Çarşamba, Temmuz 09, 2008

OYUNA DALMAK

Futbolda “oyuna dalmak” diye bir deyim vardır ve genellikle bu söz oyun içerisinde bir futbolcunun oyunun akışına kapılarak; maçın genel gidişinde kendisinin taktik ve teknik görev pozisyonunu yitirmesi ve oyunu oyuncu olarak değil de oyunun içindeki seyirci gibi seyretmesi halini tariflemek üzere kullanılır. “Oyuna dalan” oyuncu artık oyunun aktif bir parçası olmanın ötesine geçmiş, oynanan oyunun büyüsüne kapılmış, oyuna katkı sunmaktan düşmüştür. Bu nedenle de; “oyuna dalan” oyuncu, kenarda bulunan teknik direktör tarafından; yerini kaybeden yada hamle üstünlüğünü kaybeden yada fizik ve güç ayarlama üstünlüğünü kaybeden yada rakip olarak eşleştiği oyuncuyu, oyuna dalmasından ötürü kaybettiği için; sık sık uyarılır. Peki oyuncular “oyuna dalınca” ne olur da teknik direktörler, sık sık futbolcularına bağırarak bu konuda en büyük yırtınmayı ve çırpınmayı göstererek; tespit edilen veya verilen taktiğe uygun oynaması konusunda uyarıda bulunurlar; bilindiği üzere her teknik direktörün bir oyun planı vardır ve, bu plan 90 dakika, bazen de 120 dakika hatta penaltılar ile sonuç tayin edilecekse penaltı atışlarını da kapsamakta olup, maçın skorunun bütün sevap yada vebalinin teknik direktöre kalmasının en büyük nedeni olmaktadır. Her teknik direktör bu plan içerisinde; sahip olunan uyuncu kalite ve seviyesine bağlı olarak ta; top kontrolu, adam kontrolu, alan kontrolu gibi uygulamaları ayrı ayrı yada oyun içerisinde belli dönemlerde hepsini birden futbolcularından isteyebilir, bu şekilde de taktik ve staretejisini sahaya yansıtmaya çalışır.
Teknik direktörler; 21. yüzyılda, futbolcularındaki oyun ve taktik zekayı, plan uygulama soğukkanlılığını ve profesyonelliğinin seviyesini; iletişimin, bilgi erişiminin-paylaşımının ve bilimin ilgili birimlerine hızlı ulaşabilme konusunda katedilen müthiş gelişmeyide kullanarak arttırmaya çalışırlar. Tabii ki bu futbolun sadece saha içinde sonuç alınmasının mümkün olabileceği durumlarda önem arzeder ve geçerlidir, aksi taktirde bunun dışında oluşan gelişmeler bütün bu tarifleri geçersiz kılar ve bu dış müdahalelere uygun sonuçlar oluşur. Ancak konumuz gereği sonuç almanın sadece saha içi tarafını oluşturan ve oyuncular ile oyun planı ve bu plan uygulamalarının başarısı yada başarısızlığı ile sınırlı olan tarafını kapsamaktadır. Peki doğru taktik plan yapabilen teknik direktörler; neden, bu planı sahaya tam layığı ile yansıtabilecek, tüm evrelerini sahada uygulayabilecek futbolcuları olsa bile, başarılı sonuçlar alamazlar ve bu olumsuz sonucu, futbolcuların plan uygulama zaaflarına ve başarısızlıklarına, hakeme, federasyona, karşı takımın yönetimine, karşı takımın iyi niyetli olmamasına, sahaya ve havaya vs. vs. gibi nedenlere bağlarda neden asla kendilerinin planının yürümemesine yada planın işleyebilmesi için oyun içerisinde ufak tefek yada köklü değişiklikleri yapamayarak, literatürde oyun okuma denen becerilerinin olmamasına bağlamazlar işte bu anşalılabilir değildir. Oyunu okuma konusunda yeterince başarı gösterememiş bu insanlar, oyuna gerekli müdahaleleri yapamamaları onların beceriksizliklerini mi gösterir ki acaba? Yoksa yukarıda bahsedildiği biçimde nasıl ki futbolcular oyuna dalarlar ve planlanan görevlerini yapamazlar ise; teknik direktörlerde mi oyuna dalarlar ve tribündeki seyirci gibi oyunu seyretmeye başlarlar. Herkes futbolcuların oyuna dalmamaları, oyun disiplini denen plan uygulama profesyonelliğine bakarak diğer taraftan da teknik direktörlerin oyuna dalmamaları konusunda makine düzeni içinde oyun planları var diyerek Almanya’yı örnek göstermektedirler. Oyun oynamada soğukkanlılığı yitirmemek, sinirlere hakim olabilmek hülasa planı disiplinli uygulama konusunda başarılı olabilmenin en önemli yanının ise oyuna dalmadan bir adım geride kalarak olayı dışından izleyerek planın uygulanmasının denetlenmesinini temin etmekten geçtiği aşikardır. Dolayısı ile oyuna dalan futbolcuyu teknik direktör uyandırabilir ve yönlendirebilir de eğer teknik direktör oyuna dalarsa ne yapılabilir işte bu muamma.

Acaba şirket yönetimleri, dernek yönetimleri, vakıf yönetimleri ve ülke yönetimleri de böyle birşey midir? “Oyuna dalan” izleyici konuma düşen yöneticiler, bakanlar yada başbakanlar olabilir mi? Anlık yangın söndürme derdi ve telaşına düşerek, soğukkanlılığı yitirip yangın çıkmasının önüne geçilmesi çalışmalarından uzaklaşabilirler mi?

Peki teknik direktörler; futbolcuların, bırakın planın bir parçası olmayı becermek için çaba sarfetmeyi tam tersi bir durumda ne yaparlar? Bu futbolcuları nasıl tanımlarlar? Bu futbolcular şikeci durumuna düşmezler mi? Teknik direktörler bir sonraki maçta artık bu çaba sarfetmeyen hatta şikeci izlenimi veren bu futbolculara kadrolarında yer verirlermi? Eğer bu tür futbolculara kadrolarında tekrar yer verirlerse; şike şüphesine ortak olurlar mı? Peki bu durumdaki takımların maç kazanabilme ihtimalleri varmıdır? Eee vardır tabiiki, futbol tıpkı diğer faaliyetler gibi; şans faktörleri ve saha dışı oyunları da bol miktarda yürütülen bir oyundur. FİFA ve UEFA gibi kurumlarda gözardı edilmemelidir ayrıca...
Falan filan...

Yoksa ülkemiz böyle bir süreçten mi geçiyor? Ülkemizde kim teknik direktör, kimler antrenör, kimler futbolcu, kimler yönetici ve en önemlisi kimler şikeci belli değil mi? Belli ise niye bu “melekler dişi mi erkek mi?” geyiklerini aratmayan TV tartışmaları? Niye bu köşe yazıları?

Salı, Temmuz 08, 2008

AKHİSARIN YUNANLILARCA İŞGALİ


11 HAZİRAN 1919

Kayışlar köyü yunan jandarma karakol komutanı ve bir grup askerin, davet üzerine Akhisar’ı işgal etmeleri sinirleri çok bozmuştur.Çerkez Ethem burnundan solumaktadır, hükümet konağının önüne öyle bir hışımla gelirler ki, toz bulutundan göz gözü görmez olur...
Ortam çok gerilmiştir; Çerkez Ethem adamlarına emir verir:
“Kaymakamı alın!...”
Kaymakam merdivenlerden indirilirken Çerkez Ethem atından inmeden bekliyor, hırsından şaplağını çizmelerine vurarak çizmelerinde şaklatıyordu; sonra arkasına dönerek üç adamını görevlendirdi:
Şu kopil gavur komutanı “halaskar gibi...” karşılamaya giden Müslüman gavurlarını da getirin...
“Bir masa üç tanede sandalye bulun...” bulundu. Sonra atından indi...
Kaymakamlık binasının önünde, çınar ağacının gölgesindeki taş sekinin üzerine divan kuruldu. Karşılama kafilesine katılan on beş müslim kişi yakalanarak getirildi, içlerinde Akhisar Müftüsü de vardı. Rumların hepsi ortalıktan çekilmişti. Yanlız Rum!un biri fotoğraf çektirmek için getirildi. Oldukça kalabalık Müslüman ahali ise izleyici olarak toplanmıştı...
Çerkez Ethem masanın üzerine çizgisiz, sarı yapraklı tozlu bir defter koydu...
Bizi de harp divanına almasınmı(!)
Ethem Ağanın boyu iki metre, önde Akhisar Kaymakamı!nı sorguladı?
Ona tepeden bakıyordu, eliyle çenesinin ucundan kaldırarak gözlerine baktı:
“ Kaymakam... Sen hangi milletin kaymakamısın?...
Kaymakam titriyordu:
“Osmanlı... Osmanlı tabii, ne diyeyim? E...”
“Osmanlı kaymakamı ha... Hizmetin Yunan’a...”
... Kaymakam asıldı(.) Halktan bir alkış koptu...
Eşraftan bir başefendi:
“sen ne iş yaparsın efendi?”
“Ticaretle iştigal ederim...”
“Ticaretinde vatan satmak da varmıdır?”
“Ben onlara uydum... ne bileyim?...”
...Eşraftan başefendi asıldı ve halktan çok alkış geldi...
Müftü Efendi’ye sıra gelince:
“Biz hiçbir papaz görmedik ki Müslüman!a müftü’ye temenna etsin...”
“Sen papazlara niçin temenna ettin?...”
Müftü Efendi başını hiç kaldırmadı; yere bakıyordu, hiç cevap vermedi... O suçlu bulundu; asıldı; fakat bir sessizlik oldu...
Bu idam için alkış olmadı...
Çerkez Ethem, sırada korkuyla bekleyenlere dönerek baktı; onlara sordu:
“Bir daha yaparmısınız?...”
hayıııır!...
“ İyi ... hadi gidin...” dedi.
Parti pehlivan sonra şöyle demişti:
“Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...”


Yukarıdaki satırlar; A. Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler – Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabından alınmış ve Dedesi Parti Pehlivan’ın anılarına dayalı bu kitabın tarihsel eksenini 1919 – 2008 dönemi, sosyolojik eksenini ise “egemenliğimizin paylaşılmasında beis yoktur” oluşturmaktadır. Ayrıca “Necip Türk Millet’inin” kişisel tecrübelerimizden de hareketle “güçlüden yana olma” şiarının dünyadaki en önemli ve nadide örneği olduğunuda göstermektedir ve umarız tüm güç sahipleri buradaki bu önemli detayı yakalayabilirler.

Perşembe, Temmuz 03, 2008

BİZ SİZİN KİMLERİN DEVAMI OLDUĞUNUZU İYİ BİLİYORUZ-2

BİRİLERİNİN CEMAZIYEL- EVVELİ
DP - 2
“Bugünkü Hükümetin büyük bir marifetmiş gibi göstermiş olduğu; DP Lideri Adnan Menderes döneminin örnek alınarak devamı varsayıldığı ve aslında ne kadar anti demokratik tercihlerin kullanıldığının sadece bir kısmı olan özet, 1. bölümünü oluşturmaktadır.” Diyerek yazımızın 1. bölümünü sonlandırmış idik. Aslında bugünkü hükümet edenlerin liyakatlarının en temel karinesini oluşturan DP Adnan Menderes döneminin 2. bölümünü sıcak gündem dolayısı ile fazlaca anlaşılamayacağından bir süre sonra yazmayı planlamış idim, yine de bunların cemazıyel-evveli bugünlerde çok önem arzettiğinden ve belki de bindirilmiş kıtaların dikkatini çeker diye yazdım.

30 Mayıs 1954: Ateşli Muhalefet lideri ve bugünkü MHP milletvekili Deniz Bölükbaşının da babası Osman Bölükbaşı’yı seçen Kırşehir ili, ceza olarak il olmaktan çıkarılarak ilçe yapıldı ve bununla da yetinilmedi bölünerek eski ilçelerinden bir kısmı ile Nevşehir ili kuruldu. Bu konuda hep rakiplerine saldırı malzemesi olarak kullandıkları “halkı cezalandırma” uygulamalarının prototipini oluşturmuşlardır;
14 Haziran 1954: Yapılan genel seçimlerde muhalefet partisi CHP’ye siz oy mu verirsiniz diyerek, Malatya halkını da cezalandırma amacı güderek Malatya’yı bölerek Adıyaman ilini oluşturmuşlardır. DURMAK YOK KİNE DEVAM misali, ne diyorlardı “bu kin bizim politikamızı şekillendiriyor” İŞTE KİN İŞTE POLİTİKA ve İŞTE ÖRNEK;
1955 yılında TBMM parti meclis grubunda yaptığı bir konuşmada Başbakan Menderes, DP Meclis grubunda arkadaşlarına şöyle sesleniyor : “Siz öyle güçlüsünüz ki, şu anda Anayasa’yı bile değiştirebilir ve Hilafeti getirebilirsiniz” Bu yobaz zihniyetin bugünkü versiyonu ne demektedir “tabii ki değişecek ulan, milletin temsilcileri isterse değişir” diyerek ne kadar liyakat ehli olduklarını ispat etmekte ve cumhuriyet ile kavgalarının itilaf fırkasından beri hiç tavissiz devam etmekte olduğunu hiç çekinmeden de beyan etmektedirler.
8 Nisan 1955: İstanbul'da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlandı ve Kahve alanlar, mahalle muhtarlarının hazırladıkları karneleri imzalamışlardır. Hani karne CHP nin işi idi, gözün aydın CHP işte size DP karneleri haydi kullanın gerçi kullanmamanız bilmediğinizden değil ama neyse konu siz değilsiniz.
Ağustos 1956: Karadeniz gezisine çıkmış olan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Rize'de dükkân sahiplerinin ellerini sıkınca, bu durum derhal bağımsız yargı(!!!) tarafından yasadışı gösteri yürüyüşü sayılarak 6 ay hapse mahkûm olacaktır. Nasıl bir demokrasi ise bu, işte bindirilmiş kıtaların peşine takılan yurdum insanı bunu bir görse, acaba görmediğinden mi ondan da ben pek emin olamıyorum ya, neyse...
5 Eylül 1955: Daha sonraki yıllarda Demokrat Parti’nin bir tertibi olduğu ortaya çıktığı üzere; İstanbul Ekspress Gazetesi’nde Atatürk’ün Selanik’deki evine bomba atıldığı haberi yayınlanarak bugünkü mütareke basınının öncülleri olarak tarihteki yerleri almaya hak kazanmışlardır.
6-7 Eylül 1955: Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi üzerine, gerici-yobaz ve faşistlerin ağırlıklı bulunduğu “Kıbrıs Türktür” cemiyetinin İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlediği mitingi, 6-7 Eylül olaylarını başlattı ve çok önceden planlanan gösteriler, kısa zamanda Rum vatandaşların işyeri ve evlerine yönelik yağmaya dönüştü. İstanbul, Ankara, İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi. Olaylar diğer kentlere de sıçrayınca TBMM olağanüstü toplanarak methedile methedile bitirilemeyen DP Hükümeti kendi tertibi olan olayları muhaliflerinin üzerine yıkmak, bir taşta iki kuş vurarak onlardan da kurtulmak amacıyla yeni bir planı uygulamaya koymuştur. Emniyet Amirlikleri’nce komünist olarak bilinen 48 kişi, tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanıp Harbiye’ye getirildi. İdam talebiyle yargılanması öngörülen bu kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Besirci, Hasan İzzettin Dinamo da bulunuyordu. Bugünlerde nefretle hatırladığımız ama bu sefer içimizdekileri hedef alan SİVAS KATLİAMInı planlanlayanlarda öncüllerini hiç aratmayacak organizasyonlara imza atabileceklerini kanıtlamışlardır.
10 Eylül 1955: Ama bütün bu olumsuzluklara rağmen yinede İçişleri Bakanı Namık Gedik ile İstanbul Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş görevlerinden istifa etmelerine rağmen bugünkü ardılları bu örnek almamaktadırlar.
15 Ekim 1955: Demokrat Parti’de muhalefet yaptığı gerekçesiyle 9 milletvekili partiden ihrac edildi. Onları destekleyen 10 milletvekili de kendi isteği ile partiden ayrıldı. “Onbirler Hareketi” diye anılan bu milletvekilleri, bakanlar hakkındaki iddialarda, “ispat hakkını yasaklayan kanunun” kaldırılmasını sağlayacak bir fıkranın anayasaya eklenmesini istiyorlardı. Gençler mantıkları almayacağı için konuyu anlamakta zorlanabilirler ama o günleri yaşayanlar yada o günlerin olaylarını okuyanlara ne demeli... Ama biz yinede hatırlatalım siyasiler hakkında özelde de iktidardakiler için bir iddia ileri sürenler hakaret suçuyla yargılanıp mahkum olmakta ve yargılanan kişiye iddiasını ispat hakkı tanınmamaktaydı. Reddedilen, bu hakkın tanınması isteğiydi.
24 Ekim 1955: Nazlı Ilıcak ile Ömer Çavuşoğlu’nun babası olan Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu, 6/7 Eylül olaylarında uğradıkları zararlar dolayısıyla, İzmir'deki Yunan Konsolosluğu'na, adeta kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırarak suçluluk psikozu içerisindeki hükümet adına resmi özür yerine geçmek üzere Yunan Bayrağı çekti ve uluslarası düzeyde özel ve güzel bir yalakalık yapmıştır. Tıpkı bugün çocuklarının yaptığı gibi yalakalıkgibi.. İşte cemazıyel-evveliniz bay iktidardakiler ...
8 Nisan 1956: Başbakan Adnan Menderes , muhalefeti, "Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik"le suçladı. Bakınız bunu güzel örnek almışlar ve gerçekten de DP nin devamı olduklarını kanıtlamışlardır.
31 Mayıs 1957: Bakırköy Derbi Lastik Fabrikası hammadde yokluğundan kapanmış, 720 işçi işsiz kalmış ama bunlar bunu örnek saymadıklarından belki de kendi kusurları saymadıklarından olsa gerek hiç sözünü etmeden geçiştirirler.
20 Ekim 1957: DP’nin din istismarı hızlanıyor. Menderes Adana’da yaptığı seçim konuşmasında “ İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir kâbe yapacağız” dedi.
27 Ekim 1957: Genel Seçimler yapıldı. Oyların % 47,9’unu alan DP 419, % 41,1’ini alan CHP: 173, % 7,1’ini alan CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) 4, % 3,8’ini alan HP (Hürriyet Partisi) 2 ve bağımsızlar 2 milletvekili çıkardı.
1 Kasım 1957: Yeni meclisin toplanacağı bugün halkın tepkisinden çekinen iktidar başta meclisin çevresini tanklarla çevirmek dahil kentin tüm önemli noktalarına askerî birlikler yerleştirdi.
30 Nisan 1958: Et sıkıntısını gidermek için Yeni Zelanda'dan koyun eti dışalımı yapıldı.
2 Haziran 1958: İnönü'nün, İstanbul CHP Merkezi'nde yaptığı basın toplantısındaki demecine yayın yasağı konuldu.
16 Temmuz 1958: Ortadoğu'daki muhtemel karışıklıklara müdahale etmek amacıyla 11 bin ABD askerinin İncirlik üssüne indirilmesine başlandı. Bugünkü hükümet edici AKP ve yandaşları gerçekten DP ve Adnan Menderes takipçisi imişler bu bir kez daha bu konuda kendini gösteriyor.
19 Temmuz 1958: Nükleer silah taşıyan ABD uçakları İncirlik üssüne indi. Sıkışınca muhaliflere çatanlar buna çok dikket etmeliler işte bakın nasıl katıksız bir takip var.
2 Agustos 1958: Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) baskısıyla, Cumhuriyet tarihinin en yuksek orandaki devalüasyonu yapilarak 1 dolar 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarıldı. Devalüasyon orani yüzde 221 oldu. Bugün yere göğe sığdıramadıkları DP ve Adnan Menderes’ten böyle miras aldılar işte...
6 Eylül 1958: Başbakan Adnan Menderes, "İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya…" diyerek muhalefeti tehdit etti.
21 Eylül 1958: Başbakan Menderes, CHP'nin parti olmadığını, İsmet İnönü'nün siyaseti bırakması gerektiğini, basının istediğini yazamayacağını söyleyerek sanki 2007 deki ardıllarının nasıl taklitçi olduklarının daha o günden ipuçlarını vermişler.
19 Ekim 1958: Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Afyon-Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılanarak, Menderes özel bir destek vermek istemiştir Said-i Nursî’ye. Ayrıca Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da gerekli yerlere pervasızca talimat vererek kağıt tahsisi yapmıştı.
13 Temmuz 1959: Trabzon'da bu yere göğe sığdırılamayan DP ve Adnan Menderes hükümeti kararı ile, bir Amerikan üssü kuruldu.
10 Ocak 1960: Said-i Nursî’nin doğu illeri valilerine yazdığı bir mektup CHP’liler tarafından ele geçirilince basında yer aldı. Said-i Kürdî mektupta şunları söylemekteydi : “Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Bu 60 bin talebenin içinde bir iki ahlaksız da çıkabilir. Bunları kitlemize mal etmek doğru değildir. Bu yüzden bölgenizde risale-i Nurlar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların göstereceği yardıma güveniyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara’ya gittim,Müslüman vekillerle görüştüm.. Bilhassa başvekil sayın Adnan Bey ve (Milli Eğitim Vekili)Tevfik ileri ve sayın (İçişleri Vekili) Namık Gedik’ten bu neticeyi tayin ettim…. Saidi Nursî “ Ama ne takip ne örnek alış değil mi? Bu kadar katıksızını ve insafsızını ancak bunlar yapar
12 Nisan 1960: DP Grubu yayımladığı bir bildiri ile CHP'yi "silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla", bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçladı ve bunların üstesinden gelmeyi amaçlayan ve üç ayda işini bitirecek bir Tahkikat Komisyonunu kurulması yönünde kararın alındığını açıklıyor ve derhal yaklaşık 500 Halkevi ve 4500 Halkodası bir taşınmaz ve taşınır mal yığını şeklinde Hazine’ye geçer. Milli Korunma Kanunu’nun polis ve mahkeme önlemlerine, fiyat denetimlerine başvurulur. Tıpkı bugünkü maliye Bakanı ardıllarının yaptığı gibi. Çalışma yaşamlarında 25 yılı dolduran memurlar “görülen lüzum üzerine“ Bakanlık emrine alınarak emekliye sevk edilirler. İşte AKP ve Tayyip Erdoğan hükümeti kadrolaşma konusunda kimden ilim irfan feyz almıştır açıkça ortada...
27 Nisan 1960: Meclis bünyesinde kurulan 15 üyeli Tahkikat Komisyonuna ek yetkiler veren kanun, uzun ve çetin münakaşalardan sonra kabul edilirken; tartışmalardan ötürü de 12 CHP Milletvekili 3 ve 6 , İnönü ise 12 oturum Meclis’ten çıkarılma cezası aldı. İnönü’nün konuşmasının tutanaklardan silinmesi kararı alınarak oturumdan çıkarılma cezası alan CHP’liler direnince de genel kurul salonundan polis zoruyla çıkarıldılar. Komisyonun ilk icraatı, ülkedeki tüm siyasal etkinliklerin ve Meclis görüşmelerinin yayınlanmasını yasaklamak oldu. Kurulan komisyon; sivil ve askerî savcılarla yargıçların tüm yetkilerine sahip olacak, istediği ev ve kuruluşu basabilecek, öngördüğü evrak, belge ve eşyalara el koyabilecek, gazeteleri toplatabilecek ve matbaalarıyla birlikte kapatabilecekti. Komisyon kararlarına karşı gelmenin veya savsaklamanın cezası üç yıla kadar hapis olacaktı. DP’nin yargı yetkisini özel bir heyete veren bu kararı açık bir anayasa ihlaliydi ve iktidardan düşüp yargılandıklarında sorumlu tutuldukları en ağır suçu oluşturdu. Demek ki bugünkü tüm anti demokratik uygulamaların prototipini DP ve Adnan Menderes hükümeti oluşturuyormuş, tıpkı ABD deki Mc Carthy örneği gibi, tabii ki de bu konuda durmak yok yola devam edilmeli...
28 Nisan 1960: TBMM görüşmelerini haber yapmaya kalkışan tüm gazeteler toplatıldı. Tabii o zaman bu kadar paraları olmadığından satın alma yerine kapama işlemine tabi tutuyorlardı şimdi ise satın alarak susturuyorlar, eeeeeee devir finas oyunları devri yaa. Babalar gibi alıyorlar işte...
22 Mayıs 1960: Haberleşmeye sansür koyan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, beş kişinin bir araya gelerek dolaşmasını yasakladı. Yani hani asker ve TSK hep bunların karşısında idi, tam bir büyük yalana dayalı propaganda...

Ama ne demişti propagandanın babası Faşist Hitler’in Faşist bakanı Göbels: “ Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”

Bugün tüm yobaz-gerici, hurafe-safsatacı, bağnaz ve hanedanlık özentisi güruhun organize oldukları; başta HAK-İŞ, MEMUR-SEN, MÜSİAD, MAZLUM-DER, İLİM YAYMA CEMİYETİ, GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI ve HUKUKÇULAR BİRLİĞİ olmak üzere bu iktidar öncesi sürekli olarak ve de özellikle Cuma namazları çıkışında batı dünyasının müslümanlar üzerinde yaptıkları zulmü yalandan olduğu şimdi çok net anlaşılan cami önlerinde gösteriler yaparak protesto ederlerdi, şimdi nerde bu kuruluşun adamları sayıları artmasına karşın sesleri çıkmaz oldu, acaba nema konusu mu var, yoksa özellikle IRAK’ta en büyük destekçileri ABD bombaları ile öldürülen 1.000.000 dan fazla müslüman insan onları ilgilendirmiyormu yoksa? Gerçi bunların öncülleri ve itibarlı abilerinden olan Mehmet Şevki Eygi ne demişti kanlı Pazar öncesi yazısında “ABD Müslümanların 2. kabesidir” ve sonrasında commerzbank ta hesabına 350.000 $ yatırıldığınıda unutmadık hatırlıyoruz.
İşte AKP nin kıymeti kendinden menkul yöneticileri siz ve cemazıyel- evveliniz budur. Liyakatınızın temelini oluşturan, 31 mart kafası, itilaf Partisi kafası, Said-i Nursi kafası ve günümüzdeki takipçisi Fettullah Gülen kafası sizin cemazıyel-evvelinizi oluşturur. Ama nedendir bunları görmezden gelerek; keçinin koyunu davrandığı gibi davranmaya devam ediyorsunuz.

Salı, Haziran 24, 2008

BİZ SİZİN KİMLERİN DEVAMI OLDUĞUNUZU İYİ BİLİYORUZ

BİRİLERİNİN CEMAZIYEL- EVVELİ
DP - 1

22 Temmuz 2007 tarihinde iktidar partisi AKP, Recep Tayyip Erdoğan’ı 1950-1960 döneminin DP iktidarının başbakanı Adnan Menderes ile özdeşleştirerek, AKP nin de DP nin devamı olduğunu ima ederek seçimlere girmeyi önemli bir seçim kozu olarak tespit etmiş ve bunu yaygın olarakta kullanmıştır. Bu tespit ve tercihin temelinde, toplumun hafıza kısalığına, toplumsal belleğin kısıtlılığına yada sık sık silinerek yeniden güncellendiğine, yalanın büyüklüğünden kaynaklanan yoğun propaganda altında doğruları yitirdiğine ve değer ölçüleri altüst olmuş olmasına duyulan büyük ve sarsılmaz güven bulunmaktadır.

Aşağıda çokta imrenerek, ama maalesefte yalanın büyüklüğünün yarattığı etkinin sonucu olarak toplumun önemli bir kısmınıda buna inandırdıkları Demokrat Parti tarihinden kısa bir özet bulunmaktadır. O dönemi yaşamamış, yaşamışta hatırlamayan, yaşamışta hatırlamak istemeyen, yaşamamış ama okumayan, okuyupta kafası karışanlar için, kısa bir hatırlatma yapıp bugün karşı karşıya kalınan, Türkiye’nin ortaçağ karanlığına sürüklenme çabalarının tarihsel kökenlerinin nerelerde saklı olduğunu özetleyelim dedik.

29 Mayıs 1950: Başbakan Menderes “sadece millete malolmuş inkilâpları saklı tutacağız” diyerek 50 yıl sonra yobazizm adına olacakların temelini atmıştır
6 Haziran 1950: DP hükümeti; Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve diğer bazı generalleri görevlerinden alarak 50 yıl sonrada hedeflerinin neler olması gerektiğini haleflerine göstermekte tereddür etmemiştir.
25 Eylül 1950: 4500 kişilik bir tabur, tüm masraflar Türkiye’ye ait olmak üzere ve TBMM kararı olmaksızın Kore Savaşı’na gönderilerek, başta ABD olmak üzere Batı’nın gözünde makbul olabilmek için ve gerektiğinde onların desteğini alabilmek için, onlar için en geçerli ihraç malımız kabul edilen Mehmetçik’in uluslar arası düzeyde ilk pazarlanışıdır, sonrası 50 yıllık dönemde halefleri tarafından sürekli gündeme getirilmiştir.
3 Aralık 1950: Arap harfleriyle eğitim yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırılarak sonradan sürekli tartışılan kuran kurslarına imama hatiplere yol açılarak sadece ve sadece bugünlerin temeli sayılacak adımlar atılmıştır.
12 Aralık 1950: Büyük bir öykünme ile sahip çıkılan DP Hükümeti herhangi bir yargı kararı olmaksızın CHP Genel Merkez Binası’na el koyarak Hazine’ye irat kaydederek haleflerine başta CHP olmak üzere Atatürk’ün mirasına nasıl saldırılması gerektiğinin ipuçlarını vermiştir.
13 Mart 1951: DP’nin İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'nün Halife Abdülmecit gibi sınır dışı edilmesini talep ederek saldırıların ne kadar cüretkar olması gerektiğine dair müthiş ve unutulmaz örnekler vermiştir.
25 Mart 1951: Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıklayarak, ABD ye nasıl sadakatle bağlı olduklarının kendi disiplini içerisinde ne kadar acımasız olunması gerektiğini günümüzün ilgili bakanına uygulamaları ile miras bırakmıştır. Allah için günümüzün bakanıda öncüllerinin bıraktığı bu bayrağı daha da yukarıya taşıyarak yobazizm takipçiliğinin ne kadar yılmaz bir savunucusu olduğunu göstermiştir.
22 Haziran 1950: İktidar olmanın köredici sarhoşluğu ile DP iktidarı; öncülü İtilaf partisinin mirası olan cumhuriyet düşmanlığını, cumhuriyetin yaşayan ardıllarından adı bir stadyuma verilen İsmet İnönü’nün adının zikredilmemesi için İstanbul İnönü Stadı'nın adı Mithatpaşa Stadı olarak değiştirilerek bir kez daha göstermiş ve bu düşmanlığının boyutunu ve hiç bitmeyeceğini bu konuda da insan hakları ve demokrasinin de engel olamayacağını bir kez daha ilan etmişlerdir.
1 Ağustos 1951: Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu çıkararak bugünkü ardıllarına bu memleketin babalar gibi satılabileceğinin mirasını bırakmışlar ve ardılları da bu utanç abidesi uygulamaları bugünde artan en hafif deyimi ile aymazlıkla devam ettirmektedirler.
9 Ekim 1951: Yere göğe sığdırılmayan ve sürekli mevcut iktidar ve benzerleri tarafından öykülenilen DP iktidarı iktidara gelişlerinin üstünden henüz 1 yıl yeni geçmiş iken nerede ise 0(sıfır) olan Devlet iç borçlarını kısa bir sürede 2 milyar 565 milyon liraya yükselterek, bugünkü ardıllarına inanılmaz bir güç ve cesaret mirası bırakmışlardır.
4 Kasım 1951: İlkokulların ders programlarına din dersi konularak toplumun tamamen imamlardan oluşturulmasının yolu açılmış oldu.
21 Ocak 1952 :
Yere göre sığdıramadıkları ve ne yazık ki matah bir dönemmiş gibi de sürekli olarak; Dinci-Zorba partiler tarafından örnek gösterilen ve devamı olmakla övünülen bu DP hükümeti, ABD ye sadakat ve belki de müstevlileri ile tehvit olunan ikballerinin garantisi için, Türkiye’yi ne askeri ne de siyasi olarak hiçte ilgilendirmediği halde girilen Kore savaşında; 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin şehit olduğu Milli Savunma Bakanlığı tarafından açıklanmıştır. Ve maalesef bugünkü ardıllarda zırt-pırt şuraya yada buraya asker göndeririz fiyakası içinde ikbal garantileri açısından ABD ye sadakat gösterilerinde bulunmaktadırlar.
5 Haziran 1952: Fener Rum Patrikhanesi’nin başındaki kişinin Lozan Antlaşmasına göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması gerekmektedir. Antlaşma hükmü böyle olmasına rağmen; yere göğe sığdırılamayan ve sürekli öykülenilen DP hükümeti ve başı Adnan Menderes ilk kez ABD’den özel bir uçakla gönderilen ve bugünkü sonuçlarına bakılınca da amacın ne olduğu orta karar zeka sahibi herkes tarafından anlaşılabilecek olan; Athenagoras’ın Türkiye’ye sokulması ve Başbakan Adnan Menderes tarafından ziyaret edilerek elinin öpülmesi ise tam anlamı ile müstevliler ile ikbal tevhididir; tek kelime ile herhalde ve bugün yapılan yasal düzenleme girişimleride ardıllarınında ikbal konusunda nasıl iştah sahibi olduklarının açık göstergesi olsa gerektir.
24 Aralık 1952: “Anayasayı Yaşayan Dile Çevirmek” şeklindeki gerekçesi ile yapılan yasa önerisi sayesinde 1945 yılında türkçeleştirilmiş olan anayasa metni, yürürlükten kaldırılarak, 24 Nisan 1924’te kabul edilmiş olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yeniden uygulamaya konulmuş ve anayasadaki öztürkçe kelimeler tamamen ayıklanmış ve “bakanlıklar”, “vekalet” , Genelkurmay Başkanlığı” ise “Erkan-ı Harbiye-yi Umumi Reisliği” şeklinde değiştirilerek öncülleri İtilaf Partisinin beklentilerine ne kadar uygun çalıştıklarının ve devir aldıkları mirasın nasıl tavizsiz takip edildiğinin bir kanıtı olmuştur.
9 Nisan 1953: Yere göğe sığdırılamayan herkesin de öykündüğü DP hükümetinin Maliye Bakanı Hasan Polatkan, döviz açığının 553 milyon dolar olduğunu açıkladı. Bizde kendisini bugünkü ardılları nezdinde kutluyoruz, çünkü memleketi borç batağı içine sokmalarına rağmen bu mızrağı bu çuvala sokabildikleri için.
14 Aralık 1953: DP Hükümeti, hiçbir mahkeme kararı olmaksızın, CHP’nin menkul ve gayrı menkullerinin Hazineye devredilmesine yönelik yasayı çıkarır ve ardılları bu hareketide demokratik bulduklarından memleketi ortaçağ karanlığına sürekleme cesareti gösteren partilerinin kapanması davasına feveran ederler haklı olarak. Ama bu sefer ardılları inanılmaz şekilde yabancı destek alırlar sadece sadece bu destekçilerin ülke içindeki ikballaerine karşılık.
7 Mart 1954: Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan ve Max Ball adlı bir yabancının hazırladığı Petrol Yasası Meclis'te kabul edilerek bugün iktidarda bulunan ardıllarının da hazırladıkları yasaların meclisten önce ABD ve AB yetkililerine göstererek onay almalarının müthiş bir örneğini oluşturmaktadırlar.
8 Mart 1954: Basını sıkı kontrol altına alan ve özünde kendilerinden olmayan basını hedef alan basın suçlarına yönelik cezaları yükselten Basın Kanunu kabul edildi. Hakaret suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği reddedilerek bugünkü iktidardaki ardıllarının dayattığı üzere bunlar ne beyan ederlerse o kanun olur beklentisinin öncülü olmuşlardır.
14 Mart 1954: Kendilerinden olmayana kin o kadar büyüktür ki; DP’den istifa ederek CHP’ye geçen Adnan Menderes’in yeğeni Özdemir Evliyazade, Cumhurbaşkanı Calal Bayar'a hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanarak bugünde basındaki aracıları ve muhbirleri aracılığı ile yaptıklarına güzel bir örnek oluşturmaktadır bu davranışlar; ama hafızaları sıfırlanan ve cesaretleri kırılan vatandaşlara bunun demokrasi olduğu yalanı büyük bir ustalıkla anlatılmaktadır.
2 Mayıs 1954: Genel seçimler yapılır ve oyların %57,6’sını alan DP 503 milletvekilini TBMM ye gönderirken, %35,4 oy alan CHP sadece 31 milletvekili çıkarabilmiştir.

Bugünkü Hükümetin büyük bir marifetmiş gibi göstermiş olduğu; DP Lideri Adnan Menderes döneminin örnek alındığı ve aslında ne kadar anti demokratik tercihlerin kullanıldığının sadece bir kısmı olan yukarıdaki özet, mezkur partinin iktidarda kaldığı 10 yıllık sürecin 1. bölümünü oluşturmaktadır.

Aslında bügün hükümet eden partinin 2. adamı Mehmet Mir Dangır Fırat “Devrimler nedeniyle travma yaşandı dedim. Yalan mı, yanlış mı? Ben kötü niyetle o sözleri kullanmadım. Devrimler kötü demedim ama bir gecede tekke ve zaviyeler kapanmadı mı? Şeyhülislamlık sona ermedi mi? diyerek AKP nin gerçek niyetinin Şeyhülislamlığı geriye getirmek, fiiliyatta uygulamada olan tekke ve zaviyeleri de yasal bir duruma kavuşturmak istediğinin açık kanıtı değilmidir.

İşte AKP nin kıymeti kendinden menkul yöneticileri siz ve cemazıyel- evveliniz budur. Ve bunula ister övünün ister yerinin taktir sizin.

Liyakatınızın temelini oluşturan, 31 mart kafası, itilaf Partisi kafası, Said-i Nursi kafası ve günümüzdeki takipçisi Fettullah Gülen kafası sizin cemazıyel-evvelinizi oluşturur ve ben de bunu yazmaya sonraki yazılarda da devam edeceğim.

Perşembe, Haziran 12, 2008

VAN GÖLÜ’nün incisi İNCİ KEFALI







Uzun zaman önce muhtemelen de; İZTV’de izlediğim bir belgesel de, dünyada bir başka örneği olmadığını öğrendiğim inci kefalı hakkında ve özellikle de üreme sürecini gerçekleştirdiği müthiş nehir sularına çıkma macerası hakkında geniş sayılabilecek bilgi sahibi olmuş ve işte tamda o günden beri aşağıda izlenimlerimi aktaracağım seyahati gerçekleştirme fırsatı arar hale gelmiştim.
Ve nihayet birkaç yıldır planladığım, bu büyüleyici serüveni canlı olarak izleme şansına sahip olabildim.
Van Gölü; deniz seviyesinden 1.646 metre yüksekte ve 3.700 km2 lik alanı kaplayan, en derin yeri 450 mt olan bir içdeniz sayılabilecek, lav seti gölü olup suyu sodalı ve tuzludur. Erek, Nemrut ve Süphan Dağı ile çevrelenen göl harika manzaralar oluşturmaktadır. Van Gölü'nün sodalı suyunda sadece bir doğa harikası olarak nitelenebilecek bol yumurtalı bir balık türü olan inci kefalı yaşayabilmekte ve bunun dışında da herhangi bir canlı yaşayamamakta, Van; inci kefalının ana vatanı olup ayrıca bölge ekonomisine de bir hayli katkı sunmaktadır. Çeşitli zamanlarda ve kaynaklarda özellikle de bazı nitelikli tartışma programlarından adını öğrendiğim Sn. Prof. Dr. Mustafa Sarı hoca’nın önderliğinde; bu nesli maalesef ölçüsüz ve sınırsız avlanma nedeni ile tükenme noktasına gelen inci kefalı, başta Doğa Gözcüleri Derneği olmak üzere ve bilahare de ilgili Jandarma Komutanlığı, Van Valiliği, Erciş Kaymakamlığı, Çelebibağı Belediye Başkanlıklarının destek ve katılımları ve uygulamaları ile bugün tekrar korunarak kullanılmaya hazır önemli bir ekonomik değer oluşturmaktadır. Bütün bu değerli bilgileri orada bulunduğum sürede Van İli Kültür Turizm Müdürlüğüne vekalet eden Sn. Salih Tatlı’dan alırken de; aslında türkçe dil uyumuna uygun olmasına rağmen tekrarla hatalı olarak söylediğim “inci kefali” biçiminden “inci kefalı” biçimine dönüştürmekte de zorlandım açıkçası. İnci kefalının
ekonomik ve besin değeri üzerine, anatomik yapısına yönelik bir sürü daha bilgi aktarmak mümkün ama bunlara hiç gerek olmadığı kanaatindeyim.
Bu ömrü en fazla 7 yıl olan, 3 yaşından da itibaren üreme faaliyetlerine başlayan inci kefalı; yılın büyük bölümünü Van Gölünün uygun bölgelerinde geçirmekte olup, göl suyunun sıcaklığının 13 C yi geçtiği zaman ki, bu yaklaşık olarak yılın nisan ayı ortalarından itibaren gerçekleşmektedir, görece soğuk ve kar sularının beslediği derelerin ağızlarına gelerek tatlı su ortamına alıştıktan sonra da yumurtlamanın gerçekleşmesi için derelerin memba taraflarına büyük, zor ve meşakkatli bir yolculuk başlatmaktadırlar. Derelerin su akımlarının görece yavaşladığı, hafif çakıllı ve kumlu bölgelerine; çakıllara veya kumlara sürtünerek, yumurtlarını bırakarak, artık görevini tamamlamanın rahatlığı içinde, buraya gelmek için harcadığı çabayı da bu sefer de tam tersi istikamette göstererek tekrar Van Gölünün uygun ortamına dönmektedirler.
Buraya kadar aktardığım bu bilgileri, herhangi bir şekilde yazılı ve görsel basında bulmak mümkündür ama konunun asıl tılsımlı, büyülü ve muhteşem tarafı ise bu sürecin önemli bir bölümünü oluşturan; tatlı suya alışmak için bekledikleri ve yeterince de bekledikten sonra harekete geçmeleri, karşılaştıkları doğal engelleri aşarken de kimi zaman sıçrayarak kimi zaman yer yer de 30 dereceye varan ve suyun nispeten çok az derin olduğu bölgelerdeki kayalara sürtünerek çıkmaları muhteşem ve izlemeye doyulamayan bir keyif vermektedir insana. Tam bir gün boyunca bu harika doğa olayını izlemek için, büyülenmişcesine ve nerede ise gözümü ayırmaksızın; beklemekte olan onbinlerce balığı ve yeterince bekleyip te harekete geçen diğer binlercesini Van İli Erciş İlçesi yakınlarındaki Balıkbendi bölgesinde; Erciş açık cezaevi infaz kurumu iş yurdu tarafından işletilen “endemik Van Gölü inci kefalı izleme noktasında”, geçirmenin inanılmaz mutluluğunu yaşamış bulunmaktayım. İnci kefalının; defalarca sıçrayıp başaramadığı ama asla vazgeçmediği hatta bu uğurda harcanan çabanın fazlalığı nedeni ile de ölümle sonuçlanmasını
yada kısa ama çok ve inanılmaz emek harcanarak katedilen bir mesafeden sonra bir kayanın duldasında dinlenmesini, ve tekrar yola koyulmasının dayanılmaz büyüsünü yazıya maalesef bu kadar aktarabiliyorum. Ve diyorum ki; bu doğa olayı birinin yazısından yada film ve videolarından takip edilerek yeterince keyif alınması mümkün olmayan bir olaydır; ve her doğa severin, hatta herkesin yaşamı boyunca en az bir kez izlemesi gereklidir. Bu nedenle tatil yada gezi planı yapan herkesin; genellikle Mayıs başı ve haziran sonu için bu harika ve müthiş olaya tanıklık etmeleri gereklidir.
Bu müthiş doğa olayına tanık olmanın mutluluğu yanında orada yaşadığım birkaç ironi dolu ama eğitimde durumumuzun ve bu kabil olaylar karşısında nasıl davrandığımızın tespiti sayılabilecek birkaç gözlemimden bahsetmem kaçınılmaz olmuştur..
Van insanının ve özellikle de yabancılara gösterdiği, cana yakın tutum örneklerinden olmak üzere; yanıma gelerek, gerek İnci kefalı ile ilgili bilgiler vermek gerekse de yöresel sıkıntılar merkezli yakınmalarda bulunan ve emekli bir devlet memuru olduğunu öğrendiğim vatandaşımız; yöre insanının asla kurallara uymadığı avlanmanın yasak olduğu sürede de inci kefalını avlamaya hatta bekledikleri yerden torbalarla toplamaya devam ettiklerinden dem vurarak piknik yapmakta oldukları yere beni davet edip çay ikramında bulundukları sırada ailenin en küçüğü olduğunu tahmin ettiğim 12 – 13 yaşlarında bir delikanlının gelerek beni çay içmeye davet edene; belli ki aile reisi, “ baba, baba, tam bir torba balık toplamıştım ki jandarma elimden aldı ve imha etti” demesi de tam bir komedi idi açıkçası.
Ayrıca; yine beni yabancı görmelerinden ve merak etmelerinden olsa gerek, yanıma gelen ve müthiş doğa olayını izlerken de yaklaşık 1,5 yada 2 saat konuştuğumuz vatandaşımız ise; inci kefalının bu üreme amaçlı serüvenini izlemeye, hatta kendi deyimi ile de “taaaa Ankara’dan” gelmiş olmamı pek inandırıcı bulmadığından olsa gerek yada “yahu bir balık izlemeye de oradan da gelinirmiymiş” yaklaşımı ile bu konuştuğumuz süre
içinde “abi sen gerçekten inci kefalini izlemeye mi geldin” sorusunu en az 10 defa tekrarlayıp durdu. Belli ki içinde bulunduğu ortam kendisi için olabildiğince sıradan ve kanıksanmış bir durumdur.
Diğer taraftan; inci kefalının bu müthiş serüveni süresince avlanma yasağı konusunda tedbir almak ve koruma yapma görevini üstlenen jandarma ise; belli ki üst kademelerin konunun ciddiyetini kavradığı kadar sahada görev yapanlara kavratamamış, çünkü izlediğim noktanın ve nehrin tam karşısında gencin birinin torba torba balık toplamasını jandarmaya göstermemim üzerine jandarma eri hemen koştu, bağırdı çağırdı ama nafile genc avlanmakdan vazgeçmedi ne yazık ki er onu durdurmaktan vazgeçti, bunun üzerine bende jandarma erine biraz sert tarzda konuşunca “işimiz gücümüz bitti balıkla uğraşıyoruz artık” gibi birşeyler dedi, bende buna mukabil “dua et ki, böyle yararlı bir faaliyette bulunuyorsun” deyince, sonradan Ankara’lı olduğunu öğrendiğim bu sempatik er yanıma geldi ve askerlikten ve özellikle inci kefalinden konuşunca, maalesef jandarma eri de “yahu bir balık izlemeye de oradan da gelinirmiymiş” yaklaşımını gösterdi ama konuşmamızın sonunda en azından nezaketen da olsa, bu müthiş doğa olayının çok önemli olduğunu kabul etti.

Cumartesi, Mayıs 31, 2008

BAZI ŞEYLER ADAMIN AYAĞINA DOLANIR İŞTE

ETME BULMA DÜNYASI

22 temmuz seçimlerinden sonra; 60. hükümetin kurulmasını müteakip Başbakan Recep Tayyip Erdoğaneylem planı” nı ıklamış ve bu planın yazımıza da konu olan tarafını, yani Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) ve halen Devlete ait bulunan Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası’nın İstanbul’a taşınacaklarını ilan etmiş idi.

T.C. Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması konusunda en önemli ve büyük gerekçeyi ise, birlikte çalışmakta olduğu bankaların tamamının merkezlerinin İstanbul'da bulunması ve İstanbul’un adeta bir finans merkezi olması nedeni ile de sadece T.C. Merkez Bankasının değil; Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası gibi devlete ait bulunan bankaların da T.C. Merkez Bankası ile birlikte hareket etmesi, oluşturmakta idi bu ıklamaya göre. Gerçi bu ıklamalardaki gerekçe de kimselere pek inandırıcı gelmemişti doğrusu.

Aslında son günlerde çok tartışılan T.C. Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması niyeti ve isteği yeni bir konu değil. Bu niyet ve istek ilk defa; 1987-1993 yılları arasında T.C. Merkez Bankasının başkanlığını yürüten Rüştü Saracoğlu tarafından gündeme getirilmiş ve sonradan yerine gelen Bülent Gültekin ve Yaman Törüner döneminde de konu ile ilgili bir hayli detay çalışma ve plan da yapılmıştı ve bilindiği kadarı ile de, dönemin Hükümet ve Belediye yetkilileri ile varılan sözlü mutabakat gereği Leventteki arsa satın alınmıştı. Hatta o günlerde Merkez Bankasında çalışan bir dostumdan öğrendiğim kadarı ile de; yapılması planlanan Genel Merkez binası önce 36 kata göre düzenlenmiş olup, bilahare Silahlı Kuvvetlerin burada İstanbul için kendi savunma sistem ve planları neticesinde kat sayısının 30 ile sınırlı olmasının uygun olacağı beyanı üzerine de, 30 kata kadar azaltılarak yeniden düzenlenmiş idi.

TCMB 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı Kanun ile "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası" adı altında özel hukuk tüzel kişiliğine sahip ve özel sermayenin de katılması ile bir anonim ortaklık şeklinde kurulmuştur. Buradan da anlaşılıyor ki; daha en başında kuruluş aşamasında, bile Bankanın bağımsızlığına ve özerkliğine özen göstermiş kurucuları; ve, bu titizlik adına bile yansımıştır, başka bir deyişle T.C. Merkez Bankasının sıradan ve diğer bankalar gibi bir banka olmadığı ık olup kar amacı gütmeyen ve devletin milli parayı ve para politikasını yönetme yetkisi verdiği bir kuruluş olması nedeni ile de devletin temel organlarından biri olmuştur. Bu nedenle kamuoyunun ortak görüşü olarakta T.C. Merkez Bankası devletin başkentinde olması yönündedir ve diğer bankalarlayaslanarak ta Onlar İstanbul’a taşındı biz de T.C. Merkez Bankasını İstanbul’a taşımalıyız” gibi bir yaklaşım; mevduat bankacılığı yapmayan, ülkenin parasına ve para politikasına yön veren ve en temel amacı da para piyasasını ve paranın dolaşımını düzenlemek, hazine işlemlerini yerine getirmek, Türk parasının değerini korumak olan bankanın bu ödevleri yerine getirirken de, Hükümet ve diğer devlet kurumları ile eşgüdüm içinde çalışması gerekmekte olduğundan, çok kolay izah edilebilmekten uzak kalmaktadır.

Bunların yanında tali olarak değerlendirilebilecek olan; Çalışanların; ki yaklaşık 20.000 civarında olduğu bilinmektedir, mevcut kurulu düzenlerini bir anda bozacak olmaları toplumsal sorunlara yol açacağı gibi ve bilindiği üzere büyük çoğunluğunun İstanbul’a taşınmak istememesi nedeni ile de ciddi anlamda banka ısından uzman eleman sorununa yol açacağı kesindir. Hiç bir şekilde ekonomik ve sosyal gerekçelerle ıklanamayacak bu inadın dayatması taşınma isteği; aileleri ile birlikte yaklaşık 80.000 kişinin bir anda yerinden ve yurdundan oynatılması anlamına geldiği gibi, Megakent İstanbul’a da yaratacağı sorunlar ve olumsuzluklar da hiç te küçümsenecek gibi değildir.

T.C.Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması; T.C. Merkez Bankasının başkanlığını yürüten Rüştü Saraçoğlu ve halefleri tarafından gündeme getirilmesine hatta konu ile ilgili bir hayli de detay çalışma, plan da yapılmasına ve bilindiği kadarı ile de, dönemin Hükümet ve Belediye yetkilileri ile varılan sözlü mutabakatlara dayalı olarakta yukarıda bahsedildiği biçimi ile de plan düzenlemeleri yapılmasına rağmen, acaba neden Leventte satın alınan arsaya gerekli inşaatların yapılmasına; Belediyenin de onayını alma aşamasında bizzat Recep Tayyip Erdoğan karşı çıkmıştır, diye sorulacak olursa; başta Levent olmak üzere bu taşınmanın İstanbul’a yaratacağı olumsuz etkilerden ötürü bir belediye başkanı olması nedeni ıklanmıştır o dönemde.

Geçmişte Recep Tayyip Erdoğan’ın Belediye başkanlığı döneminde T.C. Merkez Bankasının bu boyutu ile taşınmasına karşı çıkması ve bugün de T.C. Merkez Bankasının taşınmasını “Bu konuda kararımızı verdik, hatta yerleri de belirlenmiştir. Kanunsa kanun çıkartırız” biçimi ile savunması, o günlerde İstanbul’a göç edenlerden ve taşınanlardan vize istenmesine kadar geliştirdiği radikal tavrının tekzibi anlamına gelen bu uygulamanın izahı nedir acaba? O gün radikal biçimde insanların iş vebulmak adına Megakente gelmesine karşı çıkan Recep Tayyip Erdoğan; kendi deyimi ile de değişmedi ise, acaba kendi özgür iradesi dışında bir takım dayatmalar ile mi karşı karşıya yoksa bizzatihi kendisi başta olmak üzere bir tarafta Osmanlıcı özlemli diğer tarafta ise de Malezyadan İran’a kadar bir sürü ülkeyi kendisine model seçmiş ve Türkiye Cumhuriyetine savaş açmış bazı tarikat ve cemaetlerin Ankara’nın başkent olmasını hala içine sindirememiş olmuş olması ve son tahlilde İstanbul’u başkent ilan etme hesaplarının bir parçasımı dır bu eylem?

İşte bazı şeyler böylesa süreli düşünülür ise; birgün insanın ayağına dolanır o şeyler. Etme bulma dünyası işte.

Salı, Mayıs 27, 2008

ÖZEL GÜVENLİKTE TEHLİKELİ GELİŞMELER ve TIRMANIŞLAR

Türkiye 20. yüzyılın son 10 yılında özel güvenlik kavramı ile tanıştı ve yurttaşlarımızın o güne kadar sadece Hollywood filmlerinde seyretmiş oldukları özel güvenlikçilerin güncel yaşamlarına girmelerine ise son 3 yılda tanık olmuşlardır.

Önceleri yurttaşlarımız; özelleştirmelerin dünyada insanların özgürleşmesinin en önemli araçlarından olduğu ve bu uğurda yapılacak her çalışmanıp kutsanmasının gereği gibi tamamen yalan olan bilgi bombardumanı altında gerçeklerden uzaklaştırılıp, rüya aleminin büyüsüne kapılmışlardır. Konunun özel güvenlik ile ilgili boyutu ise; öncelikle MOBESE ve Telefon izleme-dinleme gibi sistemlerin batı uygarlığının ve çağdaşlığının bir unsuruymuşçasına, ama asla neden toplumun bu güvensiz koşullarda yaşamasını engellemediklerini yada engelleyemediklerini ve neden toplumun bu detayda izlenmesinin gereğinin tartışılmasına izin vermeksizin, temelde de devletin militarist yapısının her geçen gün artan gereksinimlerine uygun olarak toplumun zaptu rapt edilme oldu bittisi ile karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. Önceleri bu tür yapılanmalara çağdaş yaşamın gereği imiş gibi alıştık ve bu yeni ortam uzun erimde de; yurttaşlarımızın daralan yaşam alanları, sosyal yıkım saldırıları, artan işsizlik ve açlık karşısında pozisyon alabilecekleri de gözetilerek teşkilatlandırılan ve elit kesimlere daha güvenlikli yaşam ve çalışma ortamları hazırlama adına özel güvenlik şirketlerine geçiş için uygun ortam yaratmış oldu ve giderek daha organize Özel güvenlik şirketleri büyük alış-veriş merkezleri, bankalar, metrolar, büyük sanayi siteleri ve fabrikalar, toplu konut siteleri, liseler-üniversiteler derken de neredeyse hayatımızın her alan ve bölümünde karşımıza çıkmakta ve yaşamımızın doğal bir parçası gibi kanıksanır olmuştur. Ve belki de; bazılarının deyimi ile kontrolsuz ordu da denilen bu özel güvenlik şirketleri, kaba öncülleri durumunda olan lejyonerler, paralı asker uygulamalarından uzun yıllar içerisinde çıkartılan sonuçlara uygun olarak ve çağımızda da dünya patronlarına karşı çıkılabilecek noktalarda da alınması gereken önlemler çerçevesinde yada yarın öbür gün yaşanabilecek muhtemel iç savaşlarda tıpkı Irak ve Afganistan da ki benzerleri gibi pozisyon almalarının aracı olarakta sahne alacaklardır.

Esasen Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan bir raporda da; “çatışma bölgelerinde faaliyet gösteren özel güvenlik şirketlerinin, uluslararası hukuku dikkate almadan faaliyet gösteren, “modern zamanların paralı askerlerine” dönüşmekte olduğu uyarılarında bulunulmakta ve Hükümetlerin, aslında silahlı kolluk kuvvetlerinin yapması gereken işleri, özel şirketlere ihale ettiklerine dikkat çekilen raporda, bu özel şirketlerin herhangi bir yargı denetimi ya da hesap verme mekanizması olmaksızın faaliyet gösterdikleri vurgulanmaktadır.

Özel güvenlik açısından ülkemizdeki durum ise bütün arabeskliği ve çekiciliği ile yaşanmakta olup; kısa geçmişi ise de kamuoyu tarafında kaygı ile izlenmektedir. Bu konunun önemli bir tarafını da ki bu yazımızın asıl önemli tarafını oluşturacak kısmı olan, 5188 sayılı özel güvanlik yasası ile düzenlenen 5. madde ye istinaden ilgili alanda yabancıların göstereceği faaliyetleri kapsamakta olup “Yabancı kişilerin özel güvenlik şirketi kurabilmesi ve yabancı şirketlerin Türkiye'de özel güvenlik hizmeti verebilmesi mütekabiliyet esasına tâbidir” denilmektedir. Bir devletin, başka bir devletin yurttaşlarına uyguladığı hukuki ya da fiili bir davranış şekline karşılık, diğer devletin de aynı şekilde davranması demek olan mütekabiliyet konumuz çerçevesinde bir TC Yurttaşının muhatap ülkelerde benzer faaliyetleri göstereceği anlamında anlaşılmaktadır. Ne varki bırakın çalışmanın uygun ortamını, turistik seyahatlaerin bile ne büyük zorluklarla alınabildiği herkesin malum olduğu vize uygulamasına (işkencesine) tabi iken; yabancı özel güvenlik şirketleri için ülkemizin büyük bir potansiyel oluşturduğu anlamak için çok fazla da zeki olmanın gerekmediği açıktır; yeter ki normal düzeyde gören gözünüz, normal düzeyde işleyen bayniniz olsun... Sanki; nerede ise ekonomik faaliyetlerin tamamına hakim olan global sermaye artık yaptığımız yatırım ve faaliyetlerimizin güvenliğinide kendimizin sağlaması en uygun yoldur mütalaası ile; Ülkemizi yönettiğini iddia edenlerden yerel ve ulusal güçlerin ilgili alanı boşaltmalrını istemiş ve sanki başarmışlar gibi de bir tablonun ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.

Zaten konu TBMM koridorlarına taşınmış ve bazı ciddi feryatlarının oluşmasına başlanmıştır ve bazı milletvekilleri artık bu konunun önü alınamaz egemenlik sorunlarına yol açacağını haykırmaya başlamışlardır. Ülkemizde kurulmuş ve stratejik öneme haiz kurumların güvenliğini sağlamakta olan özel güvenlik şirketlerine satın alma yolu ile sahip olan yabancı şirketler ki; bunların çok büyük bir çoğunluğunun global sermayenin finanse ettiği ABD ve İsrail kökenli oldukları konu ile ilgili herkes tarafından bilinmektedir, yine mezkur yasaya istinaden düzenlenen ilgili yönetmeliğin “alarm merkezleri” başlığı altında düzenlenen maddesine göre “Alarm Merkezi Kurma ve İzleme merkezleri” kurulmasına olanak tanımasına istinaden fiili istihbarat toplamaya hak kazanmış sayılmaktadırlar. “Alarm merkezleri, alarm sistemleri aracılığıyla sürekli olarak yapılan izleme sırasında gelen ihbarları değerlendirir ve teknik bakımdan doğrulanan ihbarları sorumluluk bölgesindeki genel kolluğa en kısa zamanda bildirir” amir hükmü çerçevesinde izleme yada bilgi toplama sırasında edindiği bilgileri işledikten sonra ilave olarak ekonomiye çevirse ve genel kolluğa bildirmese kimin nasıl haberi olacaktır acaba.
İzleme ve dinleme konusunda inanılmaz teknolojik atılımlar katedilen bu süreçte ve de özellikle ekonomik operasyonların yapılmasında global sermayenin geleceği etkin durum yeterince açık iken konu ile ilgili yetkililerin sesinin çıkmaması da konuyu bir hayli tetikleyip; yerli özel güvenlik şirketlerinin de mezkur satınalmacılar nezdinde girişimlerini arttırmalarına yol açmaktadır.

Günümüz itibari ile sayıları 950 ile 1.000 arasında olduğu bilinen bu özel güvenlik şirketleri/orduları personel sayısı itibari ile de 350.000 personele ulaşmış bulunmakta ve Silahli Kuvvetler ve Emniyet güçlerinden sonra 3. büyük güç olmuştur.

Güvenlik hizmetleri yerli yada yabancı özel şirketlere bırakılamayacak kadar mahrem olup aynı zamanda da hassas, stratejik ve kritik bir konu olması nedeni ile behemahal ilgili tüm yasaların iptal edilmesi ve bu son tahlilde birer küçük ordu niteliğindeki bu güçlerin behemahal tasfiye edilmesi ülkemiz adına kaçınılmaz ve hayırlı bir girişim olacaktır. Konuya ilişkin olarak da gerek Hamidiye alaylarından ve gerekse de koruculuk sisteminin toplumsal yapımıza ve barışımıza verdiği zarar açısından da önümüzde bu kadar canlı örnek oluşturmuşken hala parmağım kör gözüne misali inad etmemizin sadece ve sadece ecelimize yaptığımız hızlı koşudan başka birşey değildir.