Cumartesi, Temmuz 01, 2023

BİR ZAMANLAR ÇİFTLİKKÖY’DE FUTBOL ve RAMADAN AGA

Futbolu çocukluğumda da çok sevdim, şimdi de… Ancak çocukluğumuzda futbol oynamamamız üstüne inanılmaz bir “mahalle baskısı” vardı, daha önce yazmış idim ortaokul döneminde Ahmet Uğur ve benzeri bir sürü öğretmen hafta sonları futbol oynadıkları için öğrenciler üzerinde terör estirmekteydiler. O kadar ki, mezkûr öğretmen belki de “hoca” demek daha doğru olacak, özellikle hafta sonları bisikletine biner o zaman bir hayli dar alana yayılı Çeşme’yi “sokak sokak harmanlar” varsa futbol oynayanları tespit eder, yakalar ve hafta başı “eşek sudan gelene kadar ki o eşek de gelirdi" de, maalesef hep geç gelirdi, meşhur tahta cetveli ile deyim yerinde ise iyice benzetirdi. Biz de dediğim gibi futbolu çok severdik, her fırsatta da oynamak isterdik, bu teröre rağmen hiç de vaz geçmedik.

Ahmet Uğur’dan kaçtığımız tek nokta en azından içinde bulunduğum grup için, o zamanlar “Çitflik Köy” olmuş idi. Çiftlik Köy o dönemde şimdiki gibi her zincir marketten birer bazen de 2 şer adet, 3-5 berber dükkânı, sayısız balık restoranları ve kafeleri olan bir yer değil… Sınırlı sayıda ürünlerin geldiği ve satıldığı küçük 2 adet bakkal (Hamit Bakkal ile Küçük Hasan’ın bakkalı) ve toplumun bölünmüş olmasından, biri demokratların diğeri de halkçıların devam ettikleri biri derenin bir tarafında biri de diğer tarafta 2 adet köy kahvesi ile (biri Nail Efendinin diğeri ise Kahveci İsmail ve sonradan Londi İbrahim’in) tariflenebilecek ekonomik ve sosyal hayata sahip idi… Yolun bittiği, son nokta, mübadillerin ve göçmenlerin ağırlıklı yaşadığı tipik bir küçük kıyı köyü idi. Günde bir kez sabah bir kez de akşam saatlerinde Çeşme ile irtibat temin eden o da çok sonradan dolmuş seferi bulunmakta ve bazen 2 gün gecikmeli gazetelerin geldiği ve sadece kahvelerde okunduğu bir ortam, işte kolayca anlaşılacağı üzere… 

Köyümüzün nispeten dışında şimdiki “Babaylon Otelin” bulunduğu yerdeki çayır, görece kalabalık takımlarla futbol maçı oynandığı zamanlar kullanılmakta, görece az kişi ile ya da deyim yerinde ise “minyatür kale” türü futbol maçlarında ise zemini yine çayırımsı olan “Caminin Bahçesi” tercih edilmekte idi. Yani ve özetle seçenekli olarak futbol arenalarımız da 2 adet idi… Caminin bahçesi, şimdiki Caminin bulunduğu yerde depodan bozma Cami ve bahçedeki dut ağacından oluşmuş minarenin de içinde bulunduğu bir kompleks idi… Bizler her zaman kalabalık bir grup oluşturamadığımızdan futbol oynamak için Caminin bahçesindeki “arenayı” tercih ederdik… Maçların aralarında da bahçedeki dut ağacı altında, gölgede oturur, sohbet ederdik… Şimdilerde hatırladığım kadarı ile dayıoğlum Hüsnü Karagöz, ben, Fahri Akoğlu, bazen abisi Hayri Akoğlu, Tunay Ayran, Mustafa Ayran, Celal Yılmaz başta olmak üzere değişen isimlerle iddialı maçlar yapardık. Dut altı muhabbetlerin konusu da faaliyete uygun olurdu, yani futbolda yat futbolla kalk misali… O zaman sınırlı olanaklarla edinilen bilgiler paylaşılır, kâh abartılı, kâh şaşırtmalı lakin kimi Beşiktaşlı, kimi Galatasaraylı, kimi Fenerbahçeli olan, hem de o güne göre bir hayli fanatik düzeyde taraftarlık söz konusu iken herkesin bir diğerine ve diğer takıma karşı sevgi ve saygısı şimdikinin fersah fersah önünde olmuştur… Maalesef “fanatik” olmanın da ruhunu değiştirdiler… Futbol yüzünden en azından benim çevremde kavga olmamıştır…

Şimdilerde kimin olduğunu hatırlamadığım bir futbol topu vardı, sürekli oynadığımız, ta ki canı çıkana kadar… Hakiki deriden elde yapılmış “memeli” meşin bir top, çabuk eskimemesi ya da hakiki deri olması hasebiyle darbelerde çabucak yıpranmasına karşı sürekli iç yağı ya da kuyruk yağı ile dışı yağlanır… Mezkûr yağların açık havada hissedilmeyen ağır kokusu kapalı alanlarda ciddi rahatsız edici olmasına rağmen uzun süreli kullanabilmek için mecburen katlanılırdı. Lakin zamanla suyla ıslanıp, güneşle kuruyarak dış yüzeyde kalıcı deformasyonlar oluşur bunu giderecek çare de bulunamazdı. Memeli ya da supaplı top demiş idim ya, mezkûr top iki parçadan oluşurdu, anlattığım dış bölümün içinde bir de hava ile şişirilerek dış bölümü sabit ve yuvarlak tutmaya yarayan iç bölüm (iç lastik) bulunur, şişirildikten sonra hava basılan bizim meme dediğimiz bölüm bir meşin bağcık ile hava kaçırmaması için katlanarak iyice bağlanır, katlanan meme ya da subap meşin dış bölümden içeriye itilir ve bu bölüm tıpkı ayakkabı bağı bağlanır vaziyette bağlanmak suretiyle kapatılırdı. Bu bölüm ayakla vurulur iken fazlaca hissedilmez lakin “kafa atmak” lazım gelince ve tam da orası kafa ile temas ederse insanın canı da yanardı. Bu toplar elde dikilmek suretiyle imal edilir yani yuvarlaklığı temin etmek üzere bir sürü küçük küçük deri parçasının düzenli ve dengeli vaziyette bir araya getirilmesi gerekmektedir. Memenin içeriye sokulduğu ve sabitlendiği yerdeki bağcık başta olmak üzere tüm dikişler zamanla açılır, bozulur, iç lastik oralardan dışarıya doğru pırtlar, nihayetinde de yuvarlaklığını kaybeder kavun şekline ya da yumurta şekline dönüşür, esasen de oynanmaz hale gelir de biz bunu kabul etmez oynamakta ısrar ederdik. İç bölüm özelliğini kaybedince de içine bez parçaları doldurulur yine oynanırdı, gözde dolgu malzemesi ise görece hafifliği nedeni ile şüphesiz ki bulunabilirse gazete parçaları olurdu. Öyle şimdiki toplar gibi şöyle dokun böyle falso alsın, şöyle vur böyle gitsin cinsi değil yani…

Peki, derdimiz sadece top temini ve de kullanması ile mi sınırlı, şüphesiz hayır, ayakkabı futbola da bırakın koşmaya esasen de yürümeye de uygun değil ama kimin umurunda… Peki, uygun spor giysisi, o da yok… Ama topumuz var, sorunlu olsa da, daha ne olsun…

Mezkûr Caminin yerinde Kosova Priştine kökenli bize de komşu geniş bir aile var, Akoğlu Ailesi… Ailenin en büyüğü “Ramadan Aga” bir Arnavut insanının yüzüne bir türlü yansıtamadığı iyi kalpliliği ile sert mi sert biri… İlaveten de şimdi hatırlayamadığım bir nedenle Cami’yi koruma ve kollama görevi ile donatılmış idi sanki… Cami ve bahçesi, belki inanışın ve imanın tezahürü kutsiyet temsiline binaen kendisinin üzerine fazlaca titrediği bir alan olunca, bizlerce müsait alanın top oynamak için kullanılması kendisini çileden çıkarır, belki de kendisini kaybederdi top oynayanları görünce… Siz misiniz? Kutsal mekân bahçesinde top oynayan, küçük büyük demeden eline geçirdiği taşı kapar, kafa mı yarılır, kol mu kırılır tefriki yapmadan savururdu. Şu anda hatırladığım kadarıyla da kısıtlı Türkçesi ile “Tutni koparacak bacakni” gibi esasen de “yakalarsam bacaklarınızı koparacağım” kabilinden bağırarak bizi bahçeden kovalayışı inanılmazdı. Normal olarak ise son derece makul, sakin ve işinde gücünde biri olan şimdilerde aramızda olmayan “Ramadan Aga” futbol oynamak için Cami Bahçesinin seçilmesine dayanamazdı demek ki… Biz görece küçükler Ramadan Aga’yı görünce başımıza gelecekleri bildiğimizden deyim yerinde ise ayaklarımız popomuza vururcasına kaçar iken görece büyükler muhtemelen de korkmadıklarını göstermek için olsa gerek koşup kaçmazlardı, sonuç ineklerin arkasından gider iken kullandığı ağaçtan kesmiş olduğu sopa ile kaçmayanları bir güzel marizlerdi. Şüphesiz korkmamanın faturası sopa ile dayak yemek olurdu. Hatırladığım kadarı ile içimizdeki en korkusuz kişi Hüsnü Karagöz olurdu yani dayağın hasını ve özelini yerdi, peki ders alır mı idi, nerde, bu sahne Hüsnü için sürekli tekrarlanırdı. Aaaa, Ramadan Aga, sonradan bizi görür, yanımızdan geçer, bazen de bir büyüğümüz olarak hal ve hatırını sormamıza rağmen bir önceki etaptan bir kızgınlık bakiyesi olmazdı en azından ben hiç gözlemlemiştim.

Yazları Anneannemlerde geçirdiğimiz günlerde komşuluk yaptığımız, torunları ve çocukları ile arkadaşlık ettiğimiz, başta “Ramadan Aga” olmak üzere bu dünyadan göçen tüm bu güzel insanları saygı ve özlemle anıyorum. Nurlarda olsunlar…


3 yorum:

Kemal dedi ki...

Çocukluğumda oynadığım paslı tenekeden eğip bükerek yaptığımız silahlarla oynadığımız oyunlar geldi aklıma. Gerçekten yokmuş du yoksa yokluk muydu çocukluğumuzdaki çocuksu gereksinimler. Emeğinize Sağlık. Yazılarınızı keyifle okuyorum. 🙏

Adsız dedi ki...

Geçmiş bu yaşlarda iyice tadlanıyor,dayak zehri de olmasa….eline sağlık.

Naci KOBAL dedi ki...

Özellikle bizleri o yıllara götürdün.
Kurşun kalemin dert görmesin.
Yürekten anlatman bizleri mutlu etti.
Teşekkürler Ağabeyi.