Cuma, Mart 29, 2024

ADANANIN YOLLARI TAŞTAN MI?

 Malumunuzdur, her türkünün bir hikâyesi vardır, aşk, doğa, özlem, hasret, ayrılık, kavuşma, sevinç, keder, acı, kahramanlık, savaş, din, ölüm, kayıplar, kaybetmeler, yokluk benzeri konuları tema alan hikâyelerdir hemen hepsi…

Türkü kelimesinin etimolojisine Nişanyan’ın Türkçe Etimoloji sözlüğünden bakınca; “Türkiye Türkçesi, türkī “Türk havası, yanık sesle söylenen uzun hava” sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Türk özel isminden türetilmiştir.

tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynek ve diğer örnekler)

[Mercimek Ahmed, Kâbusname terc., 1432]

ġazel ve türkī ki ayıdırsın, ter ve ābdār ayt [taze ve canlı söyle]

[Filippo Argenti, Regola del Parlare Turco, 1533]

turchí: chanto

Şimdi adını maalesef hatırlayamadığım bir başka kaynakta da, şöyle diyordu “türkü” kelimesinin etimolojisine yönelik, “Türkler Anadolu’ya geldiklerinde kopuzları ile çalıp söyledikleri ezgilere, Anadolu’nun kadim milleti Kürtler Türk usulü çığırmak manasında “türkü” demişlerdir”. Doğru mudur değil midir bilemem lakin akla da çok aykırı durmamaktadır. 

Okuduğum “Abidinpaşa Caddesi” kitabında yazar Süreyya Köle, Çukurovalı meşhur yazarımız Demirtaş Ceyhun’dan aktarıyor; “Adana’da 1950’li yıllarda, Dörtyol ile İstasyon semtleri arasındaki yol asfalttı yalnızca. Geriye kalan yollarsa taştandı.

Kore Savaşı başlayınca dünya genelinde barut yapımında kullanılan pamuğun değeri arttı. Dünya piyasalarında pamuk büyük paralara satılmaya başlandı. Adanalı pamuk çiftçisi de milyonlarca dolar kazandı. Çok zengin pamuk ağaları türedi. Bu dönemde Adana’da 15 – 20 pavyon açıldı. Pavyonlarda İstanbul’dan getirilen konsomatrisler çalıştırıldı. Para Adana’ya yatırım olarak dönmedi ve eğlenceye, gece hayatına, bu konsomatris kadınlara yedirildi. O dönemde bu kadınlarla gelen müzisyenler de bu şarkıyı yaptı.”

Evet, Demirtaş Ceyhun böyle anlatıyor, “Adananın yolları taştan” türküsünün ortaya çıkış hikâyesini, doğru mu değil mi? bilmiyorum. Süreyya Köle ise; mezkûr türkünün en bilinen hikâyesi diye anlattıkları; “19. yüzyılın sonlarında Adanalı Yeğenzade Sadi Bey’e âşık olan Erenköylü Ruhiye Hanım’ın bestesi olan bu türkü o kadar beğenilir ki, dilden dile dolaşmaya başlar.

Saraya kadar ulaşan bu gizli aşktan Ruhiye Hanım’ın Denizcilik Bakanı olan babası rahatsız olur. Çevreye yayılan dedikodular nedeniyle evinde bu türküyü yasaklayarak kızını denetim altına alır.

Saraydan gelen bir telkin üzerine Ruhiye Hanım, Harbiye’yi bitirip Kuleli Askeri Okulunda öğretmen olan Sadi Bey’le sonunda evlenir. Düğünlerinde sabaha kadar “Aman Adanalı” türküsü çalar. Sonraki yıllarda bu türkü notaya uyarlanarak günümüzdeki halini alır.

Ne romantik değil mi? Demirtaş Ceyhun’un gerçekçi, katı yaklaşımından uzak, tam bir şarkı-türkü hikâyesi…”

Peşrev kabilinden, hemen herkesin bildiğini zannettiğim “Adana’nın yolların taştan” türküsü ile girdim, lakin gerçekten öyle mi mezkûr kitabın bu bölümünde enteresan bir başka hikâye var ki ben ilk defa görüyorum. Yazar Süreyya Köse bakın neler yazıyor bu konuda; “ya yalnızca dışkıdan olduğunu iddia edersek? Yolun neden yapılı olduğunu seçemeyeceğimiz kadar at ve diğer pek çok hayvanın dışkısıyla kaplı olduğunu?”

Biraz iddialı ve biraz da Adana’yı çaktırmadan ciddi manada ilzam eden bir yaklaşım değil mi? Lakin Yeni Adana Gazetesinin 13 Temmuz 1965 tarihli nüshası da hem haberi hem de dayanağı yazışmaları konu alınca artık konu yeterince sarihtir.

“Arabacılar “temizlik işçilerine ücretlerini biz öderiz” diyorlar. Arabacılar şart koşuyor. “Cadde üstündeki apartman helaları, şehir kanalına dökülmesin”

Arabacıların, İl Trafik Komisyonu’nun almış olduğu kararları protesto maksadıyla yapmış oldukları “sessiz yürüyüşün” akisleri devam etmektedir. Hayvanların şehir sokaklarında her gün tonlarca pislik bıraktıklarını, belediye yetkililerinin ifade ettiklerini ileri süren Umum Arabacılar ve Sürücüler Derneği, Belediye Başkanlığına bir açık dilekçe yazarak iş teklifinde bulunmuştur. Dilekçede, temizlik işçilerinin toplayacakları pisliklerin derneğe teslim edilmesi halinde, işçilerin ücretlerinin dernek tarafından ödeneceği, belediyenin de, temizlik işçileri için ödediği ücreti bundan böyle şehir kanalizasyonlarının ıslahı için sarfetmesi istenilmektedir. Dernek Başkanı Sabri Yurtkadı imzalı dilekçede aynen şöyle denilmektedir:

“Belediye Başkanlığına

Adana

Sessiz yürüyüşümüz dolayısıyla hayvanlarımızın günde şehir sokaklarına 30 ton pislik bıraktığını belediyenin yetkili kişilerinin gazetelere verdiği beyanatla öğrendik.

Tarım merkezi olan Adanamızda, çiftçilikle uğraşan vatandaşlarımızın sahte ve bozuk gübrelerle kazıklanmaktan usandıkları hepimizin malumudur. Avrupa malı gübrenin bizim yerli fabrikalardan çıkan tabii gübreden daha namuslu olmadığını halk artık anlamıştır. Namuslu tüccarların satacağı namuslu gübreye hasret çeken çiftçilerimizi de düşünerek, Derneğimizce Başkanlığınıza bir iş teklifi yapıyoruz.

Her gün hayvanlarımızın yollara bıraktığı 30 ton gübre belediye tarafından derneğimize teslim edildiğinde, gübreyi toplayan temizlik işçileri kardeşlerimizin ücretleri derneğimizce ödenecektir. Böylece belediye bütçesi bu kardeşlerimizin maaş yükünden kurtulacaktır.

Yalnız şu şartla ki, temizlik işçilerinden tasarruf edilecek ücret, şehir kanalizasyonuna harcanacak, cadde üstündeki apartmanların helalarının şehir kanalına dökülmesi önlenecektir.

Belediyeniz, uzmanlarının şehir kanalizasyon kapakları önünde bir inceleme yaparak hayvan gübresinin mi, yoksa insan gübresinin mi daha pis kokular saçtığını ve mikroplu olduğunu tetkik etmelerini rica ederiz.

Hayvan gübresi kazancıyla insan gübresinin zararlarını önlemeniz dileği ile iş teklifimizin kabulünü arz ve istida ederiz.” (Yeni Adana Gazetesi 13 Temmuz 1965)

 

Evet, artık bundan sonra yolları taşlık mıdır, değil midir? Nasıl değerlendirecekseniz, size kalmış…

 

Türkünün sözleri ile bitireyim…

Adana’nın yolları taşlık,    

Yok cebimizde beş para harçlık.     

Elden gitti kahpe de gençlik.          

Ağam Adanalı paşam Adanalı,         

Evde duramıyom sana dadanalı.     

Sebebim sen oldun şişman delikanlı.           

Hey güllü hele hele güllü, peştamalı püsküllü

 

Adana'nın yolları taştan,   

Sen çıkardın beni baştan, 

Hem anadan hem kardaştan.          

Ağam Adanalı paşam Adanalı,        

Evde duramıyom sana dadanalı.     

Sebebim sen oldun şişman delikanlı.           

Hey güllü hele hele güllü, peştamalı püsküllü

Cuma, Mart 22, 2024

ADANALI ve KÜFÜR


Adanalı “allöş” dedirtecek kadar şaşırtır sizi sıra dışı davranışları ile, o kadar çoktur ki bu sıra dışı olunan mevzular, yaz yaz bitmez… İnsana biraz da sokak ağzı ile olacak lakin “Hastasıyım” dedirtecek nevidendir. Hayatımın çok önemli 2 bölümü Adana’da geçtiği için müthiş hatıralar biriktirdim, bu “dünyanın en büyük köyü” diye bilinen kentinden ve ahalisinden… 

Adana delikanlısı, ayakları havalansın ve koku yapmasın diye, kundurasının “forduna” basar… Adanalı ayağını yorganına göre uzatmaz, uygun yorganı yoksa yorgansız yatar… Adanalı yangın durumunda, ilk kurtarılacak eşya olarak “mangalını” görür… Adanalı anlayacağınız biraz acayiptir, her lafı kaldırmaz… Adanalı “godu mu oturtur”, en azından öyle bilinir… Yetişen çok önemli yazarlar ve sinemacılar dışında kalan sıradan Adanalılar çok ve boş yere konuşmaz az ve öz konuşur, “eşkere konuşmak” ona münasip düşmez… İşte sıra dışılığın bazı referansları…

Müthiş keyifle okuduğum yazar Süreyya Köle kitabı “ABİDİNPAŞA CADDESİ”ndeyi, neredeyse tamamı şahitliklerime benzer hikâyeler anlatınca, hem kitabı referans alarak, hem de şahitliklerimi tekraren hatırlayarak birkaç yazı yazdım… Adanalı için yaygın bilinen ve tekrarlanan bir söz vardır… Adanalı küfürbazdır… Evet, doğru maalesef hayatımı çok etkileyen bu kent ve insanı beni de bu konuda derinden etkilemiştir… Anlayacağınız ben de biraz küfürbaz oldum çıktım… Adanalı için bir ayrıcalık olmalı diye düşünürüm bu konuda, Adanalının ne söylediğinden ziyade ve azade nasıl söylediğine dikkat edersek, yahu bu kötü kelam bu kadar mı güzel söylenir diye düşünmeden geçemem… Kahvehanede oyun oynarken, muhabbet ederken, stadyumda maç seyrederken, okulda sınavdayken, öğretmenle ya da komşusu ile konuşurken, yolda yürürken, tarlada çalışırken hülasa hayatın her alanında, her anında duruma uygun sunturlu, kalaylı küfür sallamak bir marifetmiş gibi anlatmaya çalıştığımı zinhar düşünmeyin… Sanki çocukluktan itibaren bir eğitilme durumu yaşanıyor… Dedim ya, ne söylendiğinden ziyade nasıl söylendiği önemlidir diye, adam “k” harfini nasılda ağdalı, vurgulu ve burgulu “g” olarak söyler, bazı kelimelerdeki tek “r” nasıl üstüne bastırılarak 3 “r” olarak söylenir, vallahi nasıl anlatayım o tılsımlı söyleyişi bilemedim… Lakin mutlaka bir “esas” Adanalıdan herkes minimum 1 defa dinlemeli…

Adanalı ezelden beri “Allaha” küfür eder diye bilinir ya, benim anladığım bahse konu “Allah” ile kast edilen “Allah” aynı değildir, yani mezkûr ifadenin bildiğimiz Allah ile bir ilişkisi yoktur… Zinhar bizim Allah’ımızla alakası yoktur, yani… Gerçi 1980’li yıllarda büyük yankılar uyandıran bir cinayet bile hatırlıyorum buna benzer bir küfür yüzünden… Bir zincir mağazanın silahlı güvenlik görevlisi ki zincir mağazaların sahipleri gibi dini hassasiyetleri yüksek birisidir haliyle, mağaza önünde kavga eden 2 kişiden birini “Allaha küfür ediyor” gerekçesi ile silahını çekip öldürüyor… Lakin bu tür vakalar çok çok ender vakalardır benim bildiğim… Adanalının küfürleşmeleri genel manada hakaret içermeyebilir, bazen taltif ve takdir amaçlı da olur mezkûr galiz küfürler… Peki; sadece Adanalı erkekler mi küfür eder, şüphesiz hayır, Adanalı “bacılarımızı” da hiç tefrike tabi tutmamalıyız bu konuda… Öyle şahitliklerim oldu ki, mahalle aralarında asla ve kat’a erkekleri aratmazlar… Adana’da bulunduğum 2. dönemde bir önceki döneme göre küfürlü konuşmaların, küfürlü hayatların azaldığını müşahede ettiğimi de söylemeliyim… Anladığım kadarı ile en önemli sebep, sosyal, kültürel ve dini hassasiyetleri çok başka olan kesimin, yoğun göç ve hicretine hedef olmasıdır, Adana’nın… 

Duyduğum akla zarar, dudağa ziyan, kulağa düşman, dimağa hüsran küfürler var, özellikle futbol maçlarından hatırladığım… Adanalı bu konuda kimseye müsamaha da gösteremez, tıpkı karşı takımın oyuncusuna ya da taraftarına olduğu gibi hiç tereddütsüz ve gözünü kırpmadan kendi tuttuğu takım oyuncusuna ve taraftarına da aynı dileklerini, duygularını ve taleplerini bihakkın sunar… Bila istisna, her şeyi ve her kesimi küfür mevzuu ve hedefi yapar rahatlıkla… Gelmiş, geçmiş, ana, avrat, bacı, feriştah, eşik, beşik, karın, kucak, sırt, sıra, ön, arka, uğraş, meşrep, sahiplik, din, iman, mor mintan demeksizin sadece hakaret ve tahrik etme amaçlı sövgü öznesi ya da nesnesi oluşturmaz, bazen de övgü ve tebrik öznesi ve nesnesidir… Burada asıl olan vurguyu ve tonlamayı yakalayarak övgü mü, sövgü mü kararı vermektir aksi takdirde, maazallah… Yine şahitliğim çerçevesinde, Adanalının en standart küfrü de sanki bir noktalama işareti babından olmak misali; “damına konduğum” olup sarf edilen her cümlenin sonunda rolünü layığı ile oynar,  esasen de konduğum burada “goyim” şeklinde tasarruflu bir hal almaktadır. Lakin bu küfrü vaziyet zinhar hakaret maksadı ile kullanılmaz, zaten muhatap da hakaret telakkisinde bulunmaz, tamamen bir heyecan vurgusu, mutluluk ifadesi, kızgınlık halinin hayıflanması, sevinç halinin şiddetli tebarüzü, üzüntülü durumun altının çizilmesi, vs gibi ruh hallerinin anlatıma katkısı manasında dışavurumudur.

Süreyya Köle, kitabında, ünlü mizah yazarı Muzaffer İzgü’den aktarıyor; “Her zaman bir sövücü bulunurdu Adana’da; hem de parayla. Verirsin parayı, şaka olsun diye gider istediğin kişiye söver. Dayak yiyecekmiş, kovalanacakmış hiç önemli değil. İstersen zort da çektirirsin. O denli ustaları vardır ki Adana’da, sağ elini düdük yapıp koydu mu ağzına, başladı mıydı? Nağmeli nağmeli zortunu çekmeye, başlar, bir anda dönüverir, sanki çok duygusal bir ezgiymiş gibi dinlenirdi zort. Ondan sonra da sorulurdu: “bu zort kime?”

Birinedir. Az sonra anlaşılır, dudakları yayılır, gülümseme başlar. Zort çekilen mi? O da güler, çünkü şakayı kaldıracak denli kendine güvenlidir.”

Evet, sonuç itibariyle, Adanalının, ağzını doldura doldura, yuvarlaya yuvarlaya “k” harfini “g”ye terfi ettiren, “r” harfine de tek harf yerine 3’lü çektiren, bu uğurda önemli rol üstlenen bu halini, toplumun bir kesiminde oluşan karşıtlığa saygımızdan, fazlaca onaylamasak bile eksik kalması halinde de içimizin burulduğunu belirtmeliyim. Bir Adanalının, “orospu çocuğu” dediğinde, öylesine ta kalbinin derinliklerinden, öylesine içten, öylesine inanarak ve inandırıcı, öylesine samimi, öylesine sıcacık deyişine, o deyişteki sanatçı edasına, hatta o yaratıcılığa seyirci ya da şahit olunmadan, bu yazdıklarım kimseye hoş görünmez… Biz; “hakemin düdüğünün içindeki nohuta” sövebilme hülyasına ve dünyasına,  “hakemin elindeki bayrağın yan yan yürümesine sebep olmasının” tıbbi teşhisine dalmış iken, lütfen bu rafine küfrün Adana dili ve edebiyatına yaptığı katkıyı, fonetiğin ve yerel lehçelerin küfre kattığı lezzet ve zenginliği de kaçırmayalım. Burası önemlidir…

Yine mezkûr kitaptan bir alıntı ile sonlandıralım. “Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Adana’da geçiren, sonrasında Beyrut’a göç etmek durumunda kalan Ermeni lokantacı Bayramyan, yetmişli yılların başında, bir toplantı nedeniyle Beyrut’ta bulunan Adanalı Gazeteci Selahattin Canka ile tanışınca aralarında sohbet -Bayramyan’ın Adana özleminden kaynaklanıyor olmalı- küfür üzerine gelişir.

-        Siz saklayanlara bakmayın. Türkçe her Ermeni için ikinci ana dildir aslında. Ve aynı zamanda emsalsiz bir dildir bizim için Türkçe.

-        Emsalsiz bir dil mi?

-        Fransızca, İngilizce ve diğer dillerde sövün bakalım, Türkçeye erişebilir misiniz? Mesela, benim erkeklik uzvumu ananın kadınlık uzvuna tıkayım, deyin, bu laf kimi ırgalar ki? Bunu bana değil anama sor, deyip geçerler. Şimdi gel Türkçeye; “tahtını darabanı, iki tekerlekli arabanı… Küncüden ufak zürriyetinin üzerinde takla atayım…” deyince… Var mı böyle bir lisan?

Aslında Bayramyan’ın seçtiği küfür buram buram Adana kokunca, insan içten içe, Bayramyan sözünü “Var mı böyle bir lisan?” yerine

-Adana’ya gönderme yaparak- “Var mı böyle bir memleket?” diye bitirsin istiyor.”

Cumartesi, Mart 16, 2024

GÜNEŞ KARABUDA - İNDİM ZAMAN BAHÇESİNE

Daha önce bir yazımda bahsetmiş idim; Güneş Karabuda, çok önemli bir gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film yönetmeni, görüntü yönetmeni ve de yazardır diye… Onun anılarını yazmış olduğu, “İndim Zaman Bahçesine” adlı kitabını okuyorum… Kitap YKY (Yapı Kredi yayınları) tarafından 1998 tarihinde yayınlanmış, ben ise 2001 yılında yayınlanmış 3. baskısına yetişebilmişim. Enteresan, değerli ve ders alınacak anılar… Annesinin ilk evliliğini İzmirli Uşakizadelerin oğlu Ömer Bey ile yapması ki Uşakizadeler bilindiği üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanımın da ebeveynleridir. Daha net olması açısından, Ömer Bey ile Latife Hanımın kardeş olduklarını söyleyelim… Galatasaray Lisesinin uzatmalı öğrencisi Güneş Karabuda, bir tarafı ile de annesi İzmir’in ünlü ailesi Kapani’lerdendir. Demokrat Partinin “yalan rüzgârlarına” kapılmış dayı Osman Kapani mezkûr hükümette bakanlık yapmış ve 1960 askeri darbesi sonrası yargılanmıştır da… Bu kitabın, beni ziyadesiyle etkilemiş anılarına birkaç yazı boyunca ara vermeyeceğim gibi duruyor, şimdilik… 

Kitabın, “Gavur İzmir, Güzel İzmir” başlıklı yazısını değerli anılar ve İzmir’in nasıl bir kent idi sorusuna cevap babından olmak üzere aşağıya aynen alıyorum.

“Anneannem Mediha Hanım, Karşıyaka’nın Çamlık mevkiinde, deniz kıyısındaki köşkünde yalnız yaşardı. Yalnız diyorsam, evde sürekli oturan oydu, yoksa ev, hele yaz ayları, hısım akraba ile dolup taşardı. Mediha Hanım’ın dördü kız, dördü erkek sekiz çocuğu vardı. Bu üç katlı köşk, her biri ayrı şehirlerde yaşayan aile fertlerinin buluşma yeriydi yazları… Çocukluğumun en mutlu günlerini, bu rüya gibi güzel yerde geçirmiştim desem doğrudur.

Yaşı “müsait” olanlar bilir, Karşıyaka o zamanlar, deniz kıyısına kurulu bahçeli köşk ve villalardan oluşurdu. Hemen hemen her evin önünde, deniz üzerinde “banyo” denen bir bungalov bulunur, masmavi denize buradan girilirdi. Çevre kirlenmesi kavramını daha kimseler bulmamıştı! Evimizin önünden kenarları açık, atlı tramvay geçerdi. Ön bahçe nadide çiçeklerle süslüydü. Yer, yürüdükçe tıkır şıkır sesler çıkaran, beyaz çakıl taşlarıyla kaplıydı. Bahçe kapısında asılı çıngırak, eve giren ve çıkanların habercisiydi. Arka bahçe oldukça büyüktü. Koca gövdeli, fil bacaklı palmiyelerin sıra sıra dizili durduğu yolun sonunda bir yel değirmeni, yanında da camekânlı bir ambar bulunurdu. Çiftlikten gelen buğday bu değirmende öğütülürdü. Ahçısı, bahçıvanı, arabacısı, evlatlığı dahil, her gün en az yirmi kişiye yemek çıkardı Mediha Hanım’ın evinde…

Karşıya’nıın sakinleri hoş insanlardı, her milletten her dinden insan yaşardı burada. İtalyan, Fransız, Rum, Yahudi, Hollandalı ve Türkler uyum içindeydiler. 1940’lı yılların Türkiye’sinde saygı, sevgi, dostluk, yani kısacası insanlık, bol miktarda mevcuttu! Çok kültürlü bir toplumda yaşamanın insanlara ne büyük bir iç zenginlik verdiğini, ilerde anlayacaktım.

