Perşembe, Aralık 18, 2025

İVAN DENİSOVİÇ’İN BİR GÜNÜ


1970 yılında, biraz siyasi saik ve Sovyetler Birliği ile yarışma içinde olunması sebebiyle ve dahi rakiplerin yönettiği İsveç merkezli “Norveç Nobel Komitesi” marifeti ile Nobel Edebiyat Ödülü’ne Muhalif Aleksandr Soljenitsin “İvan Denisoviç’in bir günü” adlı eseri ile layık görülmüş. İyi de etmişler diyenler olabilir, lakin tesadüfen midir ki, kadim muhalif 2 Sovyet yazarı ödüle münasip görülür iken mesela muhalif olmasına rağmen Yaşar Kemal görülmez hani ben edebiyatçı değilim lakin Yaşar kemal ile Orhan Pamuk kıyaslaması yapabilecek kadar da kitaptan ve edebiyattan anlarım. Neyse muradım ve meramım edebiyat bilgisi yarıştırmak değil burada… Yıllar sonra mezkûr kitabı yeniden okudum, her kitapsevere hayatlarının farklı devirlerinde birkaç kez okumalarını öneririm. Yeni bir şey öğrenecekleri ya da görebilecekleri manasında bir öneri değil bu, zinhar. Artık görece daha çok şey görmüş ve geçirmiş olarak dünyayı birbirleri içinde kıyaslamak, öyle hamasetin gözleri nasıl at gözlüklerine mahkûm ettiğini anlayabilmek adına… 

Şimdilerde yaygın yürütülen eleştiri ve desteklerin sahipleri, sahip oldukları ideoloji ve seçtikleri taraflara göre pozisyon almaktadırlar… Kimileri Aleksandr Soljenitsin’i Sovyet rejiminin sosyolojisini, psikolojisini, anatomisini çektiği röntgenler marifeti ile oldukça derinlemesine iyi tespit ve tayin etmiş derken, kimileri de iyi yetiştirilmiş bir ajan rolü biçilerek burun kıvrılarak hatta küfredilerek karşılanmıştır. Bana göre mezkûr yazar, ne o kadar bilimsel, ne de bu kadar bilgi ve görgü sahibidir, tüm bu olup bitenler karşısında, ne de hakaret edenlerin dediği gibi vatan hainidir.

Soljenitsin için eldeki bilgilere bakıyoruz, dindar bir aileden gelmesine rağmen henüz genç yaşta Hristiyanlığa olan inancını yitirir ateizmi benimser ve Marksizm–Leninizm ideolojisine sadık kalmaya çalışır. Kendisi de bir subay iken bir başka subayla yaptığı özel yazışmalarda Sovyet rejiminin yıkılması gerektiğine inandığını açıklaması gerekçesiyle “Gulag takımadaları” denilen çalışma kamplarında 8 yıl boyunca mahkûmdur. İşte burada yaşadıkları ve şahitliklerini kitaplarında anlatır.

Kitaptan bir bölüm adeta tüm hayatı özetler, güçlü otorite ile sıradan vatandaş arasındaki ilişki ve sonuçları göz önüne serilir. “Şuhov hakkında “yurda ihanet” suçundan dolayı soruşturma açılmış, bu suçlamayı destekleyecek biçimde ifade vermişti. Evet, yurduna ihanet etmek amacıyla tutsak düşmüştü Şuhov, Alman casusu olarak görevini tamamladığı gün de düşmandan kaçıp yurduna geri dönmüştü. Ama casusluk görevinin cinsini ne kendisi biliyordu, ne de sorgu yargıcı. Soruşturma süresince buna, “casusluk görevi” deyip, geçiştirmişlerdi.

Şuhov iki şıktan birini seçecekti ya ifadenin altını imzalamayacak, bu yüzden de kısa yoldan tahtalıköyü boylayacak ya da imzayı basacak ve bir süre daha postu koruyacaktı. Doğal olarak imzayı attı.

İşin aslı şöyleydi: 1942 yılında kuzeybatı cephesinde düşman onları her yönden kuşatmıştı. Uçaklar yiyecek filan atmıyorlardı. Hoş, bunun için uçak da yoktu ya! Sonunda öyle bir duruma düştüler ki, ölen atların tırnaklarını kesip ıslattılar, günlerce böyle beslenerek hayatta kalabildiler. Ellerinde düşmana sıkacakları tek mermi yoktu. Böyle olunca da Almanlar onları ormanda teker teker, armut toplar gibi topluyordu. Birkaç kişiyle birlikte Almanların elinde kısa bir süre tutsak kalan Şuhov’la arkadaşları, beş kişi bir olup bir gün gizlice kaçtılar. Ormanlardan, bataklıklardan geçip kendi birliklerine katılmaları bir mucizeydi gerçekte. Yalnız iki kişi kaçtıktan kısa süre sonra yaylım ateşinde ölmüşler, birisi de aldığı yaralardan kurtulamamıştı. Sapasağlam dönen iki kişiydiler.

O zaman akıl etseler, ormanda yol bulamayıp kaybolduklarını söylerlerdi, başlarına da bir şey gelmezdi. Ama birliklerine döner dönmez Almanların elinden kaçtıklarını söylemişlerdi. Vay, sen misin tutsak düşen? Vay, sizi orospu çocukları! Kaçanlardan beşi birden dönseler, birbirleriyle yüzleştirince asıl gerçek ortaya çıkardı. Ama iki kişi olunca ağızlarıyla kuş tutsalar kimseyi inandıramamışlardı. Tutsaklık masalıyla herkesi kandıracaklarını sanıyorlardı, puştlar! Hele sizi alçaklar, namussuzlar!”

Şimdi yazar, kronik muhalif olması hasebiyle “konuyu çok abartmış” denilebilir, ya da efendim zaten bu “komünistler böyledir” denilebilir, lakin kampların varlığı inkâr edilemez. Efendim “kamplar, çalışma kamplarıdır” ne yapılabilir ki, suçluları da ıslah etmek gerekir, denilebilir. Şimdi bir bakın etrafınıza tüm dünyada “muhaliflere” reva görülen suçlamalara, en moda olanı “casusluk”, dün de, bugün de modası geçmez… İşte suçlama bu olunca müşterisi de çok oluyor… “Vay puştlar vay”, yazarın yakıştırdığı deyim ile… Hele bu Alman casusluğu hikâyesi tam bir komedi… Peki, bunların günümüzde benzerleri yaşanmıyor mu? ABD’de 1950’li yıllarda kimler, kimler Sovyet casusu diye yargılandı, saymaya kalksak sayfalar dolusu isim yazarız… Bugün Canım Yurdumda olmuyor mu? Mesela, 1990’lı yıllarda askerlik çağına kadar son derece militanca Türk milliyetçisi olan gencin askerlik yaptığı sırada tutsak düşmesinden sonra başına gelenleri, casusluk suçlamasıyla yargılanması, vs. vs… Şüphesiz müşteri çok olunca müstahsil de bu ürünü piyasaya mütemadiyen sürüyor, ne diyelim…

Efendim, “ifade imzalamış ama romanın kahramanı Şuhov” diyenler de olabilir, vallahi 12 Eylül soruşturmalarının bir muhatabı olarak neler yaşadığımızı anlatıyoruz da dinleyenler ağızları açık dinliyorlar… Öyle Kenan Evren ve arkadaşlarının, ABD’nin “ours boys”larının anlattığı hikâyelere bakmayın siz, ifade imzalamayanların yüzlercesi şimdi artık yaşamıyor, on binlercesi artık sağlıklı değil,  on binlerce insan işkencelerden psikolojik hasarlar aldı, sakat kaldı… Emin Çölaşan başta olmak üzere bazı önemli yazar taifesinin gayretkeş tutumları yüzü suyu hürmetine Canım Yurdum insanının %92’si inanmamış mı idi mezkûr masallara? Peki, gerçekler ne imiş, bugün artık herkesin dilinde ve belleğinde değil mi? Öyle Kenan Evren’e “hukuk profesörü” unvanı veren zevatın anlattığı ya da anlatmak istediği gibi değildi, Canım Yurdum… ABD emperyalizmi ve yerli mümessilleri lehine her türlü tenkil ve tedip işleri acımasızca yapıldı…

Sonuçta, dünyada birçok ilk siyasal ve sosyal projelerin gerçekleştiği Sovyetler Birliğinde Stalin’in büyük önderliği göz ardı edilebilir mi, şüphesiz edilemez lakin yaşattığı korkuları da görmezden gelmek mümkün değil… Evet, Stalin’i saygıyla anıyoruz lakin kurduğu kampların bakiyelerini görmüş biri olarak da efendim bunlar yalandır, abartmadır, diyenleri de hoş karşılayamıyorum… Şüphesiz, katıksız ve insafsız Stalin düşmanı Kruşçev’in yarattığı öcüyü de göz ardı etmiyoruz, edemiyoruz… Lakin Sovyet Devriminin ilk günden beri hep bir şekilde ikinci adamı olabilmiş Molotof’un hatıratını ve söyleşilerini de okuyan biri olarak Stalin’e de bu konuda hafifletici sebepler ile cezai indirim tatbikini kabullenemiyorum. Evet, bu kamplar vardı, insanları “muma çevirmek planları” vardı… Lakin burada hemen belirtmek gerekir ki, hiçbir rejim ve ülke, muhalifini hoş karşılamadı, karşılamıyor ve korkarım ki karşılamayacak. Taa ki biz anlatılan masallara müşteri olmaktan vaz geçene kadar…

Moskova’nın göbeğinde “Kommunarka shooting ground” diye bir yer var, rivayet o ki, 10.000. ile 20.000 arasında insan infaz edilmiş… Doğru ya da yanlış, bilmiyorum lakin hani mahkeme kararları ile hem de metazori alınan ifadelere dayalı yargılamalara istinaden yapıldı bu infazlar, peki neden o zaman sayılar doğru düzgün verilmez… Hangi sebeple insanların isimleri tek tek sayılmaz ve yazılmaz… Vs. vs… Diyecek çok şey var, yer sınırlı…



Salı, Aralık 09, 2025

GAZTECİ MAHMUT KARABULUT

 

Mahmut Karabulut, sınıf arkadaşım, acar, cin gibi bakışlı, samimi ve candan biriydi maalesef o da kaybedilenler arasında… Babasının Çeşme GAMEDA bayii olmasından ötürü “Gazteci” lakabını ona layık görmüştük. Gerçek manada ve söylenildiğinde anlaşıldığı gibi değil yani. 


Şimdiki Meydan ile o zamanki meydan, ölçüleri dışında hiç benzemez idi birbirine. Atatürk heykeli Ertan Otel ile şimdiki Kent Belleği Müzesi arasında kalacak şekilde, sırtını Sakız Adasına dönmüş, deniz kenarında bulunmaktaydı. Sanki arkamızdakilerden korkumuz yok önümüzdekilere dikkat etmek gerekir saikiyle, tüm meydanı ve oradaki tüm faaliyetleri gözlüyormuşçasına yerleştirilmiş oldukça heybetli bir kaide üzerinde bir büst… Atatürk büstü, üzerine konan kuşların kirletmelerine karşın şimdi aramızda olmayan değerli Ahmet Sinan ağabeyimizin temizleme faaliyetleri inanılmaz bir şekilde halen hatıralarımdadır. Çeşme meydanına yönelik her seçilmiş belediye başkanının hayalleri vardır. Her birisi kendince düzenleme yapmıştır ve bundan sonra da yapacaklar gibi de görünmektedir. Nasıl olsa bütçe kullanma yetkisi onlarda, hayal onlarda, karar onlarda, sonuç birinin yaptığını beğenmez, “hele ben bir yapayım da görsünler” edasıyla her biri kolları sıvar, bütçeyi dinamik tutar, vs. vs. Mesela, hiç birisi yahu bir yarışma açalım, projeler, hayaller yarışsın, ikili bir seçim ile makul bir süre içinde proje seçimi yapılsın, hem bağımsız bir seçici kurul hem de hemşehriler karar versin demez… Neyse bu kabil yaklaşımlar bu yazının konusu dışındadır, kifayet-i tefekkür…

Gazete bayii doğru hatırlıyorsam sekizgen köşeli bir plan kesitinde ahşaptan mamul sekiz tarafının da cam pencereleri bulunmaktaydı. Şimdiki Ziraat Bankasının tarafından Tekke Plajına doğru ilerleyen yol tarafına bakan küçük bir pencereden para uzatılır, alınacak gazete istenir, varsa para üstü alınırdı. Mezkûr pencerenin hemen önünde, güzel havalarda gazetelerin katlanarak sıralandığı bir raf vardı, bazen bu raf kioskun içinden dışarıyı seyretmek isteyenin, başını dışarı çıkararak kollarını gazeteler üzerine yaslayıp sağa sola bakmasına aracılık ederdi. Kış aylarında sürekli içeride oturulduğu için ayaklardan üşüme olmasın diye tabana serili ahşap bir ayakaltı sehpası vardı. Mehmet Abi (Karabulut) kendisiyle özdeşleşmiş şapkası ile mezkûr küçük pencereden güleç bazen de çok sert bakışıyla sizi karşılardı. İşte bu tablo zaman zaman bizim Mahmut ile oluşmaktaydı… Mahmut, hepimiz gibi Çeşme’nin güneş ve rüzgârı ile kavruk hal almış yüzü ile pencerenin iç tarafından gülümser dururdu, en azından ben gittiğimde…

Okul dışında Mahmut ile en sık karşılaştığımız yer mezkûr Çeşme Meydanı idi, O da zaten babasının işine yardım için hep oralarda olurdu… Bir iki küçük yer değişikliği dışında gazete kiosku hep oradaydı, galiba 12 Eylül darbesinin ezip geçtiği devrin başında yeri değişmişti. Demek ki darbe ve darbeler orta yerde kimseleri istemiyordu, hele de gazete ve dergi satıyorsanız, kıyıda köşede olmalısınız edası…

Mezkûr tarihlerde çok yeni başlamış olan hızlı gazete servisi Çeşme’yi de etkilemiştir. Hatırladığım kadarı ile sonradan da dayımın oğlu Kamil ile otobüs işletmeciliği de yapan Alaçatı’nın sevilen kişisi soyadını şimdilerde hatırlayamadığım ama kendisini çok sevdiğim Yalçın Abim kendisine ait Commer marka kurşuni renkli minibüsü ile bu servisi yapmakta idi… Ben de her sabah erkenden gider “promosyon” kapsamında kendisine verilen gazetelerden alırdım. Aldığım gazetelerin üstünde “para ile satılmaz” gibi bir ibare vardı. Bu benim hiç umurumda değil idi maksat gazete okumayı bedava hale getirmek idi. Ben kendi harçlığım ile haftalık çocuk dergisi vardı, şimdi adını hatırlayamıyorum… Her şeyin olduğu bir dergiydi, bilim vardı, eğlence vardı, sanat vardı, sinema vardı, spor vardı… Çok severdim, harçlıktan biriktirilmiş ise mutlaka edinilirdi. Esasen o devirde basın ve yayın organları hiç de pahalı sayılmaz idi, demek ki okunulması ve okutulması özendirilir bir şey idi… Daha “cahillerin ferasetini tercih ederim” fikriyatı icat olunmamıştı.

Mahmut Karabulut, sınıf arkadaşım dedim ya, vallahi şimdi bakıyorum da inanılmaz bir kadro idi. Mesela bizden 7-8 sene önce okula başlayıp, nezaketen de ayıp olmasın diye bizi de bekleyip, bizi uğurladıktan sonra birkaç yıl daha geriden gelenlere de ayıp olmasın faslına takılan abilerimizle de okudum, ilkokulu… Öğretim rejimi çok farklı idi, ilkokulda sınıfta kalma vardı hem de askere gidene kadar sanki… İlkokulu bitirme imtihanları vardı… Efendim, iyi değildi, kötü idi gibi bir takım yaklaşımlar olabilir… Yetişen neslin, başarı ve kabiliyetlerine bakarak, bu konuda herkes kendi kararını versin… İlkokul bitirme imtihanları öyle “laf olsun” kabilinden de değil idi. Mesela, bana bitirmede “müzik dersinden” geçemediğimi söylediklerinde, ödüm patlamıştı, Allahtan sınıf öğretmenim bana takılmak istemiş, bir türkü söylememi istemişlerdi ve dinleyince şaka yapalım kararı vermişler… Öyle müzik deyip geçmeyin, ne kadar önemli idi bir bilseniz. Peki, müzik bu ise diğer dersleri varın siz düşünün… Evet, bizim sınıf demiştim, oraya ricat… Dağaşan kardeşler, Özsaka kardeşler, Horasan kardeşler gibi arkadaşlarımız oldu… Egemen Kadıgan, Recep Erarslan, Mahmut Karabulut, İbrahim Çınar, M. Tokay, Kemal Aksoy, Niyazi Baysın, Kelami Çelebi, Mustafa Sağdıç başta olmak pek çok Çeşmeli çocuk ile çok güzel ve kalıcı arkadaşlıklarımız oluştu… Bir bölüm arkadaşımızı da maalesef yitirdik, diğerleri ile halen görüşmekteyiz…

