Geçtiğimiz
günlerde, 13 Aralık 1980 tarihinde 12 Eylül’cülerin “asmayalım da besleyelim mi” naraları ile idamını gerçekleştirdiği
Erdal Eren’in sene-i devriyesi vardı… Darbecilerin başının bu kabil ettiği
hukuk tanımayan, “şartların oluşmasını bekledik” sözü ile de adeta bugünleri
bekliyormuşçasına sarf ettiği sözleri bir araya getirsek bir kitap olur, emin
olun… “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk” ve “Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de
soldan asıyorduk.” gibi rezil rüsva bir hukuk garabetinden tutun da “İdamları imzalarken ellerim hiç
titremedi.” benzeri bir başka hukuk garabetine… Say say bitmez, peki haydi
bu baylar “derece-i zekâvet” adına “dûn” faslından öteye apolet takamamış
diye kabul edelim, peki nasıl olurda bu ülkenin anlı şanlı profesörlerinin de
yer ve rol aldığı asırlık İstanbul Üniversitesi, hem de yine bu şimdi artık
korkaklıkları sebebiyle adlarını bile açıklamaktan çekinen mezkûr profesörleri,
mezkûr zat’a “haiz olduğu ahlaki
faziletler” ve dahi “ilmi kıymet ve
meziyetleri” için “fahri
profesörlük” ve “hukuk doktoru”
unvanı verdiler. Adlarını açıklamıyor olmalarını, çocukları ve torunları adına bir
utanç mirası bırakmak istemiyor olabilir diye açıklamak mümkün olabilir lakin
emin olun hiç de utanacak çapta ve vasıfta adam değillerdir… Ayrıca, acaba çocukları
ve torunları bu koca koca profesör baba ya da dedelerinin bu abuk kararlarını
nasıl değerlendiriyorlar, onları göğüslerini kabartarak savunabiliyorlar mı?,
bilmek isterim doğrusu… Mezkûr tarihte bu şaklabanlığa karşı çıkıp muhalefet
şerhi düşerek karşı oy kullanan, Prof.
Dr. Nedime Ergenç, Prof. Dr. Sırrı Erinç ve Prof. Dr. Kemal Kurtuluş’u,
hukukun üstünlüğüne, bilimsel değerlendirmelere sadık kalmalarından ve dahası
“mangal gibi yüreğe” sahip olmalarından ötürü bir kez daha saygı ile anıyorum. Hukuk
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yılmaz Altuğ’un “Okulun ihtiyaçları vardı. Kadro
lazımdı, para gerekliydi” gibi bu diplomayı rüşvet olarak verdik mealinden izah
edip kabul oyu verenleri de Kenan Evren’in mirasçılarına havale ediyorum… Artık
onlar “babamız rüşvet almazdı, vermezdi” deyip dursunlar… Aksini iddia edenler
varsa da, haydi onlar çağrı yapsınlar gerek Üniversiteye gerekse de belgeye
sahip olanların mirasçılarına, açıklayın bu elit profesörleri diye, haydi
görelim… “Bizim çocuklar” diye zamanında onlara sahip çıkan ABD bile işleri
bitince adeta kullanılmış mendil gibi kenara attı bunları… Neyse aslında
bahsetmek istediğim konu bu karanlık ilişkiler sahibi ve “ABD’nin çocukları”
olmaktan öteye gidememiş darbeci generaller değil, lakin idam ve katliam
deyince maalesef aklıma başkaları gelmiyor ve oradan da başlamak gerekiyor…
İdam cezalarının devamı ya da yeniden ihdası gibi abuk subuk tartışmaların sürdürüldüğünü hayretle izlemekteyim. İdam cezasının korkunçluğu yanında yeni suçların işlenmesine engel mahiyetinde bir misal da oluşturamadığı ve dahası oluşturamayacağı da tüm dünyada ittifak ile kabul görmüş durumdadır. Birkaç misal verip ilerleyeyim; suç diye bilinen davranışların en ağır cezalandırıldığı ülke bilindiği üzere Suudi Arabistan’dır, bazı ülkelerde suç bile kabul edilmeyen davranışların cezalandırılması mezkûr ülkede en hafifinden Cuma günleri cami cemaati önünde ağır kırbaç cezaları ile cezalandırılırken, yine bazı ülkelerde tedavi ile tecziyesi ifa edilen bazı davranışlar bu ülkede kılıç marifeti ile baş kesilmek sureti ile cezalandırılmaktadır. Peki, suç kabul edilen davranışlarda azalma eğilimi var mıdır? Zinhar… Olamaz da… Peki; idam cezası ile cezalandırılan ve infazları gerçekleşen, sabık başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları bugün aynı muameleye tabi tutulabilirler miydi? Hiç zannetmiyorum… Cezanın korkunçluğu ve şiddeti ve dahi misal kabilinden büyük kitleler önünde gerçekleştirilmesi de caydırıcı olmaktan çok uzaktır.
Yasa yapıcı tarafından suç olarak adlandırılan davranışlara ceza yaptırımları da tanımlanmaktadır. Kim yapıyor bu tanımlamaları; yasa yapıcı, peki kim bu yasa yapıcılar, ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, kral, padişah, führer gibi tek kişiler yanında partiler tarafından tayin edilerek oluşmuş meclisler… Peki; kim aksini iddia edebilir ki, bu muhteremlerin, tanım ve karar oluşturma süreçlerinde, eğitim, öğretim, sosyal statü, dini ve etnik yapıları, içinden geldikleri örf ve adetleri, ananeleri, görenekleri, aile yapıları etkili olmaz da yegâne şık safiyâne ve medeni hukuk nosyonları etkili olur… Binaenaleyh, suç tanımı ve karşılık gelen cezaların bile şiddetinden toplumların beşeri durumunu anlamak mümkündür…
Burada; şimdilerde ne zaman izlediğimi hatırlamadığım BBC’den bir haberden bahsederek bir geçiş yapmak istiyorum… Yer İngiltere, yaşlı lakin hatırlı bir kadının “kedisinin kayıp olması” ve polisi araması üzerine, polis ve itfaiye olay yerine intikal eder, tabii ki basın da… Yaşlı kadın kedisinin çalındığı konusunda çok emindir, hatta çalanlar konusunda bile kesin bir kararı vardır. Gazetecinin sorduğu; “sizce kedinizi kim çalmış olabilir” sorusuna tereddütsüz “tabii ki Almanlar”… Şimdi düşünün bu kadının, hâkim olduğunu, savcı olduğunu, kanun yapıcı olduğunu, şahit olduğunu, “yandı gülüm keten helva” tarzında bir sonuç…
Evet, esasen ceza, suç işleyene mukabil bir yaptırımdır lakin söz konusu “idam cezası” ise, cezalandırmanın en ağır biçimi olup sonuçlarının düzeltilme imkânı olmayan ve asla ve kat’a telafisi de bulunmamaktadır.
Ölüm cezasının, vicdanen adaleti ve bu adalete olan güveni tesis ve temin ettiğini, dolayısıyla da en caydırıcı ceza olduğu, bu cezanın misal olması babından oluşturduğu korku ve dehşete ihtiyaç olduğu esasen de tanrısal bir ceza sayılması gerektiği maalesef ki dünyanın her yerinde muktedirler tarafından hep savunuldu. Şimdilerde sevinerek görüyoruz ki; idam cezasının temel yaşam hakkının ihlali olarak ve artarak kabul gördüğü, insan onuru ile bağdaşan ceza olmadığı ve dahası da beklenen caydırıcılık etkisini asla ve kat’a yapmadığı, yapamadığı yeterince örnekle ispat edilmektedir. Bu konuda kanıt mı görmek istiyorsunuz, buyurun, ABD’deki suç oranlarına karşılaştırmalı bir bakın, artış var mı yok mu görün, idam cezasının olmadığı ülkelerdeki suç artış oranları ile kıyaslayın, meramım ve muradım daha da netleşecektir.
Aslında
bu giriş ile “izleme listemde” olan lakin uzunca bir süredir izleyememiş
olduğum bir filmden bahsedecektim, ama giriş maalesef uzun kaçtı, film konusu
ve üzerine düşündüklerimi bir sonraki yazıma bırakıyorum. Film; dünya
sinemasının önemli yönetmen ve yapımcılarından olan Alan Parker’a ait, “The
life of David Gale”… David Gale ölüm cezası karşıtlarının en önemli
isimlerinden birisidir ve idam cezasının kaldırılması için büyük çaba sarf
etmektedir. Kendisi gibi idama karşı çıkan Constance Harraway adında bir kadın
tecavüze uğrar ve vahşice öldürülür. Lakin filmin ilerleyen bölümünde ortaya
çıkacağı üzere yaşanan bu trajik olayın sorumluluğu, esasen fail olmamakla
birlikte kurgu gereği suçlu imiş gibi gösterilen David Gale’nin üzerinde kalmış
olmasıdır. İdam cezasına çarptırılır, film daha da ilginç bir hal alır. İdam
karşıtı bir organizasyon ve gösterilerin kahramanları olan ikiliden birinin
ölmesi ve diğerinin onun cinayetiyle suçlanması ve idam cezası alması oldukça
enteresan ve gerilim yaratan bir hikâye. Hikâyenin diğer bir enteresan tarafı ise
David’in idamına üç gün kala kendi seçtiği Bitsey Bloom adlı bir gazeteciyle
röportaj yapmak istemesi ve de yapması… Esasen, tüm tanıkların, delillerin ve
kararın nasıl uydurma ve önyargılarla ve dahi talimatlarla, olayın nasıl
gerçekleştiğine bakılmaksızın alındığının ve bu zırvalıkların bir idama sebep
olduğunun hikâyesidir… Gerçek bir olayı mı? Hayali birini mi? sorgulaması
ötesinde izlenince, vay halimize hem de vay vay ki vay…