Salı, Aralık 09, 2025

GAZTECİ MAHMUT KARABULUT

 

Mahmut Karabulut, sınıf arkadaşım, acar, cin gibi bakışlı, samimi ve candan biriydi maalesef o da kaybedilenler arasında… Babasının Çeşme GAMEDA bayii olmasından ötürü “Gazteci” lakabını ona layık görmüştük. Gerçek manada ve söylenildiğinde anlaşıldığı gibi değil yani. 


Şimdiki Meydan ile o zamanki meydan, ölçüleri dışında hiç benzemez idi birbirine. Atatürk heykeli Ertan Otel ile şimdiki Kent Belleği Müzesi arasında kalacak şekilde, sırtını Sakız Adasına dönmüş, deniz kenarında bulunmaktaydı. Sanki arkamızdakilerden korkumuz yok önümüzdekilere dikkat etmek gerekir saikiyle, tüm meydanı ve oradaki tüm faaliyetleri gözlüyormuşçasına yerleştirilmiş oldukça heybetli bir kaide üzerinde bir büst… Atatürk büstü, üzerine konan kuşların kirletmelerine karşın şimdi aramızda olmayan değerli Ahmet Sinan ağabeyimizin temizleme faaliyetleri inanılmaz bir şekilde halen hatıralarımdadır. Çeşme meydanına yönelik her seçilmiş belediye başkanının hayalleri vardır. Her birisi kendince düzenleme yapmıştır ve bundan sonra da yapacaklar gibi de görünmektedir. Nasıl olsa bütçe kullanma yetkisi onlarda, hayal onlarda, karar onlarda, sonuç birinin yaptığını beğenmez, “hele ben bir yapayım da görsünler” edasıyla her biri kolları sıvar, bütçeyi dinamik tutar, vs. vs. Mesela, hiç birisi yahu bir yarışma açalım, projeler, hayaller yarışsın, ikili bir seçim ile makul bir süre içinde proje seçimi yapılsın, hem bağımsız bir seçici kurul hem de hemşehriler karar versin demez… Neyse bu kabil yaklaşımlar bu yazının konusu dışındadır, kifayet-i tefekkür…

Gazete bayii doğru hatırlıyorsam sekizgen köşeli bir plan kesitinde ahşaptan mamul sekiz tarafının da cam pencereleri bulunmaktaydı. Şimdiki Ziraat Bankasının tarafından Tekke Plajına doğru ilerleyen yol tarafına bakan küçük bir pencereden para uzatılır, alınacak gazete istenir, varsa para üstü alınırdı. Mezkûr pencerenin hemen önünde, güzel havalarda gazetelerin katlanarak sıralandığı bir raf vardı, bazen bu raf kioskun içinden dışarıyı seyretmek isteyenin, başını dışarı çıkararak kollarını gazeteler üzerine yaslayıp sağa sola bakmasına aracılık ederdi. Kış aylarında sürekli içeride oturulduğu için ayaklardan üşüme olmasın diye tabana serili ahşap bir ayakaltı sehpası vardı. Mehmet Abi (Karabulut) kendisiyle özdeşleşmiş şapkası ile mezkûr küçük pencereden güleç bazen de çok sert bakışıyla sizi karşılardı. İşte bu tablo zaman zaman bizim Mahmut ile oluşmaktaydı… Mahmut, hepimiz gibi Çeşme’nin güneş ve rüzgârı ile kavruk hal almış yüzü ile pencerenin iç tarafından gülümser dururdu, en azından ben gittiğimde…

Okul dışında Mahmut ile en sık karşılaştığımız yer mezkûr Çeşme Meydanı idi, O da zaten babasının işine yardım için hep oralarda olurdu… Bir iki küçük yer değişikliği dışında gazete kiosku hep oradaydı, galiba 12 Eylül darbesinin ezip geçtiği devrin başında yeri değişmişti. Demek ki darbe ve darbeler orta yerde kimseleri istemiyordu, hele de gazete ve dergi satıyorsanız, kıyıda köşede olmalısınız edası…

Mezkûr tarihlerde çok yeni başlamış olan hızlı gazete servisi Çeşme’yi de etkilemiştir. Hatırladığım kadarı ile sonradan da dayımın oğlu Kamil ile otobüs işletmeciliği de yapan Alaçatı’nın sevilen kişisi soyadını şimdilerde hatırlayamadığım ama kendisini çok sevdiğim Yalçın Abim kendisine ait Commer marka kurşuni renkli minibüsü ile bu servisi yapmakta idi… Ben de her sabah erkenden gider “promosyon” kapsamında kendisine verilen gazetelerden alırdım. Aldığım gazetelerin üstünde “para ile satılmaz” gibi bir ibare vardı. Bu benim hiç umurumda değil idi maksat gazete okumayı bedava hale getirmek idi. Ben kendi harçlığım ile haftalık çocuk dergisi vardı, şimdi adını hatırlayamıyorum… Her şeyin olduğu bir dergiydi, bilim vardı, eğlence vardı, sanat vardı, sinema vardı, spor vardı… Çok severdim, harçlıktan biriktirilmiş ise mutlaka edinilirdi. Esasen o devirde basın ve yayın organları hiç de pahalı sayılmaz idi, demek ki okunulması ve okutulması özendirilir bir şey idi… Daha “cahillerin ferasetini tercih ederim” fikriyatı icat olunmamıştı.

Mahmut Karabulut, sınıf arkadaşım dedim ya, vallahi şimdi bakıyorum da inanılmaz bir kadro idi. Mesela bizden 7-8 sene önce okula başlayıp, nezaketen de ayıp olmasın diye bizi de bekleyip, bizi uğurladıktan sonra birkaç yıl daha geriden gelenlere de ayıp olmasın faslına takılan abilerimizle de okudum, ilkokulu… Öğretim rejimi çok farklı idi, ilkokulda sınıfta kalma vardı hem de askere gidene kadar sanki… İlkokulu bitirme imtihanları vardı… Efendim, iyi değildi, kötü idi gibi bir takım yaklaşımlar olabilir… Yetişen neslin, başarı ve kabiliyetlerine bakarak, bu konuda herkes kendi kararını versin… İlkokul bitirme imtihanları öyle “laf olsun” kabilinden de değil idi. Mesela, bana bitirmede “müzik dersinden” geçemediğimi söylediklerinde, ödüm patlamıştı, Allahtan sınıf öğretmenim bana takılmak istemiş, bir türkü söylememi istemişlerdi ve dinleyince şaka yapalım kararı vermişler… Öyle müzik deyip geçmeyin, ne kadar önemli idi bir bilseniz. Peki, müzik bu ise diğer dersleri varın siz düşünün… Evet, bizim sınıf demiştim, oraya ricat… Dağaşan kardeşler, Özsaka kardeşler, Horasan kardeşler gibi arkadaşlarımız oldu… Egemen Kadıgan, Recep Erarslan, Mahmut Karabulut, İbrahim Çınar, M. Tokay, Kemal Aksoy, Niyazi Baysın, Kelami Çelebi, Mustafa Sağdıç başta olmak pek çok Çeşmeli çocuk ile çok güzel ve kalıcı arkadaşlıklarımız oluştu… Bir bölüm arkadaşımızı da maalesef yitirdik, diğerleri ile halen görüşmekteyiz…

Bizim sınıfın hayta ve haylaz grubu vardı ki, ben bir sürü davranışlarını tasvip etmesem dahi okul idaresi tarafından hep beraber taltif ya da tekdir edilirdik. Takdir dediğime bakmayın asıl olan tekdir idi çoğunlukla… Belki de okul idaresi de takdir hakkını hiç kullanmamayı tercih etmişti, bilemiyorum. Bir kez, çok net hatırlıyorum, 16 Eylül İlkokulunun en üst katında, bizim “Harita Odası” diye adlandırdığımız esasen de ciddi miktarda büyüklü küçüklü haritanın bulunduğu bir yer vardı. Okul Müdürü Kamil Hocanın odasının yanında yer alan mezkûr oda aynı zamanda bir nevi dayak odası idi. Bir defasında Kamil Hoca yine malum kadroyu topladı sıra dayağı vaziyeti alan ben dâhil ekibe sıra ile yer misin yemez misin kabilinden girişti. Daha önce de beyaz ettiğim üzere Kamil Hoca bana hiçbir zaman vurmadı, bu defa yine öyle oldu… Bu dayak faslından hatırladığım en önemli sahne Kamil Hoca Mahmut Karabulut’a vurduğunda biraz abartarak söyleyeceğim lakin aynen de öyle olmuştu, Mahmut’un ayakları yerden kesilmiş birkaç metre ilerideki haritaların ortasına düşmüştü. Siz, artık dayağın şiddetini mi, yoksa Kamil Hocanın maharetini mi, yoksa Mahmut’un zayıf vücudunun nasıl bir vuruşta uçuşa geçtiğini mi, öne alır düşünürsünüz bilemem…

Bu vesile ile başta Mahmut olmak üzere diğer tüm kayıplarımızı saygı ile anıyorum, nurlarda olsunlar…

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun allah ilk gazeteci allah rahmet eylesin tavuk ali lakaplı ali abimiz belediyenin önünden gazete diye seslendiği zaman yağhaneler dediğimiz yere kadar o güzel ınsanın sesini duyardık .gazeteci mehmet evimizde sabahın erken saatlerinde bütün esnafa gazete dağıtırdı nur içinde yatsınlar eski güzel insanlar kalmadı artık mekânları cennet olsun..4d