Bizim sınıfın hayta ve haylaz grubu vardı ki, ben bir sürü davranışlarını tasvip etmesem dahi okul idaresi tarafından hep beraber taltif ya da tekdir edilirdik. Takdir dediğime bakmayın asıl olan tekdir idi çoğunlukla… Belki de okul idaresi de takdir hakkını hiç kullanmamayı tercih etmişti, bilemiyorum. Bir kez, çok net hatırlıyorum, 16 Eylül İlkokulunun en üst katında, bizim “Harita Odası” diye adlandırdığımız esasen de ciddi miktarda büyüklü küçüklü haritanın bulunduğu bir yer vardı. Okul Müdürü Kamil Hocanın odasının yanında yer alan mezkûr oda aynı zamanda bir nevi dayak odası idi. Bir defasında Kamil Hoca yine malum kadroyu topladı sıra dayağı vaziyeti alan ben dâhil ekibe sıra ile yer misin yemez misin kabilinden girişti. Daha önce de beyaz ettiğim üzere Kamil Hoca bana hiçbir zaman vurmadı, bu defa yine öyle oldu… Bu dayak faslından hatırladığım en önemli sahne Kamil Hoca Mahmut Karabulut’a vurduğunda biraz abartarak söyleyeceğim lakin aynen de öyle olmuştu, Mahmut’un ayakları yerden kesilmiş birkaç metre ilerideki haritaların ortasına düşmüştü. Siz, artık dayağın şiddetini mi, yoksa Kamil Hocanın maharetini mi, yoksa Mahmut’un zayıf vücudunun nasıl bir vuruşta uçuşa geçtiğini mi, öne alır düşünürsünüz bilemem…

Bu vesile ile başta Mahmut olmak üzere diğer tüm kayıplarımızı saygı ile anıyorum, nurlarda olsunlar…

Perşembe, Aralık 04, 2025

VİZE

 

Böyle aşağılanma olur mu Allasen?… Vize verelim mi, vermeyelim mi elemesi için bile sıraya giriyorsun, o da Hans efendi, Hristo beyefendi, Heleni hanımefendi bakacak, münasip misin diye? Münasip isen de sıra verecek, sıraya durabilme hakkı elde edebilmiş isen de, eline bir liste verecekler, bankada paran var mı? Adına kayıtlı ev ya da arsa var mı? Son beş yılda ülkelerine ya da bağlaşık ülkelere gidiş gelişlerinin sayısı ve dökümlü listesi, pasaportların ilgili sahifelerinden giriş çıkış kaşelerinin bulunduğu sayfa fotokopileri ile tevsik, bulunduğun süre içinde kaç günü nerelerde geçirdiğinin tespiti, gidiş dönüş bileti, otel ödenmiş bedelleri, nüfus cüzdanı fotokopisi,  barkodlu tam tekmil vukuatlı nüfus kayıt örneği, QR kodlu ikamet belgesi, QR kodlu yerleşim yeri belgesi, QR kodlu pasaport protokol belgesi gibi akıllara ziyan talepler… Zannedersin ki deyyuslar kendilerine köle ya da iç güveysi alacaklar. Oysa bu deyyusların vatandaşları Canım Yurduma ellerini kollarını sallaya sallaya gelip gidiyorlar, hatta onları getirenlere de teşvik veriyoruz…

Şimdi bunun çok normal bir tatbikat olduğu hususunda muvafık olan bir kısım Canım Yurdum insanı var, hele onları hiç anlamak mümkün değil. Üstelik normal olduğu hususunda görüş beyan eden zevatın mühim miktarı, tıpkı engelli 100 km. koşusu kabilinden olan mezkûr bariyerlerin muhatabıdırlar… Allah akıl ve izan nasip eylesin demekten başkaca bir şey gelmiyor elimden bunlara… Yok, efendim giden dönmüyormuş, kaçak çalışıyorlarmış, kaçak yaşıyorlarmış, yasadışı işlere karışıyorlarmış, mış da mış… Tam da bizi istemeyen bu deyyusların dilinden fikir beyanı… Kim diyor kaçak çalıştıklarını, onlar diyor değil mi? Yani biliyorlar, kim kaçak çalışıyor diye, madem biliyorsunuz, yakalayın ve ülkeniz kanunlarını tatbik edin, değil mi? Yasadışı işlere karışıyorlarmış, yakalayın kardeşim, değil mi… Yok, konuş, abuk subuk iddialar öne sür, üstüne üstlük senin bu yaşattığın ıstırapların muhatapları seni makul karşılasın… Hani derler ya, sakızlı muhallebi de var, yer misin?... Durum tam bu durum…

Hani, batılıların mütemadiyen tekrarladığı teraneleri, hani bir vakitler “Demirperde” ülkelerini, şimdilerde de kendilerine tam teslim olmamış ülkelere yönelik iddiaları… Demokrasinin olmazsa olmazı suç ve cezanın şahsiliği… Yahu siz iddia ettiğiniz gibi, gelip de dönmeyen mi var, kuralları çiğneyenler mi var, tutar deport edersiniz, yargılarsınız, değil mi? Yok, olmaz… Esasen sizin ne mal olduğunuzu hep biliyoruz da, biz sizi iyi bilenlere vekâlet veremiyoruz… Aslında ülkenizi yönetenler, tıpkı bizim asker ocağındaki acemi birliğinde “talim çavuşu” tarafından “sigara yasağını delmiş bir müptela yüzünden tüm alayın çarşı izninin kaldırılması” tatbikatından daha iyi vaziyette olmadıklarını her daim göstermişlerdir. Ve ülkenizin çok küçük bir namuslu ve demokrat azınlık dışında kalan her vatandaşınız bu abukluğu seyreder ve dahi destekler, sonra da bize halis nutuklar atarlar… Esasen size kızıyorsam namerdim, kendime kızıyorum, neden sizin kapınıza gelip de dilenci gibi “ya bir bakıp dönecem” kabilinden izin talep ederim… Neden bu bize reva gördüğünüz muameleye rağmen bu ülkenin yöneticileri size “has sit there” demez şaşar dururum…

İstenmediği yere kim gider ancak benim gibiler, yahu be adam ne işin var bu bilmemnelerin ülkesinde değil mi? Hani bizde bir atalar sözü vardır, herkes bilir, “davet edilmeyen yere ya ……., ya……… gider”, gerçi artık onlar da gitmiyorlar ya, o da ayrı… İstenmediğin yere illaki gideceğim diye tutturursan adam sana her türlü muameleyi reva görür… Bir vakitler, işim sebebiyle Hindistan’a sık gidip geldiğim tarihlerde, gel git Hindistan Konsolosluğunda vize işlerini yürüten muhterem ile deyim yerinde ise senli benli konuşmaya başlamış, hatta geliş gidişlerde kendisine meşhur Hindistan baharatlarından getirmeye başlamış idim, vize konusunda neden bu kadar zorluyorlar diye sormuştum. Adam, “sizin ülkeniz bizim vatandaşlara ne tatbik ediyorsa biz de aynısını tatbik ediyoruz.” Neymiş, beynelmilel arenada “mütekabiliyet” yani karşılıklılık. Hatta şaşırmış olduğum bir husus söyledi, Türkiye ne bedel alıyorsa tam tamına onlarda aynısı alıyorlarmış, kuruşu kuruşuna yani… Bunu paylaştığım hiçbir Hindistan vatandaşı ya da yöneticisi, “yahu bize turist lazım, bize batı malları lazım” gibisinden bir savunma içinde olup, rejimin değişmesi gereğine değinmedi.

