmesi, böyle gelmiş böyle gidecek korkarım. Ahali de paşa paşa alınan bu karar ve hükme riayet ediyor, kolayda ne varsa topluyor düşüyor yollara… Misal çok da, biz konumuz ile iktifa edelim. Bazı rakamlara göre Anadolu’dan yaklaşık 750.000 Ortodoks, Yunanistan’dan 500.000 Müslüman yaklaşık bir yıl içinde neredeyse her şeylerini geride bırakarak hiç bilmedikleri hatta hiç duymadıkları topraklara yerleşin emri ile gönderiliyor. Bu acılar yaşanırken, hayat ve maişet usulünü ayrıldıkları yerden getirdikleri ile geldikleri yerde gördüklerini tevhit ederek zenginleştirmişlerdir. Ayrıldıkları yerde bilinen tütüncülüğün gelinen yerdeki üzümcülüğe galip gelmiş olmasının öyle zannedildiği gibi tek başına adet ve itiyat olmadığını mezkûr kitapta Yazar bir mübadil ile yaptığı sohbette mübadilin sözünden aktarıyor. “Evet, bizim tütüncü olduğumuz doğrudur. Ama buraya geldiğimiz zaman, çok genç ve bakımlı bağlar bulduk. Bağ kırk elli yılda yaşlanır, Rumlar bunu bildikleri için her otuz yılda bir bağları yenilerlermiş. İşledik bu bağları. Ama sonra ne oldu? 50 kuruştan giderken 10 kuruşa kadar indi. Bununla kalmadı, ertesi yıl Ege bağlarına Pronos hastalığı geldi ve kütükleri mahvetti. Ürün sekizde bire düştü. Oysa o sırada tütünün fiyatı kımıldadı, kriz gününde kilosu 10 kuruşa giden tütün 50 – 60 kuruşa gitmeye başladı. Biz de tütüne umut bağladık. Üüzm sermaye ister, tütün ise emek. Bağ bellenir, üç kez çapalanır, kükürt ve göktaşı atılır, filizi anılır, sonunda sergilenir, potasyumlu, zeytinyağlı suya batırılır ve üzüm kâğıt üzerinde kurutulur, çöpü alınır. Pahalıdır üzüm. Oysa tütünde ailece çalışırız, kadınlarımız, kızlarımız bütün vakitlerini tütünde geçiriri. Bize daha kolay geldi.”
Mübadele, mübadilleri, değişen iklimler, değişen komşular, değişen faaliyet ve maişet biçimleri, ama değişmeyen alışkanlıklar, karşılaşılan dışlanmışlıklar ve itilip kakılmalar adeta çifte kavrulmuş olarak hayata hazırlamış görüntüsünü vermiştir bana her daim…
Konumuz esasen mezkûr kitap olunca, oradaki muhteşem bir Anadolu tiradı var ki, etkilenmemek mümkün değil, aktarıyorum… “Oğuz Akkan, benim çok övdüğüm bir kitabı, ‘History Begins At Sumer’i çevirip bastırmak istediğini söyledi. Günümüzden geriye doğru gittikçe Hitit’e varıyoruz, Hitit dediniz mi, Sümer – Akat’a uzanmamak olmuyor. Demek bir Anadolu kültür tarihinin kökeninde ister istemez Sümer bulunacaktır. Çünkü Hitit onunla anlaşılacaktır. Bu da oldukça yenidir. Eskiden Anadolu tarihi denince ‘Yunan’ çıkarılırdı karşımıza ve çoğu zaman, bundan ürkülerek konu örtbas edilirdi. Bunca zengin tarihsel kalıntının açıkça Avrupa’ya taşınmasına göz yumulması başka nasıl açıklanabilir? Biz Asya’dan gelmiş ‘üç yüz aslan’ olmakla övünüyorduk. Bugün bile çocuklarımızın ilkokul kitaplarında Orta Asya’dan ‘anayurdumuz’ diye söz edilmektedir. Buna üzülmek azdır, çıldırmalıyız. Bizim anayurdumuz Orta Asya ise, Anadolu nemiz oluyor? Bu soruya karşılık bir Yunanlı çıkıp da ‘o da bizim anayurdumuz’ derse, hoşlanacağımızı pek sanmıyorum. Oysa biz Atatürk’le birlikte bu toprağın uygarlıklarını benimseme yolunu tutmuşuzdur. Atatürk’ten sonra Türk aydınları, bu toprağın tarihi, bu topraklardaki uygarlıkların kaynakları üzerinde durmaya başladılar. İngilizlerin adaları için yaptıklarına benzer bir Anadolu geçmişini benimsemektir konumuz. Bretonlardan başlayarak İngiliz adasındaki insanların nasıl oluştuğunu anlatırlar onlar. Ne Roma, ne de Fransız kralları döneminden yüksünürler. ‘Cradlle’ (beşik) bir Breton sözcüğüdür. Bize kağnı ve kuyu çıkrığı Hititlerden kalmıştı. Adana bir Hitit adıdır. Bu alanda Cevat Şakir’in yürüttüğü savaşı iyi anlamalıyız; gerçekleri değiştirerek kendimize bir tarih uydurmak ya da kendimizi yabancı bir kültüre uygulamak gibi olmayacak bir işin çabası değildir bu, geçmişe yeni bir bakış kazandık; kompleksli olmamanın tarihsel dayanakları geçti elimize. Bunu, bilimsel verilerin ulusal çıkar açısından değiştirilmesi diye anlamak tümden yanlış olur. (bunu batı yaptı) Çükü Avrupa’da yüzyıllardır beslenmiş olan Osmanlı – Türk düşmanlığının da yol açtığı romantik bir eski çağ anlayışı ve ona dayanmış görünen haksız politik uygulamalar bugün artık değerden düşmüştür. Bugün bilimsel tarihin kaynakları çok daha gerilere götürülmüş ve yorumlar çok değişik biçimler almaya başlamıştır. Batı ile birlikte biz de bu gözlemler içindeyiz. Yeni araştırmalar, eski kanıları allak bullak ediyor. Yunan tanrılarının eski adlarını ve eski yurtlarını öğrenmeye başlıyoruz. İşte yepyeni bir araştırma; International Theatr Information adlı derginin son sayılarından birinde, tiyatronun Yunana maskeli olarak geldiği yazılıyor. Bu maske bir Sümer maskesidir. Bize karşı Yunanı kışkırtan Avrupa, eğer onun eski uygarlığına hayran olduğundan böyle yaptı ise, eskiden eşsiz bir uygarlığı olan Mısır’a neden o kerte aşağı davrandı? İşin uygarlığının neden kökünü kazıdı?”
Artık
“bilimsel tarih” tanımının bu kadar farklı yapıldığı ortamda bu kabil önermelerin,
iddiaların ittifakla, en azından çoğunlukla içselleştirilmesi imkânsızdır. Zaten
bu tarihsel ve kültürel birikimleri sahiplenmelere kişisel olması halinde
kimsenin itirazı olmaz ve olmamalı da, lakin bunun bir millet üstünden ve
millet adına yapılıyor olması da esasen ziyadesiyle zorlama olup,
sırıtmaktadır. Anadolu uygarlıkları sizin milli mirasınız ise, iddianız bu ise,
bu sahiplenmenin de sahiplenmesini fazlaca beklememek gerekmektedir, bana göre…
Evet, koruma, kollama konusunda sahiplenme ve geleceğe taşıma vazifesinin
kutsallığına inanıp bu uğurda elden gelenden fazlasının yapılması şart olup,
fazlaca evelemeye gevelemeye gerek yoktur, bence… Evet, bu muhteşem tiradın,
bir kısmına katılamıyorum ne yazık ki… Tıpkı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın bu
kabil iddia ve önermelerine katılamadığım gibi… Öğrenmeye devam…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder