Cuma, Ağustos 29, 2025

TAPIŞTI AHMET (KALYONCU)

 Onun döneminde yaşamış tüm Çeşmelilerin asla unutamadığı “Yazıyor, yazıyor, İzmir’e kar yağmış” ya da “yazıyor yazıyor, Makarios ölmüş” ya da “yazıyor yazıyor, Demirel’in kızını kaçırmışlar” ya da “Ecevit’in oğlu evlenmiş” diye yüksek perdeden bağırarak gazete satıcılığı yaptığıdır… Gazeteler dönem itibari ile İzmir’den, Çeşme İzmir arası düzenli sefer yapan otobüsler ile taşınırdı, o vakitler şimdiki gibi 40 dakika konforlu süren bir yol değildi mezkûr yol, otobüs kalite ve donanımları, yolun durumu vs vs gibi sebeplerle yaklaşık 4 saatlik bir yol idi… Radyatör su kaynatmaları hariç 2 mola verilir, her yol üstü köy ve kasaba yolcusu için durulur, kalkılır hatta beklenir… Gazetelerin gelmesi öğlen saatlerini bulur, gazete işini “GAMEDA” organizasyonuna siyaseten yakın olanlardan Mehmet Karabulut yürütürdü… Oğlu Mahmut Karabulut ise, “gazeteci” lakabı ile andığımız, ilkokul ve ortaokul arkadaşım olup, maalesef artık aramızda bulunamamaktadır. Bu vesile ile de kendisini saygı ile hatırlamaktayım.

Evet, Tapıştı Ahmet ve oğulları sıra ile Yaşar, Mustafa ve Hasan da artık aramızda değiller… Java motosikletli yakışıklı oğul Mustafa ile müthiş bir hatıram var, hemen kendilerinin evi önünde balık avlarken gözüme batan oltanın şaşkınlığı içinde ne olduğunu anlamaya çalışırken hemen yanımızda bitişi, beni motorun arkasına atışı ile çok kısa sürede Hükümet Tabibinin yanına getirişi minnettarlık hisleri ile kendisini her daim anmama sebeptir. Sonra yolu İngiltere’ye düşer, günün şart ve gerçekleri içinde artık yeteri kadar gelip gidemez sevdiği memleketine, sevdiği Çeşme’sine… Çok sonra vefat haberini almış, çok şaşırmış idim, uzun süre inanmadım, inanamadım, hala da inanamıyorum. Yaşar’ı da kaybettik… Benim çocukluk ve gençlik arkadaşım nam-ı diğer İlhan İrem Hasan’ı yerleştiği Kıbrıs’ta kaybettiğimizi öğrendim. Zor zamanlar ve zor zanaat ölüm haberleri ile yüzleşmek… Ve maalesef bu durum da hayatın mutlaka yüzleşilen bir gerçeği…

Ahmet Kalyoncu (Tapıştı) Büyüğümüz, Çeşme’nin birkaç şen, şakrak ve neşeli kişisinden birisidir, herkes ile selamlaşır, muhabbet eder, gün boyu herkese laf yetiştirir, takılır, şaka yapar hali ile kendisini tanıyan herkesin hatıralarını süsler… Ahmet Abimiz, Sakız Adasından bir gemi acentesinin Çeşme ofisinin açılış ve kapanışı ile ilgilidir, orayı yönetir, orada çalışır, hülasa hatırladığım oranın her şeyidir, lakin tam tamına nasıl bir iş idi görülen, şimdilerde hatırlamıyorum… Haftanın belirli günlerinde gelen teknenin işlerini ve ihtiyaçlarını giderir, bunun yanında ve kalan günlerde ise gazete müvezzii ve sinema film duyuruları işine yaygın biçimde devam ederdi.

Ahmet abimiz maalesef çağımızın baş edilemeyen melun hastalığına yakalanır, mezkûr yıllarda tedavi imkânlarının, ilaç temininin, 12 Eylül faşist darbesinin içine kapattığı Canım Yurdumda, görece azalması sebebiyle bir ömür birlikte çalıştığı ve tıpkı Çeşmelilerin sevdiği kadar kendisini seven Sakızlı Gemi Acentesinin patronları tarafından tedavi ve rehabilitasyon maksadıyla Atina’ya davet edilir… Tüm çabalara rağmen yenik düşer melun hastalığa… Ve maalesef yine dönemin şartlarının münasip olmaması sebebiyle defin işlemi de oralarda gerçekleşir… Artık, bir oğlu İngiltere’de, bir oğlu Kıbrıs’ta, kendisi de Atina’da toprağa verilmiştir, ayrılık bu bapta tecelli etmiştir… Bu vesile ile her birini ayrı ayrı saygıyla yâd ediyorum… Dünya tatlısı eşi, çocuklarının anası, karşılaşmalarımızda her birimize evlatları kadar içtenlikli davranabilen Saniye Abla da artık hayatta değildir, bir tek çocuklarından Ercüment ve torunları hayatta olup, her birine de sağlıklı, huzurlu ve uzun yaşamlar diliyorum…  

Ahmet Abimiz, Çiftlik yolunun, bugün artık fazlaca oynandığı için geriye izi kalmamış eski hali ile hemen Kaymakam Evini geçince, tam virajda, Ali Subay’ın güzel evine gelmeden sol tarafta, son derece mütevazı bir evde yaşıyordu, tüm ailesi ile. Dışarıdan bakılınca son derece dengeli ve mutlu, değilse bile dışarıya bir şey sızdırılmamış hali ile bir ev idi, aklımda kaldığı kadarı ile… 2 katlı bir ev, alt katı yüksekliği bugünkü yüksekliklerle kıyaslayınca oldukça düşük belki de başka amaçlarla kullanılırken, büyüyen ailenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere genişleme sonucu ailece hizmete alınmış olabilir. Eski Çeşme evlerinde sıklıkla görüldüğü üzere taş duvarlar üstüne oturtulmuş ahşap bir döşemenin tavanı oluşturduğu bu zemin kat, mutfak ve oturma odası gibi kullanılırdı. Ve ben de diğer arkadaşlarımla birlikte Hasan’ın misafiri olarak bu mutfak ve oturma mekanından, özellikle Ahmet Abimizin ve Saniye Ablamızın olmadığı dönemlerde demlenmek maksadıyla hizmet aldım. Bugünkü Akpınar Otel’in bulunduğu alan ise o zamanlar hatırladığım kadarı ile genellikle “marul” tarımı yapılan bir tarla idi ve o marullardan “göz hakkı” kapsamında biz de çok faydalandık… Mezkûr ev, önünde yer alan deniz ile hemen hemen aynı kotlarda(seviye) idi… Akarca Deresini geçer geçmez tam “Kaymakam Evi” önünde denizin dalgaları sebebiyle yol sık sık bozulur idi, Belediye sürekli tamirat ve tahkimat yapardı, lakin sürekli benzer netice gerçekleşirdi burada… Yine hatırladığım kadarı ile mezkûr evin yanından Karadağ’a doğru çıkılan yoldan yağmurlu havalarda gelen su denize kavuşmak için yolu bozmaya diğer yandan da devam ederdi. Bugün doldurularak artık geriye kalmamış deniz, bizler için balık avcılığı yemi olarak kullanılan “tekesakal” deposuydu… Bu deniz ve bu yol için söylenecek çok şey var lakin oraları doldurup bugünkü subuk haline getirenlerin gürültülü iddia ve savunmaları karşısında kaybolup gitmektedir, tüm söylenenler ve söylenecekler…

Tapıştı Ahmet büyüğümüz yukarıda yazdığım üzere gazete tevzii faaliyeti mucibince sürekli hareket halindedir, kendisine hayli geç gelen gazeteleri gün bitmeden satmak mecburiyetinden mütevellit devamlı hareket halindedir, dur durak yoktur kendisine… Zamanın küçücük Çeşmesinde sürekli dolaşılır lakin gözlerde, dikkatlerde her daim muhtemel farklılıklarda… Zamanın, başta benim için olmak üzere her Çeşmelinin büyük bir haz ile hatırladığı “toptancı müstahsil halinin” arkasında çocukların denize girmek ve oynamak için sık sık geldikleri yerden geçerken, birden Ahmet Abimizin denize düşmüş bir çocuk dikkatini çeker, cebinde satılmış gazete paraları var, üzerinde elbiseleri var, kimin umurunda, boynuna astığı gazete askılığını attığı gibi suya dalar ve çocuğu kurtarır… Çocuk da bizim çocukluk arkadaşımız “Veznedar Yaşar’ın Cemal’dir”… O da yaşadığı sürece Ahmet Abimizin bu fedakârca davranışını hatırlar durur, tıpkı bizler gibi… Evet, Cemal’de artık aramızda değil, kendisini de büyük bir saygıyla yâd ediyorum…

Bu vesile ile tekraren aramızda olmayan herkesi saygıyla yâd ediyorum…

 

Cuma, Ağustos 22, 2025

ÇEŞME MEMURLAR KULÜBÜ


“Çeşme Memurlar Kulübü” adı ile 1960’lı ve 70’li senelerde faaliyet gösteren esasen kulüp denmekle birlikte lüks bir kıraathane vardı şimdiki tarihi Belediye binasının alt katında bulunan emlak servisinin yerinde… Ben 1960’lı ve 70’li seneler diyorum daha da eskisi olabilir. Benim bildiğim senelerde orada genellikle “Hükümet Konağında” çalışanların devam ettiği bir yerdi… Şimdiki Emlak Servisinin 3 penceresinden ortadaki olanı kulübün kapısı idi o devirde… Her ne sebeple yapılırdı bilemem lakin kapının cam bölümü ile pencereler belli bir yüksekliğe kadar olan bölümü perde ile kapalı olurdu. Gerçi o devirde lokanta ve gazinolarda da pencerelerde perde olurdu lakin orada da yarım idiler. Muhtemelen içeride olanları dışarıdan geçenler görmesin diye kapatılırlardı herhalde de neden görülmesi istenmezdi orası ayrı mevzuu… Aslında orada neler olduğu konusunda yaşlı genç, çoluk çocuk fikir sahibi olsalar da bu rutin korunur ve özenle uygulanırdı… Nihayetinde şehrin mülki ve askeri erkânının vakit geçirdiği bir mekândır, o kadar olacak şüphesiz…

Diğer kahvehanelerle buranın arasındaki temel fark buraya çiftçi, köylü ya da balıkçı kısmından kimse gelmez velev ki arz ya da takip edilecek bir maruzatları olmasın. Çeşmenin o devirde Hükümet Memurları haricinde en mühim zevatı olduğu intibaı veren meslek erbapları olan taksiciler de duraklarının hemen bitişikte olması hasebiyle mekânın tabii müdavimleri izlenimi verirdi. Şüphesiz ki bir vakitler hemen bitişikteki odanın “Çeşme Seyahatin” yazıhanesi olması şoförlerin bir nevi kulüp üyesi gibi davranmasını getirmekteydi. Hangi sebepledir bilinmez lakin şoförler ve otomobilciler o vakitler de tıpkı şimdiki gibi Canım Yurdumun siyasi hayatı üzerinde ziyadesiyle tesiri olan meslek erbaplarıdır.
Dedim ya; mezkûr mekânın müdavimleri dışında kalan eskilerin avam dediği milletin devam ettiği kıraathaneler ile buranın yegâne farkı görece lüks olmasıdır, mesela en mühim fark avamlar tahta sandalyelerde oturur iken memurlar kulübü müdavimleri kumaş kaplı sandalyelerde otururlardı… Yoksa çay aynı çay, kahve aynı kahve, gazoz aynı gazozdu lakin dedim ya atmosfer çok farklıydı. Sonradan diğer kahvehanelere de misal teşkil eden masaların yeşil çuha ile kaplanmasını ben ilk defa orada görmüştüm. Yoksa oradaki televizyon ile diğer kıraathanelerdeki televizyonlar aynı saatlerde yayına başlar aynı saatlerde yayını bitirirlerdi, siyah beyaz ve propaganda cihazı olarak. Kıraathane diyorum da kıraat zinhar yoktu lakin kahvehane tam teşekküllü, dert kasavet yok. Mesela avamın devam ettiği kahvehanelerde kömürde kahve içme imkanı var iken memurlar kulübünde tüp ateşinde hazırlanan kahveye talim edilirdi… Gerçi birincisi bugün artık çok aranan ve özlenen bir servistir ya, o vakit mode ve demode durum aynen bu hizadadır.

Yaşımız az ilerleyince daha önceleri “Kahraman Testerelerinde” akrabalık münasebetiyle bir iş bulan çocukluk/gençlik arkadaşımız Hasan Çetiner (Birol) bu kez bir başka akrabalık münasebetine istinaden terfien Memurlar Kulübüne geçince bizde oranın imkânlarından faydalanmaya başladık, az bir şey mi, o ocakçı ben garson… Benim garsonluk dönemimde çok enteresan bir de hikâye yaşadık, yaz ayları tabii olarak gelen dışarıdaki teras bölümünde yerleştirilmiş masalara yerleşiyor. Orta yaş üzeri görüntüsünden biraz gergin ya da asabi mizaçlı bir abi geldi, garson olarak hemen “hoş geldiniz, ne içersiniz” en hakiki sorumuzu sordum, muhterem sık karşılaşılma ihtimali olamayacak bir talepte bulundu; “kahvesi az, az kaynamış, az şekerli bir okkalı kahve”…Müthiş bir sipariş. Hemen kıdemli ocakçımız Birol’a ilettim talebi, istenilen evsafta güzel bir kahve hazır idi artık. Yanına bir bardak şebeke suyu da konuldu tepsi ile özenli bir servis yaptım, bekliyorum ki, taltif olmadı teşekkür. Bacak bacak üstüne atmış sırtını kulübe yüzüne denize dönmüş muhterem ilk yudumda döndü baktı, “bu ne be” diye öfkeyle yüzüme baktı. Korkumdan hemen özür dileyerek aldım servisi doğru ocağa Birol’a “oğlum adam kudurdu, ne yaptın sen” deyince sevgili dostum sakin sakin kahvenin içine alınan ilk yudum kadar bir miktarda kendi özel suyundan ekledi, bana döndü ve şimdi götür abiye dedi. Kahve çok beğenildi… O gün bugündür herhangi bir yerde herhangi bir sipariş verdiğimde geleni yedim, içtim eleştirim varsa da sonradan yaptım ya da bir daha o mekâna gitmedim, çünkü aklımda her daim sevgili kardeşim Birol var.

Bu kulüpte nice zamanlar geçirdik, müthiş anılar biriktirdik. Bugün artık aramızda olmayan İsmail Denizli aramızdaki yaş farkına rağmen bizim ekibin en önemli ferdiydi. Onun bir “dama” dehası olduğunu daha önceki bir yazımda bahsetmiştim, mezkûr mekânın olabildiğince cüsseli bir ahşap dama masası vardı, İsmail Usta orada bizlere dama öğretmek adına inanılmaz oyunlar, kapanlar gösterirdi. O vakitler çalıştırdığı Çeşme Gençlik takımının başarıları ya da hezimetleri üzerine bitmez tükenmez muhabbetleri orada ederdik, hani diğer arkadaşların bir kısmı futbol oynuyorlardı da dâhildiler konuya, ben futbol kabiliyeti ve iradesi elinden alınmış garip biri olarak, tahmin edilemeyecek kadar dâhil olurdum da ben bile kendime inanamazdım. Hele bazı akşamlar dünyaca çok ünlü boksör Muhammed Ali Clay’ın maçlarının sabah karşı televizyondan yayınlandığı geceler zaman geçirmek adına içilen çeşitli keyif verici mamullerin verdiği hoşlukla edilen muhabbetler bugün çok aranır olsa gerekir. O vakitler mezkûr mekânlarda alkol satışı ve içimi henüz men edilmemiştir ve men edilmesine de vesile kabul edilen hiçbir vukuat hatırlamamaktayım. Niyet men etmek olunca vesile icat etmek çok kolay şüphesiz. Bu vesile ile tekrardan artık aramızda olamayan İsmail Denizli, Tufan Çınar ve Latif Çelebi arkadaşlarımızı saygıyla yâd ediyorum.

Şimdilerde artık mezkûr mekân Çeşme Belediyesinin Emlak Servisi olarak hizmet vermekte olup dışarıya açılan kapı pencereye dönüştürülmüş durumdadır. Başta tarihi Belediye binası ile alakalı eski Belediye Başkanı büyüğümüz Nuri Ertan’ın çok harika bir tanımlaması vardır. Hani bugünkü “Çeşme Kent Müzesi” bir meyhaneler mekânıdır, şimdiki tarihi belediyenin yeri de “Marika’nın yeri” olarak namlıdır, karşıda yenilir içilir bilahare de namlı mekân ziyaret edilir ya, mezkûr seyr-ü seferin ruhuna mütenasip eskiden Marika’nın yerine gelenlerin aldığı keyfi şimdi belediyemizi ziyaret edenlerden biz alıyoruz benzeri lakırdılar, işte… Hay Allah bu hatıralar ile çok keyiflendim…   

Cumartesi, Ağustos 16, 2025

KOLÇAK ve BEYAZ ORDU


Sovyetler Birliğinin, Ekim devrimi marifetiyle oluşturulma sürecinde yaşanan kanlı iç savaşın, İngiltere ve ABD destekli meşhur “beyaz ordu” komutanı, esasen de yaşanan beyaz terörün en üst uygulayıcılarındandır Aleksandr Vasileyeviç Kolçak, sosyalist devrime karşı olmanın yanında gerçek manada tam teşekküllü bir monarşi savunucusudur da, bu uğurda katlettiği binlerce sosyalist yanında monarşiyi desteklemeyen ve dahi yaşanan vahşete dur demek isteyen hatırı sayılır bir masum kitlenin de katili olarak tarihe geçmiştir… Şüphesiz bu yaklaşım benim görüşüm, kendisi için, büyük vatansever, vatanı için can vermiş kahraman diye değerlendirmelerin de olduğunu biliyorum. Hızlı bir antikomünist olmasını kabul edip anlıyorum da, hızlı bir monarşist olmasını, toprak reformuna karşı katıksız duruşunu görmezden gelerek, bu manada sosyalist olmamalarına rağmen kendisini eleştiren ve karşı duranlara da kahredici bir yok ediciliğini göz ardı ederek, mezkur değerlendirmeleri yapanları hiç anlamıyorum, hele Rusya’nın Atatürk’ü değerlendirmeleri var ki anlaması da kabul etmesi de mümkün değildir. Ya tarih bilmiyorlar ya da eksik biliyorlar deyip geçiyoruz bu değerlendirmeleri… Beyaz Ordu içinde yükselişini, borçları ehven şartlarda geriye ödeme sözü verip İngiltere ve ABD ile varılan mutabakatın neticesine bağlamak için tarihçi olmaya hacet yok… Bidayette mezkur ülkeleri ziyaretleri, bulduğu ve bulamadığı “yüzleri”, bilahare politik ve askeri aşikar destekleri görmezden gelirseniz kendisinden şüphesiz ki kocaman bir vatansever, kocaman bir fedakar asker portresi çıkarırsınız, takdir mezkur muhteremlerindir. Hele Atatürk gibi adam idi diyenlere, hızlı bir Atatürk karşıtı hatta düşmanı olan Enver Paşa ile mektuplaşmalarındaki özellikle de “Türkistan Alayları” üzerine karşılıklı satır arası temenni, talep ve niyetlere bakılınca muradım daha net anlaşılacaktır. Konuya bu kadar angaje olan muhteremler, muhtemelen A. V. Kolçak’ın atalarının Osmanlı paşalarından gelmiş olmasına bağlayıp, hissi davranmaktadırlar. Osmanlı İmparatorluğunu TRT’deki dizilerden öğrenenler olduğu gibi mezkûr muhteremi de filmlerden öğrenenler olunca bize ziyadesiyle kelam etme hakkı düşüyor şüphesiz…

Evet, Kolçak önderliğinde yönetilen hükümet ve beyaz ordu savaştığı 2 sene boyunca astığı astık, kestiği kestik bir tarz ile hayatiyet bulmuştur.   Dönemin tanıklıklarına dayalı yazılı eserler zalimlikleri anlata anlata bitiremiyor. Gerçi her daim sınırsız ve sorumsuz yüzsüzlük ve hadsizlik edip yaşananları görmezden gelip akıllarının derinliklerindeki “sosyalizm” husumet ve düşmanlıklarının depreşmelerini seslendirenler vardır ve olacaktır, onlara da iğne ilaç az gelir…

Oysa, bizatihi kendi yazışmaları ve destek aldığı toprak ağaları ve bezirganlar ile dirsek temasları ve dahi mezkûr zevatın lehlerine yayınlanmış tamimler, İngiliz ve Amerikalı muhatap ve destekçileri ile akdedilen anlaşmalar ve akitler ziyadesiyle aşikâr ve ortada iken, yapılıyor bu söylemler, ne diyelim… Sırf bu sebeple ve bilmeyenler için mezkûr muhteremin kısacık bir biyografisi yapalım, muhterem Çarlık Rusya’sında 1. Dünya savaşı yıllarında Baltık ve Karadeniz filosunda görev yapmış, Sovyet devrimini müteakip “Çarcı” ve “gerici” olma hasebiyle görevden uzaklaştırılmış, bilahare de çarcı ve monarşist çevreler tarafından “Rusya için şart diktatör” nitelemesi muvacehesinde ve ABD misyonu himayesinde ABD’ye gönderilmiş, yeterli ilim, irfan ve teknoloji ile donatılarak, Sovyet Devrimini yıkmak üzere müstevlilerinin emrine girerek  Sibirya’ya deyim yerinde ise postu seriyor. İlk başlarda ziyadesiyle de zalimlikleri mucibince görece başarılı oluyor lakin Troçki önderliğindeki Kızıl Ordu tarafından zaman içinde yenilgiye uğratılıyor. Troçki’nin tarihsel haklılığına, teşkilatlanma becerisi ve müthiş taktiklerine karşı hamle geliştiremediği gibi uğruna savaştığını açıkladığı kitleler tarafından da tepki görmesi ve dahi harici ittifaklarının kendilerini deyim yerinde ise satması neticesinde kaçınılmaz son tecelli etmiştir. Bilahare daha da hazin son tecelli ediyor, İrkutsk’ta, Lenin’in yargılanması için Moskova’ya gönderilsin emrine rağmen kurşuna dizilmek suretiyle hem kendisinin hem de ABD ve İngiltere devletlerinin hevesleri ve hesapları sonlandırılıyor.   

İrkutsk’ta dolaşırken muhteremin izine de rastladık, ufak tefek de olsa destekçileri vasıtasıyla yad edilmek üzere bir anıt ile yaşatılmaya çalışıldığına şahit olduk. Asıl önemlisi, hali hazırda göçmenler için bir toplama ve geri gönderme merkezi ve cezaevi olarak kullanılan ve mezkûr devirde de A. V. Kolçak’ın tutuklu bulunduğu cezaevinin içinde kendisi adına bir müze düzenlendiğini öğrendim. Ziyaret etme niyeti ile kapıya geldik, bu kapı idi, o kapı idi derken doğru kapıyı bulduk ve ilk kontrol sonrası içeriye girdik. Girdiğimiz yer henüz cezaevinin bir parçası olduğundan son derece soğuk, sevimsiz ve itici bir yer haliyle. Daha ilk girdiğimiz yer bile soğuk demir kapıların gıcırtı ile açıldığı, birbirine en fazla 2 mt uzaklıktaki 2 ayrı kapıdan bile geçerken her birinde olmak kaydıyla hatırı sayılır bir bekleme ve kontrol süresi bulunan, soğuk mekân… Yabancısı olmadığım yerin benzerinde bulunmanın mide bulandırıcı hissiyatı ile bir anda ziyareti sonlandırma kararı verip oradan behemehâl ayrıldım.

Şimdilerde Kolçak’tan geriye sadece, bir milletin çok farklı amaç ve desteklerle birbirini çılgınca öldürdüğünün timsali babından şehirdeki kocaman anıt, cezaevindeki müze kopyası ve en canlı hatırlatma yapan da “Kolçak Kvası” kalmıştır… “Kvas” bilindiği üzere; çavdar ekmeğinin fermantasyonundan mamul çok az alkollü olması hasebiyle alkolsüz içecek kabul edilen Slav halklarının çok tercih ettiği bir içecektir. Bir zamanlar “komünist kola” diye de adlandırıldığını biliyordum ve Kolçak’ın adına üretilen kvası da görünce bu ne yaman tenakuzdur diye gülümsemiştim, antikomünist lidere “komünist kola” ile ironik andaç…

Üzerine yattığı söylenen tonlarca altın, tonlarca gümüşten bir eser kalmamış olduğu anlaşılmaktadır, her zaman olduğu üzere sahaya sürenler tarafından el konulduğu anlaşılmaktadır. Kaybedeceği ortaya çıkınca beynelmilel destekçileri behemehâl desteklerini çekmeye başlarlar, hatta kendisi ile birlikte çarpışan beynelmilel militer güçlerden Çek lejyonu kendisini teslim alması ve serbest bırakılmalarına karşılık kızıl ordu mensuplarına teslim edilmesi ardıllarına ders olur diye düşünülse dahi bilahare yaşanan gelişmelerden kimsenin ders almamış olması aşikardır.

 

 

  

Perşembe, Ağustos 07, 2025

ŞAMANİZM ve UST ORDA

Geçen sene Karelya Cumhuriyetinde bir türlü gerçekleştiremediğim ve ertelediğim Şaman ibadetlerine katılmayı ya da en azından seyretmeyi İrkutsk gezimizde gerçekleştirmeyi çok arzu ettiğimden gecikmeden daha ilk günden nerede ve nasıl olur diye araştırıyorum. Olkhun Adası Şamanizm açısından kutsal ilan edilmiş bir alan, hemen oraya gidilecek diyerek bir tur organizasyonuna dahil olduk. Ada kutludur, kutsaldır aynı zamanda, Şamanizm’in gözlerden uzak merkezidir de, söylenenlere göre… Daha yolda ilk molamız bir şaman ibadet yeri oldu, ortada dikili ağaç kütükleri üzerlerinde çok çeşitli şekiller kazınmış, önde bir yerde ateş yakılmış, izleri duruyor, bunların etrafında da görece kısa ve ince yine bol miktarda ağaç kütükleri dikilmiş, üstlerinde envai renk bezler bağlanmış vaziyettedir. Buryat dilinde etrafta birkaç levha var anlamaya çalışıyoruz, nafile… Birinde Rusça yazılmış “ibadet esnasında bozuk para bırakabilirsiniz” gibisinden bir ibarenin olduğunu gördüm. Hala benim için yeterli değil bu bilgi ve gördüklerim, adayı bekliyorum. Tekrar yola koyuluyoruz.

 

Hedef Olkhon Adası, yaklaşık 65 km. lik mesafeyi yolun iyi olmaması ve sık sık tamiratlara denk gelineceği yaklaşık 2 saatte kat edeceğimizden sabah erkenden İrkutsk Angara Oteli önünde guruba katılıyoruz, bir önceki yazımda bahsettiğim üzere tur minibüsü Gazeli Andrei kullanıyor. Baykal Gölüne ulaşıyoruz bir vade sonra bekleyen bir arabalı vapura biniliyor ve en yakın noktadan adaya vasıl olunuyor. Öğrendiğimize göre ada Baykal Gölünün içindeki dördüncü büyük ada, arazi çeşitliliği ve arkeolojik alanlarının çeşitliliğinden, az bir nüfusunun olduğundan bahsediliyor, galiba yaklaşık 2.000 civarında ve neredeyse tamamı Buryat halkından oluşuyormuş. 

 

Ada merkezine varmadan oldukça yüksek, Baykal Gölünü iyi bir açıdan gören bir noktaya geliyoruz, göl burada oldukça büyük bir koy oluşturmuş ve etrafta bir grup at var hepsi serbest otluyor, bir kısmı dünyanın en büyük tatlı su kaynağı gölden su içiyor, kimisi birbirine çok yakın, kimisi biraz uzak, kimisi siyah, kimisi alacalı lakin otlayanların ve su içenlerin her biri büyük bir keyifle kuyruk sallıyor, ne müthiş bir manzara… Tepeden göl tarafına bakıyoruz, masmavi bir gökyüzü masmavi bir su yüzeyi, keyifleniyoruz, fotoğraflar çekiliyor, sonradan hatırlayabilmek adına. Yüzümü tepeye doğru dönünce Karelya Cumhuriyetinden de hatırladığım, yüzlerce üst üste yedişer adet olmak üzere konulmuş taş yığınları görüyorum, muhtemelen gök tengrinin ya da doğanın kendilerine şans getirmesine dilemek adına üst üste konulmuşlar… Rehberimiz de sorulunca bir şey anlattı lakin ben anlamadım… Moladan sonra, kıyıdan balık tutanların yanından aracımıza doğru ilerliyoruz, istikamet merkez…

 

İşte bundan sonrası daha önce anlattığım tercihan makadan bırakılan yoldan adanın merkezine varıyoruz. Hemen aracın bizi bıraktığı noktadan “Şaman Tepesine” ilerliyoruz, burası Şaman ibadetlerinin gerçekleştiği bir alan, toprak ve etrafı iplerle sınırlandırılmış bir yoldan, yine toprak bırakılmış bir meydan ve tam ortasına denk gelecek şekilde yaklaşık 6-7 mt yüksekliğinde, çapları da yaklaşık 60-70 cm olan ağaç kütükleri dikilmiş ve her birinin önünde birer kaya parçası yerleştirilmiş durumda… Galiba bizden önce bir ritüel varmış gibi bir izlenimim var, bunu destekleyen bir başka görüntü de dikilmiş ağaç kütüklerinin önlerindeki kaya parçalarının üzerinde dökülmüş sütlerin izlerini görüyorum, taze taze, taze çünkü bir taraftan da kuşlar dökülmüş sütten nasiplerini alıyorlar… Süt bolluk ve bereket şefaat edercesine dökülüyor da sonuçta kuşlara nasip oluyor… Dikili 13 adet ağaç kütüklerinin yerden yaklaşık 1,5 mt lerine kadar ve aralarına da bağlanmış askının üzerinde binlerce rengarenk bezler bağlanmış, talep, dilek ve istekler iletilmiş bu bezler vasıtasıyla, gerisi de “Gök Tengriye” kalmış… Lakin hala benim arayışım olumlu sonuçlanmadı… Öğrendiğime göre de bir başka aktif ritüel merkezi İrkutsk’un yaklaşık 40 km kuzeyindeki “Ust Orda” şehri, ertesi gün ilk iş oraya gitmek…

 

Merkez Otogardan nasıl gidileceğini öğrenip, ertesi gün otobüslerin kalktığı merkez Pazar yerine yürüyerek varıyoruz, bir iki sorudan sonra Ust Orda’ya gidecek minibüse kuruluyoruz. Yol boyunca sadece yolun sağ tarafında olmak üzere, 1,3,5,7 ağaç kütüğü dikilmiş ve üzerlerinde ziyaretçilerin ya da ibadet edenlerin bağladığı rengarenk bezlerle donatılmış, irili ufaklı ritüel merkezlerinden geçerek, Ust Orda’ya varıyoruz. Araya sora, nihayetinde buluyoruz ilgili merkezi… Randevusuz gelinince araya sıkışabilme yol ve yöntemleri usulü dairesince aranıyor, dilimizin döndüğünce yalvar, yakar, alıver, veriver… Neyse, biraz beklememiz halinde, Şaman’nın bizi kabul edeceği bilgisi veriliyor, seviniyoruz… Bu boşluk anında hemen ibadethanenin ön tarafında yer alan ve genel manada, arkeolojik, etnografik, paleontolojik ögelerin öne çıktığı bölümleri ve modern resim sanatları bölümü, Rusya müzelerinin olmazsa olmazı, büyük vatanseverlik savaşındaki yerel vatandaşların katkısı ve yararlılıklarının belgelerle anlatıldığı bölümleri olan müzenin gezilebilmesi için talebimiz birkaç yetkiliye sırası ile anlatılınca lütfedip izin verip ve mihmandar eşliğinde gezmemizi temin ettiler. Ve artık randevu saati geliyordu, müzenin arkasındaki bölüme geçtik… 

 

Ağaç kütüklerinden oluşan oldukça yüksek çitin arasındaki küçük kapıdan ilgili avluya giriyoruz, etrafta üzerlerinde çeşitli figürlerin bulunduğu dikili taşların, taştan mamul heykellerin yer aldığı geniş bahçenin içinde çeşitli büyüklüklerde ahşap kütük evlerin bulunduğu yerde bekliyoruz, yine ahşap kütük ibadethaneye girmek için. Dikili taşlar üzerindeki figürlerin her birinin “Buryat” masal ve efsanelerinden yansımalar olduğunu anlıyoruz yazılı metinlerden… Nihayetinde bir görevli bizi Şamanın beklediği söylüyor, içeriye giriyoruz, aaaaa o da ne, Kadın Şaman… Ben şaşırıyorum, kadın şaman olur mu, diye de soruyorum, el cevap, evet… Evvelemirde başlıyoruz, “Şamanizm” hakkında bilgi almaya, kadın şaman olur cevabının ardından öncelikli soru şaman nasıl olunuyor, hayretle öğreniyoruz ki şaman olunmuyor, şaman doğuluyor, yani burada da bir başka şekil “el verme” geleneği söz konusu, bilahare şamanlıkta da bir merhale meselesi varmış ve 9 merhale olurmuş. Şamanlıkta merhale kat edildikçe de bilgiye, görgüye, erdeme, maharete erişme ve hükmetme seviyesi ve yetkisi de artıyormuş… “Derin Hoca” olabilme usul ve kaidelerine benzerlikler hemen aklımıza geliyor…

 

Şamanın makamı son derece sade ve faaliyetlerine uygun tefriş edilmiş, kendi oturduğu makamın karşısında sağlı sollu, sade ağaçtan mamul banklar bulunmakta, biraz da tasnif edilmiş şekilde yerleştirildiği için soruyoruz, şamanın sağ tarafına gelecek yerdeki banklar erkek, sol taraftaki bankların da kadınlar için yerleştirilmiş olduğu öğreniyoruz, kadın şaman olsa bile karma oturma düzeni olamıyormuş, enteresan…Şaman uzun uzun vaazla, Şamanizm ve şamanlık üzerine çoğunu anlayamadığım lakin bilahare yapılan kayıt çözümlemesi neticesinde köken, beceri, karşılıklı beklentiler ve sonuçları üzerine olduğu anladığım bir tanıtım olmuş. Soru cevap şeklinde ilerleyen bu takdim bölümü içerisinde öğreniyorum ki, Şaman ne kadar ömrümün olduğunu da biliyor, hemen söylemesini talep ediyorum lakin onun özel bir seansla olabileceğini beyan ediyor ve anlıyoruz şüphesiz özel bölümün özel bri talep karşılanması gerektiğini, hay Allah ne kadar da birbirine benziyor, derin muhabbetler… Anladık ki, ömrümüzün vadesini öğrenemeyeceğiz, bu soruları maddi kayıpsız atlatıyoruz, artık ibadete geçilecek… Bir takım kıyafet ilavelerinden sonra takmayı sevmediğini beyan ettiği bir başlık da başa geçirildi, eline aldığı ipler ve ziller karışımı bir aparat ile önündeki mangal benzeri kapta bayağı zorlukla ve birkaç kez denedikten sonra yakabildiği ateşin bol dumanı ile okuyarak üfleyerek, oturduğum yere gelip önümde mırıldamalara devam etti, söz de bana şefaat arz ederken benim de iki kolumu aşağıdan yukarıya doğru açılmış vaziyette sanki bahşedileni başımdan aşağıya döküyormuşçasına kürekler misali atmamı istedi… Tören sona erdi, teşekkürlerimizi nakit olarak takdim edip ayrıldık…

 

Artık maksat hasıl oldu, şaman ile tanıştık, okudu üfledi selametle bizi uğurladı ya, ölsem de gam yemem gayri… Şimdi artık eksiğimiz “Şinto” ayinine katılmak ve yakında o da olur, inşallah… Tanrıya çok yönlü yakınım gayri, hiç boşluk yok, maşallah…