Perşembe, Aralık 18, 2025

İVAN DENİSOVİÇ’İN BİR GÜNÜ


1970 yılında, biraz siyasi saik ve Sovyetler Birliği ile yarışma içinde olunması sebebiyle ve dahi rakiplerin yönettiği İsveç merkezli “Norveç Nobel Komitesi” marifeti ile Nobel Edebiyat Ödülü’ne Muhalif Aleksandr Soljenitsin “İvan Denisoviç’in bir günü” adlı eseri ile layık görülmüş. İyi de etmişler diyenler olabilir, lakin tesadüfen midir ki, kadim muhalif 2 Sovyet yazarı ödüle münasip görülür iken mesela muhalif olmasına rağmen Yaşar Kemal görülmez hani ben edebiyatçı değilim lakin Yaşar kemal ile Orhan Pamuk kıyaslaması yapabilecek kadar da kitaptan ve edebiyattan anlarım. Neyse muradım ve meramım edebiyat bilgisi yarıştırmak değil burada… Yıllar sonra mezkûr kitabı yeniden okudum, her kitapsevere hayatlarının farklı devirlerinde birkaç kez okumalarını öneririm. Yeni bir şey öğrenecekleri ya da görebilecekleri manasında bir öneri değil bu, zinhar. Artık görece daha çok şey görmüş ve geçirmiş olarak dünyayı birbirleri içinde kıyaslamak, öyle hamasetin gözleri nasıl at gözlüklerine mahkûm ettiğini anlayabilmek adına… 

Şimdilerde yaygın yürütülen eleştiri ve desteklerin sahipleri, sahip oldukları ideoloji ve seçtikleri taraflara göre pozisyon almaktadırlar… Kimileri Aleksandr Soljenitsin’i Sovyet rejiminin sosyolojisini, psikolojisini, anatomisini çektiği röntgenler marifeti ile oldukça derinlemesine iyi tespit ve tayin etmiş derken, kimileri de iyi yetiştirilmiş bir ajan rolü biçilerek burun kıvrılarak hatta küfredilerek karşılanmıştır. Bana göre mezkûr yazar, ne o kadar bilimsel, ne de bu kadar bilgi ve görgü sahibidir, tüm bu olup bitenler karşısında, ne de hakaret edenlerin dediği gibi vatan hainidir.

Soljenitsin için eldeki bilgilere bakıyoruz, dindar bir aileden gelmesine rağmen henüz genç yaşta Hristiyanlığa olan inancını yitirir ateizmi benimser ve Marksizm–Leninizm ideolojisine sadık kalmaya çalışır. Kendisi de bir subay iken bir başka subayla yaptığı özel yazışmalarda Sovyet rejiminin yıkılması gerektiğine inandığını açıklaması gerekçesiyle “Gulag takımadaları” denilen çalışma kamplarında 8 yıl boyunca mahkûmdur. İşte burada yaşadıkları ve şahitliklerini kitaplarında anlatır.

Kitaptan bir bölüm adeta tüm hayatı özetler, güçlü otorite ile sıradan vatandaş arasındaki ilişki ve sonuçları göz önüne serilir. “Şuhov hakkında “yurda ihanet” suçundan dolayı soruşturma açılmış, bu suçlamayı destekleyecek biçimde ifade vermişti. Evet, yurduna ihanet etmek amacıyla tutsak düşmüştü Şuhov, Alman casusu olarak görevini tamamladığı gün de düşmandan kaçıp yurduna geri dönmüştü. Ama casusluk görevinin cinsini ne kendisi biliyordu, ne de sorgu yargıcı. Soruşturma süresince buna, “casusluk görevi” deyip, geçiştirmişlerdi.

Şuhov iki şıktan birini seçecekti ya ifadenin altını imzalamayacak, bu yüzden de kısa yoldan tahtalıköyü boylayacak ya da imzayı basacak ve bir süre daha postu koruyacaktı. Doğal olarak imzayı attı.

İşin aslı şöyleydi: 1942 yılında kuzeybatı cephesinde düşman onları her yönden kuşatmıştı. Uçaklar yiyecek filan atmıyorlardı. Hoş, bunun için uçak da yoktu ya! Sonunda öyle bir duruma düştüler ki, ölen atların tırnaklarını kesip ıslattılar, günlerce böyle beslenerek hayatta kalabildiler. Ellerinde düşmana sıkacakları tek mermi yoktu. Böyle olunca da Almanlar onları ormanda teker teker, armut toplar gibi topluyordu. Birkaç kişiyle birlikte Almanların elinde kısa bir süre tutsak kalan Şuhov’la arkadaşları, beş kişi bir olup bir gün gizlice kaçtılar. Ormanlardan, bataklıklardan geçip kendi birliklerine katılmaları bir mucizeydi gerçekte. Yalnız iki kişi kaçtıktan kısa süre sonra yaylım ateşinde ölmüşler, birisi de aldığı yaralardan kurtulamamıştı. Sapasağlam dönen iki kişiydiler.

O zaman akıl etseler, ormanda yol bulamayıp kaybolduklarını söylerlerdi, başlarına da bir şey gelmezdi. Ama birliklerine döner dönmez Almanların elinden kaçtıklarını söylemişlerdi. Vay, sen misin tutsak düşen? Vay, sizi orospu çocukları! Kaçanlardan beşi birden dönseler, birbirleriyle yüzleştirince asıl gerçek ortaya çıkardı. Ama iki kişi olunca ağızlarıyla kuş tutsalar kimseyi inandıramamışlardı. Tutsaklık masalıyla herkesi kandıracaklarını sanıyorlardı, puştlar! Hele sizi alçaklar, namussuzlar!”

Şimdi yazar, kronik muhalif olması hasebiyle “konuyu çok abartmış” denilebilir, ya da efendim zaten bu “komünistler böyledir” denilebilir, lakin kampların varlığı inkâr edilemez. Efendim “kamplar, çalışma kamplarıdır” ne yapılabilir ki, suçluları da ıslah etmek gerekir, denilebilir. Şimdi bir bakın etrafınıza tüm dünyada “muhaliflere” reva görülen suçlamalara, en moda olanı “casusluk”, dün de, bugün de modası geçmez… İşte suçlama bu olunca müşterisi de çok oluyor… “Vay puştlar vay”, yazarın yakıştırdığı deyim ile… Hele bu Alman casusluğu hikâyesi tam bir komedi… Peki, bunların günümüzde benzerleri yaşanmıyor mu? ABD’de 1950’li yıllarda kimler, kimler Sovyet casusu diye yargılandı, saymaya kalksak sayfalar dolusu isim yazarız… Bugün Canım Yurdumda olmuyor mu? Mesela, 1990’lı yıllarda askerlik çağına kadar son derece militanca Türk milliyetçisi olan gencin askerlik yaptığı sırada tutsak düşmesinden sonra başına gelenleri, casusluk suçlamasıyla yargılanması, vs. vs… Şüphesiz müşteri çok olunca müstahsil de bu ürünü piyasaya mütemadiyen sürüyor, ne diyelim…

Efendim, “ifade imzalamış ama romanın kahramanı Şuhov” diyenler de olabilir, vallahi 12 Eylül soruşturmalarının bir muhatabı olarak neler yaşadığımızı anlatıyoruz da dinleyenler ağızları açık dinliyorlar… Öyle Kenan Evren ve arkadaşlarının, ABD’nin “ours boys”larının anlattığı hikâyelere bakmayın siz, ifade imzalamayanların yüzlercesi şimdi artık yaşamıyor, on binlercesi artık sağlıklı değil,  on binlerce insan işkencelerden psikolojik hasarlar aldı, sakat kaldı… Emin Çölaşan başta olmak üzere bazı önemli yazar taifesinin gayretkeş tutumları yüzü suyu hürmetine Canım Yurdum insanının %92’si inanmamış mı idi mezkûr masallara? Peki, gerçekler ne imiş, bugün artık herkesin dilinde ve belleğinde değil mi? Öyle Kenan Evren’e “hukuk profesörü” unvanı veren zevatın anlattığı ya da anlatmak istediği gibi değildi, Canım Yurdum… ABD emperyalizmi ve yerli mümessilleri lehine her türlü tenkil ve tedip işleri acımasızca yapıldı…

Sonuçta, dünyada birçok ilk siyasal ve sosyal projelerin gerçekleştiği Sovyetler Birliğinde Stalin’in büyük önderliği göz ardı edilebilir mi, şüphesiz edilemez lakin yaşattığı korkuları da görmezden gelmek mümkün değil… Evet, Stalin’i saygıyla anıyoruz lakin kurduğu kampların bakiyelerini görmüş biri olarak da efendim bunlar yalandır, abartmadır, diyenleri de hoş karşılayamıyorum… Şüphesiz, katıksız ve insafsız Stalin düşmanı Kruşçev’in yarattığı öcüyü de göz ardı etmiyoruz, edemiyoruz… Lakin Sovyet Devriminin ilk günden beri hep bir şekilde ikinci adamı olabilmiş Molotof’un hatıratını ve söyleşilerini de okuyan biri olarak Stalin’e de bu konuda hafifletici sebepler ile cezai indirim tatbikini kabullenemiyorum. Evet, bu kamplar vardı, insanları “muma çevirmek planları” vardı… Lakin burada hemen belirtmek gerekir ki, hiçbir rejim ve ülke, muhalifini hoş karşılamadı, karşılamıyor ve korkarım ki karşılamayacak. Taa ki biz anlatılan masallara müşteri olmaktan vaz geçene kadar…

Moskova’nın göbeğinde “Kommunarka shooting ground” diye bir yer var, rivayet o ki, 10.000. ile 20.000 arasında insan infaz edilmiş… Doğru ya da yanlış, bilmiyorum lakin hani mahkeme kararları ile hem de metazori alınan ifadelere dayalı yargılamalara istinaden yapıldı bu infazlar, peki neden o zaman sayılar doğru düzgün verilmez… Hangi sebeple insanların isimleri tek tek sayılmaz ve yazılmaz… Vs. vs… Diyecek çok şey var, yer sınırlı…



Hiç yorum yok: