Çarşamba, Kasım 19, 2025

PLASTİK POŞET

 Bilindiği üzere çevre kirliliğinin önlenmesi, vatandaşta çevre bilinci ve duyarlılığı adına farkındalık oluşturmak maksadıyla marketlerde poşetlerin sınırsız kullanımına sınırlama getirildi. Bir vadedir, artık poşetler paralı, bedeli mukabili kullanıma açık, sözde kullanım sınırlandı… Bazı mahfillerde tasarrufun pozitif sonuçlar verdiğinden bahisle bizlerin akıllarını karıştırarak büyük tesir altında bırakabilecek ve bravo nidaları ile kahvehane köşelerinde havalara fırlatacak rakamlar servis ediliyor. Şimdi bunlara inanmıyoruz diyerek itiraz edecek halimiz yok, elimizde bilgi yok ki karşı çıkalım… Doğru kabulü ile tasarruf sahiplerini bu müthiş hamleyi yaptıkları için kutlamaktan başka çaremiz yoktur…  

Yine de anlayamadığımız ya da başka bir ifade ile ancak bu kadarını anlayabiliyoruz gayri edasıyla, pazarda poşet bedava, fırında bedava, hatta fırında ekmek poşette olacak mecburiyeti mucibince poşet savrukluğuna mana veremiyoruz… Pazarda ne yapıyoruz, 1 domates alıp 1 poşete koyuyoruz, hani derdimiz fiyat yüksekliğinden domatesi fazlaca alamıyoruz tebarüzü değil, maksat poşet savurganlığı… Yahu sahi, pazarda ve fırında beleş olan poşet markette neden paralı… Ben bu halimle anlayabilmiş değilim… Şüphesiz ilahi ve ilmi bir izahı vardır ya da olmalıdır da ben hangi sebeple bilemiyorum… Problem bende galiba ve dahi anlaşılan… Benim maalesef böyle bir dûn yanım var…

“Poşetlerin ücretlendirilmesi” ile ilgili kanunumuz var, “Poşet Fiyat Belirleme Komitesi” diye bir kurulumuz bile var. Bu komite değerli vakitlerini ayırıp mutat zamanlarda bir araya gelip, fiyat ayarlama ve belirleme vazifeleri ifa ediyorlar… Takdire şayan bu çalışmalar, zaman zaman vatandaş lehine, zaman zaman petrol tekelleri ve “beytü’l mal” lehine tezahür etmektedir ki, çok şükür fiyat değişiklikleri memur maaş artışı gibi altı ayda bir yapılmıyor. Hatta sene devriyesinde bile bir kahvehanede televizyonda haberleri izleyen vatandaşlarımızın, bir yetkilimizin  “poşete bu senede zam yapılmayacak” demesine havalara zıplayarak sevinmeleri sosyal medyada uzun süre trendtopik olmuş idi…

Plastik su şişeleri ve meşrubat şişeleri hayatın her alanına girmiş, ne yazık ki çevre kirliliğinin en önemli malzemesi olmuştur lakin ona yönelik muhafazakâr bir tedbir hala yok. Günümüzün modası haline gelmiş, internet üzerinden yemek siparişleri ve mezkûr sunumun araçları, köpük tabaklar, plastik çatal, kaşıklar abartılı şekilde kullanılmakta iken kimse de dert etmez… Peki, bu konudaki yüksek hassasiyet, aslında “plastik kirlenmesinin” ana sebebini oluşturan plastik şişelerin geri dönüşümü konusunda neden gösterilmemektedir, anlamak kolay olmasa gerek. Hani iddialı davranıp, yasaklanması gerek bile diyemiyorum… Yasaklanmalı dersem, aşağıdaki gerekçeleri sıralarım ve bu hal hepimizi ziyadesiyle üzer…

Bilindiği üzere, pet şişeler zamanla çevresel etkiler nedeniyle parçalanır. Bu parçalar mikroplastik adı verilen çok küçük plastik parçacıklarına dönüşebilir. Bu mikroplastikler hem su kaynaklarına yayılır hem de besin zincirine girebilir, sonuç olarak insan sağlığına ve ekosistemlere zarar verir. Çok yaygın biçimde yürütülen çalışmalar neticesinde, denizlerimizdeki balıklarda ve deniz canlılarında ve dahi onlarla beslenen başta insan olmak üzere tüm diğer canlılarda direk ya da endirek olumsuz etkileri üstüne devamlı raporlar yayınlanmaktadır. Bu raporlar, küçük bir çevreci grup dışında kimin ilgi alanına giriyor bilmiyorum. Bu raporlara itibar edersek ki etmeliyiz, her yıl yaklaşık tabiata 500 milyon metrik ton plastik atılmaktadır. Peki, tabiata atılınca ya da gözlerden ırak noktalara def edilince ve biz görmüyoruz diye olumsuz tesirler ortadan kalkıyor mu? Zinhar… Tabiatta yok olma süresinin, plastik çeşitlerine ve parçalarına göre yaklaşık 100 ve 500 seneye ulaşacağı yapılan hızlandırılmış testlerle neredeyse ispatlanmıştır. Esasen kişisel olarak bile denizlerde ve karadaki plastik atıkların çok çok büyük çoğunluğunu plastik şişeler, kapakları ve poşetlerin oluşturduğuna şahit olmaktayız. Peki, doğada yok olma süresi derken mezkûr malzemelerin tamamen yok olduğu mu anlatılmak istenmektedir? Zinhar… Güneş, yağmur, rüzgâr, bakteriler vasıtasıyla parçalanma ve çözünme, çamur, akıntı ve döküntüler sebebiyle çözünen plastik atıklar farklı renk, şekil ve boyutta karşımıza besin zincirine dâhil olmuş vaziyette çıkmaktadır. Bakın mezkûr raporlardan küçük bir özet; her insan ortalama haftada 5 – 10 gram mikroplastik tüketiyor, denizlerde 5,5 trilyon mikroplastik parçası bulunmakta, insan midesinden alınan örneklemeler neticesinde ortalama 10 çeşit mikroplastik tespiti yapılmıştır, vs. vs… Ben zaman zaman bu kabil raporlara göz atıyorum, herkese şiddetle öneririm okumalarını, güzel dünyamızın nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu anlamaları için… Bu oluşan mikroplastiklerin, musluk sularından tutun da tuz dâhil pek çok gıda maddesinde ve içecekte yaygın biçimde görülmeye başladığının haberi yaygın verilmektedir.

Peki, taammüden gıda seçimi yapan insanoğlunun aldığı miktar bu iken, önüne geleni ayırmaksızın yiyen tabiattaki diğer canlıların durumu nedir varın siz düşünün. Bu mikroplastiklerin, kanserojen etkilerinin yanında inanılmaz toksik etkilerinin olduğunu söylemeye gerek yoktur. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, uzun vadede ortaya çıkan neticelerinden, başta gen bozulmaları olmak üzere, sinir ve bağışıklık sistemi bozulmaları, üreme ve gelişim bozuklukları da maalesef ihtimal dâhilindedir… 

Mesela şehir şebekeleri yeterince kaliteli tesis edilse şişeleme, nakliye ve satışa münasip hale getirme sebebiyle tüketilen enerji “cepte kalmaz mı?” Peki, siz bir avuç iş adamı sınırsız paralar kazansın diye, adam gibi içilebilen su servisi yap(a)madığınız için, dünya ölüyor, evet ciddi miktarda kirlenme tam da bu sebeple yaşanıyor… Son tahlilde; hedef sağlıklı arıtılmış şebeke suyuna behemehâl dönüş yapılmalıdır. Bütçe mi, savaşma, savaşa yatırım yapma, savaşları kışkırtma, vs. vs… Daha uzun kelama ne hacet… Hele “pet şişe” adı ile takdimi yapılan petrol türevi bu şişelerin üretim faslında, harcanan enerji, hammadde ve ortaya çıkan olumsuz sonuçların sıralanmasına bile hacet yoktur.

Avrupa duyarlı bir azınlık dahi olsa “çevrecilerin” feryadına, “pansuman tedbir” kabilinden büyük marketlerde iade alma otomatları marifetiyle “deposit return system” adı ile karşılık verilmiş olsa da bunun çevre duyarlılığı olan vatandaşların gazını alma operasyonu olmaktan öteye gidememiştir. Basit olan “Allahın suyunu” beleş olarak sağlıklı bir şekilde “Allahın kuluna” ulaştırmaktır. Efendim “kaynak nerede” gibi abuk subuk savunmaların da yapılıyor olması ve bu savunmalarında en yaman savunuculuğunu da biz fakirlerin yapması anlaşılır gibi değildir. 

Çarşamba, Kasım 12, 2025

AHMET UĞUR’U TANIMA BAHTSIZLIĞI

 

Güzel Kasabam Çeşme’nin, güzel insanlarını “unutulmasınlar diye”, ki her biri Çeşme’nin bugününün temel taşları olan büyüklerimizi büyük bir saygı ile hatırlamaya ve bu manada yazıya geçirmeye çalışıyorum. Şüphesiz ki “benim gözümden”, benim hafızamın kayıt kapasite ve kabiliyeti ölçeğinde… Bazı okuyucularımız, karşılaştığımızda şunlar da eksik kalmış, bunlarda olsaymış daha keyifli olurmuş, bu kadar iyi hatırlanmaları abartılı olmuş gibi ilave bilgiler aktarırlar, bir kısmını ben de bilmekteyim lakin edebi kabiliyet ve ezeli saygı bir kısmının yazıya geçirilmesine engeldir, bir kısmına gerek yoktur bence, bir kısmının aktarılmasının kent belleği, kültürü ya da sosyal davranış modeli oluşturma adına manası yoktur, vs. vs… Özellikle de aramızda olmayanların sadece hatırlayabildiğim iyi ve örnek yönleri benim açımdan önemlidir, gerisi beni fazlaca ilgilendirmiyor… Tam da bu sebeple, unutulmasınlar listesinde benim açımdan, kimsenin siyasi, dini, sosyal ve ekonomik tercih ve durumu önem arz etmez, bilakis Çeşme’nin geçmişindeki rol alışları, beşeri ilişkileri açısından kent kültürüne katkıları ve dahi hatırlanış biçimleri çok çok önemlidir… Davranış ve fikirlerini bizim sevmemizden ziyade vatandaş nezdindeki karşılıkları ziyadesiyle mühimdir benim açımdan… Şüphesiz ki, iyi nam salamamış veya iyi hatırat oluşturamamış, büyüklerimizde hayatımızın ayrılmaz cüzüdür…

Bize, gerek ilkokul, gerek ortaokul döneminde tatbikatları ile rol model oluşturmuş muallimlerimiz olmakla birlikte ne yazık ki hala fazlaca iyi hatırlayamadığımız muallimlerimiz de mevcut idi. Bu zevatın bir kısmı kendi tedrisat ve talim terbiyeleri açısından öğretim hayatında “dayak cennetten çıkmadır” tercihi mucibince davranmış olup, bu halleri ile adeta davranış donması yaşamışlardır bizim hayallerimizde… Yani daha sonraki hayatımızda karşılaşıp, eski günlerin kötü tortularını unutmamız şarttır yaklaşımını kendimize şiar edinsek de maalesef başarılı olmadığımız da aşikârdır.

Mesela; lise devrinde yatılı okuyoruz. Okul ile yatakhaneler arası gün yüzü görmeden bağlantıların olduğu fizik mekânlar, günün trendleri, modaları, matah zannedilen davranışları kendine hastır… Bunlardan birisi de, erken yaşlarda tiryakisi haline gelinen sigara müptelalığı, nasıl bir etkilenme ve misal teşkili ise artık… Ben de çok erken yaşlarda sigara içmeye başladım, yatılı okurken gündüzlü arkadaşlarımın ikmali mucibince eksiksiz, tüttürmeler… Okul sonrası, akşam yemeği yenilir, sonrasında ders çalışma seansları olan “mütalaalar” gerçekleştirilir, nihayetinde dinlenme, temizlenme, arınma ve uyku faslı için yatakhanelere geçilirdi. Bu faslın en önemli bölümünü de sigara tiryakileri için de sigara tüttürmek oluştururdu. Katlarda yeterli olmayan tuvalet ve duş kabinleri bu faslın merkez üsleridir, büyüklüklere bağlı 2, 3 ya da 4 öğrenci birine toplanır, sigaralar tüttürülürdü… Katlarda, baskınlara karşı gözcülerde bulunurdu merdivenlerin katlara bağlantı kapılarında, ihtimal baskına gelenler derhal sigara tüttürme üslerine bildirilir, olası suçüstüler önlenirdi. Günlerden bir gün, nasıl olduysa artık, baskın ekibi gözcüleri ya gafil avlamışlar ya da atlatmışlar, kendileri açısından maksat hâsıl olmuş. Başta ben olmak üzere, birçok arkadaş sigara tüttürürken cürmümeşhut edilir. Baskın ekibinin başkanı, soyadını hatırlamadığım “Özkan” adında müdür muavini, 1.65 boyu ile talebeler arasında adeta terör estiriyor. Önüne geleni dövüyor, adeta pataklıyor, haklı haksız tefriki söz konusu bile değil. Hani, “haklı dayak” ne demekse, kim kime göre haklı, nasıl haklı olunuyorsa… Adam o boyu ile beni kolumdan tuttuğu gibi, yatakhanedeki dolabımın başına getirdi, dolap açıldı, sıkı bir aramadan sonra 1 paket “Bafra” sigarası bulundu… İşte bundan sonra sonrası, kızılca kıyamet. Adam ayak parmakları üzerinde yükselip, yükselip, Allah ne verdiyse kabilinden, kafa göz yapıştırıyor. “Feleğim şaştı” sonuçlu “eşek sudan gelene kadar” mükemmel bir dayak… Esasen 2 tokatlık canı olan birisi lakin “elimiz mecbur” okuldan tasdikname korkusu, ailemize rezil olma korkusu ile katlanıyoruz, bu zalime… Birkaç sene sonra, bir gün Çeşme Çarşıdan bir otomobil geçiyor, Kale yönüne, baktım bizim Özkan, derhal düştüm peşine, geldiler, şimdi seyir terası olan yer de park alanı, aha da oraya… Arabayı park ediyor, yaklaştım kapısına yakın, dışarı çıkar iken benim nefret dolu bakışımı görünce afalladı, başladı titremeye, eşi de diğer kapıdan çıktı, şaşkın gözlerle bakıyor bana… Ağzıma ne geliyor ise başladım söylemeye, yahu bir de ağzıma hiç de iyi şeyler gelmiyor ki sormayın, Allah’ın hikmeti işte… Birden “Çilek insanlar eskiden yaşadıklarını unutmalı” diyebildi bizim devri hükümranlığından eser kalmamış Özkan titreyerek… Eşi yalvar yakar olunca, ben de her şey bitti, sinirlerimin yelkenleri fora… Esasen kendisine bana yaşattıklarını yaşatmak vardı lakin eşinin yüzü suyu hürmetine vazgeçtim. Galiba biraz da tükürmüştüm yüzüne, tam hatırlamıyorum, tükürülme kesin de miktar hatırlanmıyor manasında… Sonradan öğrendiğime göre de “Babam Tito Yaşar” mezkûr zatı ziyaret ederek, benim o tarihteki söyleyemediğim tüm duygu ve düşüncelerimi makul ve mantıklı bir şeklide kendisine aktarmış… Aaa sonra ne mi oldu, ben mütalaalardan 5 dakika önce yatakhanelere gitme hakkı elde etmiş idim… Demek ki babam bayağı makul ve mantıklı izahatta bulunmuş, Özkan’a…  

Bir de bizim Çeşme’de ortaokul döneminin eşek sudan gelinceye kadar “dayakçı” muallimleri vardı, “Kostarika” lakaplı Ahmet Uğur bey, “Çapik” lakaplı Zekeriya Örnek bey, bir de 1962 darbesine katıldığı iddiası ile Harp Okulundan atılmış, sonra İsmet İnönü’nün inayet, hidayet ve iradesi mucibince sözde muallimlik hakkı edinebilmiş Ali ihsan bey… Bu muhteremler de “dayak cennetten çıkma” umdesinin öğretimin mütemmim cüzü olduğu inancı ve kabulüyle, her önüne gelen talebeyi, mekân ve zaman tefriki yapmaksızın, talebenin çaresizliğini bilerek döverlerdi… Hele Ahmet Uğur’un hafta sonları ara sokaklar başta olmak üzere, Çeşme’nin tüm sokaklarını tek tek dolaşarak “futbol oynayan” çocukları tespit edip, hafta başı anons marifetiyle “İdareye” davet ettiği talebeleri, elindeki 1 mt’lik tahta cetveliyle, acımadan, dövmesi hiç unutulur, affedilir değildir. Cetvel ile dayak atılır, parmakların kırılırcasına ağırır lakin adamın kılı kıpırdamaz, adeta adam dövmekten zevk alır halleri vardı bu okul yöneticisinin… Ne de olsa bu zevatın, benim hala hiç beğenmediğim, ziyadesiyle kızdığım, “nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” darbı meseli mucibince öğrenebildikleri yegâne üslup budur…

Bir sürü öğrenci Ahmet Uğur ve benzerleri gibi “dayak cennetten çıkmadır” kültürünü şiar etmiş okul yöneticileri tarafından okulu bırakmak zorunda kalmış idi maalesef. İlaveten dayak neden cennetten çıksın ki, değil mi? Bize tarif edilen cennet başka bir yer, nasıl olur da orada dayak olur, cennette dayak varsa cehennemi düşünmek bile istemez âdemoğlu vallahi… Ya da bakılmış ki dayak kötü “behemehâl cennetten çıkarılmış” diye birileri de iddia ederse, ona da itiraz etmem şahsen. Bizim ortaokuldan okulu bırakıp, Ahmet Uğur’u dövmek üzere, üzerine giden kimseyi duymadım lakin öğrencilerin neredeyse tamamı kendisini hiç hayırla yâd etmediler ve etmiyorlar da…

İzmir’de ikamet ettiğim devirde tesadüfen aynı Muhtarlığın kayıtlısı olarak karşılaştık Muhtarın Dükkânında, o devirde kendisi “Bornova Anadolu Lisesinde” görevli imiş, görevini de sormadım açıkçası, biraz laf yarıştırdık, neticede kendisine asla “fikri hür, vicdanı hür nesil yetiştirme” şansının olamayacağını beyan ettim. Gerçi belki sonradan öğretmen formasyonunu tazeleyerek evrilmiş de olabilir, onu da bilemiyorum, olduysa bu görüşlerimden ötürü kendisini hoş görebilirim lakin okulu bırakmış hayatları başka yöne sırf bu sebeple kaymışların aynı duyguda olmayacaklarını biliyorum. Fazlaca da haksızlık yapmak istemiyorum…

Bir öğretmen nasıl olurda “çaresiz talebeleri dövmekten zevk alabilir” hiç anlayamadım ve halen de anlayamıyorum… “Eti senin kemiği benim” diye öğretmene teslim edilip, en ufak yaramazlıkta kafa göz yarıldıktan sonra “öğretmenin vurduğu yerde gül biter” tesellisi ile büyüyen çocukların da şiddeti meşrulaştırmaları galiba tam da bu sebepledir. Tabii ki devir “tek tip talebe” yetiştirme umdesinin nihai sonucu, talebenin mum gibi edilmesi olunca, tüm bu yaşananların sonucu hür birey yerine biat eden, hürriyet yerine itaat etme ihdası tezahür eder. Mektepte başlayan dayak, ailede zaten mevcut, askerde devam eder, hak ararken de eşek sudan gelene kadar dayak yersen, olur sana beşikten mezara kadar dayak…

Hülasa bu kadar ile iktifa edip, tüm fikir ve düşüncelerimi de heba etmeyeyim… Gerçi bir de Nadi Bey vardı, bahse konu tüm zevata tek başına muadildir, dillere destan… Neyse, Kifayeti takdim…

Perşembe, Kasım 06, 2025

PEJO RECEP (ERARSLAN)


Güzel Çeşme’nin güzel insanlarını “unutulmasınlar” diye hatırlamaya devam ediyoruz, ortaokul döneminden sonra bir daha asla görüşemediğimiz, ilkokula birlikte başladığımız Recep Erarslan (babadan bakiye lakap PEJO) artık ne yazık ki aramızda değil… Duydum ki, hiçbir ciddi sağlık sorunu yok iken hastanede bir rutin işlem için beklerken hayatını kaybetmiş, çok çok üzüldüm, içimde bir şeyler sert biçimde yere düşmüş büyük bir gürültü ile kırılmış gibi oldu… Esasen de, taa yeni delikanlılık döneminden sonra yollarımız ayrılmış, teknolojinin de en azından bizler açısından “mektup yazma” seviyesini aşamamış dönemi olduğundan, adres değişiklikleri, iş değişiklikleri hülasa hayatın meşakkatli dayatmaları neticesi kopmuş olmak…

Recep hastaneye gidiyor, iğne yaptıracak, bekleyenler çok, bekleme uzadıkça kendisinde de sıkıntılar oluşuyor, bekleme koridoru insanın afakanlarını zıplatıyor, fenalaşıyor ve maalesef hayatını kaybediyor. Arkasından, koridor dardı, havasızdı, heyecan yaptı, yok fazla terledi vs vs her ne sebep varsa, var, adam artık aramızda yok… Toprağı bol olsun, yattığı yer incitmesin… Evet, tam da “doktor kontrolünde ölüm” denilebilecek bir vaka… Bize de hatırladıkça, bahsettikçe üzülmekten başka bir şey düşmüyor…

Recep Erarslan ile ilkokula birlikte başladık, öğretmenimiz ilk önce şimdi soyadını hatırlayamadığım Neşe Öğretmen bilahare de Huriye Pala Öğretmen, bizim okulu sevmemizin ilk temas noktalarıydı… Kimler yoktu ki, bizim sınıfta, her biri nevi şahsına münhasır olup, Çekirge İbrahim’den başlayıp, Gazeteci Mahmut’a kadar… Bir ara, Çekirge İbrahim, Pejo Recep ve ben aynı sırayı paylaştık. Müthiş bir anımız var, tam dersin ortasında, öğretmen ne anlatıyorsa artık, tüm sınıf can kulağıyla dinliyoruz. Derken, inanılmaz bir gürültü ve itişme oldu yanımda, İbrahim ile Recep birbirine bağırıyor, itişiyorlar, öğretmen koştu geldi… O devirde çocukların harçlığı ortalama 25 kuruş idi ve bu tutarın karşılığı madeni para da bizim “sarı 25” dediğimiz para idi “beyaz 25” olarak bilinen para da yeni tedavüle sürülmüş, bizim için sahip olmak sanki bir ayrıcalık ifadesidir. Neyse o arada, Recep beyaz 25’i gösteriyor İbrahim’e, İbrahim hemen kapıyor beyaz 25’i, karşılığında kendisindeki sarı 25’i veriyor Recep’e, işte kıyamet kopuyor… İbrahim avucunun içine sıkmış beyaz 25’i “tövbe” açmıyor ya, Öğretmen “evladım bunların her ikisinin de değeri aynıdır” deyip duruyor lakin nafile… Recep de bağırıyor, “versene beyaz 25’i mi” deyip duruyor. Netice itibariyle Öğretmen biraz alttan alarak biraz kızarak, paraların değişmesini temin ederek, sulh salah sağladı…

Recep ilk sene, özellikle ilk sömestrde, dersin ortasında “tuvalete gidebilir miyim öğretmenin” bahanesi ile okuldan kaçardı, “Hababam Sınıfı” filmindeki Adile Naşit benzeri, hoşgörülü ve sabırlı teyzesi de sürekli kulağından tutup getirirdi onu. İnanılmaz ve efsanevi vakalardı bu kaçışlar ve geriye getirilişler. Daha küçücük çocuklarız şüphesiz, okula alışıyoruz, alışmaya çalışıyoruz, aslında çok da isteyerek ya da gönüllü değiliz lakin devrin önemli umdesi “aileler çocuklarını okutacak vatana ve millete faydalı olsunlar diye” olunca, akan sular duruluyor. Esasen de rol modellerimiz de tahsili kâmil insanlar değil, hani Kaymakam, Eczacı ve Doktoru saymazsak, neredeyse tekmili birden ilkokul mezunu bir kısmı ise köylerdeki tatbikatı ile de ilkokul 3 mezunu… Lakin ailelerimizin bu şartlarda dahi hedef ve beklentileri ziyadesiyle yüksektir… Cumhuriyetin de devamlı beklenti diye vatandaşlarına hatırlatması bu cihettedir…  

Baba, Mehmet Erarslan, öncülleri Sürücü ve Kaymakçı ailelerinin faaliyetlerinden sonraki bölümde Çeşme’nin neredeyse ilk otobüsçülerinden birisidir. Dönemin önemli otobüsü “Burunlu Pejo” marka otobüsün sahibidir. Hiç unutamadığım, iki detay vardı, birisi otobüs kapılarının terse açılması diğeri ise motorun otobüsün ön tarafından sokulan uzunca bir çalıştırma kolu ile çalıştırılıyor olmasıydı. Otobüsün şoförünün de oturduğu ön koltuk tüm şoför mahallini kaplıyor olması diğer bir enteresan durum olup, koltuklar deri kaplı idi. Maalesef çok da fazlaca detay hatırımda değil. İlaveten otobüsün üstünde de bir bagajların ve yüklerin konulduğu metal profillerden hazırlanmış bir bölüm vardı. Arka taraftaki sabit bir merdivenden çıkılır, inilir ve yükleme boşaltma işi gerçekleştirilirdi. Yine hatırladığım kadarı ile otobüsün şimdilerde olduğu üzere alt tarafta bir kapalı bagaj bölümü yoktu, esasen de otobüsler olabildiğince yere yakın olurlardı, artık bu dizaynlar savrulma ve sürüş güvenliği gereği mi idi, bilemiyorum. Yağmura karşı yegâne tedbir ise otobüsün üstüne çıkarılıp yerleştirilen yüklerin üstünün branda ile örtülmesidir. Otobüs kalorifer ve klima gibi konfor ünitelerinden yoksundur, içerinin ısıtılması motor ısısının transferi marifetiyle temin edilmektedir. Şoför mahallindeki camların açılıp kapanması için bugün kullanılan elektrikli kriko ve öncülü manuel çevirmeli kollar da yoktur, kelebek cam tabir edilen içeriden dışarıya doğru itilerek açılan camlar mevcuttur ve sabitlemesi mandallar marifetiyle yapılmaktadır. Yolcu bölümündeki camlar ise sürmeli olup, ihtiyaç halinde sürülüp açılır ve kapanırdı. Frenler şimdiki gibi, ABS ya da ARS gibi yüksek teknoloji ürünleri değil, kara fren tabir edilen tertibat bulunmakta ve şoför mahareti ile özellikle yokuş inişlerde motor frenleri devredir. Akü ise yanılmıyorsam, şoför koltuğunun altında bir yerde bulunmakta idi. Kapılar açılıp kapanırken sanki demirci dükkânındasınız da, malzemeler birbirlerine hızlıca çarpıyor gibi sesler gelirdi. Anlayacağınız kapı contaları ve izolasyon hak getire… Burunlu Pejo tabir edilen bu otobüsün motor kaputunun kapatıldığında sabitlenmesi için dışarıda kısmen elastik lastik sabitleyiciler vardı, bunlar da yanlardaki sabit kancalara geçirilirdi. İç kaplamalar ahşap olup her daim sanki cilalanıyormuş gibi bir his verirdi bana. Aynalar son derece sade olup, bir çubuk üstüne yerleştirilmiş, yaklaşık 45 derecelik bir açıyla otobüsün dışına tutturulmuş yuvarlak aynalardı. Silecekler tavandaki düğmelerin çevrilmesi ile devreye girerdi. Direksiyonlar hidrolik mekanizmaların konforundan azade, lakin şoförler için kol kuvvetlendirici ve kas yapıcı bir spor aleti gibi vazife görmektedir. Kara şanzuman tabir edilen sistem de, senkromeç, hidrolik veya otomatik değil, şoför maharetine tabi, vites değiştirirken ara gazı verilmesi mecburiyettendir. İzolasyon zinhar hak getire, tüm motor gürültüsü otobüsün içindedir… Fazla hatırlamıyorum demiştim ya düşündükçe neler çıktı, neler…

Abi, Bülent Erarslan ise bizlerin küçüklüğü döneminde Belçika’nın yolunu tutmuş, gurbet ellere düçar, genel manadaki “Almancı” statüsü edinmiştir gayri. Kara yağız bu delikanlı Çeşme Gençlik Spor Kulübü topçularındandır, aynı zamanda Çeşme’de bulunduğu vakitlerde… Çok sonraları hayatını kaybettiğini duymuş idim, üzüldüm…

Kale yokuşunda, Çeşme Belediyesi merkez binası arkasına düşen evde uzun yıllar oturuldu, zaten Çeşme o devirde fazlaca geniş alana dağılmış değildi. Esasen de Eski Köste (Dalyan) Yoluna, Tekke Burnuna, Kale Arkasına ve Bağarasına dağılmış, yaklaşık nüfus da 3.000 civarında, hani herkes birbirini nerdeyse yedikleri, içtikleri ile bilmektedir. Hani 3.000 kişilik bir oba, bir akraba topluluğu denilecek düzeyde. Mezkûr devirde “Kale Yokuşu” sağlı sollu evlerin bulunduğu bir yerdi, sonradan Kale Koruma Planları ya da hesapları sebebiyle Kale Surlarına dayalı evler yıkılmıştır. İlaveten de Çeşme’nin İzmir’e sefer düzenleyen otobüsleri de hemen Kale’nin denize yakın burçlarının dibinden kalkmakta, dönünce de aynı alana park etmektedirler. Gerçi “Garaj” vazifesi, Kilise ve Kervansaray tarafından da görülmüştür bir vade…

Bu vesile ile başta Recep arkadaşımı ve diğer tüm kaybettiklerimizi saygı ile anıyorum, yattıkları yer nurdan olsun…


Çarşamba, Ekim 29, 2025

SUNAY AKIN “ONLAR HEP ORADAYDI’DAN” EFSANEVİ KAPTAN ŞEFİK GOGEN’E

 

Sunay Akın okuyorum ilk kez, bu ilk kez olması da bana yeter bir ayıp. “Onlar Hep Oradaydı” adlı kitabı büyük heyecan ve şevkle hızlıca okudum. O ne güzel konu seçimi, sunumu ve dili… Gerçi burada neşredilen yazıların bir kısmını gazetelerde yayınlanan halleri ile okumuş ve beğenmiş hatta yetinmiş idi ama eksiklik işte, müthiş güzel konu seçimi, takdimi ve anlatımı… Mezkûr kitapta, “Pearl Harbor’dan Haliç Kıyısına…” başlıklı yazıda Türkiye Denizcilik tarihinin önemli gemilerinden biri olan “Ankara Gemisinin” tarihine denk geldim, işte bu detayları da bilmiyordum.

Sunay Akın takdimi şöyle yapıyor; “1941 yılının 7 Aralık günü, iki saat içinde onlarca geminin sulara gömüldüğü bir tarihtir. O gün, Amerika’nın Pasifik donanmasına bağlı 127 gemiden 97’si Pearl Horbor Limanı’nda demirlidir.

Pazardır günlerden… Denizcilerin çoğu, geç vakitlere kadar yazdıkları ve karaya çıktıklarında postaya verecekleri mektupları başucunda, uyumaktadırlar…

Saatler 07.55'i gösterdiğinde bir patlama sesi duyulur. Ardı ardına gelen patlamalara saldırı haberi veren siren sesleri de karışır… Ama, her şey için çok geçtir.” Amerikan Donanmasının nerdeyse tüm gemileri denizin dibini boylar… Bu saldırıdan bir adet gemi yara almadan kurtulur, adı “Solace”dir, hastane gemisi olması ve üzerinde kocaman bir haç bulunması sebebiyle Japon Pilotların hedefini oluşturmaz, torpil geçilir yani… İşte bu geminin yıllar sonra Türkiye Karasularında Amerika’dan satın alınmak suretiyle Denizcilik İşletmelerinin uhdesinde yolcu taşımacılığı maksadı ile kullanılan “Ankara Gemisi” olduğunu öğreniyorum. Gerçi sonradan öğreniyorum ki, aynı adla farklı farklı gemilerde benzer görevler adına satın alınmıştır. Ben de bunlardan bir tanesini İzmir Limanına yanaşıp yolcu alıp, indirmelerinden hatırlıyorum. Mezkûr devirde, İstanbul, İzmir, Antalya ve İskenderun bağlantılı tarifeli seferler yaptığını hatırlıyorum… Özellikle hafta sonları müsabakalarına katılmak üzere İzmir Futbol Takımlarının İstanbul seyahatlerini haberleştiren gazetelerden öğrenirdik.

Sunay Akın aynı makalenin bir başka bölümünde; “Bir geminin öyküsü yazılırken, kaptanı unutulur mu?.. Elbette unutulmaz; Şefik Gogen’i görürüz Ankara Gemisinin kaptan köşkünde.”

New Port News’de 1927 yılında inşa edilen Ankara Gemisinin, ilk adı, “Altı Uluslar” diye bilinen Kızılderili Kabilelerinin ortak adı “Iroquois”miş, Sunay Akın’ın aktardığına göre… Özel bir şirket tarafından çalıştırılır iken ABD Deniz Kuvvetleri tarafından 1940 senesinde satın alınarak “Solace” adı altında bir hastane gemisine tadil edilmiş. 2. Dünya savaşı sonrası hizmet dışı bırakılan mezkûr gemi 1948 yılında Türkiye Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınır.

Bu sebeple Ankara Gemisi bilgilendirmeleri, kütüphanemde bulunup, henüz okumadığım Osman Öndeş tarafından yazılmış “Efsanevi kaptan Şefik Gogen”  kitabına yöneltti… Behemehâl okunmalıydı ve onu da kısa sürede okudum. Enteresan hatıralar…

“Efsanevi kaptan Şefik Gogen”  kitabında yazar kaptanın ağzından Ankara Gemisi için; “Bu bembeyaz gemi kısa zamanda herkesin sevgilisi olmuş. Pek çok kimse seyahat etmek için Ankara’yı ötekilere tercih etmeye başlamış. İdare, gemiyi tarifeli seferlerde çalıştırdığı gibi, sık sık da başta Gazeteciler Cemiyeti olmak üzere kruvaziyer seferlerine yollamış. Kuzey Akdeniz, Amerika, Kuzey Denizi derken Ankara uzunca bir süre de Swan adlı yabancı bir firmaya kiralanıp anlaşma gereğince aylarca yurda uğramadan tarifeli iç ve dış hatlarda sefer yapmış” diyerek toplumdaki karşılığı üzerine bir özet yapmıştır.

Bir başka bölümde ise Efsanevi Kaptan’ın hatıratından; “Bir çözüm ise rotayı kısaltmak ve limanlardan vaktinde kalkmakta yatıyordu. Böylece hem gemi zorlanmıyor ve hem de limanlara vaktinde varmış oluyorduk. Bu nedenle her zaman limanlardan vaktinde kalkmışımdır. Hatta bir seferinde İstanbul Valisi Lütfü Kırdar İngiliz Elçisini yolcu etmek için Ankara Gemisine gelmişti. Emniyet Müdür Kaptan Köşküne gelerek “gemiyi geç kaldırmamı” söylemesine rağmen programımı bir dakika bile değiştirmedim. Lütfü Kırdar’a “Pasaportunuz olmadığı için sizi dışarıya götüremeyeceğim. Çanakkale’de sizi karaya çıkaracağım” dedim. Neyse hemen yakınımızda olan lahana yüklü bir motoru çağırdılar ve Lütfü Kırdar bu motora geçerek Sarayburnu’nda karaya çıktı”. Şimdilerde herhangi bir kaptan, herhangi bir Vali’yi bırakın Valiyi, herhangi bir Kaymakama böyle davransın da görelim, bakalım. “Benim Valime” bu muameleyi layık görenin, layık görüleceği muameleyi hayal bile edemiyorum, Allah Muhafaza. Demek ki eskiden valiler de epey hoşgörülüymüş, en azından bu kabil ilişkiler içinde.

Hatıratın bir bölümünde de, yüksek mevkilerdekileri rahatsız edeceğini bile bile edilen kelamların kendisine nasıl neması ile tehdit ve hakaret olarak geri döndüğünü ise; “Bilhassa Karadeniz kıyılarından başlayarak içerlerdeki kasabalar, kentler ve köyler karayolu olmadığından yaşamları için gerekli olan en basit bir malı dahi ancak denizyoluyla elde edebiliyorlardı. Karayolu olmayan Karadeniz ahalisi perişandı ve kışın bu insanların dünyayla ilişkisi kesiliyordu. Onun içindir ki posta vapuru bir limana geldi mi iyi havalarda orada bayram edilir, halk sandallara dolar geminin etrafından çoluk çocuk dolaşırlardı. O insanlar yol olmadığından dolayı uzun yıllar çok ıstırap çekmişlerdir, fakir kalmışlardır. Ben okulları bile olmadığından, var olan okullara ulaşacak yolları bulunmayan Karadeniz ahalisini çektiği sıkıntıları gördükçe kahrolur ve İstanbul’da her yer ve mevkide bu içler acısı durumu şikâyet edercesine anlatırdım. Okuyamayan insan ne uygarlığı takip edebilir, ne de doğru dürüst bir meslek sahibi olabilir! Hatta kendine böylesine aldırmayan devletine küser… Ben bu ilkel tabloyu anlattıkça herhalde birilerinin fincancı katırlarını ürkütmüş olmalıyım ki, “Vatan savunmasını zayıflatıcı ifadeler kullanıyor” ithamı altında bırakıldım. Daha da ileri gidilerek, çok tehlikeli bir dünya harbi sırasında memlekete kötülük ettiğim ileri sürülerek yazılı şekilde tehdit ve ihtar edildim.” diyerek aktarmaktadır. Gel de, dünden bugüne değişmeyen sosyal ve siyasal hatırlatması olan Neyzen Tevfik’in ünlü beytini hatırlama;  

“Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti,

Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!”

Kaptan Şefik Gogen, bir bölümde deniz ve denizcilik üstüne söz ederken; “Denizlerdeki sessizlik ve yalnızlık bize sanki başka bir dünyaya göç etmişiz hissi veriyor, bu sessizlikten korkacağımıza garip bir haz, belki de kendimize güven duyuyorduk. Ticaret gemilerinin olmadığı bu denizlerde savaş gemileri de olmaz diyorduk! Galiba birbirinden korkanların herbiri bir tarafa sinmiş, geriye bir ufuktan öbür ufka kadar bomboş bir deniz kalmıştı. Sadece arada bir martılar görüyorduk ki, onlar da güney denizlerinde kaybolup gittiler! Böylece gök, lacivert bir deniz, göremediğimiz balıklar ve Tunç gibi bir şileple biz vardık. Yaşamı temsil eden bir aile gibiydik ve bu dünyanın tamamı bunlar mıydı?” diyerek hissiyatını son derece enteresan bir şekilde ifade etmektedir.

Netice itibariyle, Sunay Akın’ın güzel anlatımı, dili ve işlediği konular itibariyle bilgilendirici kitabı üstüne Osman Özdeş’in enteresan hatıraları aktaran kitabını okumak çok keyifli idi, şiddetle öneririm okumayı sevenlere…

 

Salı, Ekim 21, 2025

HASAN KAN, BİR MÜMTAZ ESNAF

Hasan Omay’ın çıraklığından esnaflığa uzanan müthiş bir ömür söz konusudur Hasan Kan büyüğümüz adına ve adeta Çeşme Esnaflarının resmigeçididir hayatı. Tüm yaşıtları gibi çok çalışkandır, çok disiplinlidir, çok özverilidir netice itibariyle de çok da başarılıdır. Çocukluğumun 2 önemli esnafıdır, Hasan Omay ve Hasan Kan. Onların dükkânlarının adı, tuhafiyedir, manifaturadır. 

Baktığım etimoloji sözlüklerinden anladığım  “tuhafiye” Arapça kökenli tuhaf kelimesinden türemiş ve hediye manasında bir kelime olup, muhtemelen de hediyeler dükkânı ya da hediyelik eşyacı gibi anlamlar yüklense de bu mananın çok ötesinde bir vazife üstlenmiş gibi görünmektedir. Esasen, kasaba ve nahiyelerde giyim, kuşam başta olmak üzere devrin her türlü ihtiyacın malzeme ve araçlarının satıldığı süper esnaflardır, toplu ve dikiş iğnesinden, her türlü kumaşa, oradan don lastiğine, oradan kefen bezine kadar her şeyin temin edildiği yerler. Genelde hatırladığım, özel birkaç tanesi hariç hemen her esnafın tam manasıyla yaptığı işi severek yaptığından olsa gerek, sevecenlik, güler yüzlülük, mütevazılık, dürüstlük hep ön planda olurdu. Mesela; insanların, oradan fiyat alayım diğerleri ile kıyaslayayım derdini hiç ön plana çıkarmadıkları devirdir. Bilirler ki kazıklanmak ve kazıklamak fikri ve zikri en son akla gelecek davranıştır. Herkes kendi münasebetleri çerçevesinde bir esnafı tercih eder, oradan alışverişini yapar, şimdiki gibi kredi kartı icadı tuzaklar yerine “veresiye defterleri” tutulurdu. Her müşterinin farklı ürün hasat dönemlerine münasip ödeme vadeleri olurdu. Kimi tütün, kimi zeytin, kimi kavun vs. vs. Esnafın da daha paradan para kazanma bilinç ve hırsına kapılmadığı devirdir ne de olsa… Esnaf temin ettiği malın üstüne makul kar koyarak sattığı ve bununla yetindiği daha fazlasını beklemediği zamanlardır küçük kasabalarda diğer tatbikatlar başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerdedir. Oktay Akbal’ın “önce ekmekler bozuldu” adlı kitabı yayınlanmış ve orada “önce ekmekler bozuldu sonra da her şey” fikri olsa da büyük şehirlerden yansımaları daha kasabalara sirayet etmemiştir. Esnaf açgözlü değildir, kanaatkârdır.

Hatırladığım bu tuhafiye dükkânları, ben Çeşme’deki her ikisini de biliyorum, Hasan Omay’ın orası iç içe geçmiş 2 dükkândan oluşur. Biraz loş, lakin hoş kokulu bir ortam idi. Bu koku muhtemelen raflara dizilmiş çok çeşitli kumaşların dokuma ya da boyama detaylarının bir tezahürü idi. Hasan Omay’ın oğlu Sami Abi sonraları bu işi tamamen devir aldı, 1970’li yılların ikinci yarısında ise günün modası turizmin Çeşme’ye kazandırdığı bir başka tür “hediyelik eşya” Levent Omay öncülüğünde sahne aldı. Hasan Kan Abimizin dükkânı ise Haralambos Kilisesi karşısında şimdiki İmren Pastanesinin bulunduğu yerde olup, son yıllara kadar günün icaplarına mütenasip şekilde kâh küçülerek, kâh ürün değiştirerek, lakin çok büyük değişiklik olmadan küçük oğul Fatih Kan tarafından çalıştırıldı. Şimdi artık prestijli bir pastanedir.  

İşte böyle bir ahvalin esnafıdır, Hasan Kan büyüğümüz. Kendisinden önce bu işe başlamış ve önemli bir yer edinmiş Hasan Omay yanında çıraktır, hem de çok başarılıdır. Düzen, tertip ve malzeme tedarik ve temininde patronunun eli ayağıdır adeta. Toptancıdan eksiklere yönelik temin edilecek malzemelerin tespiti ve tedariki, dükkânın büyük ölçüde düzen ve tertibi, müşteri ile muhataplıklar ve satış, satışların ve veresiye defter kayıtlarının tutulması da artık onun görev tanımları içindedir. Bu hem kendisini olgunlaştırır, hem de kabiliyet ve ilişkileri bakımından zenginleştirir. Artık çıraklıktan kalfalığa evrildiği mezkûr dönemde kendisinin de patron olmasının zamanı gelmiştir ve karar verir ayrılır. Hasan Kan artık kendi dükkânını açar.

Çok çalışmaktadır, sorumlulukları ve yükümlülükleri bir kat daha artmıştır, gençlik vardır lakin bu tempoya dayanmak da kolay değildir. Diğer tarafı ile bağ, bahçe ve tarla faaliyetleri de devam etmektedir. Şüphesiz bunda kendini kanıtlamak gibi bir his varsa da esasen dönemin zaruri ihtiyaçları için adeta gecenin gündüze katılarak çalışılması söz konusudur. Dükkân, tarla ve ev arasındaki gidiş gelişlerdeki zaman kaybının önlenmesi adına artık bisiklet sahibidir de… Hatıraları arasında; bir akşam gecikmiş bir vakitte tarlaya giderken, muhtemelen yorgunluğun neticesi dikkat kaybı ile bisikleti ile birlikte çalıların içerisine yuvarlanır, orada uzunca bir süre hareketsiz ve yardım bekleyen sesler çıkararak bekler. Ta ki bir diğer büyüğümüz Postacı Hüseyin Barutçu’nun sesleri duyarak yardıma gelmesine kadar. Bu vesile ile dostumuz Nail Barutçu’nun babası Hüseyin Barutçu büyüğümüzü de minnet ve saygı ile analım…

Hasan Abimiz; sıkı ve ödünsüz bir “Cumhuriyet İnsanıdır”, yaşanılan bu görece hürriyet ve asrileşme ortamında sosyal ve siyasal sorumluluklarının da bilinci ile yılmaz bir cumhuriyet bekçisidir. Bu saiklerle Cumhuriyet Halk Partisi, üyesidir, azasıdır, sonra da Çeşme Belediye Meclis Azasıdır. Çevresine ve Kasabasına meclis azalığı ile de hizmete vakit ayırmaktadır, kafa yormaktadır. Mesela, Hasan Abimizin hatıratı içerisinde Çeşme Çarşıdaki Haralambos Kilisesinin “gâvur kalıntı ve izlerinin defi” konusunda aktardığı yıkım kararı ve bilahare durdurulması da enteresandır. Şimdilerde restorasyonu tamamlanarak sergi ve toplantı merkezi olarak kullanılmakta olan eserin “çan kulesinin” olmaması mezkûr tuhaf kararın neticesi olduğu büyüklerimiz tarafından son günlere kadar konuşulmaktadır. Alınan kararın tatbikatı esnasında bir de bakılır ki, ortaya çıkan taş yığınlarının ve molozun nakliyesi devrin imkân ve araçları ile çok masraflı ve çok zaman gerektiren bir durum, behemehâl vazgeçilir.  

Bugün pastaneye çevrilen dükkân ve üstündeki restorasyonu mükemmel olmamakla birlikte olabilecek en iyi şekilde tamamlanmış ev dışarıdan Çeşme’nin eski çarşısının havasının yansıtılması adına güzel bir numunedir, hatta yanındaki bir başka büyüğümüz Tatlıcı Cemal Şakar’ın restorasyonu yapılmış binasıyla birlikte daha da fazlasıyla hoş görülmektedir.

Çocuklarını iyi yetiştirmiş olan Hasan Kan büyüğümüzün, çocuklarının tamamı arkadaşımdır, lakin artık aramızda olmayan Osman ta ilkokuldan ortaokula sınıf arkadaşım idi, ne yazık ki genç yaşta kaybettik kendisini. Bilahare de mezkur kilise gölgesinde her kesimden insanların da katıldığı lakin çok değişik konuların muhabbete özne edildiği muhabbetlerin ve benim deyişim ile “Kilisenin gölgesinde oturup gelene geçene selam vermekle sorumlu kişi” Mustafa Kan’ı da kaybettik… 

Cumartesi, Ekim 18, 2025

MARANGOZ NURİ SAĞIRBAY

Bizim “Bağarası Sokak’ın” muhteşem insanlarından biridir Nuri Sağırbay büyüğümüz, Çeşme’nin mezkûr dönemde belki de yükseköğrenim görmüş bir avuç insanından biridir, bildiğim. Geçen yüzyıl sonuna kadar herkesin gitmek istediği örnek ve hedef okul “Mithatpaşa Meslek Okulu” mezunudur. Mezkûr Okul, döneminin ülke çapında önemli okuludur ve şu anda üniversite adı altında faaliyet yürüten kurumların çok ilerisinde ve fevkinde eğitim, öğretim ve talim terbiye kurumudur. Muhtemelen şimdiki üniversite tabelası taşıyan birçok kurumun rektör ünvanlı muhteremlerini mezkûr döneme ışınlasak okullarda “hizmetli” görevini dahi yapamayabilirler. Meramım şimdiki üniversiteleri karalamak değil elbette, lakin “Mithatpaşa Meslek Okulunun” değer ve önemini vurgulamaktır. İşte böyle bir okulun mezunu Nuri Sağırbay için bu manada ne söylesek azdır. Zaten tanıyan ve bilen her insan kendisindeki eğitim, öğretim kalitesinin tezahürü insani ve ahlaki değerlerin mevcudiyetine şahitliği vardır ve tamdır. Büyüğümüzün “sireti suretine aksetmiş” atasözü mucibince bir hali her daim vardır, aldığı eğitim ve öğretim layığı ile içselleştirilmiş olup, her bir detayı yüzüne aksetmiştir.  

Nuri Sağırbay büyüğümüzü kısmen narenciye kısmen bahçecilik faaliyetlerine tahsis ettiği küçük lakin son derece düzenli ve tertipli bahçesi ile hepimiz tanıdık. Öyle ki artık sağlığının kendisine hareket imkânı tanımadığı dönemde bile ailesi üzerinden düzen ve tertibin temini konusunda bugün bile örnek gösterilecek bir titizlik seviyesindedir. Bahçenin sebze bölümünde benim bildiğim kadarı ile Çeşme’nin, Kurupa Faik’ten sonra tek enginar yetiştiricisidir Sağırbay Ailesi. Benim bilgilerim bu şekildedir, ilk tohum ya da “kök kardeş” Sağırbay Ailesine Kurupa Faik Çağlayık tarafından verilmiş. Hani şimdilerde canım Yurdumun her tarafında bilinen meşhur “Çeşme Enginarı” var ya, işte bu faaliyet 1960’lı yılların başında bu biçimi ile başlar. Yine Nuri Sağırbay mahdumu Zafer Sağırbay ile muhabbetlerimden öğrendiğim kadarıyla mezkûr dönemde İzmir Balçova’da da 2 üretici vardır. İşte Nuri Abimizi bu yönü ile de daima yâd etmemiz gerekir, Çeşme enginarı konusunda ve bu günlere gelmesinde önemli ve çok ciddi katkıları vardır. Abi diyorum, esasen Nuri Sağırbay, yaş itibariyle babamın dahi abisi konumundadır lakin nedendir bilinmez, belki de biz onları hep genç görmek arzusunda olduğumuzdan “Abi” makamını münasip görmekteydik… Enginar ziraatı konusunda, çocuklarından akranım Danış vasıtasıyla safahat açısından hayli bilgilenmiştim, dikimi, uyandırılması, çapalanması, yaprak alınması, sulanması vs. açısından çok da kolay olmayan bir süreçtir. Hatırladığım en şatafatlı taraf ise hasadın, kasalarda, yayılan kâğıt ambalaj içine yerleştirilip en üstünün de kâğıdın bir bölümü ile kapatılıp, iplerle güzelce sabitlenmesidir. Bu belki de bizlerin gördüğü, üreticiler tarafından gerçekleştirilen ilk ambalaj özeni ve düzenidir. Kasalara bu düzen içinde yerleştirilen enginarların artık İzmir’de teslim adreslerine hareket zamanıdır gayri kısmi görev tamamlanmıştır.  

Nuri Sağırbay büyüğümüz, meslek okulu marangozluk el sanatları mezunudur ya, Çeşme’nin önemli marangozhanesini açar, gayet başarılı çalışmalar faslı ilerlerken sebebi çok da belirlenemeyen rahatsızlığa düçar olur işlerini yine aramızda olamayan çırağı ve sonranın da önemli marangozu Hasan Öksüz abimize devreder. Artık 1969 depremi sonrası yeni ve yola yakın yapılan eve taşınılmış ve yaşanılan talihsiz ve tarifsiz rahatsızlığın neticesi ile maalesef salonun yola bakan pencere kenarında sürekli oturmaya mahkûm olunmuştur. Büyüğümüzü en son hatırlayabildiğim hali budur, geçirilen çok ağır badireler vardır hayatında, hem dönemin hem de zati şartların ağırlığı artık omuzlarına iyice çökmüştür lakin son derece hayata bağlıdır. Ben geçerken eğer pencerede ve beni görmüşse mutlaka pencereyi açar, bana her daim seslendiği biçimiyle “ne yapıyorsun be arkadaş” diye başlar dakikalarca muhabbet ederdik.  

Nuri Abimiz, gördüğüm gençlik fotoğraflarından giyimi ve kuşamı da son derece asri ve günün şıklığını yansıtır vaziyette seçimler yapmaktadır. Zaten eşi Aliye Ablamız ise bizim mahallenin 2 önemli terzisinden birisidir bildiğim, başkaları da varsa ve ben hatırlamıyorsam bunu da benim haneme eksi diye yazsınlar. Aliye Abla son derece bilgili, çalışkan, disiplinli ve en önemlisi 3 erkek 1 kız çocuk, tamamı da başarılı öğretim hayatı geçirir vaziyette büyütülecek, herkese nasip değildir. Aile büyükleri tam manasıyla Cumhuriyet Çocukları olarak, her çocuğa öğretimleri konusunda gerekli ehemmiyeti göstererek ne denli özverili ve başarılı olduklarını kanıtlamışlardır.

Deprem 1969 senesinde eski evi yaşanmaz hale getirdi demiştim ya, esasen eski ev diye benim hatırladığım havuzun üstündeki ev de, bir önceki merkezi Sakız Adası olan depremde, bir önceki evin hasar görmesi sebebiyle yapılmıştır. Hatırladığım kadarıyla havuz bahçe sulama maksadı ile yapılmış önceleri dolaplı sistemle çalışır iken bilahare elektrikli motor türbüne geçilerek dolap kuyusundan temin edilen su ile doldurulur ve makul bekleme süresi sonrası da bahçe sulama faaliyetlerinde kullanılırdı. En eski ev deprem nedeniyle oturulmaz hale gelince, belki temel yapma işinden kurtulmak ve kısa zamanda barınma sorununu çözmek, belki var olan alanı etkili kullanmak adına mezkûr havuzun üstüne ev yapılır. Havuz üstüne ev yapımı hemen akla sivrisinek mevzuunu getirse de hatırladığım ve Zafer Sağırbay’ın anlattığı kadarıyla bu konuda hemen hemen hiç sıkıntı yaşanmadığı yönündedir.

Nuri Abimizin evine, maalesef büyük oğul Ali Rıza Sağırbay’ın 1971 yılında bir eğitim uçuşu sırasında elim bir kaza neticesinde uçağının düşmesiyle vefat haberi bir ateş topu gibi düşer. Yaşanılan bu talihsiz ve tarifsiz travma vücut kabiliyetleri iyice azalan Nuri Abimizin omuzlarına daha da büyük bir sıkıntı yükler. Ölümüne kadar oğlunun meç’i (kısa kılıç), Türk Bayrağı ve diğer hatıralarının asılı olduğu panonun önünde oturdu, pencereden dışarıya baktı. Duyduğum kadarıyla da vefatının hemen öncesinde muhtemel hissetmeyle birlikte “Oğlum sana geliyorum” diye de mırıldanmış.   

Enginar ziraatı konusunda geriye kalan ve bugün “meşhur Çeşme Enginarı” diye anılan bir mefhum varsa bunu kendisine borçlu olduğumuzu unutmadan konu üstüne konuşmalıyız. “Nuri” olan torununda adı yaşayan lakin kendisi de asla ve kat’a unutulamayacak hatıralar bırakan büyüğümüzü büyük bir saygı ile yâd ediyoruz. Yine hep yaptığım üzere, tüm kayıplarımızı da bu vesile ile saygı ve minnetle yâd ediyorum…

Salı, Ekim 07, 2025

AHMET ABİ (ÇAYLI) ve ÇEŞME AHVALİ


 Gençliğimizin kış akşamlarının kahvehane buluşmaları rutini üstüne evlere gidilmeden bir başka rutini sahilde grup halinde yürümek idi. Kahvehanelerde bizim yörede çok yaygın oynanan “maçakızı” iskambil oyunu ile yeni yeni yaygınlaşan bira içilmesi tamamlandıktan sonra, kahvecinin kovması ya da dönemin gecelerinin tek hâkimi kanun adamı “Bekçi Recep’in” duydunuz zilin sesini kesinliğinde bekçi düdüğünün duyulması üzerine kendimizi sahilde bulurduk. Gençlik başımda duman halleri, oynanan iskambil oyununun kesafetiyle muhabbet edememenin verdiği rahatsızlık, hem sahil yürüyüşü yapılmayı hem de derin mevzulara dalan konuşmalara vesile olurdu. O muhabbetler, efendim rüzgâr var, rüzgâr çoktur gibi bahanelerin arkasına saklanılarak iptal edilecek bir faaliyet de değildir, mutlaka yapılacaktır. Haliyle ve para durumumuza bağlı içilen biranın genç ve dinamik vücutlarımızda birikiminin fuzuli bölümünün def edilmesi de söz konusudur. Günün önemine binaen irticalen tayin meseleler üstüne kafa yormalar, kendimize özgü ciddiyet içerisinde yapılırdı. Devir itibariyle de, din ve ideolojinin akranlarımız arasında tasnif ve tefrik yaratamamış olması hasebiyle, hep bir halli misali, her fikri ve inancı savunan arkadaş grubu olarak yapılırdı bu yürüyüşler… Ailelerimizin dini ve siyasi tercihlerinin tam tersi esasen de dönemin meşrebine çok uygun bir siyasal format içinde idik sanki… Neyse bu genel değerlendirmeler yeter, Ahmet Çaylı büyüğümüzün bizdeki anılarına marş…

Ahmet Abi, Canım Yurdumun; “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek” umdesine mütenasip yetiştiğini düşündüğüm bir büyüğümüzdür. Bilgili, görgülü, bildiğini yapabilen, yaptığını anlatabilen, anlattığı dinlenebilen, dinlendiğinde bilgisinden nasiplenilen birisidir… Hülasa benim gözümde Çeşme’nin bir diğer “kitapsız feylesofudur”, yaşanılanlardan çıkardığı hayat ders ve özetleri, bunları yeniden yeni haliyle sunuyor olması, bulunulan dost sohbetlerinin olmazsa olmazı ve dahi arzu edilen en önemli parçasıdır. Ahmet Abinin; özellikle teknede kurmuş olduğu sofralardan, denk geldiğimizde nasiplenmiş birisi olarak yenilenden çok konuşulanın önem arz ettiği aşikârdır. Bu sofralar aç karın yerine aç fikriyat ikmaline matuf mevkilerdir… Benim bulunduğum dönemlerde mevzu, güncel memleket problemleri, çözümleri ile bunların zati hayatımıza tezahürüdür genellikle… O kendince derlediği, toparladığı fikirlerini inanılmaz tatlı dili, mevzuyu pekiştirmek adına müthiş mimik kabiliyeti ve vurgulamaları ile anlatırdı ki tadına doyum olmazdı… Bu konuşmalardan her zaman fikri ittifak çıkar mı idi derseniz, şüphesiz ki hayır…

Ahmet Abi bir diğer tarafı ile de inanılmaz nüktedan birisidir, etrafındaki herkes bu duruma alışıktır. Bazen, ciddi bir itham ve iddia ile latife durumu, kendisinin rolü ziyadesiyle içselleştirmesi ve yüksek kabiliyetle icrası neticesi karışır durur, bazı problemlerin tezahürü de kaçınılmaz olurdu. 

Bizim, kahvehane çıkışlarındaki rutin sahil turlarımızdan birinde, Barınak tarafından geriye döndük geliyoruz, uzaktan Ahmet Abi göründü, hafif de meylenmiş ve demlenmiş vaziyette bize doğru geliyor. Loş ışık altında, bizim gruptan beni hedefleyerek; “Ruhi, sana adam diyenin…” diyerek bize doğru geliyor, bekliyorum ki, ilave bir şey daha desin ve ayaküstü muhabbete başlayalım… Ağır adımlarla, bize doğru geliyor, lakin nakarat devam; “Ruhi, sana adam diyenin…”. Hay Allah, “ne oldu, acaba Ahmet Abi’ye de bana hakaret ediyor” diye düşünmeye başladım aynı zamanda benim de sinirler motoru çalıştı. Yaklaşıyor, lakin tekrar edilen kelam değişmiyor… Ahmet Abi, bilge, nüktedan, kötü bir şey düşünmek istemiyorum, nakarat aynı yaklaşıyor… Artık, ben de gençlik var, arkadaş grubundan da yüzüme “bir şey demeyecek misin?” edasıyla bakışlar çoğaldı, istenmez bir gerginlik oluştu… Artık diyaloğun değişmesini bekliyorum, ilave bir kelam bekliyorum, nafile… Artık, Ahmet Abi, bunun üstüne bir de tokat atar diye düşünmeye başladım, peki öyle bir gelişme karşısında ne yaparım diye düşünüyorum bir taraftan da, bana münasip de olmasa gereğini yaparım diye karar aldım. Birden “Ruhi, sana adam diyenin taaa …….., sen bir meleksin, meleksin şerefsizim” dedi, sarıldı… Tam ters köşe, yine yaptı yapacağını, bizi yaklaşık 10 – 15 dakika çalıştırdı, gerdi. Ama sonuç fevkaladenin fevki… Senin muhabbet ve latifelerini hala özlüyorum Ahmet Abi…

İkinci Dünya Savaşında Ege Denizinin bir insan ve malzeme kaçakçılığı alanı olduğu, kaçakçıların cirit attığı bir yer olduğunu yazmıştım defalarca daha önceki yazılarımda. Bu savaş bakiyesi vasatın Demokrat Parti döneminde özellikle Yunanistan Adalarından bize, bizden oraya biraz da şekil değiştirerek artan kaçakçılığın kimler tarafından ve nasıl yapıldığı konusunda anladığım kadarı ile kimse Ahmet Abinin bilgisine ve tanıklıklarına müracaat etmemiş, oysa ne hikâyeler var, ne değerlendirmeler var… Bizim muhabbetlerin zaman zaman önemli bölümünü bu iddia ve değerlendirmeler alırdı, hatta benim çok yakınımı dahi kapsardı. Hepsi geçti, gitti, her şey herkesin yanına kaldı, bilgiler de Ahmet Abi’de…

Ahmet Abi, Tekke’nin daha plaj diye tanımlanmadığı dönemlerde, Çeşme’nin o yönünde son evin sahibidir, kayaların üstüne yapılmış iki katlı taştan mamul beyaz boyalı küçük ev, kendisini Çeşme’nin bu tarafının uçbeyi tayin etmiştir adeta… O devirde, plaj mefhumu henüz Çeşme’ye gelmemiştir, denize girilmiyor mu, şüphesiz giriliyor da, bu plaj kelimesi sonradan icat olunmuştur, Çeşme’de… Ilıca’da plaj vardır ama o kadar… Şimdi onun o evi yerinde otel ve restoran bulunmaktadır.  

Ahmet Abi, bizim aynı zamanda başta da belirttiğim üzere oynadığımız “maçakızı” oyunun müdavimlerinden olup, iddiası ve kahkahası bol oyunların oynanmasının yegâne azasıdır… Yenilgiye kızmaz, üstüne doğru oynanmasına kızmaz, hayatın diğer alanlarında olduğu üzere oyunda da “çelebi” lakaplıdır, anlayacağınız. Kendisini hep anlattığım tarafı ile hayatımın sonuna kadar anacağım, ışıklarda ol Ahmet Abi… Ahmet Abinin, kardeşleri de bizim oyunların daimi üyesidirler, bir taraftan artık aramızda bulunamayan, Kazım Abi, lakabı “Kel Kazım” gerçi bu deyime çok kızar, “bana kel değil, hafif seyrek deyin” diye fırçalardı bizleri, diğer taraftan hala dostluğumuzun sıkı sıkı devam ettiği Nihat Çaylı… Nihat’a bitimsiz bir hayat dilerken artık aramızda olmayan büyüklerimizi de büyük bir saygı ve minnetle yâd ediyorum…

Ahmet Abiyi, şimdi öteki dünyada, etrafına topladığı diğerlerine tatlı tatlı hikâyeler anlattığı haliyle hayal ediyorum ve inanıyorum ki mezkûr diğerleri de can kulağı ile onu dinliyorlardır, artık Kevser Irmağından akan tılsımlı su düşünsün gerisini… Ahmet Abi yattığın yer seni incitmesin…