Yıllar önce bir arkadaşım İngiltere de benzer bir şey yaşayınca söylediği laflar aklıma geldi, “yahu yalvarsanız da ülkenizde kalmayacağım, çocuğumu görmeye geldim, görüp hemen döneceğim”… Ben gidemeden böyle bir tutum takınıyorum, şu andan itibaren. Bu puşt takımının asıllarını göremeyince vekillerine gereğini söyledim ve vize talebimi geriye aldım. Şüphesiz onlar da “ahhh, vah bu Ruhi neden gelmiyor ülkemize” demeyecek şüphesiz ama kendimi memnun ve tatmin etmek adına yaptım tüm bunları… Eee sonuçta hayat bir tatmin olma süreci değil mi, benimki de böyle…

Benim de üzüldüğüm şeye bak, adamlar yirmisekizinci kademeden hatta stajerliğini bile tamamlamamış bir polis ile ülkelerinin sınırında bir bakana izin vermemişler… Hele senin derdine bak, salla gitsin ben de onların umurlarında olmayacağını bile bile protesto ediyor ülkelerine gitmiyorum lakin o bilmemnelerinde benim ülkeme ellerini kollarını sallayıp geliyor olmalarını da hiç içime sindiremiyorum. İlaveten buna göz yumanları da hiç affetmeyeceğimi de affetmediklerimin tensiplerine arz ediyorum…

Aklıma gerçek olup olmadığını tam bilmediğim lakin filmlere konu olmuş 1960 yıllarda Almanya’ya işçi götürme fasıllarında “kaynağında doktor kontrolü” ile işçi tespit ve tayini yapılması geldi, orada ağız açtırıp diş kontrolü yapılması sahnesi vardır ya, hani biz katıla katıla gülüyorduk ağlayacağımız yerde…

İşte bu ahval ve şeriatte dahi bizi kıskandıklarını düşünenleri de ben harbiden kıskanmaya başladım… Ne yapıyorlar da bu harika kafaya sahip olabiliyorlar, hayret… Ahir ömrümde, ben vizesiz günleri de gördüm, eğer alabiliyor isen yani bir pasaportun varsa ve dahi para da bulup bilet alabiliyor isen dünyanın herhangi bir ülkesine, tıpkı şimdi onların yaptığı gibi elini kolunu sallayarak onların ülkesine gidebiliyordun. Gerçi o zaman da pasaport almak bir belaydı, 40 dereden 40 çeşit su getirtirlerdi, pasaport vermek için… Şimdi pasaport almak kolay, vize almak zor… Tam malum takımın durumu durumumuz, hep bir şey eksik, kaleci alırsın, sol bek eksik, sol bek alırsın, 10 numara eksik, onu alırsın golcü eksik, bir türlü mütekâmilen tamamlanmaz…

 

Cumartesi, Kasım 29, 2025

KÖY ENSTİTÜLERİ

 


Canım Yurdumda hemen herkesin olumlu ya da olumsuz, bilerek ya da bilmeyerek bir fikri vardır “Köy Enstitüleri” hakkında… Sayısını unuttuğum kadar kitap, makale okudum kendimce konu üstüne, en son olarak da kitaplığımda olmakla birlikte biraz geciktirdiğim Can Dündar’ın “Köy Enstitüleri” adlı kitabını okudum. Esasen kendisi bu çalışmayı bir belgesel olarak hazırlamış olup, bilahare de kitap haline dönüşmüştür. Kitap gerçek manada bir belgesel tadında, yaşanmışlıklara ve şahitliklere dayanılarak hazırlandığından çok hızlı okunuyor. Fay Kırby gibi araştırmacıların tez tadında çalışmasının yanında kişisel yaşanmışlıklara dayalı hatıratların da varlığı söz konusu olmuştur hepsinde, bunda da çoklu hatırat ve tespitler bulunmaktadır. Kitap okumayı sevenlerin 1 günde bile okuyabileceği bir kitap, ısrarla öneririm… Yazar bu kitap ile kapatılma sürecini öne çıkarıyor diye yazarı hedefe koyan yaklaşımlar olabilir, lakin açılması ve ülkeye katkıları kadar da önemlidir kapatılma sürecinin bilinmesi… Hele de içerik full sahibinin sesi iken dünden bugüne sadece değişen şekiller olunca bizim de kafamız karışıyor, hangisi Bizans, hangisi Osmanlı diye…

Oysaki köy enstitüleri; planlandığı ve kurulduğu devir itibariyle Canım Yurdumun derdine çare olabilecek, öğretim ve iş elele şiarı ve umdesi münavebesinde yani “iş içinde eğitimin” ideal çözüm olduğunun farkındalığıdır. Ne de başarılı netice verir, öğrenirken üretme, üretirken öğrenme, eğitim ve öğretim adına… Enstitüde her öğrenci, dünya klasiklerinden okuyacak, güzel sanatlar üstüne ders alacak, müzik eğitimi görecek dahası her öğrenci bir müzik aleti çalabilecek düzeyde olmak zorunda, opera - bale anlayacak, bilimsel tarım uygulamalarını bilecek, asgari sağlık bilgileri ve ilk yardım kabilinden müdahale bilgileri ile donatılacak, coğrafya bilecek, tarih öğrenecek, mutlaka bir yabancı dil öğrenecek, vs. vs…

Peki, bunlar ne işe yaracak diye soran ciddi bir kesim bulunmakta canım Yurdumda. Biliyorum işte “bunları öğrenip de ne yapacaklar” diyen bu kesim, asla unutmasın ki, tam da bu sebeple enstitüler dünyaca araştırmaya ve anlamaya matuf olmuşlardır. Tam da bu yüzden canım Yurdumun insanı maddi imkân bulursa “vizesiz” kimseden izin dilenmeden dünyanın birçok ülkesine gidebiliyorlardı. Bu az bir şey mi? Az bir şey diyenlere lafım olamaz, esasen var lakin söyleyip zay etmek istemem… Mesela o gün başlayan, uygulamalı “tarım dersleri” neticesinde canım Yurdum “kendi kendine yetebilen yedi ülkeden biri” olma şerefine nail olmuştur…

Her şeyden önemlisi, enstitüler “insan hakları” ve tatbikinde inanılmaz demokrat, inanılmaz adil, inanılmaz eşitlikçi bir idare tarzı tutturmak idealindedir. Kitaptan aktarayım; “Tonguç, enstitülerin nasıl yönetilmesi gerektiğini, karşılaşılacak sorunların nasıl çözülebileceğini bütün enstitülere gönderdiği genelgelerle açıklıyordu.

Bu genelgeler içinde bir tanesi, bugün bile eğitimciler ve öğrenciler için bir ibret vesikası niteliğinde…

Diyor ki genelgenin başında, ‘bu, bütün öğretmen ve öğrencilerin bulunduğu kurulda okunacak. Üç defa. Üç ayrı gün okunacak. Herkes bunu dinleyecek. Öğretmen, öğrenci, aşçı, neyse işte gece bekçisi, enstitünün mensupları önünde…’ Orada diyor ki, ‘hiçbir öğretmen hiçbir öğrenciye el kaldıramaz. Kötü söz söyleyemez. Küfredemez. Dayak atamaz. Eğer bu dediklerimi yaparsa, öğrencinin de aynı şekilde mukabele etmek hakkıdır.’ Okuyorlar hepimize. Öğrencilere okuyorlar. Öğretmenlerin birçoğu tedirgin oldu.” İşte size bugün bile dünyada çok az insanın pedagojik umdesine ulaşamadığı nokta…

CHP içindeki sağ çizginin ve dar manada da “Toprak Ağalarının” şiddetli ve kararlı mücadelesine “Milli Şef” direnemez, 1946 seçimlerinin sandık sonuçlarının da baskısıyla kurulan yeni hükümette mezkûr okulların azim ve istikrar sahibi muarızlarının iş başına gelmesine ses çıkarmaz… Nihayetinde, yeni hükümetin programı mucibince “Köy Enstitüleri daha milli bir çizgiye çekileceği” müjdesi mezkûr muarızlara verilir, tasfiye ve kapatma düğmesine basılmıştır. Düğmeye basılmak ile kalır mı, fitne, fesat, hile, hurda “emniyete gelen bir imzasız mektupla” başlar, “Hasanoğlan komünist yuvasıdır” iddiası köpürtülür de, köpürtülür… Hani bu imzasız mektuplara gak guk edenlerin bunu da ibretle hatırlamaları gerekir… Görünen o ki, bu imzasız mektup işi, tarihsel kökenleri olan sistematik bir davranış, bir reflekstir, korumacıların kararlarını tevsik, tasdik ve tatbik etmeye matuf… Şüphesiz bunu “dayak cennetten çıkmadır” ve “öğretmenin vurduğu yerde gül biter” kültürü ile yoğrulmuş beyinlere yerleştirmek kolay olamaz, olmuyor da…

Bilindiği üzere, Köy Enstitüleri, kurucu iradesinin, kapatıcı iradenin olması ile nihayetlenen kısa ömürlü bir süreçtir. Silsile yolu ile “Milli Şef” Başbakanı, Başbakan Milli Eğitim Bakanını, Milli Eğitim Bakanı da adı Köy Enstitüleri ile mutlaka anılan, anılması gereken İsmail Hakkı Tonguç’u görevden alır, artık yol açılmıştır. Şimdi bazıları diyebilir ki, yok öyle değil böyledir, lakin kayıtlar ve gelişmeler de meydandadır. Politika böyle bir şey maalesef. Dün “cumhuriyetin eserleri içinde en sevgilisi” diye takdim ettiği kurumların yok olmasına aynı fazdan bahaneler arama noktasına getirir adamı, maazallah… Peki, bu kabil ray değiştirmeler malum akıbeti değiştirebiliyor mu, asla ve kat’a… Tam bu süreç işletilmeye başladığında, İsmail Hakkı Tonguç’un Milli Şef ile malum değişiklikler üstüne, özellikle de malum tayinler gündeme gelince konuşmanın bir yerinde “bir kez kelle verildi mi, günün birinde sıra sizin kellenize de gelir” yaklaşımının ne kadar değerli olduğunu, ne o günküler, ne de bugünküler anlamıştır maalesef…

Köy Enstitülerine karşı olanların kini ve düşmanlığı sınır tanımaz, o kadar ki, “Köy Enstitüleri Dergisinin” basıldığı matbaanın, Enstitü kapatılınca “Mescit” olarak kullanılmaya başlandığını da aktarmaktadır. Bugün, kim ki, “keşke Yunan kazansaydı” fikriyatının destekçisi ve takipçisi, kim ki, “ben cahilin ferasetine güvenirim” diyorsa, işte bu karşı çıkanların ardıllarıdır.

“Milli Şefi” bu sebeple hiç affetmeyenler silsilesine evvelemirde İsmail Hakkı Tonguç’da katılır, bir daha asla ziyaret etmez kendisini, hatta karşılaşma ihtimali olan hiçbir yerde bulunmaz… “Dün dündür” anlayışını hiç affetmez, onu da bakanlık hiç unutmaz ve affetmez şüphesiz, her yeni gelen bir başka yere sürer kendisini, bununla da yetinilmez “resim-iş” öğretmenliği görevine atanır, vs. vs… Kana kan intikam, dişe diş intikam…

Kitap enteresan hatıralarla dolu; köyü ve köylüyü kalkındırmak iddia ve hevesiyle çıkılan yolda, köylü iddia sahiplerini yarı yolda bırakır, toprak sahiplerinin ve destekçisi ABD’nin her türlü desteği ile “komünist yuvası enstitüler” fikri açıktan savunulur hale gelmiştir gayri. Bu arada Şükrü Erbaş’ı nasıl hatırlamayalım… Mesela; Fevzi Çakmak bile Milli Şefe baskı yapar; “paşam bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacaksın” diye… Milli Şefin de işi kolay değil şüphesiz bu kadar çok cepheli ve güçlü taarruz karşısında direnebilmek… O taarruz etti, bu direnemedi, ne yazık ki yarış kaybedildi… Artık gelinen noktanın yüzde yüz yerli ve milli olan köylümüzün bile meyve ile sebzeyi marketten alır olması sürpriz değildir, taaa o günden bellidir…

Çarşamba, Kasım 19, 2025

PLASTİK POŞET

 Bilindiği üzere çevre kirliliğinin önlenmesi, vatandaşta çevre bilinci ve duyarlılığı adına farkındalık oluşturmak maksadıyla marketlerde poşetlerin sınırsız kullanımına sınırlama getirildi. Bir vadedir, artık poşetler paralı, bedeli mukabili kullanıma açık, sözde kullanım sınırlandı… Bazı mahfillerde tasarrufun pozitif sonuçlar verdiğinden bahisle bizlerin akıllarını karıştırarak büyük tesir altında bırakabilecek ve bravo nidaları ile kahvehane köşelerinde havalara fırlatacak rakamlar servis ediliyor. Şimdi bunlara inanmıyoruz diyerek itiraz edecek halimiz yok, elimizde bilgi yok ki karşı çıkalım… Doğru kabulü ile tasarruf sahiplerini bu müthiş hamleyi yaptıkları için kutlamaktan başka çaremiz yoktur…  

Yine de anlayamadığımız ya da başka bir ifade ile ancak bu kadarını anlayabiliyoruz gayri edasıyla, pazarda poşet bedava, fırında bedava, hatta fırında ekmek poşette olacak mecburiyeti mucibince poşet savrukluğuna mana veremiyoruz… Pazarda ne yapıyoruz, 1 domates alıp 1 poşete koyuyoruz, hani derdimiz fiyat yüksekliğinden domatesi fazlaca alamıyoruz tebarüzü değil, maksat poşet savurganlığı… Yahu sahi, pazarda ve fırında beleş olan poşet markette neden paralı… Ben bu halimle anlayabilmiş değilim… Şüphesiz ilahi ve ilmi bir izahı vardır ya da olmalıdır da ben hangi sebeple bilemiyorum… Problem bende galiba ve dahi anlaşılan… Benim maalesef böyle bir dûn yanım var…

“Poşetlerin ücretlendirilmesi” ile ilgili kanunumuz var, “Poşet Fiyat Belirleme Komitesi” diye bir kurulumuz bile var. Bu komite değerli vakitlerini ayırıp mutat zamanlarda bir araya gelip, fiyat ayarlama ve belirleme vazifeleri ifa ediyorlar… Takdire şayan bu çalışmalar, zaman zaman vatandaş lehine, zaman zaman petrol tekelleri ve “beytü’l mal” lehine tezahür etmektedir ki, çok şükür fiyat değişiklikleri memur maaş artışı gibi altı ayda bir yapılmıyor. Hatta sene devriyesinde bile bir kahvehanede televizyonda haberleri izleyen vatandaşlarımızın, bir yetkilimizin  “poşete bu senede zam yapılmayacak” demesine havalara zıplayarak sevinmeleri sosyal medyada uzun süre trendtopik olmuş idi…

Plastik su şişeleri ve meşrubat şişeleri hayatın her alanına girmiş, ne yazık ki çevre kirliliğinin en önemli malzemesi olmuştur lakin ona yönelik muhafazakâr bir tedbir hala yok. Günümüzün modası haline gelmiş, internet üzerinden yemek siparişleri ve mezkûr sunumun araçları, köpük tabaklar, plastik çatal, kaşıklar abartılı şekilde kullanılmakta iken kimse de dert etmez… Peki, bu konudaki yüksek hassasiyet, aslında “plastik kirlenmesinin” ana sebebini oluşturan plastik şişelerin geri dönüşümü konusunda neden gösterilmemektedir, anlamak kolay olmasa gerek. Hani iddialı davranıp, yasaklanması gerek bile diyemiyorum… Yasaklanmalı dersem, aşağıdaki gerekçeleri sıralarım ve bu hal hepimizi ziyadesiyle üzer…

Bilindiği üzere, pet şişeler zamanla çevresel etkiler nedeniyle parçalanır. Bu parçalar mikroplastik adı verilen çok küçük plastik parçacıklarına dönüşebilir. Bu mikroplastikler hem su kaynaklarına yayılır hem de besin zincirine girebilir, sonuç olarak insan sağlığına ve ekosistemlere zarar verir. Çok yaygın biçimde yürütülen çalışmalar neticesinde, denizlerimizdeki balıklarda ve deniz canlılarında ve dahi onlarla beslenen başta insan olmak üzere tüm diğer canlılarda direk ya da endirek olumsuz etkileri üstüne devamlı raporlar yayınlanmaktadır. Bu raporlar, küçük bir çevreci grup dışında kimin ilgi alanına giriyor bilmiyorum. Bu raporlara itibar edersek ki etmeliyiz, her yıl yaklaşık tabiata 500 milyon metrik ton plastik atılmaktadır. Peki, tabiata atılınca ya da gözlerden ırak noktalara def edilince ve biz görmüyoruz diye olumsuz tesirler ortadan kalkıyor mu? Zinhar… Tabiatta yok olma süresinin, plastik çeşitlerine ve parçalarına göre yaklaşık 100 ve 500 seneye ulaşacağı yapılan hızlandırılmış testlerle neredeyse ispatlanmıştır. Esasen kişisel olarak bile denizlerde ve karadaki plastik atıkların çok çok büyük çoğunluğunu plastik şişeler, kapakları ve poşetlerin oluşturduğuna şahit olmaktayız. Peki, doğada yok olma süresi derken mezkûr malzemelerin tamamen yok olduğu mu anlatılmak istenmektedir? Zinhar… Güneş, yağmur, rüzgâr, bakteriler vasıtasıyla parçalanma ve çözünme, çamur, akıntı ve döküntüler sebebiyle çözünen plastik atıklar farklı renk, şekil ve boyutta karşımıza besin zincirine dâhil olmuş vaziyette çıkmaktadır. Bakın mezkûr raporlardan küçük bir özet; her insan ortalama haftada 5 – 10 gram mikroplastik tüketiyor, denizlerde 5,5 trilyon mikroplastik parçası bulunmakta, insan midesinden alınan örneklemeler neticesinde ortalama 10 çeşit mikroplastik tespiti yapılmıştır, vs. vs… Ben zaman zaman bu kabil raporlara göz atıyorum, herkese şiddetle öneririm okumalarını, güzel dünyamızın nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu anlamaları için… Bu oluşan mikroplastiklerin, musluk sularından tutun da tuz dâhil pek çok gıda maddesinde ve içecekte yaygın biçimde görülmeye başladığının haberi yaygın verilmektedir.

Peki, taammüden gıda seçimi yapan insanoğlunun aldığı miktar bu iken, önüne geleni ayırmaksızın yiyen tabiattaki diğer canlıların durumu nedir varın siz düşünün. Bu mikroplastiklerin, kanserojen etkilerinin yanında inanılmaz toksik etkilerinin olduğunu söylemeye gerek yoktur. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, uzun vadede ortaya çıkan neticelerinden, başta gen bozulmaları olmak üzere, sinir ve bağışıklık sistemi bozulmaları, üreme ve gelişim bozuklukları da maalesef ihtimal dâhilindedir… 

Mesela şehir şebekeleri yeterince kaliteli tesis edilse şişeleme, nakliye ve satışa münasip hale getirme sebebiyle tüketilen enerji “cepte kalmaz mı?” Peki, siz bir avuç iş adamı sınırsız paralar kazansın diye, adam gibi içilebilen su servisi yap(a)madığınız için, dünya ölüyor, evet ciddi miktarda kirlenme tam da bu sebeple yaşanıyor… Son tahlilde; hedef sağlıklı arıtılmış şebeke suyuna behemehâl dönüş yapılmalıdır. Bütçe mi, savaşma, savaşa yatırım yapma, savaşları kışkırtma, vs. vs… Daha uzun kelama ne hacet… Hele “pet şişe” adı ile takdimi yapılan petrol türevi bu şişelerin üretim faslında, harcanan enerji, hammadde ve ortaya çıkan olumsuz sonuçların sıralanmasına bile hacet yoktur.

Avrupa duyarlı bir azınlık dahi olsa “çevrecilerin” feryadına, “pansuman tedbir” kabilinden büyük marketlerde iade alma otomatları marifetiyle “deposit return system” adı ile karşılık verilmiş olsa da bunun çevre duyarlılığı olan vatandaşların gazını alma operasyonu olmaktan öteye gidememiştir. Basit olan “Allahın suyunu” beleş olarak sağlıklı bir şekilde “Allahın kuluna” ulaştırmaktır. Efendim “kaynak nerede” gibi abuk subuk savunmaların da yapılıyor olması ve bu savunmalarında en yaman savunuculuğunu da biz fakirlerin yapması anlaşılır gibi değildir. 

Çarşamba, Kasım 12, 2025

AHMET UĞUR’U TANIMA BAHTSIZLIĞI

 

Güzel Kasabam Çeşme’nin, güzel insanlarını “unutulmasınlar diye”, ki her biri Çeşme’nin bugününün temel taşları olan büyüklerimizi büyük bir saygı ile hatırlamaya ve bu manada yazıya geçirmeye çalışıyorum. Şüphesiz ki “benim gözümden”, benim hafızamın kayıt kapasite ve kabiliyeti ölçeğinde… Bazı okuyucularımız, karşılaştığımızda şunlar da eksik kalmış, bunlarda olsaymış daha keyifli olurmuş, bu kadar iyi hatırlanmaları abartılı olmuş gibi ilave bilgiler aktarırlar, bir kısmını ben de bilmekteyim lakin edebi kabiliyet ve ezeli saygı bir kısmının yazıya geçirilmesine engeldir, bir kısmına gerek yoktur bence, bir kısmının aktarılmasının kent belleği, kültürü ya da sosyal davranış modeli oluşturma adına manası yoktur, vs. vs… Özellikle de aramızda olmayanların sadece hatırlayabildiğim iyi ve örnek yönleri benim açımdan önemlidir, gerisi beni fazlaca ilgilendirmiyor… Tam da bu sebeple, unutulmasınlar listesinde benim açımdan, kimsenin siyasi, dini, sosyal ve ekonomik tercih ve durumu önem arz etmez, bilakis Çeşme’nin geçmişindeki rol alışları, beşeri ilişkileri açısından kent kültürüne katkıları ve dahi hatırlanış biçimleri çok çok önemlidir… Davranış ve fikirlerini bizim sevmemizden ziyade vatandaş nezdindeki karşılıkları ziyadesiyle mühimdir benim açımdan… Şüphesiz ki, iyi nam salamamış veya iyi hatırat oluşturamamış, büyüklerimizde hayatımızın ayrılmaz cüzüdür…

Bize, gerek ilkokul, gerek ortaokul döneminde tatbikatları ile rol model oluşturmuş muallimlerimiz olmakla birlikte ne yazık ki hala fazlaca iyi hatırlayamadığımız muallimlerimiz de mevcut idi. Bu zevatın bir kısmı kendi tedrisat ve talim terbiyeleri açısından öğretim hayatında “dayak cennetten çıkmadır” tercihi mucibince davranmış olup, bu halleri ile adeta davranış donması yaşamışlardır bizim hayallerimizde… Yani daha sonraki hayatımızda karşılaşıp, eski günlerin kötü tortularını unutmamız şarttır yaklaşımını kendimize şiar edinsek de maalesef başarılı olmadığımız da aşikârdır.

Mesela; lise devrinde yatılı okuyoruz. Okul ile yatakhaneler arası gün yüzü görmeden bağlantıların olduğu fizik mekânlar, günün trendleri, modaları, matah zannedilen davranışları kendine hastır… Bunlardan birisi de, erken yaşlarda tiryakisi haline gelinen sigara müptelalığı, nasıl bir etkilenme ve misal teşkili ise artık… Ben de çok erken yaşlarda sigara içmeye başladım, yatılı okurken gündüzlü arkadaşlarımın ikmali mucibince eksiksiz, tüttürmeler… Okul sonrası, akşam yemeği yenilir, sonrasında ders çalışma seansları olan “mütalaalar” gerçekleştirilir, nihayetinde dinlenme, temizlenme, arınma ve uyku faslı için yatakhanelere geçilirdi. Bu faslın en önemli bölümünü de sigara tiryakileri için de sigara tüttürmek oluştururdu. Katlarda yeterli olmayan tuvalet ve duş kabinleri bu faslın merkez üsleridir, büyüklüklere bağlı 2, 3 ya da 4 öğrenci birine toplanır, sigaralar tüttürülürdü… Katlarda, baskınlara karşı gözcülerde bulunurdu merdivenlerin katlara bağlantı kapılarında, ihtimal baskına gelenler derhal sigara tüttürme üslerine bildirilir, olası suçüstüler önlenirdi. Günlerden bir gün, nasıl olduysa artık, baskın ekibi gözcüleri ya gafil avlamışlar ya da atlatmışlar, kendileri açısından maksat hâsıl olmuş. Başta ben olmak üzere, birçok arkadaş sigara tüttürürken cürmümeşhut edilir. Baskın ekibinin başkanı, soyadını hatırlamadığım “Özkan” adında müdür muavini, 1.65 boyu ile talebeler arasında adeta terör estiriyor. Önüne geleni dövüyor, adeta pataklıyor, haklı haksız tefriki söz konusu bile değil. Hani, “haklı dayak” ne demekse, kim kime göre haklı, nasıl haklı olunuyorsa… Adam o boyu ile beni kolumdan tuttuğu gibi, yatakhanedeki dolabımın başına getirdi, dolap açıldı, sıkı bir aramadan sonra 1 paket “Bafra” sigarası bulundu… İşte bundan sonra sonrası, kızılca kıyamet. Adam ayak parmakları üzerinde yükselip, yükselip, Allah ne verdiyse kabilinden, kafa göz yapıştırıyor. “Feleğim şaştı” sonuçlu “eşek sudan gelene kadar” mükemmel bir dayak… Esasen 2 tokatlık canı olan birisi lakin “elimiz mecbur” okuldan tasdikname korkusu, ailemize rezil olma korkusu ile katlanıyoruz, bu zalime… Birkaç sene sonra, bir gün Çeşme Çarşıdan bir otomobil geçiyor, Kale yönüne, baktım bizim Özkan, derhal düştüm peşine, geldiler, şimdi seyir terası olan yer de park alanı, aha da oraya… Arabayı park ediyor, yaklaştım kapısına yakın, dışarı çıkar iken benim nefret dolu bakışımı görünce afalladı, başladı titremeye, eşi de diğer kapıdan çıktı, şaşkın gözlerle bakıyor bana… Ağzıma ne geliyor ise başladım söylemeye, yahu bir de ağzıma hiç de iyi şeyler gelmiyor ki sormayın, Allah’ın hikmeti işte… Birden “Çilek insanlar eskiden yaşadıklarını unutmalı” diyebildi bizim devri hükümranlığından eser kalmamış Özkan titreyerek… Eşi yalvar yakar olunca, ben de her şey bitti, sinirlerimin yelkenleri fora… Esasen kendisine bana yaşattıklarını yaşatmak vardı lakin eşinin yüzü suyu hürmetine vazgeçtim. Galiba biraz da tükürmüştüm yüzüne, tam hatırlamıyorum, tükürülme kesin de miktar hatırlanmıyor manasında… Sonradan öğrendiğime göre de “Babam Tito Yaşar” mezkûr zatı ziyaret ederek, benim o tarihteki söyleyemediğim tüm duygu ve düşüncelerimi makul ve mantıklı bir şeklide kendisine aktarmış… Aaa sonra ne mi oldu, ben mütalaalardan 5 dakika önce yatakhanelere gitme hakkı elde etmiş idim… Demek ki babam bayağı makul ve mantıklı izahatta bulunmuş, Özkan’a…  

Bir de bizim Çeşme’de ortaokul döneminin eşek sudan gelinceye kadar “dayakçı” muallimleri vardı, “Kostarika” lakaplı Ahmet Uğur bey, “Çapik” lakaplı Zekeriya Örnek bey, bir de 1962 darbesine katıldığı iddiası ile Harp Okulundan atılmış, sonra İsmet İnönü’nün inayet, hidayet ve iradesi mucibince sözde muallimlik hakkı edinebilmiş Ali ihsan bey… Bu muhteremler de “dayak cennetten çıkma” umdesinin öğretimin mütemmim cüzü olduğu inancı ve kabulüyle, her önüne gelen talebeyi, mekân ve zaman tefriki yapmaksızın, talebenin çaresizliğini bilerek döverlerdi… Hele Ahmet Uğur’un hafta sonları ara sokaklar başta olmak üzere, Çeşme’nin tüm sokaklarını tek tek dolaşarak “futbol oynayan” çocukları tespit edip, hafta başı anons marifetiyle “İdareye” davet ettiği talebeleri, elindeki 1 mt’lik tahta cetveliyle, acımadan, dövmesi hiç unutulur, affedilir değildir. Cetvel ile dayak atılır, parmakların kırılırcasına ağırır lakin adamın kılı kıpırdamaz, adeta adam dövmekten zevk alır halleri vardı bu okul yöneticisinin… Ne de olsa bu zevatın, benim hala hiç beğenmediğim, ziyadesiyle kızdığım, “nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” darbı meseli mucibince öğrenebildikleri yegâne üslup budur…

Bir sürü öğrenci Ahmet Uğur ve benzerleri gibi “dayak cennetten çıkmadır” kültürünü şiar etmiş okul yöneticileri tarafından okulu bırakmak zorunda kalmış idi maalesef. İlaveten dayak neden cennetten çıksın ki, değil mi? Bize tarif edilen cennet başka bir yer, nasıl olur da orada dayak olur, cennette dayak varsa cehennemi düşünmek bile istemez âdemoğlu vallahi… Ya da bakılmış ki dayak kötü “behemehâl cennetten çıkarılmış” diye birileri de iddia ederse, ona da itiraz etmem şahsen. Bizim ortaokuldan okulu bırakıp, Ahmet Uğur’u dövmek üzere, üzerine giden kimseyi duymadım lakin öğrencilerin neredeyse tamamı kendisini hiç hayırla yâd etmediler ve etmiyorlar da…

İzmir’de ikamet ettiğim devirde tesadüfen aynı Muhtarlığın kayıtlısı olarak karşılaştık Muhtarın Dükkânında, o devirde kendisi “Bornova Anadolu Lisesinde” görevli imiş, görevini de sormadım açıkçası, biraz laf yarıştırdık, neticede kendisine asla “fikri hür, vicdanı hür nesil yetiştirme” şansının olamayacağını beyan ettim. Gerçi belki sonradan öğretmen formasyonunu tazeleyerek evrilmiş de olabilir, onu da bilemiyorum, olduysa bu görüşlerimden ötürü kendisini hoş görebilirim lakin okulu bırakmış hayatları başka yöne sırf bu sebeple kaymışların aynı duyguda olmayacaklarını biliyorum. Fazlaca da haksızlık yapmak istemiyorum…

Bir öğretmen nasıl olurda “çaresiz talebeleri dövmekten zevk alabilir” hiç anlayamadım ve halen de anlayamıyorum… “Eti senin kemiği benim” diye öğretmene teslim edilip, en ufak yaramazlıkta kafa göz yarıldıktan sonra “öğretmenin vurduğu yerde gül biter” tesellisi ile büyüyen çocukların da şiddeti meşrulaştırmaları galiba tam da bu sebepledir. Tabii ki devir “tek tip talebe” yetiştirme umdesinin nihai sonucu, talebenin mum gibi edilmesi olunca, tüm bu yaşananların sonucu hür birey yerine biat eden, hürriyet yerine itaat etme ihdası tezahür eder. Mektepte başlayan dayak, ailede zaten mevcut, askerde devam eder, hak ararken de eşek sudan gelene kadar dayak yersen, olur sana beşikten mezara kadar dayak…

Hülasa bu kadar ile iktifa edip, tüm fikir ve düşüncelerimi de heba etmeyeyim… Gerçi bir de Nadi Bey vardı, bahse konu tüm zevata tek başına muadildir, dillere destan… Neyse, Kifayeti takdim…

Perşembe, Kasım 06, 2025

PEJO RECEP (ERARSLAN)


Güzel Çeşme’nin güzel insanlarını “unutulmasınlar” diye hatırlamaya devam ediyoruz, ortaokul döneminden sonra bir daha asla görüşemediğimiz, ilkokula birlikte başladığımız Recep Erarslan (babadan bakiye lakap PEJO) artık ne yazık ki aramızda değil… Duydum ki, hiçbir ciddi sağlık sorunu yok iken hastanede bir rutin işlem için beklerken hayatını kaybetmiş, çok çok üzüldüm, içimde bir şeyler sert biçimde yere düşmüş büyük bir gürültü ile kırılmış gibi oldu… Esasen de, taa yeni delikanlılık döneminden sonra yollarımız ayrılmış, teknolojinin de en azından bizler açısından “mektup yazma” seviyesini aşamamış dönemi olduğundan, adres değişiklikleri, iş değişiklikleri hülasa hayatın meşakkatli dayatmaları neticesi kopmuş olmak…

Recep hastaneye gidiyor, iğne yaptıracak, bekleyenler çok, bekleme uzadıkça kendisinde de sıkıntılar oluşuyor, bekleme koridoru insanın afakanlarını zıplatıyor, fenalaşıyor ve maalesef hayatını kaybediyor. Arkasından, koridor dardı, havasızdı, heyecan yaptı, yok fazla terledi vs vs her ne sebep varsa, var, adam artık aramızda yok… Toprağı bol olsun, yattığı yer incitmesin… Evet, tam da “doktor kontrolünde ölüm” denilebilecek bir vaka… Bize de hatırladıkça, bahsettikçe üzülmekten başka bir şey düşmüyor…

Recep Erarslan ile ilkokula birlikte başladık, öğretmenimiz ilk önce şimdi soyadını hatırlayamadığım Neşe Öğretmen bilahare de Huriye Pala Öğretmen, bizim okulu sevmemizin ilk temas noktalarıydı… Kimler yoktu ki, bizim sınıfta, her biri nevi şahsına münhasır olup, Çekirge İbrahim’den başlayıp, Gazeteci Mahmut’a kadar… Bir ara, Çekirge İbrahim, Pejo Recep ve ben aynı sırayı paylaştık. Müthiş bir anımız var, tam dersin ortasında, öğretmen ne anlatıyorsa artık, tüm sınıf can kulağıyla dinliyoruz. Derken, inanılmaz bir gürültü ve itişme oldu yanımda, İbrahim ile Recep birbirine bağırıyor, itişiyorlar, öğretmen koştu geldi… O devirde çocukların harçlığı ortalama 25 kuruş idi ve bu tutarın karşılığı madeni para da bizim “sarı 25” dediğimiz para idi “beyaz 25” olarak bilinen para da yeni tedavüle sürülmüş, bizim için sahip olmak sanki bir ayrıcalık ifadesidir. Neyse o arada, Recep beyaz 25’i gösteriyor İbrahim’e, İbrahim hemen kapıyor beyaz 25’i, karşılığında kendisindeki sarı 25’i veriyor Recep’e, işte kıyamet kopuyor… İbrahim avucunun içine sıkmış beyaz 25’i “tövbe” açmıyor ya, Öğretmen “evladım bunların her ikisinin de değeri aynıdır” deyip duruyor lakin nafile… Recep de bağırıyor, “versene beyaz 25’i mi” deyip duruyor. Netice itibariyle Öğretmen biraz alttan alarak biraz kızarak, paraların değişmesini temin ederek, sulh salah sağladı…

Recep ilk sene, özellikle ilk sömestrde, dersin ortasında “tuvalete gidebilir miyim öğretmenin” bahanesi ile okuldan kaçardı, “Hababam Sınıfı” filmindeki Adile Naşit benzeri, hoşgörülü ve sabırlı teyzesi de sürekli kulağından tutup getirirdi onu. İnanılmaz ve efsanevi vakalardı bu kaçışlar ve geriye getirilişler. Daha küçücük çocuklarız şüphesiz, okula alışıyoruz, alışmaya çalışıyoruz, aslında çok da isteyerek ya da gönüllü değiliz lakin devrin önemli umdesi “aileler çocuklarını okutacak vatana ve millete faydalı olsunlar diye” olunca, akan sular duruluyor. Esasen de rol modellerimiz de tahsili kâmil insanlar değil, hani Kaymakam, Eczacı ve Doktoru saymazsak, neredeyse tekmili birden ilkokul mezunu bir kısmı ise köylerdeki tatbikatı ile de ilkokul 3 mezunu… Lakin ailelerimizin bu şartlarda dahi hedef ve beklentileri ziyadesiyle yüksektir… Cumhuriyetin de devamlı beklenti diye vatandaşlarına hatırlatması bu cihettedir…  

Baba, Mehmet Erarslan, öncülleri Sürücü ve Kaymakçı ailelerinin faaliyetlerinden sonraki bölümde Çeşme’nin neredeyse ilk otobüsçülerinden birisidir. Dönemin önemli otobüsü “Burunlu Pejo” marka otobüsün sahibidir. Hiç unutamadığım, iki detay vardı, birisi otobüs kapılarının terse açılması diğeri ise motorun otobüsün ön tarafından sokulan uzunca bir çalıştırma kolu ile çalıştırılıyor olmasıydı. Otobüsün şoförünün de oturduğu ön koltuk tüm şoför mahallini kaplıyor olması diğer bir enteresan durum olup, koltuklar deri kaplı idi. Maalesef çok da fazlaca detay hatırımda değil. İlaveten otobüsün üstünde de bir bagajların ve yüklerin konulduğu metal profillerden hazırlanmış bir bölüm vardı. Arka taraftaki sabit bir merdivenden çıkılır, inilir ve yükleme boşaltma işi gerçekleştirilirdi. Yine hatırladığım kadarı ile otobüsün şimdilerde olduğu üzere alt tarafta bir kapalı bagaj bölümü yoktu, esasen de otobüsler olabildiğince yere yakın olurlardı, artık bu dizaynlar savrulma ve sürüş güvenliği gereği mi idi, bilemiyorum. Yağmura karşı yegâne tedbir ise otobüsün üstüne çıkarılıp yerleştirilen yüklerin üstünün branda ile örtülmesidir. Otobüs kalorifer ve klima gibi konfor ünitelerinden yoksundur, içerinin ısıtılması motor ısısının transferi marifetiyle temin edilmektedir. Şoför mahallindeki camların açılıp kapanması için bugün kullanılan elektrikli kriko ve öncülü manuel çevirmeli kollar da yoktur, kelebek cam tabir edilen içeriden dışarıya doğru itilerek açılan camlar mevcuttur ve sabitlemesi mandallar marifetiyle yapılmaktadır. Yolcu bölümündeki camlar ise sürmeli olup, ihtiyaç halinde sürülüp açılır ve kapanırdı. Frenler şimdiki gibi, ABS ya da ARS gibi yüksek teknoloji ürünleri değil, kara fren tabir edilen tertibat bulunmakta ve şoför mahareti ile özellikle yokuş inişlerde motor frenleri devredir. Akü ise yanılmıyorsam, şoför koltuğunun altında bir yerde bulunmakta idi. Kapılar açılıp kapanırken sanki demirci dükkânındasınız da, malzemeler birbirlerine hızlıca çarpıyor gibi sesler gelirdi. Anlayacağınız kapı contaları ve izolasyon hak getire… Burunlu Pejo tabir edilen bu otobüsün motor kaputunun kapatıldığında sabitlenmesi için dışarıda kısmen elastik lastik sabitleyiciler vardı, bunlar da yanlardaki sabit kancalara geçirilirdi. İç kaplamalar ahşap olup her daim sanki cilalanıyormuş gibi bir his verirdi bana. Aynalar son derece sade olup, bir çubuk üstüne yerleştirilmiş, yaklaşık 45 derecelik bir açıyla otobüsün dışına tutturulmuş yuvarlak aynalardı. Silecekler tavandaki düğmelerin çevrilmesi ile devreye girerdi. Direksiyonlar hidrolik mekanizmaların konforundan azade, lakin şoförler için kol kuvvetlendirici ve kas yapıcı bir spor aleti gibi vazife görmektedir. Kara şanzuman tabir edilen sistem de, senkromeç, hidrolik veya otomatik değil, şoför maharetine tabi, vites değiştirirken ara gazı verilmesi mecburiyettendir. İzolasyon zinhar hak getire, tüm motor gürültüsü otobüsün içindedir… Fazla hatırlamıyorum demiştim ya düşündükçe neler çıktı, neler…

Abi, Bülent Erarslan ise bizlerin küçüklüğü döneminde Belçika’nın yolunu tutmuş, gurbet ellere düçar, genel manadaki “Almancı” statüsü edinmiştir gayri. Kara yağız bu delikanlı Çeşme Gençlik Spor Kulübü topçularındandır, aynı zamanda Çeşme’de bulunduğu vakitlerde… Çok sonraları hayatını kaybettiğini duymuş idim, üzüldüm…

Kale yokuşunda, Çeşme Belediyesi merkez binası arkasına düşen evde uzun yıllar oturuldu, zaten Çeşme o devirde fazlaca geniş alana dağılmış değildi. Esasen de Eski Köste (Dalyan) Yoluna, Tekke Burnuna, Kale Arkasına ve Bağarasına dağılmış, yaklaşık nüfus da 3.000 civarında, hani herkes birbirini nerdeyse yedikleri, içtikleri ile bilmektedir. Hani 3.000 kişilik bir oba, bir akraba topluluğu denilecek düzeyde. Mezkûr devirde “Kale Yokuşu” sağlı sollu evlerin bulunduğu bir yerdi, sonradan Kale Koruma Planları ya da hesapları sebebiyle Kale Surlarına dayalı evler yıkılmıştır. İlaveten de Çeşme’nin İzmir’e sefer düzenleyen otobüsleri de hemen Kale’nin denize yakın burçlarının dibinden kalkmakta, dönünce de aynı alana park etmektedirler. Gerçi “Garaj” vazifesi, Kilise ve Kervansaray tarafından da görülmüştür bir vade…

Bu vesile ile başta Recep arkadaşımı ve diğer tüm kaybettiklerimizi saygı ile anıyorum, yattıkları yer nurdan olsun…