En çok gece hayatını severdim. Gençlerin Aczmendi ayininde olduğu gibi vecde gelip dans ettikleri diskotekler daha icat edilmemiş, insanların her yerde ve her zaman göbek atma adetleri de daha başlamamıştı. En popüler eğlence, akşam yemeğinden sonra deniz kıyısında piyasaya çıkmaktı. Karşıyakalılar ellerinde çekirdek külahı veya dondurma, geç vakitlere kadar sahil boyunda volta atar, komşular yolda karşılaştıklarında sohbete dalar, gençlerse tatlı heyecanlar içinde, kaçamak flörtler peşinde koşarlardı.

Dayılarımdan Osman ve Münci, böyle kaçamaklarda beni “yem” olarak kullanırlardı. İşveli ve cilveli İtalyan, Fransız kızları bana yaklaşıp kendi dillerinde “que bello bambino” veya “ah! Qu’il est mignon” (ne tatlı şey ayol!) dediklerinde, çapkın dayılarım mükemmel bir zamanlamayla devreye girerlerdi! Benim de bu durumdan fazla şikâyetçi olduğum söylenemezdi…

Karşıyaka’dan ileriye baktığınızda, Kadifekale’ye yaslanmış İzmir’i görürsünüz. O yılların bu güzel ege kenti, kişiliği olan, hoş ve şirin bir yerdi. Hele bembeyaz cumbalı evlerin sıralandığı Kordonboyu, Annemin ikiz kardeşi Mefharet teyzem ve Mustafa eniştemin, Göztepe’de bir yalıları vardı. Burası da, en sevdiğim yerlerden birisiydi; “banyo”dan denize girer, koca koca çipralar tutardık! Yemişçi’ler, İzmir’in ticaretle uğraşan saygın ailelerindendi. Oğullarından Müjdat, benden üst sınıflarda olduğundan, Galatasaray’da veliliğimi yapmış sevdiğim bir ağabeyim, Mehmet’se benimle aynı yaşta olup, iyi anlaştığım oyun arkadaşımdı. Yemişçi’lerin, İzmir’e yirmi kilometre uzaklıkta Kilizman mevkiinde bir çiftlikleri vardı. İşte burası benim için cennetten bir köşeydi.

Deniz kıyısından ayrılıp, insan boyu sazlıkların arasından geçen bir toprak yol, bizi çiftliğin içine götürürdü. Burası dev ağaçların gölgeleriyle örttüğü, fıskiyesinden şırıl şırıl suların aktığı koca havuzun bulunduğu, serin bir avluydu. İzmir’in kızgın sıcağından çıkıp buraya geldiğimizde, iklim değiştirmiş olurduk. Çiftlikte daha çok meyva ve sebze yetiştirilirdi. Kayısı ve şeftali ağaçları avluyu çevreler, dağ yönünde tütün üretilirdi. Akşama doğru güneş batımında, önde eşek, çıngıraklı bir deve kervanı avluya girer, havuzun kenarından geçerek, yolun sonunda iri çam ağaçlarının bulunduğu ahırlara doğru uzaklaşırdı. Kendimi Binbir Gece Masalları’nda hissederdim.

Çiftliğin sorumlusu, büyük amca İsmail Bey’di. Yetmişini aşkın bu sevecen, yaşlı delikanlı, beyaz bıyıkları, fildişi rengi keten takım elbisesiyle, Kraliçe Viktorya zamanında, Hindistan’da bulunmuş İngiliz albaylarını andırırdı. Akşamları, herkes yattıktan sonra, köpekler salınırdı. Köpeklerin havlamaları bana huzur verir, onları dinlerken uyur kalırdım. Bir sabah kahvaltıdan sonra, elinde bir çuval tutan genç bir çobanın, bize doğru geldiğini görmüştük. “Hayırlı sabahlar bey” dedikten sonra büyük amcaya çuvalın içinde bir şeyler gösterdiğini fark ettik. İsmail amca gülerek bizi yanına çağırdığında, hayretle iki küçük kaplan yavrusunun oynaştığını görmüştük. Çoban, koyunları otlatırken dağda bir mağarada bulmuştu bunları. O gece yavrularının kokusunu alır da, ana kaplan çiftliğe iner diye, köpeklerin yanı sıra bir de silahlı nöbetçi konmuştu avluya. Gece rüyamda, arkamdan durmadan koşan kaplanlar görmüştüm… Sabah olunca büyük amca çobana, yavruların daha çok küçük olduğunu, analarına ihtiyaç duyduğunu, onları bulduğu mağaraya götürüp bırakmasını söylemişti. Adam bırakmaya çoktan razıydı ama, ana kaplanla karşılaşmaktan korkuyordu. Yanına iki silahlı adam verildi ve çoban böyle dağın yolunu utabildi!

İÖ 6. yüzyılda, önemli bir kent olan “Clazomenae” kuruluymuş çiftliğin bulunduğu Kilizman ve civarında. Çocukluğumun en mutlu anlarını geçirdiğim Karşıyaka ve Kilizman bir masal diyarının unutulmaz isimleriydi. Gezgin yaşamım süresince “yedi düvel” dolaşmış olsam da, güzel İzmir’im ayrıdır!”

Evet, Güzel İzmir’in anıt kent olduğu dönemin yaşanmışlığı yanında, gerek Karşıya gerekse de Kordonboyu’nda maalesef yıkılıp giden cumbalı iki katlı güzel evlere, kordonundan denize girilebilir Körfez’e, oradan tarihi Kilizman’a… Akşamların en önemli aktivitesi “kordonboyu’nda piyasa yapmaya”, çok etnik ve çok dini yapılı toplumun hoşgörü ve birlikte yaşam kültürünü nasıl desteklediğine ve beşeri zenginliğe nasıl güç verdiğine, çevre kirliliği ile henüz tanışılmamış olmasına ve dahası da şimdiki Güzelbahçe’de, o zaman ki Kilizman’da kaplanların yaşamışlığına tanıklık etmiş bir hayattan, dünya çapında bir meslek erbabına ve dahası bir hümanistin dünyanın farklı yerlerinde deyim yerinde ise gözünü budaktan esirgemeyen belgeselciliğe uzanan anıların kitabı… Muhtemelen artık yeni basımı yapılmayan lakin yapılırsa da çok insanın ulaşmak istediği bir kitap olacağı kesin olan bu kitabı şimdi sahaflarda bulmanın da mümkün olabildiğini biliyorum. Temin edenlere de “Binbir Gece Masalları” tadında okumalar diliyorum…

Cuma, Mart 08, 2024

ADANA, ADANALI ve YÜZME SPORU

“Şimdi güzel ablam için atlüyrüm” demesiyle kendini boşluğa bırakması bir oluyor. Asma Köprünün üzerinden, hemen yanlarından geçen genç kıza çapkınca bir bakış fırlatıyor sesin sahibi çocuk. “Atlüyrüm” kelimesi tek başına bile muhteşem bir ifade sayılsa bile esasen bu kelimenin destekçisi yazarın da “çapkın bakış” dediği bakıştır ve Adanalı delikanlıya özgü ve özeldir, tıpkı “Clark bakışı” gibi bu da Adanalı bakışıdır… Bu bakışın bazen de sağ elin kalp üstüne gelip parmaklarla göz işareti yapılarak şiddetli desteklendiği anlar vardır… Evet, okumaktan inanılmaz keyf aldığım Adana “Abidinpaşa Caddesi” kitabından aktarıyorum…

“Genç kızın “deli mi ne?” deyişine karışıyor, güvenlik görevlisinin çaldığı düdüğün sesi.

“kaç kere söyleyeceğim ulan size, hadi evlerinize”

Güvenlikçi köprünün üzerine, çocuklar o anda toplu halde hop Seyhan Nehrine.

Kıkırdıyor çocuklar, içlerinden biri “yakalasana sıkıysa” diyor güvenlikçinin öfkesini hepten körüklemek adına.

“yakalasana, öyle mi?”

Nehirde gezinen sandallardan birine “gel” anlamında el kaldırıyor güvenlikçi. Çocuklar şimdi yandı işte.

Yok, kimsenin ne yandığı ne yanacağı var. Sandal güvenlikçiden tarafa yönlirken çocuklar nehrin karşı tarafını çoktan buldu bile.

“Biz küçükken polis, kıyafetlerimizi toplardı,” diyor Adanalı şair Levent Uğur. “Bir daha kanalda yüzmeyelim diye giyeceklerimizi alır, götürürdü.”

Sonuç?

“Artık elbiselerimizi naylon torbaya katıyorduk. Polis arabasının geldiğini görünce torbamızı kanalın diğer yanına fırlatıp, başlıyorduk o tarafa doğru yüzmeye. O günlerde sulama kanalları üzerinde bu kadar çok köprü de yoktu. Polis, aracıyla karşıya geçecek de bizi yakalayacak da…”

Sulama kanalları çok sayıda ölümle sonuçlanan yüzme girişimlerine sahne oluyor lakin bir türlü önlenemeyen bir cazibe olmaya da devam ediyor. Seyhan Nehri ve bağlı sulama kanalları ve Seyhan Barajı Regülâtörü (Eski Baraj) yüzme sporu adına modern havuzlardan farksız birer idman alanıdır adeta… Adana’nın gavur sıcağını etkisiz kılma adına nehrin ve kanalların buz gibi sularına girmek bir serinleme ve eğlence aracıdır kimilerine göre, kimilerine göre de su sporları için derya deniz bulunmaz bir alandır… Biz yaşananların şahitliğine nail olamamışsak dahi efsane hale gelmiş, Adana Demirspor Su Takımı ile mezkûr kanallardan çıkan rekortmenlerin hikâyeleri artık dillere destandır…

Adana’nın kara yağız ve kavruk delikanlıları, bir adım mesafedeki ulaşım derdi olmayan sulama kanallarının buz gibi akıntılı suyunda gönüllerince eğleniyor, serinliyor ve yüzüyorlardı artık. Adana şivesiyle “ganel” denilen bu yüzme alanlarında kara donlarıyla yüzme işini son derece geliştiren bu gençlerin, bir disiplin dâhilinde yüzme sporuna kazandırılması halinde unutulmaz sporcuların çıkabileceğini düşünen Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü, yapımı Atatürk dönemine uzanan  “Adana Atatürk Yüzme Havuzunu” Bölge ve Türkiye şampiyonlukları, tramplen atlama yarışları düzenleyerek adeta bir sporcu fabrikasına dönüştürmüştür. Adana’ya geldiğim ilk dönemde mezkûr havuzun ne şaşaalı bir alan olduğunu fark etmiş ve hayatımda da yakından gördüğüm ilk trampleni ve oradan yapılan atlamaları da büyük bir hayranlık ile izlemiş idim. Bu gelişmeler, havuz ve yüzme spor disiplini ile tanışan Adanalı gençlerin Türkiye çapında arka arkaya büyük başarıları gerçekleştirmesine vesile olmuştur. Adanalı gençleri büyük başarılara imza atması, bu başarıların Türkiye genelinde gazete ve radyolarda haber olarak yer bulması, yeni ve daha çok, yetenekli gencin mezkûr spora yönelmesine, sporcu olamayanların da iyi birer izleyici ve takipçi olmasına zemin hazırlamıştır. Yetenekli gençlerin varlığı ve keşfi su sporları konusunda imkanların geliştirilmesine, daha da yetenekli antrenör ve hocaların Adana’ya gelmesine bu ise sporun ve sporcuların hem nicelik hem de nitelik olarak gelişmesine yol açmaktadır. Adana’ya gelmeden önce takip ettiğim “Fotospor Dergisinden” isimlerini öğrendiğim Faruk Morkal ve Erdal Acet, bu sporcular arasında bir hayli ünlü olmuş ve hatta ünleri ülkemiz sınırlarını da aşmış idi… Adana’ya geldikten sonra arkadaşım ünlü kaleci Malik Geçalp’in başarı ile oynadığı Adanaspor yerine Adana Demirspor’u tutuyor olmamın en önemli nedeni bir işçi takımı olmasının yanında pek çok alanda olduğu gibi “yüzme ve sutopunda” tesadüfi olmayan başarıların yaratılmış olmasındandır. Gerçi Çukurova’da genellikle Galatasaraylılar Demirspor’u, Fenerbahçeliler de Adanaspor’u tutarlar, ben de bir Galatasaraylı olarak Adanaspor’u tutamazdım. Ayrıca, Demirspor’un, Adana’nın iklimini, suyunu ve yetenekli gençlerini bu manada dibine kadar değerlendirmiş olması da takdire değer bir durumdur…

Evet, büyük keyif aldığım kitaptan devam edeyim istiyorum; “Bundan altmış sene önce Adana gençleriyle Seyhan Nehri’ni birbirinden ayırmak mümkün değildi” diye anlatıyor Selahattin Canka. Seyhan’ın serin sularında çimmeyen bir gence rastlanamazdı. Yüzme sporu Seyhan’da başlardı. Acemiler, ergenlerin nezaretinde haftalarca ders gördükten sonra “köpekleme” ile karşıya geçerken, büyük alkış alırdı. Şimdi yerinde yeller esen “İt Adası” tabii bir merkezdi gençler için. Bu adayla kara arası sınav sahasıydı”.

Ve devam ediyor Canka; “Yüzmenin yanında, kule atlamalarının başlangıcı olan yüksekten suya atlamanın ilk tecrübeleri de Demirköprü’de yapılırdı. O sıralarda stadyum bekçisi Deli Ziya Demirköprü’nün kavisli tepesinden kendine has bir stil ile atlardı Seyhan’a. O, bu işin dalabı idi. İki ayağını kıçının altında birleştirip bağdaş kurup “kele hopp!” diyerek ırmağa dalardı”

Dedim ya; kitap müthiş hatırlatmalarla dolu benim için, neredeyse tamamına bihakkın şahidim tüm bu yazılanların… Bazılarımıza cazip ve heyecanlı gelmeyebilir lakin benim için “fevkaladenin fevkinde” tadında… İlaveten, biz devrimci öğrenciler arasında Erdal Acet’in ben şahsen tanımıyor olsam da prestiji çok fazla idi… Faruk Morkal ise hem Demirspor kökenli hem de sonradan Galatasaray’a geçmiş olması hasebiyle çok daha yakından takip ettiğimiz birisi olup önceleri Olimpiyatlarda yarışmış olmasından da ayrı bir gurur duymaktaydık.  Bir defasında Türkiye çapında her yıl seçilen “Yılın Sporcusu” oylamasında muhtemelen Erdal Acet lehine imza bile topladığımızı hatırlıyorum…

Bilahare, ünlü müzik üstadı Fuat Saka; Erdal Acet üzerine bir de söz ve müziği kendisine ait bir parça yapıyor, öneririm eski günlerin yüzü suyu hürmetine…

Hatırlarım daha dün gibi kanaldaki günü

O eski dostları arıyor şimdi gözlerim birer birer

Yaşama teşekkürler bize güzel günler bahşetti

O eski dostları arıyor şimdi gözlerim birer birer

Gözlerim birer birer

Hülasa, Adana, benim bulunduğum dönemin çok öncesinden başlayan, spor, sanat, edebiyat üstüne müthiş işlerin yapıldığı yer ya da bu müthiş işleri kotaran ve yapan insanların yetiştiği bir şehir olup benim açımdan da adeta tüm bunlara yönelik adeta bir “film setidir” 

Cumartesi, Mart 02, 2024

MEHMET RUHİ SU

“Ruhi Su” olarak biliyor ve sadece “Ruhi” adı ile ortaklığım var zannediyordum meğerse ortaklığımız “Mehmet” ile de oluşuyormuş. Ben babamın “O Ruhi, sen Ruhi olmaz, ben senin adına bir de Mehmet ekleyeyim” demiş olmasını tercih ederdim lakin bu mümkün olamıyor, olsa idi müthiş bir hikâyem olurdu… Çok güzel bir şey midir bu benzerlikler bilemem lakin yaşadığım birkaç vakayı anlatayım, siz karar verin diyeceğim mecburen…

Bir gün Yurtdışından geliyorum, geldiğim ülke de Rusya, geldiğim ülkeden ne getirebilirim, tabii ki dostlarla birlikte içebilmek ve bir kısım dost için de hediye kabilinden “Votka”… Tabii ki kısıtlana kısıtlana yolcu beraberinde getirilebilecek alkollü içki miktarı 1 litreye kadar düşmüş ve en fazla yanına da alkol derecesi çok düşük olmak kaydı ile bir başka içkiden de 1 litre alınabiliyor… Maalesef ben o gün valizime yerleştirdiğim, yarım litrelik yanlış hatırlamıyorsam da yaklaşık 6 şişe votka ile geliyorum. Ben ne yapayım ihtiyaç o kadar… Bir de Freeshop’tan da 1 litrelik rakı elimdeki poşet içinde, son derece itina ile paketlenmiş votkalar da valizde… Hemen valizi koyduğum xray cihazı çıkışında gümrük görevlileri tarafından durduruldum… Çantayı açar mısınız dediler, açtık… Maalesef 6 şişe çıktı ortaya, bunlar ne sorusuna hediyelik eşya dedim, başladılar gülmeye… Peki, poşet içindeki ne diye sordular ilaveten, o da rakı dedim… Gülüşmeler arasında muhabbet süper bir hale geldi… Mevzuat gereği, getirilen fazladan içkiler için listede belirtilen tutarda ilave gümrük bedeli ödenmesi gerekiyormuş, telaffuz edilen tutara bakıp görevlilere dedim ki, yahu ben bu paraya bunlardan 15 koli alırım orada, siz ne diyorsunuz Allahaşkına… Neyse ofise geçildi, tutanaklar yazıldı… Bir taraftan da, kardeşim bunlar hediye, ben şimdi Çeşme’de arkadaşlarıma ne getirdin dediklerinde ne diyeceğim, siz hiç düşünmüyor musunuz? diye topu sağa sola vuruyorum, ekip sağlam ve tavizsiz… Neyse sonuçta, bir yol bulundu, sağolsunlar ne bir bedel tediyesi, ne bir müsadere muamelesi görmeden karşılıklı tavizsiz ayrılmak üzere idim ki; görevlilerden birisi anladığım kadarıyla biraz da yetkili idi; “Ruhi abi, adının kıymetini bil” diyerek lüzumu dairesinde tebarüz ihdası ile beni azat etti… Adımın bir işe yaradığını görünce de Ruhi Su üstünden içimden olmak kaydı ile ne sevinmiştim, anlatamam… Oysa Ruhi Su’ya neler yapmamıştı ki mezkûr mevzuat ya da mezkûr muktedirler ve onların kraldan fazla kralcı aveneleri, sadece türkü söylediği için… Yurt dışında tedavi olarak ölümden kurtulmasına bile izin vermemiş idi darbeci generaller ve aveneleri… Kolay değil yani mezkûr benzerlik gereği herhangi bir yerden müeyyidesiz yırtmak… Yaşananlara bakınca güler misin ağlar mısın diyeceğim lakin her ikisi de mevzuya tebarüzde eksik kalır vallahi… Sonuçta adaşımız bu koca çınarın ad benzerliği yüzü suyu hürmetine vaka zayiatsız defedildi…

Oysaki Üniversiteye başladığım ilk günlerde güleç ve aydınlık yüzlü sonradan da çok iyi dost olduğum bir arkadaşımın, tanışma faslında adımın Ruhi olduğunu öğrenince, şimdilerde hatırlayamadığım bir şekilde “oooo Ruhi Su” demesi üzerine okulu işgalleri altında tutan gerici-faşist güçler birden dikkat kesilmişti, açıkçası o bakışlardan korkmuş idim o gün, korkumun sonradan da ne kadar haklı olduğumu bana mezkûr muhteremler ispatlayacaktılar, taaa işgallerinin kırılmasına kadar bize çektirdiklerini hiç unutamıyorum… Oysaki “yahu size ne yaptı bu adam” değil mi? Yahu bir adamın adına bile katlanamayanların olması nasıl bir şey… İşte, varsa yoksa sadece kendi zevkleri, kendi düşünceleri, kendi eylemleri kutsal, diğerleri yok edilmesi gereken nüveler diye görüle görüle Canım Yurdumun geldiği nokta…

Evet, bu hoş ve hoş olmayan hatıralardan sonra, son günlerde okuduğum, “Füsun Akatlı’nın” kaleme aldığı, muhteşem fotoğraflarla da desteklenen ve güzellenen “Bir de Ruhi Su Geçti” kitabına getireyim konuyu… Bana göre çok hoş yazılmış, fotoğraflanmış lakin çok acılı bir hayatın tam da Yaşar Kemal’in “zilli kurt” deyimine münasip çilesi eksik olmayan hikâyesinin kitabı…

“İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne gidecektik. Yeniden müzik öğretmen okuluna nasıl gideceğimi düşünmeye başlarken, askeri okula gitme hazırlıklarımız başladı. Doktor kontrolünden geçtik. Göz muayenesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama sağlam olduğuma karar verdiler. O ara isimlerimizden dolayı, küçümsendiğimizin farkına varıyorduk. İsimlerimizi değiştirmeyi veya ek bir isim almayı kararlaştırdık. Ökkeş, Durmuş, Cumali, Ali Merdan gibi isimleri bırakarak “kibar” isimlerimizle İstanbul’a Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne geldik. Artık ben, Mehmet Ruhi idim” Evet, artık bu kara çocuk Ruhi adını nasıl alıyor, kendisinden öğreniyoruz. Sonraları bir yolunu bulup Ankara’ya türlü badirelerden geçen bir süreç sonunda Müzik Öğretmen Okuluna geçer… Müzik Öğretmen Okulu üzerine ise Mehmet Ruhi bakın neler anlatıyor. “Ankara’ya gittim ve sınava girdim. Sınavda “ne çalarsın” diye sordular, ben de “morsolar” (parçalar) dedim. “Bir konçerto çal” dediklerinde çok şaşırdım. Bu sözü ilk kez duyuyordum. Müzik imlası ve armoni sözlerini de ilk kez duyuyordum.

Öğretmenlerden biri, sınava hazırlanmam için Vivaldi Sol Majör Keman Konçertosu’nu verdi. Bir arkadaştan ödünç keman buldum. Bir otel odasında gece gündüz çalıştım. Sınavı başarı ile verdim. Ulvi Cemal Erkin’in “Son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağısına girmeli” teklifine, tüm öğretmenler katıldılar.” O sırada soyadı kanunu çıkar, tek hece ve kolay söylendiği için “Su” soyadını aldığını beyan eder.

Bas-bariton Mehmet Ruhi Su artık; “Radyo Programında yer alıp, “Ruhi Su Türküler söylüyor” adlı bir programda onbeş günde bir yer alıyor. Füsun Akatlı şöyle aktarıyor; “Konservatuvarda türküleri dinleyen hocalarından Markovich, “Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına varıyorum” demişti”. Lakin sonra ne mi oluyor, bir avuç “iyi saatte olsunlar” devreye giriyor… O gün bu gün değişen bir şey de olmuyor gayri… Dönemin ünlü Sansaryan Hanı her fırsatı değerlendirip Ruhi Su’yu ağırlar… Benim de hala çok sevdiğim “mahsus mahal” türküsü o dönemin eseri imiş…

“Ruhi Su’nun söylediği türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve alevi nefesleriydi. Ali İzzet’ten; “Bir Allah’ı tanıyalım ayrı gayrı bu din nedir”, Pir Sultan Abdal’dan; “Gelin canlar bir olalım”, Muhyi’den; “Zahit bizi tan eyleme” gibi nefesler söyleyen Ruhi Su’yu, “Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor” diye susturdular. O dönem, egemen güçler, Alevi nefesleri söylemekle, komünist olmayı eş anlamda algılıyordu. Oysa olay, nefes ve türkülerin, toplumsal içeriğinin şimşekleri üzerine çekmeseydi. Nefesler ve deyişler, ezilen Anadolu nefeslerini, Alevi müziğini geniş halk kitlelerine kararlılıkla duyuran Ruhi Su’dur. O Alevi müziğinde, halkların yıllar süren başkaldırı mücadelesini görmüştür.” Artık, adı katli vacibe çıkmıştır. Mademki, bu türküleri söylüyor demek ki “Komünisttir”. Ne zaman oluyor tüm şebeklikler, 1943-45 yıllarında… Kolaylıkla denilebilir ki; “efendim tek parti dönemi”… Çok şükür ki yaşımız müsait ve çok partili dönemin heybetli saldırılarını da gördük, gözlerimiz hala çok iyi olmamakla birlikte görmeye devam ediyor…

Evet, isim benzerliğinden gelip, kitap üstüne yazdım. Evet, Onun hayatı, benzerlikler içerse de, benimkinin yanında kaya gibi sert ve acımasız bir hayat asıl benimki Su gibi oldu diyebilirim… Mezkûr Dehayı daha da fazlası ile tanımak adına kitap güzel bir kaynak… Bir taraftan Mehmet Ruhi Su’dan; “Çanakkale içinde” ya da “Hayali gönlümde yadigâr kalan” türküsü dinleyin, bir taraftan da mezkûr kitabın sunduğu fotoğrafları görmenin keyfini sürün derim…


Cuma, Şubat 23, 2024

FENERBAHÇE CUMHURİYETİ ve BEYNELMİLEL RABITALAR

Fenerbahçe Spor Kulübü gerçek manada erişilmesi nerdeyse imkânsız gibi görünen maharet ve istidat sahibidir, nerden mi biliyoruz, hakkında yazılanlar ortada… Fenerbahçe o kadar revaçtadır ki; “Fenerbahçe horoz dövüştürse binlerce seyirci toplar” sözünün yaratılmasına sebeptir. Zaten beynelmilel kaynaklar da, bu konuda 1. sıraya Real Madrid’i, 2. sıraya Steau Bükreş’i ve 3. sıraya da Fenerbahçe’yi koyar diye biliyorum, şimdilerde alınan feyz ile icraat kabiliyetleri artan diğer kulüpler bu sıralamayı bozmuş olabilirler…

Dedim ya; “Fenerbahçe Cumhuriyetini” okuyorum… Şahit olduğumuz lakin hatırlamakta zorluk çektiğimiz bir dolu konu kitabın içinde yer almış… Her biri inci tanesi tadında, maşallah… Birkaç tanesini yazıp, kitabın okunmasının ne öğrenmelere vesile oluyor olduğunun altını çizmek istiyorum…

“Sahanın kenarından bir Fenerbahçeli yönetici Cemil’e bağırdı. “At kendini yere” Cemil şaşırdı. “neden” der gibi baktı. Yönetici Cemil’i yan çizgiye doğru çağırdı ve “ceza sahası içine girince, top sendeyken, kendini yere at” diye tekrarladı.

Dolmabahçe Stadı’nda UEFA Kupası’nda Fransa’nın Nice takımıyla bir kez daha karşı karşıya geliyordu Fenerbahçe…”

İlk maçta, İlk devrenin sonuna kadar gayet iyi dayanan Fenerbahçe arka arkaya yediği gollerle maçı 4 – 0 kaybeder, sıra rövanşa gelmiştir. Bakın nasıl anlatıyor yazar bu maç sonrası gelişmeleri…

“15 gün sonraki rövanş maçı için takım İstanbul’a dönerken, bir Fenerbahçe yöneticisi Macaristan’a geçti. İstanbul’daki rövanş maçını Macar hakem yönetecekti.

Dolmabahçe’de Nice karşısına çıktığında Fenerbahçe gerçekten güçlü bir onbire sahipti. Datcu, Timuçin, Niyazi, Yılmaz, Serkan, Ersoy, Ziya, Selahattin, (İbrahim), Cemil, Osman, Mustafa on biri Nice kalesini hallaç pamuğu gibi atıyor., top direklerden dönüyor, bir türlü gol olmuyordu. Macar hakemle Budapeşte’de görüşen Fenerbahçeli yönetici Cemil’i çağırarak “ceza sahası içinde kendini yere at” talimatı verdi. İki üç dakika sonra Cemil on sekiz içinde topla giderken, kendine yapılan bir müdahaleyle düştü. Hakem anında düdüğü çaldı. Penaltı Fransızların en iyi oyuncusu, takımın beyni Adams itiraz ettiği anda, kırmızı kart gördü ve oyun dışı kaldı. İlk devrenin son dakikasıydı. Osman’ın penaltı vuruşu Fenerbahçe’ye az da olsa bir ümit getirdi. İkinci devreye 1 – 0 önde başlayan sarı-lacivertliler 60. Dakikada bir penaltı daha kazandılar. Osman durumu 2 – 0 yaptı.

Ancak, bu skor ilk maçtaki farkın kapanmasına yetmedi. Macar hakemin yarattığı penaltılara rağmen Fenerbahçe elendi.”

Evet, nasıl oluyormuş, beynelmilel boyut… Beynelmilel boyutta penaltılar nasıl kazanılıyormuş… Öyle bir iki tane abuk subuk basın mensubu, hakem ve yönetici ağzı ile konuşulmaya benzemez bu işler… Kayıtlar adamın yüzüne böyle yapışır sonra maazallah… Bakın yine mezkûr kitaptan bir başka beynelmilel etki daha…

1975-76 sezonu Fenerbahçe Şampiyon Kulüpler Kupasına katılıyor, rakip Portekiz’den Benfica… İlk maç Lizbon’da oynanıyor, sonuç 7 – 0… Büyük hezimet…

“Rövanş maçı İzmir’deydi. Çünkü bir yıl önceki kupada Polonya takımı Chorzow’la İstanbul’da oynarken, sahaya seyirciler patlayıcı madde atmış, UEFA sahayı bir yıl kapatmıştı. Maç en az 200 kilometre uzaklıkta bir kentte oynanacaktı.

Benfica İzmir’e inmiş, Fenerbahçe İzmir’de kampa çekilmişti. Fenerbahçeli yöneticiler “Tur atlamamız imkânsız, ama hiç olmazsa şu ünlü Benfica’yı yenmiş olmanın tadını çıkaralım bari” diye kendi aralarında sohbeti koyulaştırıyorlar ancak bunun son derece güç olduğunu da görüyorlardı.

Benfica’yı yenmek… Allah, kim bilir ne ses getirirdi Türkiye’de ve Avrupa’da, ama nasıl? Avrupa’nın bu en büyük futbol virtüözlerinin toplandığı takımı Fenerbahçe nasıl yenecekti?

Çok muzipçe bir düşünce geldi Fenerbahçeli yöneticilerden birinin aklına. Benficalı futbolcuları iyice yormak gerekirdi. İstanbul’da ünlü Zurnik devreye girdi. Benficalı oyuncuların kaldığı Efes Oteli’ne Zurnik İstanbul’dan iki üç tane çok güzel kadın getirdi. Benficalı yöneticiler İzmir’de ve dolaylarındaki tarihi eserleri gezerken, Benficalı futbolcular otelden dışarı adım atmadı. Zurnik’in getirdiği kadınlar Benficalı futbolcuların odalarına dağıldı.

Ertesi gün sahada Benficalı süper yıldızlar ne koşuyor ne de canları topa vurmak istiyordu. Çoğu maçın bir an önce bitmesini istiyor, yorgunluktan ayakta zor duruyordu.

Doksan dakika bittiğinde Fenerbahçe rüyasına kavuşuyordu. Engin’in son dakika attığı golle Fenerbahçe, Benfica karşısında 1 – 0 galip geldi. Tur atlamayı zaten kimse aklından bile geçirmiyordu ama Fenerbahçe koskoca Avrupa şampiyonunu kendi sahasında devirmişti. Yorgunluğun dışında zaten 7 – 0’lık avantajı ilk maçta yakalamış olmanın rahatlığı da Benficalı futbolcuları etkilemiş, kendilerini fazla sıkmadan doksan dakikanın sonunu beklemişlerdi.”

Bir ara da yine vakit kalırsa, Türkiye boyutuna yönelik mühim ve fecaat bir hikâyeye değineceğim… Hani Muhsin Batur Fenerbahçeli ya, Hava Kuvvetlerinin uçaklarını ve personelini nasıl Fenerbahçe için kullandığını detayları ile yazacağım… Malumunuzdur, futbolcu sözleşmesi yapılmasının son günüdür hatta saatleridir, fakat Ankara’daki futbolcunun belgesi Urfa’dan getirilmesi gerekir… Peki, yetiştirilebilir mi, şüphesiz yetiştiriliyor hatta… Saat 10.30’da öğrenilen bu durum saat 17.00’e kadar nasıl ikmal edilir, işte Fenerbahçe Cumhuriyeti mensubu iseniz, akan sular duruyor… Tafsilat yakında diyelim…

Aaaa tüm bu olan biteni Fenerbahçeliler nereden öğrendiler, elbette batıdan, tüm melanetlerin müsebbibi batı idi şüphesiz, yoksa bunlar popolarından uydurmadılar ya girişim şekillerini… Peki, bu anlattıklarımdan bu kabil futbol dışı işleri sadece Fenerbahçelilerin mi yaptığını söylemek istiyorum, şüphesiz hayır… Tencere dibin kara seninki benden kara, durumudur bu maalesef… Lakin Fenerbahçe bu kabil futbol dışı işlerin tekrarcısı ya da mucidi olarak tarihteki yerini alır iken rakipleri de gözlerini kırpmadan geride kalmamak adına her türlü fedakârlığı göstermişlerdir. Yani futbol artık maalesef toptan çok kirlenmiş durumda gibi… Ayrıca, ben mezkûr kitabın yanlış ya da yalanlarını tekrarlıyorum, kimse bana kızmasın ve darılmasın… Kitabın maddi hataları yok mu, maalesef var… Mesela, eski Genelkurmay Başkanlarından Işık Koşaner Paşanın Fenerbahçeli olduğunu yazmışlar lakin paşanın yakınlarından behemehâl düzeltme geldi, Paşanın Galatasaraylı olduğuna dair… Mesela, Nice maçı için Fenerbahçe kadrosunu verir iken saydığı isimlerin içinde Fenerbahçe’nin 2 golünü atan Osman Arpacıoğlu’nun adını yazmayı unutmuşlar, gibi gibi… Birileri çıkar da, tamam sen kitapta yazılanları tekrarlıyorsun, ben o kitabın yalancısıyım diyorsun, zaten kitap da külliyen yalan derse de, bilemem ve itiraz da etmem… İşte; “ben mi diyorum, kitap diyor” tespiti…


Cuma, Şubat 16, 2024

FENERBAHÇE VE OLMAZSA OLMAZI GÜNCEL SİYASET

Fenerbahçelilerin genel bir davranış modeli vardır, bu kim olduğuna, ne düşündüğüne, dünyayı nasıl analiz ettiğine asla ve kat’a bağlı değildir, onlar Fenerbahçelidir ve davranışta tek tip esastır… Çok büyük bir çoğunluğu Nasrettin Hoca müridi gibi; “dünyanın merkezi neresi sorusuna, ayakların dibini işaret ederek cevap verirler”… Ve onlar için tüm dünya kendilerine ait olmasa bile sadece siyah ve beyazdır… Şimdi ben onlara bir Fenerbahçe siyaset ve sosyolojisi yapacağım kafaları pırıl pırıl olacak lakin eminim ki Huntington tavrını yine de terk etmeyecekler… Hülasa onlara göre “Fenerbahçe ve diğerleri”… Anlatırlar da anlatırlar, bitmez tükenmez… Varsa yoksa; diğerleri ve hükümet, diğerleri ve derin futbol, diğerleri ve şike… Esasen tam da kendileri bu işin merkezindedir, tıpkı hedefe koydukları gibi… Yahu dünyada ne iyi gidiyor ki futbol iyi gitsin demezler, Fenerbahçe sütten çıkmış ak kaşık, diğerleri tukaka… Hülasa bu mağduriyet hikâyesi asla ve kat’a nihayetlenmez… Ve onlar da bundan nemalandıkça da nihayetleceğini hiç zannetmiyorum.

Şimdi kurulduğu günden itibaren kendileri ve güncel siyaset ilişkilerine, gerek Başkanları gerekse de Fenerbahçeli olduklarını ya da taraf olduklarını beyan etmekten hiç çekinmeyenlerin listesini yayınlarsak belki utanırlar azıcık… Mesela varsa yoksa onlara göre Haluk Ulusoy, vay Galatasaray’lı imiş, peki Şenez Erzik nereli imiş, sus pus… Peki, Fürüzan Tekil hangi takımı tutarmış, ses seda yok… Siz hiç Galatasaray çevrelerinde üstelik de her türlü söz söylenebilecek iken Şenez Beye söz söylendiğini duydunuz mu? Mesela Şenez Bey döneminde hakem yapılanlarla Fenerbahçe şampiyonluklarını hiç saydınız mı? Maksat karşı taraf gönenmesin, tek istek bu… Neyse uzatmadan, başlayalım, Fenerbahçe ve siyaset ve dahi ilerisi muhabbetlerine…

İttihat ve terakki Fırkasının devr-i iktidarında en önemli kurum olan “Hicaz Demiryollarının” Genel Müdürünün Fenerbahçe’nin ilk kulüp binasını yaparak başkanlığı hedeflemesi… Talat Paşa sadrazam olunca da Nafia Nazırı olan Genel Müdür Hulusi Bey Fenerbahçe Başkanlığında oturuyordu… Gerçi bir evvelki dönem Şehzade Osman Efendi kulübün başkanlığını üstlenerek devlet gücü ile irtibat tesis edilmiş olsa dahi asıl siyasi irtibat, iltisak ve ittihat Hulusi Bey ve Talat Paşa devrinde kopmaz ve ayrılmaz bir bağ haline gelmiş görünmektedir. Gerçi bilahare Talat Paşa başka ve değişik manevralara savrulsa dahi bu vaka tarihe kaydedilmiştir. Bilahare; Şehzade Ömer Faruk Efendi Fenerbahçe başkanlığı yapar, ne var bunda canım denir, geçilir…

Varsa yoksa Mesut Yılmaz Galatasaraylı idi köpürtmeleri, yahu Şükrü Saraçoğlu ne idi, bir adım ötesi, hem Başbakan, hem de Fenerbahçe kulüp Başkanı… Olsun ama o normal… O tarafsız idi… Neden çünkü Fenerbahçelidir, ne yapsa yeridir… Oysa tarihte nerede var, hem Başbakan, hem kulüp Başkanı, var mı bir başka misali… Mustafa Kemal Atatürk Fenerbahçeli ama normal… Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Fenerbahçeli, lakin normal… Bazı Fenerbahçeli futbolculara “özel af” çıkarılacak “vukuatı adiyeden” sayılacak… Ne önemi var canım… Turgut Özal Fenerbahçeli olacak, Fenerbahçe’nin her şeyi ile ilgilenecek lakin bacanağı Ali Tanrıyar mesele edilecek… Milliyet Gazetesinin kurucusu, İsmet İnönü ile Lozan heyetinde yer alan Ali Naci Karacan Fenerbahçe Başkanı olacak, normal… Pes kelimesi bile durumu kurtaramıyor…

Spordan sorumlu Devlet Bakanı Şükrü Erdem Fenerbahçeli ama olsun canım o kadar da… Maliye ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin Fenerbahçeli mesele değil şüphesiz… Ticaret Bakanı Teoman Köprülüler Fenerbahçeli, ne var bunda… Gençlik ve Spor Bakanı Ali Şevki Erek Fenerbahçeli… Turgut Sunalp Fenerbahçeli, ne önemi var… Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Fenerbahçeli, herkes bir takım tutar denilecek…  Belediye Başkanı Bedrettin Dalan,  Fenerbahçeli, normal… Adalet Partisi İstanbul İl Başkanı Faruk Ilgaz aynı zamanda Fenerbahçe Başkanıdır lakin ne gariplik vardır ki, burası Fenerbahçe Cumhuriyeti… Ama Fenerbahçelilere göre siyaset ile iç içe değiller… Doğru ne diyelim…

Genelkurmay başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt; “sarı-lacivert kukuleta da giyerim, flama da şaklatırım, her türlü uğuru da yaparım.” diyecek normal… Deniz Kuvvetleri Komutanı Hilmi Fırat Fenerbahçeli, Başbakan Bülent Ulusu Fenerbahçeli… Komutan Atila Kıyat Fenerbahçeli… Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu Fenerbahçeli ama olsun bu normal bir şey, Kara Kuvvetleri Komutanı Eşref Akıncı Fenerbahçeli… Genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı Fenerbahçe kongre üyesidir, ne var bunda. Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun da Fenerbahçeli. Genel Kurmay Başanı Orgeneral İlker Başbuğ Fenerbahçeli, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan Fenerbahçeli lakin tüm bunlar normal… Orgeneral Necip Torumtay Fenerbahçeli… Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur Fenerbahçeli, hem de ne kıyakları var akıllara ziyan… Hava Kuvvetleri Komutanı Halil Sözer Fenerbahçeli ama normal, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer Fenerbahçeli ama normal… Ne diyor darbeci General Kenan Evren kasım kasım kasılarak; “milli güvenlik kurulunda Fenerbahçe olarak biz 4-1 galibiz”… Susurluk davasının en önemli figürü Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ, Fenerbahçe Yönetim Kurulu üyesidir lakin normal siz yine de Galatasaraylı Mehmet Ağar’a bakın…

Nihat Özdemir taraflı değil lakin TFF başkanı, bu kadarına da pes vallahi… TFF Başkanı ve Fenerbahçe Yönetim Kurulu Üyesi Fürüzan Tekil olunca her şey normal… Abdullah Kığılı hem TFF Başkanı hem FB yönetim kurulu üyesi olsun, o kadar su kaldırır, denilsin…

Sivasspor Başkanı FB kongre üyesi ama önemli değil, Bursaspor Başkanı Levent Kızıl Fenerbahçe kongre üyesi lakin normal, vallahi yoruldum saymaktan… Galatasaraylı denilerek Fenerbahçe medyasının afişe ettiği hakemler Oğuz Sarvan ve Ali Aydın kıdemli ve acımasız Galatasaray düşmanıdırlar lakin propaganda bitmez… Tüm bunlara rağmen, bu Fenerbahçe hep mağdur… Bu yazıyı aslında mart ayında yayınlamak gerekirdi lakin kediler artık Şubatta da faaliyette olunca benzerliklerine binaen Şubat ayında yayınlıyorum…

“Taraftar çilesiyle, futbolun dramıyla, yönetici çalkantısıyla, siyasal iktidar bağlantısıyla, patron egemenliğiyle, çekişmesiyle, kavgasıyla, ama bu arada güzel şampiyonluklarıyla yazılan bir tarihi, çerçevesine oturtmak gerek.” diye anlatıyor tüm bunları Yalçın Doğan, “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kitabında… Esasen Fenerbahçe hep “paralel iktidardır”… Mesela, tek parti gitti, siyasi rüzgâr değişti behemehâl Fenerbahçe Başkanı değişti, şimdi moda Demokrat Parti ve Başkan da milletvekili Osman Kavrakoğlu, denildi yüz kızartmadan… Demokrat Parti Grup Başkanvekili Agah Erozan da Fenerbahçe Başkanıdır lakin normal kabul edilmelidir… Sevsinler sizin empatinizi…

Medyanın kalemşor ve ünlüleri; mesela Uğur Dündar, Ertuğrul Özkök, Şansal Büyüka, Togay Bayatlı, Kemal Belgin Fenerbahçeli, ama normal görülmeli… Bunlar ne mi yapmışlar? Merak edenler “Fenerbahçe cumhuriyeti” kitabını okuyacaklar

Kenan Evren; “gözlerini uzaklara dikerek “hiç unutmam” diye söze girdi. “Bir gün yine Fenerbahçe’nin bir antrenmanına kaçak girmiştik arkadaşlarla, oradaki yöneticiler ve futbolcular da bizi kovalamaya başlamıştı. Futbolculardan Esat da beni yakaladı ve bana bir tokat attı, ama ben yine de Fenerbahçe’den vazgeçmedim, zaten Fenerbahçe’den vazgeçmeyi de düşünmedim hiç, ben Fenerbahçeliyim.”

“Fenerbahçe’nin böylesine popülerliği ve her kapıyı açan sihri karşısında varlıklı insanlar, ister istemez toplumda kendilerine bir yer edinmek için Fenerbahçe Kulübü’nü seçiyordu…” diyor meşhur gazeteci Yalçın Doğan “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kitabında… Bence de, bir tarafı ile desteklenen ve kollanan Fenerbahçe öne çıkıyor, bir taraftan da Fenerbahçe öne çıktıkça bundan faydalanacak insanlar da orada birikiyor, öyle de böyle de büyük bir birikim söz konusu… Fenerbahçe belki kuruluşunda “halkın takımı” takdimi ile kurulmuş olabilir lakin kısa sürede böyle olmanın ve anılmanın bir faidesinin olamayacağı gerçeğinin tespit ve teyidi ile behemehâl çark edip kaptan köşkünü daima Şehzadelere, Nazırlara, Başbakanlara, Bakanlara tahsis ve teklif etmenin cihad-ı hidayetine nail olmuştur. Bilahare de mezkûr iltisak ve irtibatın alenen tatbikatının mahsurlarının tespiti veçhile taktik ve strateji değişikliği ihdası marifetiyle de bol paralı, siyasi mülahazaları farklı olmasına rağmen devletin tepesi ve derinliği ile sıkı temas ve irtibat halinde olanlar tercih edilmiştir. Yukarıda bahse konu muhteremlerin tamamı beyan edilememiştir eksiklerim ve ilave manasında merak gidermek talebinde olanlar için kütüphaneler ve ansiklopediler hizmete girmiştir… Ve maalesef Fenerbahçe’nin açtığı bu yoldan, hikmet, himmet ve irade devşirmek arzusunda bulunan başta da Galatasaray ve Beşiktaş olmak üzere tüm kulüplerimiz nemalanmışlardır… Nihayetinde meşhur Türk büyüğü Fatih Terim’in ifadesi ile; “biz ne ara bu hallere geldik”… Bu yola çıkanların bu hedefe varacakları sanki sürprizmiş de, konuşuyorlar… Peki; Fenerbahçeli yetkililer Fenerbahçe lehine ilgili yerlerde girişimde bulunmuşlar mıdır? Bilemem… Lakin Fenerbahçeliler kadar diğer takım yetkilileri de girişimde bulunmuştur, diyebilirim…

Evet; “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kitabı yazarının “Son yıllarda devlet ile Fenerbahçe’nin ilişkileri, eskisi gibi, iç içe olmaktan çıkmıştı. Tek başına Fenerbahçe’yi kollamak, çok göze batar olmuştu. Zaten futbolun evrensel ilkeleri yavaş yavaş Türkiye’de de, benimseniyor, kuraldışı ilişkiler tek tük örneklerle sınırlı kalıyordu.” tespiti ile bitirelim. Esasen bu konu çok verimli ve örneklenmesi en kolay konudur, bitmez… Çünkü Fenerbahçe’nin özellikle kamera ve kayıt sistemlerinin olmadığı dönemde yaptıkları şampiyonluklarına ve kupalarına yansımış durumdadır… Ama hepsi yerli ve milli sözde başarı, neden mi, işte öyle… Tüm bu ucundan değinip anlattığım hikâyelere kronolojik bakarsanız, futbolun irtifa kaybetmesine yönelik her türlü girişimin önce Fenerbahçe tarafından gerçekleştirildiğini göreceksiniz, sonra mı? Tabii ki diğer takımların elleri armut toplamıyor, kötü de olsa aynısını yapmaya başlıyorlar… Kendi davranışlarını başka takımlardan görünce de tam bir keçinin koyun ithamı edası ile “poposu görünüyor” teraneleri… Yahu bi geçin bunları gayri… Son olarak Fenerbahçe’ye sınırsız ve sorumsuz destek ve servis veren Fenerbahçeliliğini unuttuğum muhteremler de haklarını helal etsinler…


Perşembe, Şubat 08, 2024

ÇEŞME KENT BELLEĞİ MÜZESİ ve PANDOFİLYA

 

Bugün “Çeşme Kent Müzesi” olarak düzenlenen binanın oldukça enteresan bir geçmişi bulunmaktadır. Hem dinleyerek öğrendiğim hem de yaşayarak biriktirdiğim müthiş hatıralarım var. Evvelemirde; bugün burayı müze olarak düzenleyen Çeşme Belediyesi yetkili kurulları ile Belediye Başkanı Ekrem Oran’a teşekkür edelim. Buranın seneler sonra yeniden Çeşme Belediyesi mülkleri listesine eklenmesini temin eden bir önceki dönem Belediye yetkili kurulları ile mezkûr dönemin Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ı unutmak ise hadsizlik ve haksızlıktır bana göre… Bilenler iyi bilirler mezkûr bina bidayette Çeşme Belediyesi mülküdür dönemin Belediye Başkanı Belediyenin kendisine olan borçlarına istinaden mezkûr mülkü kendi mülkiyetine dâhil eder… Esasen bunda hukuki bir sorun da yoktur. Mademki Belediye Meclis Üyeleri, Encümen Üyeleri, Türkiye Cumhuriyeti meri hukuku muvafık ve münasiptir, muarızlara bir halt düşmez… Çok sonraları Belediye yönetimine gelen kadro mülk sahibi ve mülkiyet hukuku ve dahi Çeşme Kalesi ve çevresi koruma planları muvacehesinde hiç de kolay alınamayacak bir karar alır mezkûr mülk kamulaştırılır.  Dönemin Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ın ve dönemin çok değerli meclis üyeleri plan ve düşünceleri çerçevesinde bir kent müzesi oluşturma fikri oluşmuş ve bunu kamuoyu ile paylaşmış idi lakin iktidarı sona ermiş ve proje inkıtaa uğramış idi. Artık iktidar yeni belediye yönetimindeydi ve hatırlıyorum öyle mi olsun böyle mi olsun tartışmaları bir türlü sona ermiyor bir taraftan da restorasyon çalışmaları hızlı yürütülüyordu. Ve nihayet karar oluştu, Çeşme Kent Belleği Müzesi beklentisi gerçekleşti… Fikir oluşturulması, fikrin projelendirilmesi, projenin gerçekleştirilmesi sürecinde makam itibariyle en alttakinden en üsttekine katkısı olan herkes kocaman bir teşekkürü hak ediyor bana göre…

Binanın geçmişi ve geleceği üzerine çok şey yazıldı çizildi… Mezkûr bina ile ilgili en eski bilgiler, geçen yüzyılın başlarında bir kesimhane, kasap, manav ve balıkçılar ile bir meyhaneden oluşan bir yapı olduğu yönünde olup bilahare restoran, adliye, bakkal ve feribot yazıhanesi gibi çok değişik amaçlarla kullanıldığı şeklindedir. Kullanım konusunda hemen her Çeşmelinin binanın konumu, mülkiyeti dairesinde kıymetli anıları vardır. Mesela, restoran olma konusunda ben hatırlamıyorum lakin eldeki fotoğrafların bize hatırlattığı hali ile “Beyaz Martı Gazinosu Cengiz Korkmaz ve Kardeşleri” adı ile bir işletme var lakin sonrası “Sahil Restoran” adı altında Saffet Beyin (Dinçalp) unutulmaz ve çok iyi bildiğim ve çok hatıramızın olduğu işletmesi… Önceleri Çeşme Adliyesi olarak hizmet veren sonra “Fehmi’nin Kahvesi” diye bilinen Fehmi Karababa’nın kahvehanesi… Hiç değişmezmiş gibi bildiğim lakin değiştiğini de bildiğim “Raşit Özçakır’ın” bakkaliyesi… Arada Sakız Adası Feribotu olarak bildiğimiz “Aleko’nun Yazıhanesi”… Fehmi’nin kahvede birkaç gün garsonluk, uzun süre müdavimlik, Saffet Beyin orada oturup “balık-rakı” yapabilmenin ayrıcalığı, Saffet Beyin asla unutulmaz servis görevlisi Rıdvan, sonradan ekibe katılan değişik ve unutulmaz sesi ile “Canavar” lakaplı servis görevlisi, yan taraftaki Adliye Bölümüne, çocukları arkadaşım ve bir Çeşme fenomeni Rasim Çelebi ile diğer çocukluk arkadaşlarım Emin ve Mehmet Yüce’nin savcı babaları İbrahim Yüce, Feribot yazıhanesinde kapalı olduğu akşam saatlerinde, önünde köftecilik yaptığımız günlerde içilen rakılar ve şen şakrak muhabbetler üzerine binlerce hatıra… Hele “Fehmi’nin Kahvenin” köşesine sonradan adeta bir şeylerin tebarüzü manasında iliştirilen, dönemin iktidar partisi “Adalet Partisi” ilçe merkezine istiskal ile bakışımız, hep hatıramdadır… Bunlar üstüne hatıralarımı ayrı ayrı yazmak istiyorum ya, bakalım…

18 Ocak 2014 tarihinde hem kendi bloğumda hem de yazılarımın yayınlandığı “Yeni Çeşme” gazetesinde neler yazmışım konu ile ilgili; “Bilindiği üzere, kentlinin kent hakkını gözetmeyen, oluşacak kent ve kentli belleğini hiçe sayan, tepeden bakan, nobran bir anlayışın yansıdığı bir alan değildir kesinlikle kent müzesi… Çünkü kent müzesi aslında ve esasen diğer müzelerden farklı olarak kentliyi ve kentli ruhunu birleştiren, farklı unsurları birbirine bağlayan bir volan kayışı işlevi görür, bize geçmişi anlatırken, bugünü belgeleyerek arşivler ve gelecek için nasıl bir kent olmalı hayalini kurmamıza olanak sağlar ve kent insanına ve olma niyetinde olana kentin geleceğine dair senaryolar kurma şansı tanır.

Kent müzesi her şeyden önce ve esasen ve de öncelikle kentliye ait olmalı ve bağımsız bir yapısı, bilim insanlarından, bilge ve çelebi insanlardan oluşan bir yaşatma, danışma ve yönetim yapısına sahip olmalıdır. Aksi takdirde başka hesapları olan kimselere ve kurumlara, varolan ilişkisi ve alış verişi nedeniyle göbeğinden bağlı hale gelir ve maazallah bugünkü nobran anlayışın yarattığı rüzgârla da mezkûr kişi ve kurumların cüzü haline gelebilir. Bu kabil gerekçe ve çekincesi olmayan kent müzelerinin de kent müzesi olabilme imkân ve ihtimali yoktur. Bugün artık modern dünyanın geldiği nokta itibariyle kent müzelerin, genel olarak insanı ve özel olarak da kentliyi ilgilendiren her konunun ve unsurun yer alabildiği bir çalışma alanı olduğu aşikâr olup, adeta kentli için birer toplumsal yaşam ve bellek alanı olarak da, “bu alanımıza girer şu girmez” tefriki yapmaksızın ilgili her temayı içselleştirir ve forumuna dâhil eder ve etmelidir de… Geçmişin bugüne, bugünün geleceğe taşınarak geleceğin şekillendirmesine kentlinin tanıklığında, katılımcı, paylaşımcı ve demokratik, özgür bir yaklaşımdır kent müzesi, en önemli sunusu bizatihi kentin kendisi ve kendini kente ait hisseden insanlar olmalıdır mutlaka. Müzeler, sahip oldukları tarih, doğa, kültür içeriklerinin; genel manada çoluk-çocuk, yaşlı, genç için, en önemli buluşma, öğrenme, paylaşma, hatırlama ve bilgi mekânları olup, geçmişimizi geleceğimize taşıdığımız ve bu uğurda geleceğimize bıraktığımız yaşam renk ve ahenklerinin yansıtıldığı yegâne miras mekânlardır.

Kent müzeleri kentliyle birlikte kurulur, onları kucaklar, katılımcı olmayan bir mantığa teslim edilemeyecek kadar yaşamımızda etkin ve önemli mekânlardır, değilse de mutlaka olmalıdır. Kentliyi dinleyen daha da önemlisi kentin önemli bir parçası kabul eden, kentliyi şekillendirmeye yönelmeyen, tam tersine kentliyi kabul eden bir yaklaşım göstermelidir kent müzesi… Tabulara sığdırmaya çalışmayan, kentlinin değişkenliğini kabul eden bir öngörü ile hareket etmelidir yani… Bilgiyi işlemenin kaçınılmazlığını bilen, antropoloji ve sosyoloji bilimini göz ardı etmeyen, kentin bellek ve ruhunu yansıtan değerlerin korumacılığını asla ve kata göz ardı etmeyen bir yaklaşım olmalıdır bu yaklaşım… Hülasa halk, ama tamamı “şucu ve bucu” terfiki yapılmaksızın bu projede bulunması, projenin içinde olması, olmazsa olmazdır…

Peki; bu değerlendirme peşrevi neticesinde, “Kent Müzesi” nerede yani hangi mekânda bulunmalıdır sorusunun cevabına geldi sıra… Kent müzeleri genellikle bulundukları kentlerde simge olmuş, kentlinin hafızasında yer etmiş, hikâyesi çok bilinen ve kentliyi yok saymayan, üzmeyen ve bezmeyen, dışlamayan ve bölmeyen mekânlarda kurulması gerekirden hareketle, Çeşme’nin bu kabil binasının tayini yapılmalıdır.

Kent müzesi oluşumuna tartışmasız siyasi destek yapılmalı ancak, yönetimine “biz destek veriyoruz, biz her şeyine karışırız” demeden olmalı, siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranın canının çektiği biçimde yönetebileceği değil tam tersine kentsel ve toplumsal bellek oluşturmak adına bilinen geçmişten bugüne her şeyi ama her şeyi içine alan kollektif bir sonuç oluşturmalıdır.  Çünkü bugüne kadar yaşanılan pratik, ister yerel ister genel olsun, tüm yönetimlerin bir türlü vazgeçemediği vesayetçi ve dayatmacı tavrın hiç eksik olmadığını göstermiştir, işte tam da bu nedenle, bari ve en azından oluşacak kent müzesinde karar alma süreçlerinin şeffaf tutulması ve katılımcı bir yönetim anlayışının temin edilmesi en büyük beklentidir ve hedef olmalıdır. Kent müzesinin ilgi alanına giren ve konusunu oluşturan her detayın, rakiplerle mücadele aracı olmadığı bilinciyle yapılmalıdır tüm planlar, tüm detay ve düzenlemelerin ideolojik yakınlık ve uzaklıklarla illiyeti kurulmaksızın özenli bir çalışma yürütülmelidir.

Peki, yönetime aday olanların bahse konu detaylarda kafa yorması yeterli midir acaba, yanıt şüphesiz ki hayırdır ve kent müzesi kurulması ile yetinilmeden, behemehâl “Kent Konseyi” adam gibi ve ahlaklı çalıştırılmalıdır. Kent müzesinin oluşturulmasının bir boyutuyla lokomotifi olacak bu konseyin çalıştırılma süreci, yönetime seçilmiş insanların kendilerini, seçilme gerekçelerini kendilerinin her haltı iyi bildiklerinden değil de, kendilerine ayak takımları tarafından süreli ve görev bölümü mucibince tevdi edilen bir ödev gözü ile bakmaları biçimi ile mütenasip olmalıdır. Aksi takdirde ve bugüne kadar ki pratik benzeri olacaksa tüm bu olacaklar, olmaması evla sayılabilir.”

Peki; netice itibari ile Müze kuruldu mu? Evet, mekân isabetli mi? Evet, peki diğer işaret ettiğim gerekler yerine geldi mi? Şüphesiz hayır, gelebilir mi idi? Şüphesiz hayır… Peki, bana sürpriz oldu mu? Şüphesiz hayır… 2014 yılında salt bu yüzden bunlar kaleme alındı işte… Evet, Türk tipi plan, tesis, işletme, bari “kervan yolda dizilir” diyelim…


Cuma, Şubat 02, 2024

ALMANYA ve HİTLER TERCİHİ

Bir önceki yazımı, Hitler’i şansölye makamına hazırlayıp oturtan, Thule Cemiyeti kurucusu Kont Rudolf von Sebottendorf’un şu sözü ile bitirmiştim, oradan devam edelim, Almanya kaybetmeyecek. Yenilse bile kaybetmeyecek. Bizim ikinci bir sığınağımız var. Cephede hayal kırıklığı yaşarsak orada yolumuza devam edeceğiz. Almanya kaybetmeyecek. Her şeyi hazırladım. Almanya kaybetmeyecek.”

Peki, “Führer Rejimini” ve o makama Hitler’i hazırladığını iddia eden bu muhterem kim ki, bu meziyetlere, imkân ve kabiliyete haiz de, tüm bunları adeta tereyağından kıl çeker gibi hallediyor. Böyle bir adam olabilir mi? Bence mümkünatı yok, olamaz… Peki, nasıl olabilir, tek bir yolu olabilir, bu muhterem olsa olsa büyük sermaye tarafından görevlendirilir… İnceleyince görülüyor ki, açıktan iktidara gelmesi sürecinde de son derece gizli destekçilerini görüyorsunuz. Kim mi onlar, defalarca yazdım, bir kez daha sadece isimleri bu rejim ve başındakiler ile anılan halen dünyanın büyük şirketleri, Siemens, Bayer, Krupp, Thyssen AG, Löewe, Deusche Bank, Dresdener Bank, Hugo Boss, BMW, Coca Cola'nın Almanya versiyonu Fanta, Renault, Ford vs… say say bitmez… Sonra kalkıp birileri de bize “Hitler’i” deli, çılgın, meczup diye anlatmaya çalışıyor… Yahu böylesine organize bir şekilde, sınırsız ve sorumsuz sermaye destekli siyasal organizasyonların yarattığı ve başa oturttuğu muhteremin deli olabileceğini kim düşünürse düşünsün, ben düşünemem… Benim açımdan, ince eleyip, sık dokunarak yapılan bir seçimle tayin edilmiş birisidir. Çılgın projeleri mi vardır, evet, dünyada dün de bugün de çılgın projeleri olmayan yöneticiler var mı ki… Dünya da mümbit, noter vazifesi gören halklar da müsait olunca, samanlık seyran oluyor haliyle… 

Noter görevi üstlenmiş halk, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen halk, yok görmedim vallahi, bak bunu duymamıştım diyen halk için söylenecek tek bir şey vardır bence, “haydi yürü taş arabası”… Bunu söyleyenlerin hepsi yalancıdır, işbirlikçidir… Hem de orada, burada, şurada diye tefrik etmeksizin bu değişmiyor… Özellikle konuya müteallik Almanlar, diyorlar ya, “biz bu olanları bilmiyorduk, çünkü gazeteler yazmıyordu”, tam ters köşe… Yahu siz asıl bilmek istemiyordunuz, asıl siz duymak istemiyordunuz… Şüphesiz dönemin itiraz bayrağını gerek içerden gerek dışardan kaldıran Alman komünistlerini hariç tutarak söylüyorum tüm bunları… Onlar az şeyler mi yaptılar, sadece siz göresiniz diye ama niyet olmayınca görmeye, görmediniz… Bildiriler dağıttılar okumadınız, mobil radyo istasyonları ile yayın yaptılar izlemediniz, gösteriler yaptılar görmezden geldiniz, evlere özel bilgilendirme ağları kurdular yine görmediniz, görmediniz oğlu görmediniz… Şimdi de utanma belasına “yok, haberimiz yoktu”, haydi oradan yalancılar… Siz esasen her şeyi görüyorsunuz duyuyorsunuz sadece işinize gelmiyor… Haydi o günler de duymadığınıza inanalım, şimdilerde hem de iletişimin tavan yaptığı bu noktada, tercihlerinizi nasıl izah edeceksiniz… Yahu daha çok taze dışişleri bakanınız Kiev’e gidip “çelik yelek, miğfer” giyerek sokaklarda yürümedi mi? Bunu da mı görmedeniz? Oysa sizin anlı şanlı “yeşiller partisi” üyesi dışişleri bakanı parti programı gereği antimilitarsit, savaş karşıtı, doğa koruyucusu olması gerekmez mi? Oysa, hemen uçağa atlayıp Moskova’ya gidip “Sn. Putin, yahu siz ne yapıyorsunuz, tamam Merkel hanım sizi kandırdı Minsk anlaşması konusunda, biz şimdi var gücümüzle çalışıp bunu telafi edeceğiz, şu savaşı azıcık erteleyin” demek düşmez mi? Peki Merkel’in Minsk anlaşmasını kastederek “biz Putin’i kandırmak için, Ukrayna’yı silahlandırmak için zaman kazanmak adına Minsk anlaşmasını imzaladık” demedi mi? Peki, noter olarak siz ne yaptınız bu muhteremlere karşı, alkış ve destek dışında… Yahu geçin bunları Allahaşkına… Diğer taraftan Putin kendisine kurulan bu tuzağı görmemiş midir? Hiç zannetmiyorum… Gördü ama sonuçtan kendisi faydalanacağı için görmezden geldi bence… İnanmayanlar Rusya ekonomisine baksınlar hem de bu akla ziyan, akıl almaz yaptırımlara karşın… Mesela savaş öncesi 1 TL kaç Ruble idi, şimdi 1 TL kaç Ruble… Ya da dolar cinsinden bakın… Hesap ortada…

Yine dönelim, “Devr-i Führer”e, karşı çıkan ahlaklı küçük bir azınlığı bir kenara koyarak, siz neden demediniz, “kardeşim biz neden Çekoslovakya’yı işgal ettik”, “Avusturya neden ilhak edildi”, “Polonya’ya neden işgal hareketi başlatıldı” “Fransa’ya neden saldırdık”… Demediniz çünkü içinizdeki “Deutschland, Deutschland uber alles” kabarmış hatta fışkırmış idi…

İşgal edilen topraklardan kaçırılan/kaldırılan çocukların kamplarında çalıştınız, hiç mi görmediniz yaşananları… Hâkimler, sadece Führeri desteklemiyor diye insanları tutukladı, sürgünlere gönderdi, bir önemli üst düzey hâkimin Hitler’e yazdığı ve günlük basında kasım kasım kasılarak neşredilen “Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, sizin nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır” mektup ile övündünüz… Mühendisleriniz kamplar inşa etti, Versay anlaşmasına istinaden askeri kısıtlamalar olmasına rağmen başka ülkelerde ordular kuruldu ve içinde yer aldınız, başka ülkelerde tanklar ürettiniz, uçaklar ürettiniz, hiç mi sormadınız kendinize biz bunları hangi sebeple ve haddinden fazla imal ediyoruz, sınırlamalarının ardına dolanarak SA ve SS paramiliter güçler oluşturuldu bunları da mı görmediniz?  Meydanlarda öbek öbek Hitler ile hemfikir olmayan yazarların kitapları yakılırken de mi haberiniz olmadı? Peki, o gün olmadı da bugün Dostoyevski, Tolstoy kitaplarının kütüphanelerden kaldırılmasından da mı haberiniz yok? Bunu uzatmak mümkün şüphesiz lakin gerek yok… Ben “siz Almanlara bir şey diyeyim mi?”… Sizin çok büyük çoğunluğunuz bizim muhteşem Sülo’muzun deyimi ile “beyninizi öteki dünyaya hiç kullanmadan götürüyor olduğunuzu düşünüyorum” ve nihayetinde de aynı çoğunluk Nazi’siniz hem de neo’sundan… Esasen, Almanlar tıpkı diğer milletlerin zehirlenmesi gibi “milliyetçilik zehirlenmesine” tutulmuşlardır, yahu haydi sokaklara dökülüp protesto edemediniz anlıyorum korku bu kolay değil peki neden her seçimde oy verdiniz ya da neden destek toplantılarına katılıp avuçlarınız patlayana kadar alkışladınız. Aslında hepsi her şeyi biliyor ama faşist ruh ve zihinleri böyle davranmayı münasip görüyor

Son söz,  “Rüşvetçi politikacıları, düzenbazları, hırsızları ve hainleri seçen halk kurban değil, suç ortağıdır…” diyor George Orwell, valla katılmayanlar olabilir lakin ben ziyadesiyle katılıyorum…