Cuma, Ocak 05, 2024

ÇAĞDIŞI İNFAZ; İDAM

Geçtiğimiz günlerde, 13 Aralık 1980 tarihinde 12 Eylül’cülerin “asmayalım da besleyelim mi” naraları ile idamını gerçekleştirdiği Erdal Eren’in sene-i devriyesi vardı… Darbecilerin başının bu kabil ettiği hukuk tanımayan, “şartların oluşmasını bekledik” sözü ile de adeta bugünleri bekliyormuşçasına sarf ettiği sözleri bir araya getirsek bir kitap olur, emin olun… “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk” ve “Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk.” gibi rezil rüsva bir hukuk garabetinden tutun da “İdamları imzalarken ellerim hiç titremedi.” benzeri bir başka hukuk garabetine… Say say bitmez, peki haydi bu baylar “derece-i zekâvet” adına “dûn” faslından öteye apolet takamamış diye kabul edelim, peki nasıl olurda bu ülkenin anlı şanlı profesörlerinin de yer ve rol aldığı asırlık İstanbul Üniversitesi, hem de yine bu şimdi artık korkaklıkları sebebiyle adlarını bile açıklamaktan çekinen mezkûr profesörleri, mezkûr zat’a “haiz olduğu ahlaki faziletler” ve dahi “ilmi kıymet ve meziyetleri” için “fahri profesörlük” ve “hukuk doktoru” unvanı verdiler. Adlarını açıklamıyor olmalarını, çocukları ve torunları adına bir utanç mirası bırakmak istemiyor olabilir diye açıklamak mümkün olabilir lakin emin olun hiç de utanacak çapta ve vasıfta adam değillerdir… Ayrıca, acaba çocukları ve torunları bu koca koca profesör baba ya da dedelerinin bu abuk kararlarını nasıl değerlendiriyorlar, onları göğüslerini kabartarak savunabiliyorlar mı?, bilmek isterim doğrusu… Mezkûr tarihte bu şaklabanlığa karşı çıkıp muhalefet şerhi düşerek karşı oy kullanan, Prof. Dr. Nedime Ergenç, Prof. Dr. Sırrı Erinç ve Prof. Dr. Kemal Kurtuluş’u, hukukun üstünlüğüne, bilimsel değerlendirmelere sadık kalmalarından ve dahası “mangal gibi yüreğe” sahip olmalarından ötürü bir kez daha saygı ile anıyorum. Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yılmaz Altuğ’un “Okulun ihtiyaçları vardı. Kadro lazımdı, para gerekliydi” gibi bu diplomayı rüşvet olarak verdik mealinden izah edip kabul oyu verenleri de Kenan Evren’in mirasçılarına havale ediyorum… Artık onlar “babamız rüşvet almazdı, vermezdi” deyip dursunlar… Aksini iddia edenler varsa da, haydi onlar çağrı yapsınlar gerek Üniversiteye gerekse de belgeye sahip olanların mirasçılarına, açıklayın bu elit profesörleri diye, haydi görelim… “Bizim çocuklar” diye zamanında onlara sahip çıkan ABD bile işleri bitince adeta kullanılmış mendil gibi kenara attı bunları… Neyse aslında bahsetmek istediğim konu bu karanlık ilişkiler sahibi ve “ABD’nin çocukları” olmaktan öteye gidememiş darbeci generaller değil, lakin idam ve katliam deyince maalesef aklıma başkaları gelmiyor ve oradan da başlamak gerekiyor…

İdam cezalarının devamı ya da yeniden ihdası gibi abuk subuk tartışmaların sürdürüldüğünü hayretle izlemekteyim. İdam cezasının korkunçluğu yanında yeni suçların işlenmesine engel mahiyetinde bir misal da oluşturamadığı ve dahası oluşturamayacağı da tüm dünyada ittifak ile kabul görmüş durumdadır. Birkaç misal verip ilerleyeyim; suç diye bilinen davranışların en ağır cezalandırıldığı ülke bilindiği üzere Suudi Arabistan’dır, bazı ülkelerde suç bile kabul edilmeyen davranışların cezalandırılması mezkûr ülkede en hafifinden Cuma günleri cami cemaati önünde ağır kırbaç cezaları ile cezalandırılırken, yine bazı ülkelerde tedavi ile tecziyesi ifa edilen bazı davranışlar bu ülkede kılıç marifeti ile baş kesilmek sureti ile cezalandırılmaktadır. Peki, suç kabul edilen davranışlarda azalma eğilimi var mıdır? Zinhar… Olamaz da… Peki; idam cezası ile cezalandırılan ve infazları gerçekleşen, sabık başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları bugün aynı muameleye tabi tutulabilirler miydi? Hiç zannetmiyorum…  Cezanın korkunçluğu ve şiddeti ve dahi misal kabilinden büyük kitleler önünde gerçekleştirilmesi de caydırıcı olmaktan çok uzaktır. 

Yasa yapıcı tarafından suç olarak adlandırılan davranışlara ceza yaptırımları da tanımlanmaktadır. Kim yapıyor bu tanımlamaları; yasa yapıcı, peki kim bu yasa yapıcılar, ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, kral, padişah, führer gibi tek kişiler yanında partiler tarafından tayin edilerek oluşmuş meclisler… Peki; kim aksini iddia edebilir ki, bu muhteremlerin, tanım ve karar oluşturma süreçlerinde, eğitim, öğretim, sosyal statü, dini ve etnik yapıları, içinden geldikleri örf ve adetleri, ananeleri, görenekleri, aile yapıları etkili olmaz da yegâne şık safiyâne ve medeni hukuk nosyonları etkili olur… Binaenaleyh, suç tanımı ve karşılık gelen cezaların bile şiddetinden toplumların beşeri durumunu anlamak mümkündür…     

Burada; şimdilerde ne zaman izlediğimi hatırlamadığım BBC’den bir haberden bahsederek bir geçiş yapmak istiyorum… Yer İngiltere, yaşlı lakin hatırlı bir kadının “kedisinin kayıp olması” ve polisi araması üzerine, polis ve itfaiye olay yerine intikal eder, tabii ki basın da… Yaşlı kadın kedisinin çalındığı konusunda çok emindir, hatta çalanlar konusunda bile kesin bir kararı vardır. Gazetecinin sorduğu; “sizce kedinizi kim çalmış olabilir” sorusuna tereddütsüz “tabii ki Almanlar”… Şimdi düşünün bu kadının, hâkim olduğunu, savcı olduğunu, kanun yapıcı olduğunu, şahit olduğunu, “yandı gülüm keten helva” tarzında bir sonuç…

Evet, esasen ceza, suç işleyene mukabil bir yaptırımdır lakin söz konusu “idam cezası” ise, cezalandırmanın en ağır biçimi olup sonuçlarının düzeltilme imkânı olmayan ve asla ve kat’a telafisi de bulunmamaktadır.

Ölüm cezasının, vicdanen adaleti ve bu adalete olan güveni tesis ve temin ettiğini, dolayısıyla da en caydırıcı ceza olduğu, bu cezanın misal olması babından oluşturduğu korku ve dehşete ihtiyaç olduğu esasen de tanrısal bir ceza sayılması gerektiği maalesef ki dünyanın her yerinde muktedirler tarafından hep savunuldu. Şimdilerde sevinerek görüyoruz ki; idam cezasının temel yaşam hakkının ihlali olarak ve artarak kabul gördüğü, insan onuru ile bağdaşan ceza olmadığı ve dahası da beklenen caydırıcılık etkisini asla ve kat’a yapmadığı, yapamadığı yeterince örnekle ispat edilmektedir. Bu konuda kanıt mı görmek istiyorsunuz, buyurun, ABD’deki suç oranlarına karşılaştırmalı bir bakın, artış var mı yok mu görün, idam cezasının olmadığı ülkelerdeki suç artış oranları ile kıyaslayın, meramım ve muradım daha da netleşecektir.   

Aslında bu giriş ile “izleme listemde” olan lakin uzunca bir süredir izleyememiş olduğum bir filmden bahsedecektim, ama giriş maalesef uzun kaçtı, film konusu ve üzerine düşündüklerimi bir sonraki yazıma bırakıyorum. Film; dünya sinemasının önemli yönetmen ve yapımcılarından olan Alan Parker’a ait, “The life of David Gale”… David Gale ölüm cezası karşıtlarının en önemli isimlerinden birisidir ve idam cezasının kaldırılması için büyük çaba sarf etmektedir. Kendisi gibi idama karşı çıkan Constance Harraway adında bir kadın tecavüze uğrar ve vahşice öldürülür. Lakin filmin ilerleyen bölümünde ortaya çıkacağı üzere yaşanan bu trajik olayın sorumluluğu, esasen fail olmamakla birlikte kurgu gereği suçlu imiş gibi gösterilen David Gale’nin üzerinde kalmış olmasıdır. İdam cezasına çarptırılır, film daha da ilginç bir hal alır. İdam karşıtı bir organizasyon ve gösterilerin kahramanları olan ikiliden birinin ölmesi ve diğerinin onun cinayetiyle suçlanması ve idam cezası alması oldukça enteresan ve gerilim yaratan bir hikâye. Hikâyenin diğer bir enteresan tarafı ise David’in idamına üç gün kala kendi seçtiği Bitsey Bloom adlı bir gazeteciyle röportaj yapmak istemesi ve de yapması… Esasen, tüm tanıkların, delillerin ve kararın nasıl uydurma ve önyargılarla ve dahi talimatlarla, olayın nasıl gerçekleştiğine bakılmaksızın alındığının ve bu zırvalıkların bir idama sebep olduğunun hikâyesidir… Gerçek bir olayı mı? Hayali birini mi? sorgulaması ötesinde izlenince, vay halimize hem de vay vay ki vay…


Cumartesi, Aralık 30, 2023

PANATHINAIOKOS, REAL MADRID, ANKARAGÜCÜ

Düne kadar “bir gece ansızın gelebiliriz” terennümleri ile karşılıklı zaman zaman gard alarak, zaman zaman ise de aport vaziyetiyle mesafeli durduğumuz Yunanistan ile Cumhurbaşkanının ziyareti sonrası birden görüntüde her şey değişti. Umarım ki bu görüntüde kalmaz, hayatın her alanında karşılıklı dostane ve samimi ilişkilere evrilir çünkü artık dünyamızda gelinen nokta itibariyle acilen yumuşamaya ve barışa ihtiyaç vardır. Şimdilik sözde de olsa vize konusunda kolaylıklar konuşulur iken birden futbol dünyasını da meşgul eden bir gelişme oldu, Fatih Terim Yunanistan’ın Panathinaiokos takımının teknik direktörü oluverdi. Gerçi sportif alanda oyuncu ve antrenör transferleri ilk defa olmuyor lakin bu defa “ağır top” Fatih Terim olunca, kamuoyunda fazlaca meşguliyet yarattı… Gerçi basketbol koçu olarak Engin Ataman halen Panathinaiokos takımının “başantrenörüdür” lakin sadece ilgililer bilir bunu… Bu yaratılan kamuoyu köpürmesine mütenasip bir şeyler de ben yazayım dedim, bakın neler hatırladım neler… Bu takımların ve benzerlerinin siyaset ile yakın ilişkileri, futbolun siyaseti, siyasetin futbolu derin kullanmasına yönelik inanılmaz bilgiler bulunmaktadır.

Kolayca bilinebileceği üzere, demokrasi katilleri, siyaset heveslisi darbeci generaller ya da politikacılar bir tarafı ile toplumda adlarına ve namlarına köpürtülecek bir sempatiye, diğer tarafı ile de beşeri mühendislik adına toplumsal desteğe ve dahası da oyuncak sahibi olmadan büyümüş çocuk kompleksi içinde büyük kitleleri sürükleyen futbol faaliyetleri içinde olmaya itina göstermişler ve dahası da hep içinde olmuşlardır… Futbol, tüm darbecilerin ve politikacıların, her daim sarıldıkları, yaslandıkları ve dahası da ihtiyaç duydukları dış destek temini ve sempatisi üzerinden toplum nezdinde aleniyet ve meşruiyet aparatı olmuştur…

Evet, bu girişten sonra, gelelim kamuoyunu yakından meşgul eden Panathinaiokos takımının geçmişine kısa bir göz atmaya… Kulüp geçen yüzyılın başında “bir atlet” tarafından kurulur, mezkûr muhterem aynı zamanda takımın ilk kalecisidir de… Takım yerel de bir takım başarılar sağlar lakin hiçbir başarı 1967’de darbecilerin takıma sahip çıkarak desteklemeye başladıkları dönem kadar olamaz… Kollar sıvanır takımın başına döneminin hem çok meşhur futbolcusu akabinde de çok önemli teknik direktörü olan Macaristan futbolunun yıldızı Ferenc Puskás getirilir… Behemehâl ülkenin en etkili futbolcuları takımda toplanma talimatına uyar hiza alırlar dahası politik destek sınırsız ve sorumsuz alenen verilir rakiplere ise de çelme, tekme yeterince ve layığınca atılır… Bu konsantre ilişki ve çalışma neticesinde 1969, 1970, 1972 yıllarında takım yerel ligde şampiyon olur, en büyük yurt dışı başarısı ise 1970 yılında o zamanki adı Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında final oynamak oluyor… Teknik direktör Ferenc Puskás, bir başka darbecilerin takımı olarak her daim ilk sıralarda yer alan Real Madrid’in efsanevi futbolcusu lakin aynı zamanda Macaristan Ordusunun emekli bir “albayıdır”… Yani takımın başında gölge “albaylar cuntası”, fiilen de emekli bir albay, tam manası ile bir albaylar dayanışması… Bu teknik ve siyasi kadro destekleri neticesinde Panathinaikos Avrupa Şampiyon Kulüpler kupasına katılıyor. Finale gelene kadar, hangi albayın ne kadar etkisi oldu bilinmemekle birlikte dedikodunun haddi hududu yoktur… O kadar ki, Avrupa şampiyon Kulüpler Kupası finali oynadıkları Hollanda’nın Ajax takımı lehine albaylar cuntası temsilcilerince yapılan hiçbir fedakârlığa rakip takım yüz vermez, dolayısıyla maç kaybedilir… Avrupa'da hemen hemen hiçbir deneyimi olmayan bir takım, Avrupa devlerini birer birer deviriyor, finale geliyor, hem de Avrupa’daki ilk yılında… Lakin dedikodunun sonu gelmiyor…

1974 Kıbrıs savaşı sonrası Yunanistan’daki “albaylar cuntası” derhal çekilir, Panathiaikos yeniden öksüz kalır, taaa 1979 yılına kadar o dönem dünyaca ünlü armatörler konsorsiyumu kulübü satın alır, yeniden yükselme şansı doğar. Diğer Yunanistan takımları tıpkı komşu ülkelerde de benzeri olduğu şekilde yönetim ve mali krizler içinde kıvranırken onlar yeniden sağlanan bu sınırsız mali destek ile atılım yaparlar. Aynı dönemde, sporun çeşitli branşlarında çalışmaların yürütüldüğü bir akademi açılır, kürekten tenise, basketten, atletizme kadar, her dalda yetiştirilmek üzere, çocuklar bu akademinin öğrencileri olurlar… Para ve görece istikrar dünya çapındaki futbolcularında takıma katılımını beraberinde getirir. O futbolcular da şampiyonlukları… Hem Yunanistan’da yerel ligde, hem Avrupa’da çok iddialı bir takımdır artık…

Peki; Yunanistan’da durum budur da diğer ülkelerde durum nasıldır? Farklı mıdır? Zinhar… İspanya’da Diktatör General Franko’nun sınırsız ve sorumsuz desteği ezelden beri Kral’ın takımı diye bilinen Real Madrid’ten yanadır. Hitler’in desteklediği Schalke 04 ise 1933-1942 yıllarında üst üste 7 defa şampiyon olmuştur. Portekiz’de ise diktatör Salazar tarafından benzer durum Benfica kulübü lehine yaratılmış ve yürütülmüştür. İtalya’da faşist Mussolini’nin takımı ise Lazio’dur. Romanya’da ise Çavuşesku’nun takımı Steaua Bükreş’tir. Mısır’da ise Kral Faruk’un takımı Zamalek’tir. Say say bitmez, duralım artık, bilmediğimden değil lakin artık listeyi uzatmanın manasızlığıdır sebep. Bu gözler neler gördü neler, kulaklar neler duydu neler, yaz yaz bitmez… Lakin dünyanın en sevilen sportif faaliyetinin bu kabil kullanılması insanın içini acıtıyor açıkçası…

Bizim yerli ve milli diktatörümüz Ahmet Kenan Evren’in sınırsız ve sorumsuz desteklediği takım ise Ankaragücü’dür ve bu yüzden diktatörümüz buyuruyor “başkentten de bir takım 1. ligde olmalıdır”. Nokta, hatta üç nokta… Görev tarifi, bakanlık, beden terbiyesi genel müdürlüğü, futbol federasyonu, hakemler, kulüpler ve seyirciler nezdinde layığı ile yapılmıştır. İlk maç Ankara’da oynanır ve maçı Ankaragücü 2-1 kazanır, 2. maç Bolu’da oynanır, her şey Ahmet Kenan Beyin istediği gibi gitmekte, maç 0-0 devam etmektedir, o zamanki avantaj kurallarına göre eğer Boluspor maçı en az 1-0 kazanırsa kupa Boluspor’un olacaktır, derken maçın sonlarına doğru hiç beklenmeyen olur, ligin ender Ermeni futbolcularından Minas kaleciden uzun degaj ile gelen topu bekletmeden yaklaşık 35 mt. den bir füze gibi ağlara gönderir… Hakem Sadık Deda golü verir… Kupa artık Boluspor tarafına yönelir… Çizgi hakemi donmuş kalmıştır, orta çizgiye hareketlenmez ve dahi ısrarla Sadık Deda’yı çağırır ve kendisine tribündeki adeta “süphaneke boncuğu” gibi sıralanmış rütbeli askerleri göstererek kendisine iletilen “golü iptal” ricasını iletir… Haydi, iptal etme de görelim defaactosudur bu ve başüstüne edası ile gol iptal… Maç berabere… Kupa Ankaragücü’ne… Çıkarılan yasa gereği de Ankaragücü o zaman ki adı 1. Lig olan Türkiye Süper Ligine… Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…

Nedir bu anlatılanlar, ezelden beri, hem de tekmili birden tecelliyatımız…


Cuma, Aralık 22, 2023

İSRAİL ERKETELİĞİ

Dünyada neden yaygın bir biçimde “Yahudi” yardakçılığı, erketeliği, çanakçılığı yapılmaktadır, bunu anlamak kolay olup, “aç gözünü, uyandır canını” atasözü mucibince yeterince can uyandırılır, göz açılır ise en ince detaylar bile kavranabilir. Şüphesiz sadece farklı bir din tercihleri nedeni ile Rusya’dan tutun, İspanya’ya kadar farklı tarihlerde, sözde farklı gerekçeler ile pogrom yaşamış bir mensubiyete sahipler, bunları hep biliyoruz. Asurlularca başlayan, Babil sürgünü ile devam eden, Mısır’dan sürgün edilmeleri ile ayyuka çıkan, Moğolların Kiev’i işgali ile Rus Hinterlandında başlayan pogrom ve devamı sürgün, İspanya’dan Osmanlı’ya büyük sürgün, Türkiye Cumhuriyetinde 1934 yılında yaşanan ve tarihe “Tekirdağ olayları” diye geçen diğer bir sürgün, nihayetinde Nazi Almanya’sının “soykırıma” dönüştürmesi haklı olarak tüm dünyada “masumdan yana durma” tavrı gereği hoşgörüde bir zirve oluşturdu… Bu duygusal “masumdan yana olma” tavrı bir türlü masumun yanında bulunup, birlikte direnme haline evrilemiyor, dün Yahudiler lehine yapılamayan bugün Filistinliler lehine maalesef hiç yapılamıyor… Bakıyorum dünyanın her yerinde büyük kitlelerin desteklediği ve katıldığı birçok dayanışma ve telin gösterileri yapılıyor, lakin onların seçtiklerinin umurunda bile değil, İsrail insanları çoluk, çocuk, yaşlı, genç demeden katlediyor, şehirleri bombalar ile adeta yok ediyor, bu sahte gözyaşı dökenlerin kılı kıpırdamıyor… Resmi kınama demeçleri dışında, o da göstermelik olmak kaydıyla, hiçbir şey yapılmıyor… Kaskat ve kümülatif yaptırımlar, blokajlar, hatta gizli de olsa savaş ilanları sadece “ilahi ve nihai düşman Rusya’ya”… Sıra İsrail’e gelince “seni kınıyorum” gibi sulandırılmış, mesajlardan öteye geçilemiyor… Sıra Irak’a gelince hop atlayan, hop zıplayan “Birleşmiş Milletler Örgütü” sıra İsrail’e gelince zannedersiniz ki saklambaç oynuyor… Irak’a karşı Birleşmiş Ordu toplayan “Birleşmiş Milletler Örgütü” sıra İsrail’e gelince ilaç bile toplamaktan aciz… Birleşmiş Milletler değil de sanki Birleşmiş Haçlı Milletleri gibi… Peki; bu haçlı kuvvetleri karşısında Müslüman ülkelerin İsrail’e karşı geliştirdikleri tavırlar samimi mi? Zinhar… Uzun yıllardır izlediğim tek gerçek var o da bir avuç devrimci dışında kimsenin samimi davranış içinde olmadığıdır, merak edenler en azından Türkiyeli devrimcilerin hangi dönemde ve kimlerin önderliğinde ve dahi kimlerin fiilen mezkûr direniş ve intifadaya katıldığını açık kaynaklardan kolayca öğrenir… Öyle direnişleri ve savaşları TV dizilerinden seyreder iken kılıç kalkan adına tencere tava kuşanmakla bu işlerin olamayacağını da belki öğrenirler… Diğer taraftan bu samimi dayanışmayı gösterenleri samimi bir karşılama ile selamlayabildi mi Filistin halkı, benim görebildiğim kadarı ile samimiyetsizleri daha çok tercih ettiler… Samimiyetsizleri halen de tercihe devam ediyorlar… Yahu hiç mi, Hamas ile ilgili çıkan haberleri, söylentileri ve iddiaları görmezler, görmüyorlar, maalesef… Yarın bu samimiyetsizler olacaklar mı? Zannetmiyorum… Lakin kendilerinin de samimiyet göstermeleri şartı ile her şey çok güzel olacak… Samimiyetsiz diyorum ya, konu şu özetle; “Önce FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) içindeki gerçek bağımsızlıktan yana olanlar başta da George Habaş’ın lideri olduğu FHKC’si yok Marksistir,  yok devrimcidir,  yok Hıristiyandır numaraları ile önce Suriye karşıdır numarası ve propagandası ile etkisizleştirildi, dışlandı, tasfiye edildi vs. vs… Peki; buna kim izin verdi ya da daha doğru ifade ile kim yol verdi, maalesef Yaser Arafat… Hem de usulsüzlüğe ve haksızlığa elimizde bulunan güç marifeti ile yol verirsek gün gelince bize de bu tatbik edilebilirin zımnen yolunu yapıyoruz demektir diye büyük itiraz koparanlara rağmen bir türlü durmadılar… Tasfiye edilenin tasfiye edileceği gerçeğine kulak tıkayanlar başta da Yaser Arafat olmak üzere herkes zamanla tasfiye edildi… Bu tasfiyenin mimarı, yok Oslo görüşmelerinde çok taviz verdi hatta gereksiz yere Filistin menfaatlerine sırt döndü diyerek FKÖ merkez yürütme kurullarını suçlayarak ortalıkta dolaşan Mahmut Abbas’tır… Şimdi sıra kendisine geldi, maalesef… Mahmut Abbas’ın ortalıkta görünmüyor olmasının başka nasıl bir izahı vardır… Artık, “Exeter Üniversitesi” mezunlarının yönetmesine yeter denilmesi en tutarlı ve kaçınılmaz yol olacaktır. Peki; olur mu, yakın gelecekte maalesef…

Evet, İsrailoğullarının maruz kaldığı baskılar, sürgünler,  kendi halkları ve taraftarları üzerinde de ciddi ve kalıcı tesirler yarattığı da aşikârdır. Bu tesirler ile çelikleşen İsrailoğulları dünya finans çevrelerinin de sınırsız ve sorumsuz destekleri ve dahi misyon tayin ve tevdileri ile Ortadoğu’ya avdetlerinin “günah-sürgün-dönüş” ilahi üçlemesi itikat ve imanı ile teolojik bir izahını yaparlarsa da, çok da itimat edilir bir tarafı yoktur bu izahın… Dönem, destekçilerin tanım ve konumu ve enerji kaynaklarının coğrafi konumu göz önüne alınınca ne menem bir jandarmalık ya da başka bir deyişle “karadaki uçak gemisi” rolü alındığı daha net anlaşılacaktır. Bunu hemen herkes böyle biliyor mu? Kocaman bir evet… Peki, biliyor olmalarına rağmen neden konunun etrafında dans edip duruluyor… O da çok sarihtir de anlamak isteyene… Yoksa her daim dini değerler ve söylemler üzerinden açıklamalara devam edilecektir… 

Dünya, artık “vaad edilmiş topraklara” dönüşün en hızlı, en fanatik hatırlatmalarını, savunmalarını ve hücumlarını 19. Yüzyılın 2. yarısında ziyadesiyle yaşamaya başlamasına şahitlik etti. Asıl trend ise 2. Emperyalist paylaşım savaşı ertesinde yaşandı… Yüzyılın başından itibaren başta emperyal güçlerin motoru İngiltere ve bilahare de ABD öncülüğünde bir sempati, koruma ve kollama ve bu uğurda her türlü fırıldağı bile meşru ve makul gören politikalar parlatıldı… Ve parlatılmaya da devam ediliyor…

Ahmet Arif ustanın; “nerede bir can ölse oralı olur yüreğim. Olmalı zaten olmasa insan olmaz yüreğim” dizesi ile duygularımızı beyan ederken, Filistin konusunda en samimilerden biri kabul edilen Hıdır Aslan’ın bir şiiri ile nokta...

ZAFERİ KOVALAYAN FİLİSTİN

Çığlıkların

Ve haykırışın

Gürlüyor kulağında

Dünyanın

 

Bu kara bir gökyüzünün

İlk ölüm yağdırışı değil

Senin durduğun semalara

Filistin’lim

 

Düşenlerin

Gül oldu ekildi toprağa

İşlendi mavzere

 

Acıların

Rüzgâra girmiş

Savrulup dağılıyor

“Zafere Kadar Devrim” nağralarında

 

Yeşerip yitenleri

Yitip yeşerenleriyle

Bir halksın sen

Zaferi kovalayan Filistin’lim.

Cuma, Aralık 15, 2023

MİLLET HASTANESİNDEN DEVLET HASTANESİNE

Sağlık; bir tarafı ile beynelmilel diğer tarafı ile de yerel düzlemde kişisel ve toplumsal açıdan en önemli alan olup, bünyesinde hemen hemen her sektörün bir şekilde rol aldığı bir alandır. Günün değişen ve gelişen şartlarına bağlı sürekli bir değişim ve dönüşüm ihtiyacının varlığından söz etmek mümkün ve gereklidir. Gerek kişi ve toplumsal beklentilerin yükselmesi gerekse de değişen teknoloji ile bilimsel gelişmelere bağlı değişimler kaçınılmaz olup her daim müspet ve vatandaş lehine bir değişim söz konusu olmalıdır. Bu manada yönetim, teşkilat, hizmet sunumu ve organizasyonu, finansman ve ekonomik zorlukların aşılması, insan ve mekân kaynaklarının ve teknolojik imkânların kalite ve kantite açısından yeterliliğinin temin ve tedariki, sürekliliğinin tedariki ve bu uğurda vatandaş lehine mevzuat ve politika üretme ve oluşturma konusunun ne kadar mühim olduğunu yazmaya gerek yoktur sanırım. Yani özetle müspet gelişim ve değişime evet lakin hak gaspı içeren her türlü değişime hayır demenin gerekliliği aşikâr ve kaçınılmazdır. 

Sağlık sektörünün en önemli mekânı hastanelerin “Millet Hastanesi” diye adlandırılıyor olmasını ilk kez çocukluğumda Çeşme’de şimdilerde mahalle olan Alaçatı Nahiyesindeki hastanenin kapısındaki yazan tabeladan hatırlıyorum. Şimdilerde Aile Hekimliği olarak kullanılan o zaman ki hastane Çeşmedeki Hastanenin tahsis nedeniyle başka kuruma geçmesi üzerine faal duruma geçmiş idi hatırladığım kadarı ile… Gerçi okumalarımdan anladığım mezkûr hastanelerin tanımlamalarında ciddi manada bir çeşitlilik söz konusu olmuş her daim… Memleket Hastanesi, Millet Hastanesi, Devlet Hastanesi vb. gibi ana adlandırmalar dışında her gelen kendi mizaç ve meşrebine münasip tayin ile bazen de Avrupa Birliği sözde müktesebatına uyumluluk adına yapılan organizasyon değişikliklerine bağlı adlandırmalar söz konusudur ve genelde de bu değişiklikleri anlamak adına yetişmek kolay olmuyor…

Hani söylenildiği gibi bu diyarlar “milleti ecnebiye” tarafından hep parselasyona uğradığından adeta Anadolu’nun ve dahi Ortadoğu’nun kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde bile pıtrak gibi okullar ve hastaneler açıp adlarına “Milleti Fransiye”, “Milleti Ermeniye” ya da “Milleti Museviye” benzeri adlarla donatılan hastanelere mukabil Osmanlıda “Gureba Hastaneleri” adı ile hastaneler açmıştır… Hastanelere Cumhuriyet ile birlikte “Memleket Hastanesi” adı verilmek suretiyle birlik ve dahi kapsayıcılık hedeflenmiş gibi görülür iken, bilahare de “hâkimiyet milletindir” umdesi mucibince bir hayat tutturulunca da “Millet Hastanesi” öne çıkmış görünmekte, “kadir ve kerim devlet” ihtiyacının öne çıkmasına binaen ise “Devlet Hastanesine” evrilmiştir tanımlamalar… Benim şahsi değerlendirmem bu işlerin basit tercihler olmanın ötesinde olduğuna yönelik olup gerçekler ise “siretin surete aksidir”, esas mevzu da budur… Evet, ziyadesiyle basit gibi görünen bu adlandırmalar bile devletin ve direksiyondaki muktedirlerin alttan aldıkları onay ile alttakilere bakış mucibince tanzim edilecek münasebetlerin rengini, tonunu ve şiddetini tayin etmektedir bence… Yoksa nasıl gelinebilirdi tanımlamalarda “malulden” “müşteriye”… Müşteri tarifine “trene bakar gibi bakanların” tren karşısındaki canlı olma muamelesi göreceği kaçınılmazdır, demiş feylesof…

Bir de “sosyal güvenceniz var mı” diye sorulmaz mı, insanın aklını kaçırası geliyor… Ne demek sosyal güvencen var mı? Yoksa ne yapacaksınız varsa ne yapacaksınız, değil mi? Ya da sosyal güvencesinin olmaması o bireyin kusuru imiş gibi görülmesi de ayrıca bir insanlık dramı ve ayıbıdır… Çalıştığı yerde sigortasız çalışıyor ise, sigortasız çalışmanın adeta teşvik edildiği günlerden geçiliyorsa, çalışanın sigorta istemez o bedelin yarısını bana verin teklifinde bulunması dahi bireyin kusuru ya da suçu olmamalı, olamaz da… Yahu bu neden konuşulur ki bir toplumda… Aaaaa işte şimdi geliyoruz zurnanın zırt dediği yere,  yine yavaş yavaş “ilaç katkı payı” ile başlayan “tedavi katkısı” ile süren sürecin asli unsuru olmamızın mucizesine ve daha da önemlisi önce küçükten başlayan muafiyetler giderek artar nihayetinde de bazı ilaçlar, bazı tedavi gereçleri toptan karşılanmaz hale gelir ve biz de bunun her seçim döneminde her önüne geleni onaylayan noteri olursak, topyekûn keteni de helvayı da hak ederiz. Özel sağlık ve emeklilik sigortaları özendirilir ve desteklenir hale gelirse ve biz de buna alkış tutarsak, daha nasıl bir ilave bela gelir diye beklemenin bir manası da olmaz… Bunların hepsi toplanan ya da toplanması gereken vergilerden karşılanır iken alkış çalınırsa kış aylarındaki ağustos böceği durumuna düşmenin kaçınılmaz olduğu aşikârdır. Bir bakın bakalım özellikle Kuzey Avrupalı ülkelerine, devr-i komünizm’de işsizlik sigortası, sağlık sigortası, çalışan hakları ne idi komünizmin terk edilmesi akabinde durumlar ne, adeta sosyal devletten koşarak kaçıldı… Bütçeden sağlığa ayrılan pay her geçen yıl azaltıldı... Peki, cahil olmadığını ileri süren bu toplumların kılı kıpırdadı mı? Zinhar…  

Bu memleketin sağlık ve sıhhat işlerine verilen öneme ithafen Ankara’da “Sıhhiye Meydanı” bile vardır, dönem itibariyle yeni inşa edilen Sağlık Bakanlığı Binası önünde ihdas edilen meydan halen aynı adla anılır. Şimdi artık mezkûr binanın Sağlık Bakanlığı tarafından terk edilip Ankara Valiliğine tahsis edildiğini üzülerek öğrendim, bilindiği üzere ben binalarda, sokaklarda, meydanlarda isim, fonksiyon değişimlerine hele hele de günümüz şartlarına uymuyor gibi eften püften gerekçeler öne sürerek yapılacak değişikliklere karşıyım. Bilindiği üzere görece uzun yıllar hizmet vermiş bir binanın hele hele de etrafı da kendisine uygun hizmetlere tahsis ve ihdas binalar ile donatılmış ise şehrin karakter yapıları ya da binaları olduğunu iddia ederim ve korunması hem de ne pahasına olursa olsun korunması gerektiğine inanırım.

Bana göre hastanelerin özel sektöre devri de tam bir rezalettir sağlık politikalarının sekteye uğratılması açısından… Doktorların özel muayenehane açmaları ciddi ve fahiş bir saçmalıktır, öğretim üyelerine muayene için ilave bedel ödenmesi de önüne geçilememiş bir çürümedir. Doktorlar ve doktorluk da bu manada ciddi erozyona uğramış durumdadır… TV’lerde boy devirir iken maşallah “bıçak parası da neymiş” hayretliği içinde konuşulur, vatandaşa hizmet önemlidir para değil fikri öne çıkarılır da lafzi olarak, peki biz neremizden uyduruyoruz bu yaşadıklarımızı hiç değinilmeden geçilir… Evet, maalesef önce “ekmekler bozuldu” sonra hem doktorlar hem de hastaneler… Öyle 3 ya da 4 doktorun namusu ile çalışıyor olması ile sistem ayakta da duramıyor maalesef… Rezalet o boyuttadır ki, ameliyat yapacağım diye eşek yükü ile para alan hocalar ameliyat sonrası hastayı görmek bile istemiyor, utanmasalar kapıdaki güvenlik görevlisi marifeti ile ameliyat sonrası takip ve tedaviyi yürütecekler… Sağlık ve sıhhatin objektif ve ahlaki ölçüsü bozulur ise maalesef sübjektif ve gayri ahlaki ölçüler öne çıkar ve ne yazık ki mazruf yerine zarf öne geçer, sonrasını da söylemeye hacet yoktur sanırım… Burada doktoru ve yasa koyucuyu tek başına suçlamak yeterli değil bence topyekün sistem ve düzen meselesi daha da önemlisi ahlakı yüksek toplum yaratabilmek meselesidir… Tıp bilindiği üzere dünyada 2 başlı yılan ile sembolize edilen bir meslektir artık biz de kötülüğün, sinsiliğin sembolü diyerek “yılan gibi” mi diyeceğiz yoksa “su içene yılan bile dokunmaz” diyerek tıbbın sembolü üzerinden yılana güzelleme mi yapacağız bilemem… Lakin durum da ziyadesi ile karışık…

Bu vesile ile de bir başka kabul görmüş fikrin takipçisi olarak bir kez de ben tekrarlamak istiyorum. “önleyici tıp”… Paradan, bütçeden arındırılmış tıp, ihtiyaçları karşılanmış personel, yeterli teknik donanım ile tesis ve teçhiz hastaneler… Genel politik tercihler gibi ya da mütenasiben sosyal, kültürel ve idari değişikliklerin dayatması neticesinde sağlık politikaları da her geçen gün tüm dünyada olduğu üzere bizde de muktedirlerin lehine tekemmül etmiş ve dahi etmektedir. Esasen tüm dünyada da, bizde de önce biz “millet hastanelerine” sahip olabilmenin tüm gereklerini yerine getireceğiz ki muktedirler hak gaspına yönelemesinler… Katkı paysız, sınırsız, eşit, adil, etik, kapsayıcı ve kapsamlı, önleyici, koruyucu, tedavi edici, rehabilite edici sağlık politika ve uygulamaları bekler iken bu servisleri düzenleyecek, gerçekleştirecek ve izleyecek tüm aktörlerinde haklarının ve ödevlerinin mütekâmilen düzenleneceği ve yerine getirileceği bir sistem gerekmektedir, diyerek bitirelim.   

Perşembe, Aralık 07, 2023

YA TALÊEL AL-JABAL

Türkçeye “Ey dağa çıkanlar” olarak tercüme edilen bir şarkı dinliyoruz sıkça ve tekrardan bugünlerde İsrail’in Filistin’de yarattığı terör ortamına bakarak… Şarkı esasen bir direniş, bir başkaldırı hikâyesidir Filistin topraklarında can bulan, yeşeren… Esasen Filistin’in bizatihi kendisi bir direniştir, bir isyandır, bir başkaldırıdır… Filistin’in kendisi bir “intifadadır”… Filistin ne yazık ki taa Osmanlının son dönemlerinden bu yana huzur bulmamış ya da bulamamış topraklar olmuş… Osmanlının “iyi günlerinde” Müslümanız rahatlığı içinde bir şekilde geçinilmiş de, ne zaman ki Osmanlının savruk ve dağınık ekonomisinin kapısını bankerler, kreditörler ve emperyal devletlerin temsilcileri çalmış, ahada o günden beri bir huzursuzluk hali artan bir biçimde bugünlere artık katliamlar biçimine dönüşmüştür… Hani denir ya Osmanlı hep karşı çıktı Yahudilerin yerleşmesine, bunun doğru olduğunu düşünenlerin bir kez daha bu konuyu araştırmaları gerekmektedir bence. Prof. Vahdettin Engin’in Osmanlı arşivlerinden bulduğu yeni belgeler ile Yahudilerin yerleşimi, yerleşim yerlerinin Kuzey Irak mı? Filistin mi? Duyun-u umumiye borçlarının yaklaşık %80’inin Yahudiler tarafından karşılanıp karşılanmadığı gibi detayların yeniden gün ışığına çıkarılması gereği aşikârdır gibi… Neyse buralar bir okuyucu olmaktan öteye gidemeyen beni çok aşar, tarihçiler ve araştırmacılar ne diyorsa odur diyelim…

Almanya Nazizminin Hitler marifetiyle Yahudilere uyguladığı Jenositten bu kadar etkilenmelerine rağmen bugün kendilerinin Hitler’in ardılı gibi davranıyor olmalarını anlamak mümkün değil… Efendim deniliyor ki, aşırı milliyetçiler, aşırı dindarlar İsrail’in Filistin’deki katliamı planladıkları ve gerçekleştirdikleri dillerimize de pelesenk durumdadır. Ya nasıl olur bir ülke böylesine bir felaket senaryosu yazar ve gerçekleştirir… Nerede insansever Yahudiler, nerede dindar olmayan İsrail vatandaşları, nerede milliyetçi olmayan İsrail vatandaşları diye insanın sorası geliyor da, manasız… Demek ki yok ya da eser miktarda… Demek ki dünyayı savaşseverler, insan yok etmekten keyif alanlar yönetiyor mu diyeceğiz şimdi… İşte bu muhteremlerin, milliyetçilerin, dincilerin, insansevmezlerin yönettiği ülkelerin durumu… Ne diyeyim ki, Allah selamet versin gayri… 

Evet, Filistin direniştir, Filistin İntifadadır, diyorum ya… Osmanlıdan sonra Filistin topraklarını işgal eden ve bilahare de güvenli bir şekilde tıpkı selefi gibi, sanki istemezmiş dubarasıyla, hilesiyle de Yahudilere teslim eden üzerinde güneş batmayan imparatorluğun merkezi İngiltere’dir. İngiltere’nin yancıları, erketeleri kimlerdir, vallahi onların da tamamı bihakkın yüzde yüz yerli ve millidirler…

Bugün Hamas yönetiyor değil mi? Bakın iddia ediyorum yarın olmayacaklar… Yerine daha ehven ve mülayim ve dahi söz dinlerler bulunacaktır… Süreç nasıl çalıştı ve ben bu süreci nasıl okuyorum, evet, önce FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) içindeki gerçek bağımsızlıktan yana olanlar başta da George Habaş’ın lideri olduğu FHKC’si yok Marksistir,  yok devrimcidir,  yok Hıristiyandır numaraları ile önce Suriye karşıdır numarası ve propagandası ile etkisizleştirildi, dışlandı, tasfiye edildi vs. vs… Peki; buna kim izin verdi ya da daha doğru ifade ile kim yol verdi, maalesef Yaser Arafat… Hem de usulsüzlüğe ve haksızlığa elimizde bulunan güç marifeti ile yol verirsek gün gelince bize de bu tatbik edilebilirin zımnen yolunu yapıyoruz demektir diye büyük itiraz koparanlara rağmen bir türlü durmadılar… Tasfiye edilenin tasfiye edileceği gerçeğine kulak tıkayanlar başta da Yaser Arafat olmak üzere herkes zamanla tasfiye edildi… Bu tasfiyenin mimarı, yok Oslo görüşmelerinde çok taviz verdi hatta gereksiz yere Filistin menfaatlerine sırt döndü diyerek FKÖ merkez yürütme kurullarını suçlayarak ortalıkta dolaşan Mahmut Abbas’tır… Şimdi sıra kendisine geldi, maalesef… Filistin devlet başkanı olarak haberlerin bir yerlerine iliştirilmiş olmaktan öte ne rolü görünüyor şimdilerde, kocaman bir hiç… Kimse gak guk etmesin, Filistin yerleşim yerleri yok oldu, yok oldu hem de çok acıdır ki inşaları ile beraber… Nereden mi tahmin ediyorum bu tasfiyelerin olacağını, merak edenler İngiltere’deki Exeter Üniversitesi kuruluş belgesine lütfedip bakarlarsa ve ilaveten bugün İslam dünyasında kimlerin Exeter Üniversitesi lisans, yüksek lisans ya da doktora diplomasına sahip olduklarını tespit ederlerse, analiz kendiliğinden ayna gibi parlamaya başlar… Evet, emperyalizm kötü de insanlar biraz da dönüp kendilerine bakacaklar… Filistin için timsah gözyaşları dökenlerin dönüp dün gözlerini kırpmadan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarına parmak kaldıran seleflerinin miraslarını ret etmeleri kaçınılmazdır. Yoksa tam da burada adama “iştir kişinin ayinesi lafa bakılmaz” sözünü hatırlatırlar…

Evet, gelelim başlıktaki konunun içeriğine, çünkü Filistin’de bu acılar çok uzun yıllardır vardı ve korkarım ki daha çok uzun yıllar yaşanacak… Evet, İngilizler Filistin’in koruyucu meleği rolünü alınca bir taraftan şımarık Yahudileri sırt sıvazlayarak sahaya sürüyorlar bir taraftan da sanki önlerine geçip engelliyormuş numarasına devam ediyorlar. Lakin sözde korudukları Filistin halkı da mahpushanelerde çürütülüyor, kim ki Yahudi yerleşimlerine karşı çıkıyor, direniyor, haydi kodese… Bir tarafı ile dağlardaki Filistinli direnişçilere cesaret ve moral vermek diğer taraftan da mahpushanelere tıkılan direnişçilerin şevk ve morallerini yükseltmek için “ya taleel al-jabal” adında bir şarkı söylerler… Hem de yaygın olarak kadınların söylediği bu şarkı mahpushane duvarları dibine kadar yaklaşıp içeridekilerin duymasını sağlayana kadar söylenirmiş… “direniş kazanacak, gelip sizi kurtaracak” sözleriyle bıkmadan usanmadan… Önceleri İngiltere kuvvetlerini hedef alan bu şarkı işgalin ruhsatını ele geçiren İsraillilere karşı o günden bu güne büyük acılar yaşanarak devamlı söylenmektedir bildiğimiz kadarıyla. İddia edilen o ki, sözlerinin işgal kuvvetleri tarafından tam anlaşılmasını engellemek için yer yer kelime değişiklikleri de yaparak ya da hecelerde oynayarak süregelmiş bu güzel şarkı… Filistin direnişinin şarkılarından biri olan ve bugün artık yepyeni bir form alan bu şarkının sözlerinin bir kısmı ile bitirelim…

Ey gecenin köründe dağa çıkanlar, ey o ateşi yakanlar

Gecenin arasında “Yaman yaman” gecenin köründe ey can

Sizden takı ya da kıyafet istemiyorum

Gecenin arasında "Yaman yaman" gecenin köründe ey can

Sadece içeride mahpus gazel hariç

Gecenin arasında “Yaman yaman” gecenin köründe ey can


Cuma, Aralık 01, 2023

DIE WELLE

Demokratik toplumların dahi otokratik, despotik ve diktatörlüklere karşı otomatik refleksler oluşturamadığını ve otokrasiye kısa sürede ve kolayca teslim olduğunun ispatına dayalı gerçek hayatta gerçekleştirilmiş bir testten hareketle yapılmış “Die Welle” isimli bir film izledim. Hani var ya şimdilerde her ülkede eser miktarda bulunup “yok canım bizde olmaz” deyiciler, vallahi tam da onlara… Bunun üstüne yazarlar da yazarlar, konuşurlar da konuşurlar… Bu sosyal testin ilk izlerini daha önce bir yazımda bahsettiğim ve insanların otorite karşısında, kendileri fikri ve ahlaki olarak katılmasalar, ret etseler dahi itaate yatkınlıklarının ortaya çıkarılmasını konu alan “Milgram testi” detaylarını okurken keşfetmiştim. Milgram testi de, çok ıstırap verici, yaralayıcı bir test olmakla birlikte vicdani değerler ile harici etki ve motivasyonların kökleri ve şekillenişleri üstüne önemli bir teori oluşturmuştur. Mezkûr filme de konu olan sosyal etki ve itaat etme testi çerçevesinde alınan sonuçlara bakılınca insanın tüyleri diken diken oluyor, emin olun…

Die Welle filminin konusunu oluşturan “sosyal test” aslında ABD’de 1967 yılında gerçekleştirilmiş ve sonuçları bakımından tartışmalı ve korkunç diye nitelenen testler arasında bulunmaktadır. Testin karşısında olanların en önemli eleştirisi, daha lise ikinci sınıfa giden öğrenciler üstünde ve ne yazık ki onların bilgisi dışında gerçekleştirilmiş olmasıdır. 1967 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki bir lisede “Karşılaştırmalı Çağdaş Dünya Tarihi” dersine giren bir öğretmen tarafından gerçekleştirilen test, bir haftalık planlanmış olmasına rağmen yalnızca dört gün sürmüştür. Öğretmen ise bu teste karar verdiğinde henüz öğretmenlik kariyerinin başındaydı ve idealist birisiydi. Testin amacı ise şu soruya cevap bulmak üzerine idi, “Alman halkı II. Dünya Savaşı’nda Hitler’in liderliğinde gerçekleştirilen Yahudi soykırımına nasıl izin verebildi ve göz yumabildi?” Öğretmen, en eğitimli ve en demokratik toplumların bireylerinin bile faşizan eğilimler ya da davranışlar gösterebileceğini öne sürer, bunu da insanlara anlatmak yerine göstermek yolunu tercih eder ve bu nedenle bu testi yapmaya karar verir. 

Film ise; Almanya’da bir lisede geçer. Öğretmenin, bir hafta sürmesini planladığını açıkladığı proje çalışmasında ise “anarşi” dersini vermek arzusunun hilafına, kendisine “otokrasi” dersi verilmesi üzerine mezkûr testi yapmaya karar vermesini konu alır. Öğrencileri tarafından ziyadesiyle sevilen öğretmen, farklı etnik, kültür ve sosyal katmanlardan gelen öğrencilerden oluşan bir sınıfta, “yönetim şekilleri veya ideolojileri” başlığı altında otokrasi konusunu işlemektedir. Başlangıçta, esasen ne öğretmen ne de öğrenciler ders konusuna karşı yeterince istekli değillerdir. Öğretmen “otokrasi”  kavramı denilince öğrencilerin ne anladığını sorar, öğrenciler son derece gayri ciddi yaklaşımlar göstererek soruyu cevaplandırırlar. Öğretmen, otokrasi üzerine öğrencilerinden aldığı bu olumsuz görüşlerin, karşı çıkışların olumlu hale nasıl dönüştürülebileceği ve örgütlü destek haline nasıl getirileceği konusunda bir test yapmak ister. Kafasındaki bu testin uygulanmasını adım adım tatbikata koyar. Nihayetinde, Hitler tecrübesinden sonra toplumda baskıcı bir yönetim altında yaşamanın kolay kabullenilmeyeceği, toplum için genel manada otokrasinin, diktatörlüğün kabul görmesinin mümkün olamayacağı gibi öğrenci karşı çıkışları karşısında öğrenciler arasında kısa sürede karşılıklı gruplaşmalar, fikir ve davranış ayrılıkları oluşur. Öğretmen bu karşı duruşun yıkılabilmesi için her yola başvurur, kimilerini güzellikle, kimilerini seçtikleri bu projeden geçer not alamayacakları yönünde korkutarak, tehdit ederek, kimilerini de bir haftalık bir periyotta telkin ve yönlendirme yolu ile ikna ederek projede aktif hale getirir. Bir taraftan bu karşı duruşun isabetli bir analizi ile insanlara tespit edilen ortak amaç ve hedeflere yönelik nasıl liderlik yapılabileceği diğer taraftan da bu tespit edilen umdelerin insanlar tarafından kabullenilmesi için onların üzerinde nasıl güç kullanılması gerektiğinin tespiti yapılmaktadır. Maksat sübuta erer, öğretmen Nazizm ve benzeri despot yönetimlerin toplumların içinde neden ve nasıl serpildiği ve geliştiği konusundaki iddialarını bu test vasıtasıyla ispatlar.    

Grup içinde dayanışma ve işbirliğini sağlayabilmek adına, evvelemirde bir grup kurmak iradesini oluşturmak,  lider belirlemek, ortak hareket etmek gibi mezkûr yönetimlerin ilk emarelerinin tesis edilmesi kaçınılmazdır. Behemehâl bir grup adı gerekir, gruba “Dalga” adı verilir, giyimde tek tipe dönülmesi şarttır, herkes beyaz gömlek giyecektir, grubun bir amblemi olmalı, o da bulunur, grubun selamlaşma için de bir ortak davranış belirlemesi kararı çıkar, sağ ellerin göğüs hizasında ve yatay olarak zikzak çizerek dalga hareketi yapması temin edilir. Grup olmanın temel dinamiği olacak, grup içindekilerin birbirlerinden farklı olunmasının önüne geçilir, temin edilen bu fizik benzerliklerin yanına acilen farklı düşünme ve davranışların yok edilmesi temin edilir, giderek farklı ve muhalif olanlara hoşgörü göstermeye son verilir, kendilerinden olmayanlara baştaki acımasız dışlayıcı bilahare de acımasız cezalandırıcı olma fazına geçilir. Artık baştaki lakayt öğrenci tavırları yerine disiplinli ve örgütlü davranış ikame edilmiştir, grubun içinde kendilerine katılmayan 2 öğrencinin sürekli eleştiri ve telkinleri ise grup üyelerinin bir kulağından girer diğer kulağından çıkar hale gelmiştir. Grup lideri rolündeki öğretmen testin geldiği noktanın artık rahatsızlık verici olmasına şahit olmuştur ve tam bu sırada öğretmenin karısı da bu sebeple kendisini terk eder ve işte öğretmende ilk farkındalık tam da o noktada oluşur. Yapılan değerlendirmeler neticesinde gelen yorumlardan ve grup dışı eleştirilerden öğrencilerin “Dalgaya” kendilerini ne kadar kaptırdıklarının farkına da varan öğretmen testi nihayetlendirmeye karar verir. Bu maksatla düzenlenen kapalı toplantıda öğretmen son bir test daha gerçekleştirmek ister, grup üyelerinden birini kurgulanmış bir çıkış ile hain ilan eder ve grubun bu haini cezalandırmasını ister. Öğretmen cezalandırılma konusundaki arzu ve acımasızlığı gördüğü için artık projenin sonuna gelindiğini ilan eder lakin insanların tıpkı Hitler dönemindeki gibi nasıl birer canavara dönüştüklerine şahitlik ederken geç kaldığının da farkına varır. Artık gerçekten çok geçtir, projenin sonlandığı ilan edildiği anda öğrencilerden birisi grubun dağılması kararını kabullenemez ve tanımaz, silahını çeker hain diye nitelenen öğrenciyi öldürür ve kendisi de intihar eder. Öğretmen tutuklanır, öğrencilerin büyük bölümü şok içindedir, diğer öğretmenler adeta donmuşlardır yaşananlar karşısında…

Evet, gerçek bir vakanın filmleştirildiği mezkûr filmi izlerken, hani bir tarafta bir grup organize olurken diğer tarafta da yaşananları görmezden gelenlerin halini, haydi biraz insaflı davranıp korkularından ses çıkarmayanların halini de ünlü tiyatro ustası, yazar Ferhan Şensoy’un Orta Oyuncularının Beyoğlu’nda bir oyun sonrası Nazi asker elbiseleri ile caddeye çıkıp, “kimlik bitte” testi ile kayıt altına almasını da hatırlayınca dünyanın nereye gittiği konusunda ciddi kaygılar duymaya başladım…

Cumartesi, Kasım 25, 2023

GRİVAS

Günümüzde artan bir şekilde farklı farklı ülkelerde “sağcı hükümetler” işbaşına gelmekte bunda özenilecek hikmet ve himmet bulan “sosyal demokrat” hükümetler de sağcılaşmaktadırlar, ne yazık ki… Başlıkta adı geçen kişi gibi güvenlik kuvvetleri içinden seçilen ve özel görevlendirilen yeri gelince darbe, yeri gelince katliam yapmaya hazır ve amade adeta çete liderleri de itinayla yaratılır. Bilenlere değil lakin bilmeyenlere bu muhteremin hayatını birkaç cümle ile özetleyip, ne menem insandır tespitiyle benzerlerini tekraren yâd edelim.

Grivas, Kıbrıs doğumlu olup Yunanistan’a giderek asker olmuş, sonra Yunanistan dışındaki çeşitli ülkelerde çok çeşitli disiplinlerde mezkûr amaca matuf adeta şimdilerde de ziyadesiyle moda olan deyimle “eğit – donat” kurslarında “potini ve kepi arasına sıkıştırılmış karnı da bulgur ile doldurulmuş” olarak adeta yeniden tanzim ve tahkim edilmiş ve ortalığa salıverilmiştir. Biz nerelerde görürüz bu çete liderini, Yunanistan’ın Canım Yurdumu işgalinde genç bir subay olarak, Nazi Almanya’sının Yunanistan’ı işgali sırasında Nazi İşbirlikçisi olarak bilinen X örgütünün kurucusu, Yunanistan’daki faşist askeri cunta görevlendirmesiyle de Kıbrıs’ın bir askeri darbe marifeti ile adanın külliyen Yunanistan’a bağlanması faaliyetleri içinde… Okuyanlar için bu yazdıklarımın ne kadar belgelendirilmiş iddialar olduğunu söylemeye gerek yoktur.

 X örgütü bilahare resmi ordunun bir parçası haline getirilmiştir, peki kurulan paramiliter örgütlerin resmi ordunun bir parçası haline getirildiğine en son nerede tanık oluruz, Ukrayna’da şüphesiz. Ukrayna’da nazi işbirlikçisi Banderas’ın adına ithafen kurulan paramiliter “sektör prava” Zelenski döneminde alınan bir karar ile “azak taburları” adı ile resmi ordunun bir parçası haline getirilip ülkenin doğusundaki Rus kökenli vatandaşların katline ve sürgüne gönderilmesine memur edilmiştir. Grivas’ın X örgütü de Nazi işbirlikçisi olarak Yunanistan’da “kurtuluş savaşı” veren ELAS örgütünün güçlerine erketelik ve tetikçilik yaptığı sır değildir. Ve şüphesiz ki tüm bu örgütlerin arkasında, politik ve askeri lojistik desteği veren önceleri İngiltere ve sonraları kapitalist dünya liderliğini ele geçirmiş ABD bulunmaktadır. Bu konuda sayısız tanık ve kanıt bulunmaktadır…

“KAPETANIOS Yunan iç savaşı” adlı kitapta; “Yeni Zelandalı bir kaç gün sonra İsveç Elçiliği’nde düzenlenen gizli bir randevuya katıldı. Bunu Atina Belediye Başkanı Angelos Georgatos’un Klisthenous Caddesi’ndeki evinde yapılan bir başka toplantı izledi. Diğer bir İngiliz subayı, her iki toplantıda da, güvenlik müfrezelerinin temsilcileriyle, Bourdaras'a bağlı Özel Polis Şubesi görevlileriyle, General Grivas’ın örgütünün temsilcileriyle ve EDES’in, Zervas’ın asla reddetmediği İşbirlikçi ve ayrılıkçı Atina kanadının üyeleriyle birlikte hazır bulundu. Üniformaları içinde bir gestapo subayı Almanları temsil ediyordu.” Neymiş, Yeni Zelandalı, İngiliz Subayları, Grivas’ın X örgütü temsilcileri, Nazi Almanya’sının faşist subayları Yunanistan’ın geleceği üstüne toplantı yapabiliyorlarmış… İngiltere’nin ve ABD’nin savaşa dâhil olmakta neden geciktiklerinin sebeplerini anlatmaya gerek yoktur sanırım… Vs. vs.

Diğer taraftan; Nazi Partisinin ilk üyelerinden olup Hitler’in de bir dönem Balkan Ülkeleri özel elçiliği ve temsilciliği görevinde bulunan Hermann Neubacher orijinal adı “Sonderauftrag Südost, 1940-45” Türkçesi “Güneydoğu Özel Misyonu, 1940-45” adlı anılarını anlattığı kitabında, İngiltere Subaylarının getirdiği önerileri şöyle anlatmaktadır; “Bu savaş, Müttefiklerin ve Alman güçlerinin Bolşevizm’e karşı ortak bir mücadelesiyle son bulmalıdır. Bu, henüz Majestelerinin Hükümeti’nin ve Ortadoğu Karargâhının resmi görüşleri değildir, bununla birlikte, Ortadoğu Karargâhında görevli pek çok önemli subay tarafından benimsenen bir görüştür. Bu subaylar, komünist sızmanın bütün Akdeniz Bölgesi için ciddi bir tehdit oluşturduğunu açık biçimde görmekte ve kendi bakış açılarının yakında Resmi İngiliz tavrı haline geleceğini düşünmektedirler. Yunanistan’daki komünist partizanların, hala, silah ve para biçiminde İngiliz desteği almakta oldukları (gerçekte ELAS Ekim sonundan itibaren İngiliz yardımı almadı) esefle kaydedilmektedir; antikomünist gruplara denizaltıyla silah göndermek suretiyle bu durumu düzeltmek mümkün olabilir. Almanlar bu mesele üzerinde daha fazla düşünmelidirler! Almanlar bu konuda resmi görüşmeler yapmaya hazırlar mı?

X adı ile mezkûr Grivas tarafından organize edilen paramiliter grup Yunanistan’ın Nazi Almanya’sı tarafından askeri olarak teçhiz edilmiş malum amaçlarına matuf yeterince kullanılmış sonra da şeklen dağıtılmıştır. Lakin aynı örgüt bilahare yine aynı kişi tarafından gizliden kullanılarak uzun seneler boyunca “komünist avı” yaptırılmıştır. Dahası da 1967 tarihinde Yunanistan “Albaylar Cuntası” tarafından yapılan askeri faşist darbenin de sokaklardaki gölge örgütü olmaya devam etmiştir. Yine bilindiği üzere Yunanistan Cuntacılarının hazırladığı yeni anayasanın halk oylamasında elde edilen %92’lik evet oyu için ciddi yeraltı faaliyeti yürütmüştür. Şimdi denilebilir ki, “aaa biz %92’i bir yerlerden biliyoruz”… Evet, aynen Canım Yurduma giydirilen adeta bir deli gömleği olan 12 Eylül anayasası da %92 evet oyu almış idi…

Aynı muhterem, Kıbrıs’ta da paramiliter bir örgüt organize ediyor, meşhur ENOSSİS maksadına matuf… Esasen kuruyor demek de doğru olamaz, kurdurtuluyor demek daha doğru… Kıbrıs’ta  “anavatan ile birleşme” çabaları sonucu binlerce insan bu paramiliter güçler tarafından kahpece katledildi, sözde İngiltere ve ABD tüm bu olanlara karşı idi, vs vs… “KAPETANIOS Yunan iç savaşı” adlı kitapta yer alan bir söz ile sonuca gelelim; “Yunanistan ve Birleşik Devletler arasında yapılan bir askeri anlaşmayla Yunanistan topraklarındaki Amerikan güçlerinin varlığı kurumsallaştırıldı.” Nokta… Bir nokta da Canım Yurdum için…

Grivas, kullanışlı ve bu uğurda teçhiz edilmiş bir çete reisidir. Doğduğu yer ve askeri faaliyetleri itibari ile benzer akranlarına tur bindirmiş birisidir lakin devamı manasında benzerlerinin de bir sonu gelmiyor da gelmiyor… Galiba toprak mümbit… Ne diyelim.

Görüldüğü üzere, daha başka yüzlerce konu üstünde benzerlikleri ayyuka çıkmış darbe, politik kaos, cinayetlerin hepsi tesadüf olamaz, zaten tesadüf de değil… Çünkü senarist ve yönetmen aynı olunca, memleket ve etnik yapı farkı gözetmeden aynı film yeniden yeniden çevriliyor.


Perşembe, Kasım 16, 2023

NAZİ İŞGALİ, İNGİLİZ, AMERİKA EMPERYALİZMİ ve YUNANİSTAN


“KAPETANIOS Yunan iç savaşı” adlı kitabı okudum… Kitap, gerçek adı Thanasis Klaras olan ve ELAS komutanı (kapetanios) Aris’in mücadelesini ve hayatının hazin nihayetlenmesini, ihanet, satılmışlık, birliktelik, kahramanlık ve bağımsızlık uğruna ölümün göze alınmasını arka planında tutarak aktarmaktadır.  Kapetan’ın takma adı doğduğu yer olan Velouchi dağlarından ve savaş tanrısı Aris ya da Ares’ten gelmektedir, Aris Velouchiotis. Aris, 1942 yılında Yunanistan’ın, Almanya, İtalya ve Bulgaristan kuvvetlerince işgal edilmesi üzerine; “Yurtseverler! Ben, Topçu Albayı Aris Velouchiotis. Bugünden itibaren aziz ülkemizi işgal eden güçlere karşı isyan bayrağını yükseltiyorum. Burada bulunan bir avuç adamın binlerce kişilik bir ordu olduğunu göreceğiniz günler yakındır. Biz şimdilik sadece bir çekirdeğiz” diyerek duyurduğu ve başlattığı kurtuluş savaşının öncü unsuru “ELAS’ın” Yunan kelimesinin Yunanca söylenme biçimi “HELLAS’ı” andırır biçimde kuruluşunu ilan eder…   

ELAS; işgalcilere karşı müthiş bir mücadele örgütlemiştir, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bir örgütten sayıları onbinleri bulan bir direniş ordusuna dönüşmüştür. Mücadelenin son derece çetin geçen yıllarında ELAS başta işgalci Almanya kuvvetlerine karşı olmak üzere Bulgaristan ve İtalya kuvvetlerine de özellikle Kuzey Yunanistan’ı deyim yerinde ise dar etmişlerdir. Dönem itibari ile yerli ve tüm yabancı Almanseverler durumu gizleyebilmek adına kırk bin takla atıp duruyorlardı. Esasen ilk direniş nüvelerini KKE (Yunanistan Komünist Partisi) örgütlüyor olsa da önderliğini yaptığı cephenin (EAM) içindeki en önemli bileşeni de eski subayların, köylü önderlerin, Andarte denilen çetecilerin kahraman komutan ve önder Aris Velouchiotis’in başını çekmiş olduğu ELAS’tır. İç savaş şartlarına taa 1770 Mora ayaklanmasından beri bir türlü son veremeyen Yunanistan istikrar arayışına son kez girdiği bu savaştan, ELAS direnişçilerinin davul ve borazan çalarak girdikleri köylerde,

“Tüfeğim omzumda

Şehirlerde, ovalarda ve köylerde

Özgürlüğün yolunu açıyorum” diye başlayan bir özgürlük marşı eşliğinde bir direniş ve özgürlük geleneği oluşturdular ve halkın katıldığı seçimlerle özyönetim yapılarını oluşturdular, askere almaları gerçekleştirdiler, vergi topladılar, yerel halk iktidarlarını oluşturdular (laokratia), bir manada da sonradan asri ve güçlü Yunanistan demokrasisinin temellerini attılar.

Bu gelişmeler, Yunanistan’ın, her daim kâh kendi eğitip gönderdikleri muhteremleri yönetimin başına koyarak kâh sinsice planlarla destekledikleri ekipleri başa getirerek, kaderini tayin eden İngiltere ve yerli İngilizlerin hiç hoşuna gitmemektedir. Mısır Kahire’de organize olmuş komutanlık karargâhı marifet ve delaleti ile fırıldakları çevirmeye başlamışlardır. Daha önceleri birkaç yazımda da bahsettiğim üzere Ege Adaları üzerinden Canım Yurduma sığınan Yunanlılar içinden münasip görülen kişiler, Ege Sahil Kasabalarının kodamanlarına güya armatörlermiş görüntüsü altında gemiler satın aldırtılarak Mısır’a gemiler dolusu bilahare de her biri birer ajan, birer asker ve gerilla olacak bu insanları kaçırmışlardır. Diğer taraftan ellerindeki silah ve para gücünü kullanarak Yunanistan Kurtuluş Cephesi (EAM) bileşenleri içinden ittifaklar buldular, silahlandırdılar, salt diğer bileşenlere üstünlük temin edip liderliği bozmak ve bilahare de ittifakları marifetiyle “Cepheyi “ele geçirmek üzere ellerinden gelen her türlü hinliği ve cinliği yaptılar. “Yeterince paranız ve gücünüz varsa yeterince hain yaratabilirsiniz” düsturu bir kez daha devreye giriyor maalesef. Aynı dönemde SSCB’de yürütülen “Barbarossa Harekâtında da” işler tersine dönmüştür, SSCB Almanya’yı geriye sürmeye başlamıştır. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri bir taraftan kendilerince “nihai düşman” sosyalist rejim tesis etmiş SSCB’nin yeterince güçsüzleşmesini bekleyerek ve dahi bu maksatla da ayak sürüyerek eften püften bahaneler ile savaşa katılmayı geciktiriyor lakin SSCB ile de çaktırmadan da paylaşım planları üstünde çalışıyorlardı. Maalesef Stalin liderliğindeki SSCB Yunanistan’da kurtuluş mücadelesi veren gruplara sözünü verdiği yardımların çok azını yaparak tıpkı İspanya’daki gibi onları yalnız bırakmış ve İngiltere de Yunanistan’daki yerli ve milli ortakları marifetiyle dengeleri değiştirip, deyim yerinde ise ipleri eline geçirmiştir. Bu arada olan Yunanistan’a oluyor, yaklaşık 7.000.000 nüfusu olan Yunanistan nüfusunun yaklaşık %10’unu yani yaklaşık 700.000 insanını kaybediyor. Büyük devletlerin “aslansın, kaplansın” numarası ile insanlar birbirlerini boğazladılar, maalesef…

İngiltere ve lideri Churchill, Yunanistan’da Yorgo Papandreu’yu binbir hile ve desise ile kurulan ilk meşru hükümette önemli konuma getirdi. Aynı zamanda İngiltere işbirlikçisi “ölüm mangaları” komutanı Grivas’ı bu çetelerin elebaşısı tayin ettirdi. Evet, bu katil sürülerinin başındaki Grivas X taburları ile sahnededir, netekim. Peki, biz nereden tanırız bu katil sürülerinin başı Grivas’ı, Canım Yurdumun Kurtuluş Savaşında işgalci Yunanistan kuvvetlerinin bir subayı olarak İzmir’de, işgal ilerleyince de taaa Sakarya önlerinde… Peki, başka nerede görürüz biz bu çete elebaşısını, Yavru Vatan Kıbrıs’ta görürüz, şüphesiz. Bu faşist katil Anadolu’da, Kıbrıs’ta hep İngiltere çıkarlarını koruma ordusu komutanıdır. Peki, bu sadece Türkiye düşmanı mıdır? Zinhar, bu kendi ülkesinde de yürütülen iç savaşta yine baş katil rolündedir. Diğer taraftan, “Yunanistan ve Birleşik Devletler arasında yapılan bir askeri anlaşmayla Yunanistan topraklarındaki Amerikan güçlerinin varlığı kurumsallaştırıldı.” diye not düşen ve durum özeti yapan kitaba fazlaca giremedik.

Kapetanios’lardan biri de, tıpkı Türkiye Kurtuluş Savaşında Trakya cephesinde direnişçi olan babası gibi direnişçi bir ruha sahip Mihri Belli’dir. Yunanistan iç savaşında güncel manada tabur komutanlığı gibi bir makama tekabül eden bir rütbeyle enternasyonal bir dayanışma ruhu mucibince “Kapetan Kemal” kod adı ile birkaç kez yaralanmasına rağmen tedavisini müteakip direnişe aralıksız katkı sunmaya devam etmiştir. Tıpkı çok sonraları İsrail’in Filistin üstüne terör estirmesine direnen Filistin halkına destek veren Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi… Sevelim, sevmeyelim lakin haklarını teslim edelim o dönemde de bu dönemde de moda olduğu üzere ve deyim yerinde ise “çene suyuna pilav” yapmak yerine canlarını ortaya koyarak direnişe katılmışlardır.

Dünyanın her tarafına aynı anda aynı duyarlılıkla bakabilme kabiliyetinin zirvesi olan usta şair Nazım Hikmet ile bitirelim.

Yarısı burdaysa kalbimin

Yarısı Çin'dedir, doktor.

Sarınehre doğru akan

Ordunun içindedir.

Sonra, her şafak vakti, doktor,

Her şafak vakti kalbim

Yunanistan'da kurşuna diziliyor.

Sonra, bizim burda mahkûmlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince

Kalbim Çamlıca'da bir harap konaktadır

Her gece, doktor.

Sonra, şu on yıldan bu yana

Benim fakir milletime ikrâm edebildiğim

Bir tek elmam var elimde, doktor,

Bir kırmızı elma:

Kalbim...

Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,

İşte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden

Bende bu angina pektoris..

Pazar, Kasım 12, 2023

ÇEŞME GÜMRÜK ve EŞYA TAŞIYICILARI

Çeşme’nin “karakter mesleklerinden” biri de “Gümrük Taşımacılığı” idi, bilenler gayet iyi bilirler. Bu meslek ne yazık ki bu mesleği icra edenlerin ebediyete intikalleri ile nihayetlenmiş ve artık unutulmuş durumdadır. Bilmeyenler için de kısa bir özet yapayım. Şüphesiz benim yazacaklarımdan fazlası ya da eksisi vardır lakin ben daha fazlasını bilmiyorum ve bildiklerimle iktifa edeceğim. Şüphesiz diyorum çünkü yine Çeşme’nin karakter binalarından sayılan ve benim en son “balık mezat yeri” olarak kullanıldığını duyduğum en eski Gümrük Binası ki şimdi yerinde sahilde “İsmet ve Mevhibe İnönü Heykelinin” bulunduğu alanda idi ve bilahare de yine karakter bina sayılacak ve maalesef yine yıkılarak yok edilen Çeşme Kalesinin önündeki 4 adet taş binadan birisi gümrük binası olarak kullanılmakta idi. Zaman zaman iki ülke arasındaki gereksiz ve maalesef ki karşılıklı iç politik mülahazalar gereği köpürtülen Türk – Yunan gerginliği dönemlerinde yavaşlasa ya da dursa dahi her daim az ya da çok yolcu taşımacılığı geçici dönemler harici hiç inkıtaya uğramamıştır. Az ya da çok bu devamlılığın bir de yasal prosedürlerinin tekâmülü açısından organizasyon gereklidir. Şimdiki mükemmele yakın organize olmuş alan ve ekiplerin eskiden olmadığını şimdi anlatacağım hikaye ile görüp ya nostalji yapıp hayıflanacak ya da bugünkü duruma şükredip alkışlayacaksınız… Şimdilerde bilet teminini müteakip, check-in işlemleri, güvenlik kontrolleri, gümrük kontrolleri, pasaport kontrollerinin ardışık ve aynı alanda yapılıyor olması bugünlere has işlerdir… Çeşme’nin eski hali ise, Gümrük Binası en son şimdiki Emniyet Müdürlüğünün deniz kenarına bakan yarısında yürütülür, Feribotlar ise şimdiki Askerlik Şubesinin ana giriş kapısının tam karşısında bizim “Küçük İskele” dediğimiz taş dolgu beton kaplama iskeleye bağlanırdı… Gümrük işlemlerinin yapıldığı yer ile Feribotlara yükleneceği yer arası yaklaşık 500 mt.lik bir mesafe demekti. Oysa Gümrük Binası diye tahsis edilen yer hemen bizlerin “NATO İskelesi” diye bildiğimiz "Büyük İskele" yanında bulunmakta olsa da bu iskele neden kullanılmaz idi, bilemiyorum. Çok muhtemel ki NATO İskelesinin denizdeki dalga ve soluganlardan ziyadesiyle etkilenmesi sebebi ile bu iş için münasip görülmemesi tercihte etkilidir. Gerçi bilahare hemen Gümrük Binasının arkasına bir iskele daha yapılmış ve bir sürede orası kullanılmış ve daha düzenli bir gümrükleme ve pasaport işlemleri hizmeti verilebilmiş idi… Esasen da kural olarak da bu işlemlerin dışarı ile irtibatsız ve temassız bir biçimde ve hızlı halledilmesi gerekmektedir. Lakin mezkûr devir hem zamanın hem de insanın bol olduğu devirdir. Ve nedense net hatırladığım bir şey söz konusudur, özellikle gümrük işlemlerinde, insanların tüm bavul ve çantaları itina ile ve tek tek açılarak ve zaman zaman gömlek, don ve fanila tefrikinden azade tek tek kontrol edilirdi… Şimdiki gibi, eğitilmiş köpekler, gelişmiş xray cihazları ve dahi termal aletler bilinmiyor idi… Tek usul de “vatandaşa da güvenilmez” saikı ile elden geçirme suretiyle itina edilerek, dikkat kesilerek kontroller tamamlanır idi. 

Şüphesiz başkaları da vardı lakin benim yegâne hatırladığım Gümrük Memurlarımız, halen adları zikredildikçe insanların hayır ile hatırladıkları ve Fikrîye Halamın kızları olan Saadet Uzgur Ve Şükran Uzgur ablalarımızdı. Ailenin yaş dağılımını ve büyüklüğünü ve kapsama alan genişliğini anlatması bakımından benim sülale önemli bir örnektir. Mesela Halamın Kızları dediğim ve abla diye de hitap edip ellerini öptüğüm Saadet ve Şükran Ablalar babamdan daha büyük idiler… Dedem merhum Hacı Mehmet Ağa birkaç kez evlenmiş olmasına rağmen mütemadiyen tek eşli kalmayı becermiş birisi imiş. Diğer taraftan babamdan büyük bir dolu da amcaoğullarım var idi…  

Neyse konumuza ricat; şimdiki Emniyet Müdürlüğünün deniz kenarındaki yarısında gümrüklenen çantalar sahiplerine verilemez tabii ki, yükleme yapılacak feribotta yaklaşık 500 mt mesafede, devlet bu işi üslenmiş ücreti ve dahi gerekli masraflarını karşıladığı benim bildiğim 4 kişilik bir taşıma müfrezesi kurmuş, Gümrük bu eşyalar mutemet 4 kişilik ekip tarafından bir şekilde feribota kadar yaz kış demeden soğuk sıcak demeden yağmur çamur demeden taşınmış. Yahu haydi anladık NATO İskelesinin kullanmayışınızı bir araç tahsis etsenize, değil mi? Yok böyle de olmaz, motorlu taşıt tahsis edilmez lakin bir at arabası ya da birkaç el arabası da tahsis edilmez. Peki, tüm bunların yanında temininde hiç zorluk çekilmeyen tek kaynak “işçi”… Tahsis edersin 4 kişi bunlar sırtına, koltuk altına, eline kuvvet tarzı taşıma yöntemi ile mezkûr işleri deruhte ederler…

Bu büyüklerimizin bir kısmının ki isimleri ve lakapları bende saklı olmak kaydı ile yaptıkları işi fazlaca anlatmaktan ve aktarmaktan hoşlanmadıklarını biliyor olmam nedeniyle yaz(a)mıyorum.  Bunlar devlete nasıl bir iş rejimi ile bağlı idiler bilmiyorum lakin gümrükteki bu taşıma işleri dışında da işleri olduğu hatırlıyorum. Mesela bir abimiz harika “tava ciğer” yapar ve sabah kahvaltısında çeyrek ya da yarım ekmek arası yemeye doyum olmazdı. Karışık yapılmaz sadece ciğer güzel soyulmuş ve temizlenmiş ve de mükemmel incecik kesilmiş vaziyette kısa sürede iyice kızmış yağda çevrilir ekmek arasına konularak servis edilirdi. Çay ve üstüne de su mükemmel yakışırdı. Şimdilerde artık kendini yakınlarda emekli etmiş Tatayi (Tatai) Mehmet bu işin efsanelerinden olup, halen devam başkaları da vardır.  

Bu büyüklerimiz gerek devlet nezdinde gerekse de Çeşmeliler ve diğer tanıdıkları nezdinde her biri adeta birer “mutemet” kişi olup, enteresan hikâyeler vardır kendileri ile ilgili… Bunlardan birisi; Sakız Adasından Feribot Afrodit’in sahiplerinden Stamatis’ten, dostumuz “Çeşmesever Hüsnü Karaman” tarafından aktarılır ki bana göre muhteşemdir. Bir gün Stamatis karaya çıkarken Yakup Abi ile hal hatır sorarken, Stamatis işlerinin çok kötü olduğunu söyler, karşılıklı bu minvaldeki muhabbetten sonra ayrılır ikili, akşamüzeri Stamatis Sakız’a dönüş için feribota girerken, Yakup Abi yanına yaklaşır ve gazete kâğıdı içine güzelce sarılmış o gün bankadan çekilen bir miktar para getirmiştir. Bunu gören Stamatis çok duygulanır, gerçekte böyle bir ihtiyaç yok iken bir şaka denemesi neticesi imrenilir bu hareket karşısında, gözleri dolar… Stamatis Yakup Abiyi “her gümrüğün bir Yakup’u olmalı” diye her daim anmıştır sonraki her konu açıldığında…

Çarşamba, Kasım 01, 2023

GÜNEŞ KARABUDA; ÇEŞME’DE BEYNELMİLEL BİR BELGESELCİ

Güneş Karabuda’yı ilk gördüğüm yer Çeşme Ertan Oteli önüdür. Sene muhtemelen 1974 ya da 1975 idi. Çeşme’nin İsveçliler tarafından deyim yerinde ise gerçek manada “yabancı turizm” ile tanıştırıldığı zamanlar. Yıldız bir turizm acentesi var idi. Benim açımdan olmamakla birlikte kabul görmüş turizm acente kuralları ve uygulamaları açısından, “Vingresor”, genellikle İsveç, Norveç ve Danimarka gibi kuzey ülkelerinden tur düzenliyor ve dönem itibari ile anlaşmalı olduğu “Altın Yunus Otelini” ve “Ertan Otelini” son derece hareketli ve canlı tutuyordu. İşte bu gerçek manada turizm anlayışı diye kabul edilen bu anlayış sonuç itibari bir hayli Çeşmeli gencin İsveç ve Norveç’e yaşamak ve çalışmak için gitmesine vesile olmuştur. Ben kendi adıma “sosyal demokrasinin altın ülkesi” diye tanıtılan lakin çok da öyle olamadığını sonradan anladığım bu ülkenin insanları vasıtası ile önce sosyal demokrasi ve bilahare de demokrasi kavramları ile hızlıca ve uygulamalı olarak tanışmış oldum. Evet, yazımın konusunu oluşturacak Güneş Karabuda mezkûr yıllarda artık İsveç’e yerleşmiş, Canım Yurdumun sinema ve edebiyatına katkıları da artar bir biçimde oradan devam etmiştir. Bu fasıldan olduğunu zannettiğim yoğun çalışma programları arasında Çeşme’yi ziyaret edip dinleniyor ve tatil yapıyor idi. Tüm tanımışlığım ve görmüşlüğüm de ancak bu düzeydedir, dönem itibari ile… Özellikle de dönemin komik ve komedi sanatçısı Öztürk Serengil ile sıkı temas ve muhabbet içinde oluyor olmasının bizim tarafa yansıması ise bu öteki mahallenin sıkı taraftarı ve destekçisi sanatçı ile irtibatı çok olanın bizim için sıradanlaştığı manasındadır. Lakin azıcık sonra bunun böyle olmadığını, kendisinin çok önemli bir gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film yönetmeni, görüntü yönetmeni ve de yazar olduğunu öğrenince hemen gözümüzdeki değeri ve manası o genç yaşımızın kıvraklığı içinde değişiverdi. Özellikle de dönemin önemli filmlerinden Tunç Okan’ın yönetmen olarak ilk filmi “Otobüs” afişinde kendisinin adını görünce, görüntü yönetmeni Güneş Karabuda ve filmin müzikleri de Zülfü Livaneli’den olunca merak ve ilgimiz artmış oldu. Hele hele de filmin uzun yıllar yasaklı filmler listesinde olması daha da bizi araştırmaya yöneltmiştir. Filmi sonradan da izlemiş birisi olarak hala neden yasaklanmış olduğunu bir türlü anlayamamış idim. Film, İsveç’e bir otobüs kaçak işçi götürülmesi ve İsveç’te hepsinin meydana terk edilmesi, kendi köyü dışında bir yerler görmemiş insanların bu ziyadesiyle modern şehirde yaşadıkları şok, şaşkınlık, çaresizlik hikâyelerini anlatıyor. Bunun nesinden rahatsız oldular zamanın muktedirleri bilemedim. Oysa aynı tarihlerde Şener Şen ve İlyas Salman’ın da “Banker Bilo” adında bir filmi var, hiç sıkıntısız gösterildi, üstelik o filmde insanlar vaatlerin hilafına Türkiye dışına bile çıkarılmamışlardı. Otobüs filminde hiç olmazsa götürülecek yere götürülmüşlerdi. Neden kızıldı, insan kaçakçılığına mı, gariban insanların şaşkınlığına mı, yaşadıkları şoka mı, neden, belli değil, sansürcüler öyle buyurdu, işte… Yoksa kaçakları yolda bırakmak bize daha uygun bir tavır olarak mı görülüp filmler karşısında ikili tavır sergilendi, nedendir bu kabil tavırlar anlayana aşk olsun… Neyse biz konumuza dönelim… 

Güneş Karabuda ve eşi Barbro Karabuda tüm hayatları boyunca hayatı anlamlı kılmanın bu uğurda tarafsız durabilmenin yolunu her daim bulmuş insanlar olarak tarihteki yerlerini almışlar. Öğrendiğim ve anladığım kadarı ile, 60’lı, 79’li ve 80’li yıllarda; dünyadaki neredeyse tüm kurtuluş, özgürlük ve demokrasi mücadelelerine tanıklık edip, tanıklıklarını da tarihe not düşürecek muhteşem röportajlarla belgelendirmişler. Sonradan yerleşilen İsveç’te hatırı sayılır gazeteciler ve seyyahlar olarak İsveç Televizyonu adına Şili’yi 2 yıl boyunca yerleşerek izlemişler, Castro’lu Küba’ya, Allende’li Şili’ye, ABD Emperyalizmi markalı Endonezya katliamına, 68’in Paris’ine kadar siyasal ve sosyal olayların takibi ile Afrika Kalahari Çölü ve Amazon Ormanları başta olmak üzere yüzlerce yer gezilmiş, fotoğraflanmış, belgesel filmi haline getirilmiş, vs. vs… Kocaman, verimli, anlamlı ve ahlaklı bir hayat, ne mutlu onlara ve takipçilerine ve dahi yakınlarına…


Kanlı Pazar provokatörü ve organizatörü diye bilinen ünlü yazar Mehmet Şevket Eygi’nin 31.10.1967 tarihli Bugün Gazetesindeki köşesinde komünistlere hıncını kusarken; “artık Müslümanlara düşen vazife uyanık ve hazırlıklı olmaktır. Önümüzde taze ve ümit verici bir örnek vardır; Endonezya’daki komünist kıyımı; Yüzbinlerce komünist öldürüldü. Karada vahşi hayvanlar, denizde balıklar insan etine doydu. Korkunç bir komünist kıyımı oldu, fakat Endonezya kurtuldu.” diyerek ellerini ovuşturup, sıranın kendilerine gelmesi duaları etmektedir. 

Onun umurunda mı, 1.000.000 insan katledilmiş, ölenler insanmış, adamın derdi değil ki, onlar küffar muamelesine tabi tutulmalıdır, katli vaciptir, vahşi hayvanlar ile balıkların insan etine doymuş olmasına öylesine memnun bir görüntüde ki, Allah selamet versin… Allahtan ki dünyada sadece bu kabil herifler yok, insanlar da var, insanın insan tarafından katledilmesine alkış tutmayanlar da var, bunlardan ikisi Barbro ve Güneş Karabuda’dır… Onlar ki insandırlar ve insanın katli karşısında titrer ve itiraz ederler, tüm gördüklerini kameraları ve kayıtları ile tanıklıklar ansiklopedisine not düşerler… Tüm bu insanlık dışı uygulamaları ve gözlemlerini gözlerini budaktan esirgemeden 10 Haziran 1969 tarihli ANT Dergisine aktarırlar. Uzakların ötesinde kitabında da yer alır tüm bu tanıklıklar…

Dünyaca ünlü yazarımız Yaşar Kemal; Güneş Karabuda için bakın ne diyor; “Güneş’i elli yıldır tanırım. Onu önce fotoğrafçı olarak tanıdım, sonra da kameraman... Bu elli yılda Güneş şaşırtıcı bir hızla dünyayı dolaştı, filmler yaptı. Endonezya’da bir milyon kışı öldürülürken Güneş oradaydı. Şili’de Allende öldürülürken o oradaydı. Dhofar gerillaları Arabistan’da çarpışırken Güneş gene oradaydı Güneşin maceraları saymakla bitmez. Güneş elli yıldır dünyanın her yerindeydi. Güneş, Türkiye’de doğmuştu. Ülkesini seviyordu. Dünyanın neresine giderse gitsin onun çantasında bir parça Türkiye mutlaka vardı. O dünyayı, savaşları yıkımları yaşarken ülkesinden de ayrılmıyordu. Her yıl birkaç kez yurduna uğruyor, Türkiye üstüne bir film yapıyor ya da Türkiye üstüne bir kitap yazıyordu. Eşi yazar Barbro ile kendilerini ne kadar sanatlarına, işlerine adamışlarsa o kadar da Türkiye’ye adamışlardı. Kalıbımı basarım ki, Türkiye’nin dünyada tanıtımına onlar kadar çok az kişi yardım etmiştir. Onlar Türkiye için canlarını dişlerine takmış çalışırlarken, bizimkiler onları yargıyla, hapishanelerle, karakolların gözaltılarıyla ödüllendiriyordu...”

Bu vesile ile artık aramızda olmayan ve çok büyük işlere imza atmış bu iki kişiyi saygı ve minnetle yâd ederken, giderek azalan bu kabil koca yürekli insanlara ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu bir kez daha söyleyelim.