Oysaki köy enstitüleri; planlandığı ve kurulduğu devir itibariyle Canım Yurdumun derdine çare olabilecek, öğretim ve iş elele şiarı ve umdesi münavebesinde yani “iş içinde eğitimin” ideal çözüm olduğunun farkındalığıdır. Ne de başarılı netice verir, öğrenirken üretme, üretirken öğrenme, eğitim ve öğretim adına… Enstitüde her öğrenci, dünya klasiklerinden okuyacak, güzel sanatlar üstüne ders alacak, müzik eğitimi görecek dahası her öğrenci bir müzik aleti çalabilecek düzeyde olmak zorunda, opera - bale anlayacak, bilimsel tarım uygulamalarını bilecek, asgari sağlık bilgileri ve ilk yardım kabilinden müdahale bilgileri ile donatılacak, coğrafya bilecek, tarih öğrenecek, mutlaka bir yabancı dil öğrenecek, vs. vs…
Peki,
bunlar ne işe yaracak diye soran ciddi bir kesim bulunmakta canım Yurdumda. Biliyorum işte “bunları öğrenip de ne yapacaklar” diyen bu kesim, asla
unutmasın ki, tam da bu sebeple enstitüler dünyaca araştırmaya ve anlamaya
matuf olmuşlardır. Tam da bu yüzden canım Yurdumun insanı maddi imkân bulursa “vizesiz”
kimseden izin dilenmeden dünyanın birçok ülkesine gidebiliyorlardı. Bu az bir
şey mi? Az bir şey diyenlere lafım olamaz, esasen var lakin söyleyip zay etmek
istemem… Mesela o gün başlayan, uygulamalı “tarım dersleri” neticesinde canım
Yurdum “kendi kendine yetebilen yedi ülkeden biri” olma şerefine nail olmuştur…
Her
şeyden önemlisi, enstitüler “insan hakları” ve tatbikinde inanılmaz demokrat, inanılmaz
adil, inanılmaz eşitlikçi bir idare tarzı tutturmak idealindedir. Kitaptan
aktarayım; “Tonguç, enstitülerin
nasıl yönetilmesi gerektiğini, karşılaşılacak sorunların nasıl çözülebileceğini
bütün enstitülere gönderdiği genelgelerle açıklıyordu.
Bu genelgeler içinde bir
tanesi, bugün bile eğitimciler ve öğrenciler için bir ibret vesikası
niteliğinde…
Diyor ki genelgenin başında, ‘bu, bütün öğretmen ve öğrencilerin bulunduğu kurulda okunacak. Üç defa. Üç ayrı gün okunacak. Herkes bunu dinleyecek. Öğretmen, öğrenci, aşçı, neyse işte gece bekçisi, enstitünün mensupları önünde…’ Orada diyor ki, ‘hiçbir öğretmen hiçbir öğrenciye el kaldıramaz. Kötü söz söyleyemez. Küfredemez. Dayak atamaz. Eğer bu dediklerimi yaparsa, öğrencinin de aynı şekilde mukabele etmek hakkıdır.’ Okuyorlar hepimize. Öğrencilere okuyorlar. Öğretmenlerin birçoğu tedirgin oldu.” İşte size bugün bile dünyada çok az insanın pedagojik umdesine ulaşamadığı nokta…
CHP içindeki sağ çizginin ve dar manada da “Toprak Ağalarının” şiddetli ve kararlı mücadelesine “Milli Şef” direnemez, 1946 seçimlerinin sandık sonuçlarının da baskısıyla kurulan yeni hükümette mezkûr okulların azim ve istikrar sahibi muarızlarının iş başına gelmesine ses çıkarmaz… Nihayetinde, yeni hükümetin programı mucibince “Köy Enstitüleri daha milli bir çizgiye çekileceği” müjdesi mezkûr muarızlara verilir, tasfiye ve kapatma düğmesine basılmıştır. Düğmeye basılmak ile kalır mı, fitne, fesat, hile, hurda “emniyete gelen bir imzasız mektupla” başlar, “Hasanoğlan komünist yuvasıdır” iddiası köpürtülür de, köpürtülür… Hani bu imzasız mektuplara gak guk edenlerin bunu da ibretle hatırlamaları gerekir… Görünen o ki, bu imzasız mektup işi, tarihsel kökenleri olan sistematik bir davranış, bir reflekstir, korumacıların kararlarını tevsik, tasdik ve tatbik etmeye matuf… Şüphesiz bunu “dayak cennetten çıkmadır” ve “öğretmenin vurduğu yerde gül biter” kültürü ile yoğrulmuş beyinlere yerleştirmek kolay olamaz, olmuyor da…
Bilindiği üzere, Köy Enstitüleri, kurucu iradesinin, kapatıcı iradenin olması ile nihayetlenen kısa ömürlü bir süreçtir. Silsile yolu ile “Milli Şef” Başbakanı, Başbakan Milli Eğitim Bakanını, Milli Eğitim Bakanı da adı Köy Enstitüleri ile mutlaka anılan, anılması gereken İsmail Hakkı Tonguç’u görevden alır, artık yol açılmıştır. Şimdi bazıları diyebilir ki, yok öyle değil böyledir, lakin kayıtlar ve gelişmeler de meydandadır. Politika böyle bir şey maalesef. Dün “cumhuriyetin eserleri içinde en sevgilisi” diye takdim ettiği kurumların yok olmasına aynı fazdan bahaneler arama noktasına getirir adamı, maazallah… Peki, bu kabil ray değiştirmeler malum akıbeti değiştirebiliyor mu, asla ve kat’a… Tam bu süreç işletilmeye başladığında, İsmail Hakkı Tonguç’un Milli Şef ile malum değişiklikler üstüne, özellikle de malum tayinler gündeme gelince konuşmanın bir yerinde “bir kez kelle verildi mi, günün birinde sıra sizin kellenize de gelir” yaklaşımının ne kadar değerli olduğunu, ne o günküler, ne de bugünküler anlamıştır maalesef…
Köy Enstitülerine karşı olanların kini ve düşmanlığı sınır tanımaz, o kadar ki, “Köy Enstitüleri Dergisinin” basıldığı matbaanın, Enstitü kapatılınca “Mescit” olarak kullanılmaya başlandığını da aktarmaktadır. Bugün, kim ki, “keşke Yunan kazansaydı” fikriyatının destekçisi ve takipçisi, kim ki, “ben cahilin ferasetine güvenirim” diyorsa, işte bu karşı çıkanların ardıllarıdır.
“Milli Şefi” bu sebeple hiç affetmeyenler silsilesine evvelemirde İsmail Hakkı Tonguç’da katılır, bir daha asla ziyaret etmez kendisini, hatta karşılaşma ihtimali olan hiçbir yerde bulunmaz… “Dün dündür” anlayışını hiç affetmez, onu da bakanlık hiç unutmaz ve affetmez şüphesiz, her yeni gelen bir başka yere sürer kendisini, bununla da yetinilmez “resim-iş” öğretmenliği görevine atanır, vs. vs… Kana kan intikam, dişe diş intikam…
Kitap
enteresan hatıralarla dolu; köyü ve köylüyü kalkındırmak iddia ve hevesiyle çıkılan
yolda, köylü iddia sahiplerini yarı yolda bırakır, toprak sahiplerinin ve
destekçisi ABD’nin her türlü desteği ile “komünist yuvası enstitüler” fikri
açıktan savunulur hale gelmiştir gayri. Bu arada Şükrü Erbaş’ı nasıl hatırlamayalım…
Mesela; Fevzi Çakmak bile Milli Şefe baskı yapar; “paşam bu komünist yuvalarını
ne zaman kapatacaksın” diye… Milli Şefin de işi kolay değil şüphesiz bu kadar
çok cepheli ve güçlü taarruz karşısında direnebilmek… O taarruz etti, bu
direnemedi, ne yazık ki yarış kaybedildi… Artık gelinen noktanın yüzde yüz
yerli ve milli olan köylümüzün bile meyve ile sebzeyi marketten alır olması
sürpriz değildir, taaa o günden bellidir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder