Perşembe, Mayıs 02, 2024

FİLİSTİN, PAZARLIK ve ULU HAKAN


“Ya talêel al-jabal” başlıklı 07.12.2023 tarihinde https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adresli bloğumda yayınladığım yazıda; “Filistin ne yazık ki taa Osmanlının son dönemlerinden bu yana huzur bulmamış ya da bulamamış topraklar olmuş… Osmanlının “iyi günlerinde” Müslümanız rahatlığı içinde bir şekilde geçinilmiş de, ne zaman ki Osmanlının savruk ve dağınık ekonomisinin kapısını bankerler, kreditörler ve emperyal devletlerin temsilcileri çalmış, ahada o günden beri bir huzursuzluk hali artan bir biçimde bugünlere artık katliamlar biçimine dönüşmüştür… Hani denir ya Osmanlı hep karşı çıktı Yahudilerin yerleşmesine, bunun doğru olduğunu düşünenlerin bir kez daha bu konuyu araştırmaları gerekmektedir bence. Prof. Vahdettin Engin’in Osmanlı arşivlerinden bulduğu yeni belgeler ile Yahudilerin yerleşimi, yerleşim yerlerinin Kuzey Irak mı? Filistin mi? Duyun-u umumiye borçlarının yaklaşık %80’inin Yahudiler tarafından karşılanıp karşılanmadığı gibi detayların yeniden gün ışığına çıkarılması gereği aşikârdır gibi… Neyse buralar bir okuyucu olmaktan öteye gidemeyen beni çok aşar, tarihçiler ve araştırmacılar ne diyorsa odur diyelim…” diyerek çok geniş çerçeveli bir değerlendirme yapmış idim… Şimdi ise mezkûr Profesörün “Pazarlık” kitabı üzerinden biraz detaylara hem bakarak hatırlama, hem tekrarlayarak öğrenme, hem de paylaşarak düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Sn. profesör bir yerde “Bu vesile ile de yaygın bilinen bir takım söylemlerin aslında gerçeği yansıtmadığı hususu üzerinde duracağız. Bunlardan en çarpıcı olanı da, II. Abdülhamit’in, para karşılığı kendisinden Filistin’de toprak isteyen Theodore Herzl’i huzurundan hakaretlerle kovduğu şeklindeki yaygın söylemdir.” diyerek esasen hiç de akla uygun olmayan “kovdu” iddialarının zaten doğru olamayacağının teyidini yapar iken bir sonraki sorudan boks deyimi ile bir “eskiv” yaparak sıyrılmayı beceriyor bana göre… Maazallah sonra sorulacak soru “kovdu ise neden bu görüşmeler ve toplantılar 7 yıl sürdü?” olunca ne diyeceksiniz… Bu gerçeği tespit ve teslim eden Profesör, kitap boyunca da Ulu Hakan’a bir halel gelmesi tehlikesine karşı konuyu yayarak durumun kotarılması ve kurtarılması cihetine gitmekten imtina etmemiş bana göre. Mesela; "Panislamizm cüzü mahiyetinde imparatorluğun her tarafındaki tarikat liderleri ile akçelı ilişkiler tesis etmek gibi çaresiz ilişkilerden bahsedip diğer taraftan bunların tamamı imparatorluğu dış saldırılara karşı savunmak amacı ile Müslüman dayanışma ve birliği oluşturmak maksadına matuf yapılmıştır" diyerek Panislamizm iddialarından kurtulmayı hedefleyeceksiniz. Şimdi Ulu Hakan böyle düşünebilir ve hareket edebilir siz koca bir yüzyıl sonra değerlendirme yapıyorsunuz, değil mi?

Bilindiği üzere Yahudiler sürüldükleri ve bir daha geriye dönemedikleri “Eretz İsrail” diye tanımladıkları ve dahi asla ve kat’a sınırlarını tayin ve beyan etmedikleri mezkûr toprakları her daim hedef tutmuşlardır. Sonraları da vaat edilmiş topraklara dönme arzu ve planlarını gerçekleştirmek için her daim uyanık olmuşlardır. Sınırların tespit, tayin ve deklare edilmemesinin çok basit sebebi bugün bile adım adım büyüyen İsrail’in büyümesinin ilanihaye devam edeceğinin yegâne alamet-i farikasıdır. Durmak yok yola devam kültürünün İsrail versiyonu… Bazı gizli kapaklı niyetlerin dışa yansımasından anlaşılıyor ki, Fırat ve Dicle havzası bile bu muhteremlerin hedefindedir, vallahi bunu sokaktaki Yahudi ya da Havradaki haham dese çok kulak asmayın der geçersin de, İsrail Devletinin Başbakanlığı düzeyine gelmiş muhteremin yazdıklarından okununca ciddiye alınması gerekir, derim… Mesela; 1879’da bir İngiliz diplomat bir proje hazırlıyor, buna göre Osmanlının Filistin civarında Belka Sancağında büyük bir arazi para karşılığı Yahudi yerleşimine açılacak, bir nevi özerklik tanınacak, zabıta ve adliye gibi devlet görevleri de Yahudiler tarafından yerine getirilecek, finansmanı da uluslararası bir şirket tarafından karşılanacak. Haliyle Osmanlı şiddetle karşı çıkar ve onay vermez bu projeye, vermez de ne olur… İrâde-i seniyyeye rağmen mezkûr tarihte başlayan “gizli lakin aşikâr” hicret hiç durmadan devam eder… Kitapta, sık sık konuya ilişkin yerel yöneticilerin dikkatini çeken irâde-i seniyyelerden bahsedilse de devam eden hicret ve yerleşmelerin hiç durmadığı ve ne yazık ki her seferinde yerel yöneticilerin ve halkın gizli toprak satışlarından bahsedilir. Sanki toprak üzerinde özel mülkiyet hakkı vatandaşa tanınmış da… Oysaki dünya âlem biliyor “memalik-i Osmaniye” toprak mülkiyeti rejimini… Haliyle konu çok parametreli bir konu, yerel yöneticilerin de “madeni haz” teması mucibince göz yummaları, yürürlükteki padişah buyruklarının vatandaşa çaktırmadan, muhatabına ise adrese teslim düzenlenmesine bağlı, Yahudilerin de emperyal aklı doğru ve yerinde kullanmaları neticesi, ister Padişah emri mucibince, ister Padişah bilgisi ve ilgisi dışında olsun, mezkûr devletin temelleri atılmaktadır. Şimdi denilecektir ki, Efendim kocaman imparatorluk padişah nereden bilecek yapılan bu yolsuzlukları, iyi de aynı padişah hangi şairin “boya ve burun” yazdığını takip edebiliyor, hangi gazetecinin “hürriyet ve müsavat” yazdığını biliyor, taa Fizan’daki yöneticinin      “kanun-i esasi, hukuk-u millet, ıslahat”  kelimeleri ile ne kast ettiğini biliyor, sıra akın akın Yahudi hicretine gelince, bilmiyor… Adama derler, muhalif tüm şer odaklarını tespit ve tedip etmeye müteallik kurduğun “Zabıta-i Hafiye Teşkilatı” ne iş yapıyordu o aralar… Galiba en akla yatkın ve makul izah Filistin Bölgesi mezkûr teşkilatın faaliyet alanı dışında idi, her ne sebeple ise artık… İlaveten bilinenler ve yazılanlar başka, Osmanlı’ya has “hile-i şeriyeler” söz konusu… Malumdur, şekil ve vaziyet bakımından şeriata muvafık bir konuyu göz önünde tutarak “sözde istenmeyen” bir sonuç elde etmeye matuf hamle üstadıdır, Ulema-i Osmani… Biz biliyoruz dönemin Osmanlıyı adım adım parçalayan güçlerin Yahudi politikalarını, Rusya’nın Sovyetler Birliğine evrilmesi dönemine kadar hatta bugünlere kadar ne hamleler yaptığını, İngiltere’nin girişimlerini, bu manada İngiltere ve Rusya niza ve çekişmelerini… Mesela; Sovyetler Birliğinde Stalin ve bazı arkadaşlarının Kırım Bölgesinde Yahudi Bölgesi oluşturma düşünceleri sonucu Stalin ve Molotof örtülü gerginliği, 1928 tarihinde alakasız bir bölge olan Moğolistan sınırında kurulan “Yahudi Özerk Bölgesi” 1934 tarihinde Özerk Devlete dönüşürken şimdilerde yeniden eski statüsüne dönmüştür, vs. vs. Yani mevzu, dâhili ve harici yüzlerce parametrenin doğru değerlendirilmesi ve isabetli karar oluşturulmasına bağlı geniş ve karmaşık bir haldedir.

Hani, bir tarihlerde emperyal güçlerin fırıldakları kast edilerek, dönemin bir Türk büyüğüne yapılan “aman dikkat Bizans oyunlarına” ikazına verilen cevap çok önemlidir, “Osmanlıda oyun bitmez”… Osmanlı enteresandır, yapar lakin inkâr eder, izin verir, vermedim der, velhasıl klasik şehirlerarası otobüs işletmesi muavini anonsu gibi; “memnuniyetleriniz müdüriyete, şikâyetlerinizi bize” kültürü bihakkın iktidardır… Şimdi adama sormazlar mı? Peki, siz izin vermediniz ise, kim izin verdi bu Yahudi yerleşimine? Yahu haydi 3-5 aile yerleşse iyi, görmedik, duymadık, bilmedik denilecek? Öyle kolay değil, tüm suçu İngiltere’ye, Rusya’ya yükle, ohhh sıyrıl bu müşkülattan… Tipik Osmanlı politikası, güzel olunca biz yaptık, rezil olunca uluslararası emperyal güçler yaptı… Sevsinler sizi…

“Rumeli demiryolları şirketinin” imtiyazını elinde bulunduran Baron Hirsch’in başta Osmanlı ve Arjantin olmak üzere dünyanın bir dolu ülkesine Yahudi hicreti, iaşesi, ibatesi ve ikameti konusunda siyasi ve ekonomik başrol oynayacak, susacaksınız… Rumeli Demiryollarının mülkiyeti kimde, Osmanlı’da, peki Hirsch’e imtiyazı kim veriyor, Osmanlı… Tam bir “Organize işler” filmi repliği; “para kimde, müşteride, araba kimde, müşteride”… Üstüne de “Vizontele” filminden bir replik “sen de bunu yedin öyle mi?”… Ne diyelim bir başka Türk büyüğünün meşhur kelamı ile “Allah verdikçe veriyor”…

 

Cumartesi, Nisan 27, 2024

HASAN FEHMİ GÜNEŞ

Döneminde kendisine benzer ciddi manada, dürüst, bilgili, ilgili, çalışkan, namuslu ve etkili çok sayıda siyasetçinin ve bürokratın bulunduğu tarafımızca da iyi bilinen birisidir, Hasan Fehmi Güneş… Kimler diyeceksiniz, bakın aklıma gelenleri hemen sayayım, Cevat Yurdakul, Aydemir Ceylan, Mehmet Can, Muzaffer Özbayrak başta olmak üzere ki kendileri ile kısaca da olsa tanışıklıklarımız söz konusudur. Mesela; Hasan Fehmi Güneş ile ilk karşılaşmamız 2000’li yılların başında tesadüfen bir merdivende ayaküstü olmuş ve muhabbetimiz bayağı uzun sürmüş idi… Kendisini basından tanıyordum, kendisine yapılanlara ve tüm bu olumsuz muameleye rağmen ne kadar vakur, onurlu ve ahlaklı bir senatör ve bakanımız var diye de düşünüyordum. Sonraları da; Atatürk Bulvarı üzerindeki bir apartmanın ofis katındaki arkadaşını ziyaretlerinde benim de bir başka ofisteki arkadaşlarımı ziyaretlerimdeki denk gelişlerde mezkûr merdiven muhabbetlerimiz sürmüştür. Müthiş çelebi, bilgili, saygılı ve mütevazı biri olmayı başarmış bir insan olmanın buram buram yansıdığı yüzü ve dili ile ve dahi tüm sevecenliği ve içtenliğiyle sohbetlerimizin aktif tarafı olmuştur. Merak ederek sorduklarımın bir kısmına cevap vermiş bir kısmını ise muhtemelen anlatmayı uygun bulmaması sebebiyle de cevapsız geçmeyi tercih etmiştir. Yine bu fasıldan, öğrenciliğimiz döneminde Adana Valisi Aydemir Ceylan’ı dertlerimizi dinlemek üzere bizi bir kabulünde gördüğümüz mütevazı, sevecen ve ilgili ve dahi bilgili vali nasıl olunurmuş hali, sonradan hatıralarını çok detaylı yazdığı “Bir ihtilal bir darbe arasında 20 yıl” adlı kitabını okurken bir kez daha gözümün önünde canlanmıştır. Fikri ve zati tarafı olurken kamu yöneticisi olmanın nasıl bir tarafsız davranış gerektirdiğine yaşım itibari ile de ilk kez orada şahit olmuş idim. Keza emniyet müdürü Cevat Yurdakul’u da nasıl tarafsız ve yansız görev yapılacağının bir abidesi olarak hatırlıyorum. Bir de hani; Kasım 1979 ayında Parlamento’da bir AP senatörünün elindeki bond çanta ile CHP Senatörü Hasan Fehmi Güneş’e vurması neticesi ortaya saçılan evraklardaki yazılanların mahremiyetinin hiçe sayılarak bir senatörün eline nasıl geçerin yaşanmışlığı var ya… Oradaki evraklar esasen “bir emniyettekiler” raporu idi, kimin hazırladığı hiçbir zaman açıklanmayacak lakin kimin taltif, takdir ve terfi, kimin tekdir ve tehdit, kimin tasfiye ve tecziye edileceğinin yazılı olması enteresandır. Peki, sonuçta ne olmuştur, yıllar içerisinde taaa bugünlere kadar vaat edilen her terfi ve tasfiye gerçekleşmiştir. Bakın mesela, Muzaffer Özbayrak tasfiye ve tecziye edilirken meşhur ve meşum ordu Valisi Reşat Akkaya takdir ve terfi ettirilmiştir. Meraklılarına o günlerin gazeteleri tafsilatlı bilgi, belge ve yorumları ile arşivlerinde tetkike amadedir. Adlarını zikrettiğim tüm bu muhteremler benim gözümde Hasan Fehmi Güneş dönemine denk gelen, kendisiyle birlikte bu ülkenin yetiştirdiği yüz akı yetkililerdir. Hatalar ve eksikler insani boyutta olup taammüt ve hendese dâhilinde değildirler.   

Neyse konuyu biz tekrar değerli senatörümüz ve bakanımıza getirelim, öyle bir dönemde bakan olur ki, ABD’nin ezeli düşman ilan ettiği SSCB’yi “Yeşil Kuşak” projesi mucibince kuşatma uğruna cümbür cemaat Ortadoğu’yu boydan boya kana bulama senaryosu yürütülmektedir. İran’da çaktırmadan ve gri alanlarda da alenen İslamcı despotizme destek olurken, canım Yurdumu da 12 Eylül’ün karanlığına hazırlamakta idi… Yerli müttefik ve muhatapları da mezkûr senaryoya muvafık erkete ve müzaheret görevlerini bihakkın deruhte etmektedirler. Oyun ve plan büyük olunca namuslu bürokrat öğütme çarkı haline gelmiş erkte politikacıların rolleri daha net oluyor haliyle… Bizimkiler ve onlarınkiler… Seçimler vasıtası ile de her daim maalesef onlarınkiler başarı kazanıyorlar…

Peki, Hasan Fehmi Güneş’in tasnif ve arşiv edilen günahları ne idi, şüphesiz ben tüm detayları bilemem lakin o dönemin lehte ya da aleyhte basına yansıyanlarını bilebilirim. Canım Yurdumu iç savaş koşullarına sürükleyen her gün yüzlerce insanın öldürülüp ya da yaralandığı olaylar karşısında namuslu her insan gibi bu değerli bakan da, ABD destekli İsrail’in Ortadoğu’da terör estirmesine göz ve kulak kapatamazdı elbette… Kimsenin tercih ve tasdiki olmamasına rağmen, tüm dünyanın muktedirleri tarafından bırakın lanetlemeyi adeta cesaret ve destek olma sırasına girilen bu İsrail terör eylemleri yanında meşhur “Camp David” antlaşması ile Mısır’ın da saf değiştirmesini protesto maksadı ile FKÖ gerillalarından bir grubun Ankara’daki Mısır Büyükelçiliğine baskın yapıp onlarca rehine alması sürecini benim hatırladığım kadarı ile muhteşem yönetmiş idi Değerli Bakan Hasan Fehmi Güneş… Rehineleri kaybedebiliriz lakin bunları da helak edelim gibi Amerikancı “devlet taviz vermez” şeklinde bir davranış yerine insani yöntemleri tercih etmesi esasen sonun başlangıcı oldu aynı zamanda… ABD güdümlü ve Demirel destekli basının o günkü hali hala aklımda “İçişleri Bakanı Gerillalarla görüştü” diye tahkirat ve tezvirat sırasına girmişlerdi… Sözde “Filistin davasının sadık savunucusu” Necmettin Erbakan bile Filistinli gerillalara gösterilen bu insani tutumdan rahatsız oldu, veryansın etti durdu bu değerli bakana… Gerçek destekçiler böylesi günlerde ortaya çıkar, samimi olanlar ile samimiyetsizler için turnusol testidir mezkûr vakalar… Sağcı tarafın tamamında dün de bugün de şöylesine haksız ve hadsiz sığ bir yaklaşım hâkimdir, “bu Araplar Osmanlı’yı arkadan vurdular” dolayısıyla diller ne söylerse söylesin, fiiller hep ABD ve İsrail desteğinden ibarettir. Kimlerine göre Cennet mekân Abdülhamit han hazretleri dedikleri muhteremin durumuna düşmekten de kurtulamazlar, hani iddia edilir ya İsrail temsilcilerini huzurundan kovdu diye yahu bu nasıl kovmak direk ya da endirekt 7 yıldan fazla müzakere yürütüyorsun, sayısız görüşme yapıyorsun, adama derler ne müzakeresi bunlar kovdu isen, tekrar neden kabul ediyorsun, değil mi? Hem İsrail’i ısrarla destekle, hem de Filistin için sürekli ağla, bu tutum takdir ve taltif görüyor mu sevgili milletimizden, maalesef evet… Daha ne o zaman… Günümüzde değişen bir şey var mı? Olmaz mı, şüphesiz var… Nemi diye kimse sormasın…

Bir röportajında Hasan Fehmi Güneş 1978’deki Kahramanmaraş katliamı başta olmak üzere yaptığı genel değerlendirme üzerinden bir anısını şöyle anlatıyor; “Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere, oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı. Bakanlık görevim boyunca MİT'ten bilgi alamadım. Başbakanımız Bülent Ecevit, bana güvenirdi, benimle bu konuları konuşurdu. Ben MİT'e yönelik şikâyetlerimi ona söylediğim de o da bana dert yanardı. Bir keresinde şöyle bir olay anlatmıştı: "Çok iyi yetişmiş birini MİT'te görevlendirtmek istedim. O kişiyi MİT'e almadılar." Başbakan'ın istediği kişiyi MİT'e almamışlar! Bunun üzerine ben de "Ne yapacağız bu MİT'i? Lağvedelim o zaman. Yerine yenisini kuralım."  dedim. Sayın Başbakanı'mız güldü ve bunu benim gençliğime verdi.” dedi. İlave ne denilebilir ki?

Sen misin; CIA odaklı yerli mümessilleri vasıtaları ile geniş manada Yeşil kuşak planı ve dar anlamda da Canım Yurdumda sahneye konan destabilizasyon politikalarına karşı çıkan… Sen misin; “MİT bize istihbarat vermiyor, kapatıp yerine yeni bir istihbarat kuruluşu tanzim edelim” diyen… Sen misin; FKÖ’nün canım yurdumda temsilcilik açmasının alt yapısını hazırlayan… Sen misin; bakanlığın döneminde ABD’nin kayıtsız şartsız Ortadoğu erketeliğini yapanlardan Mısır’ın Ankara Büyükelçiliğini basan FKÖ gerillalarıyla görüşüp fotoğraf çektiren… Daha sıralanacak çok günahları var tabii ki bu değerli Bakanımızın lakin belki ileride başka vesileler ile eksik bıraktıklarımı aktarırım. Netice itibariyle, behemehâl malum iyi saatte olsun güçleri devreye sokulur, kendilerince suyu yeterince ısınmış olan bakanın değiştirilmesi kaçınılmaz olmuştur gayri… Zaaflar, açıklar ve defetme yöntemleri aranır taranır ve en müsait yöntemin, adı her daim mezkûr güçler ile irtibat ve iltisak halindeki malum, meşhur ve meşum kadın vasıtası ile operasyon kararı alınır. Yıllar sonra bu olayı değerlendirirken, “Aptallık yaparsan böyle olur, başka izahı yok. Bu besbelli ki bir tuzak... Tuzağa müsait duruma düşmeyeceksin.” Olay sonrası davranışı da, olay sonrası kendisini savunurken izlediği metot da, seçtiği kelimeler de bugünlere ışık tutar diye bakıyor, lakin nerdeeee…

Çarşamba, Nisan 17, 2024

DİREKTÖR ALİ BEY SEYAHAT JURNALİ

Bir kitap hediye edildi, “Seyahat Jurnali” muhtemelen de seyahat etmeyi, görmeyi ve görerek öğrenmeyi çok sevdiğimi yakinen bilen hatta birlikte gezmeyi de ziyadesiyle seven hevesli seyyah Canev, tam da bu gerekçe ile ve gerekçenin de ruhuna münasip düşer düşüncesiyle olsa gerek nihayetinde okuyunca da ziyadesiyle de münasip olduğuna kanaat ettiğim bir hediye idi. Kitabın tanıtımda adını ilk defa duyduğum yazar “Direktör Ali Bey” için yazılanlar aynen şöyle; “Tanzimat dönemi tiyatro yazarlarındandır. 1844 yılında İstanbul’da doğmuş, iyi bir eğitim almış ve küçük yaşlarda Fransızca öğrenmiştir. Yüksek rütbeli bir memur olarak Osmanlı coğrafyasının önemli bölgelerinde görev yapmıştır. “Direktör” olarak anılması, Duyun-ı Umumiye yöneticiliği sebebiyledir. 1899 yılında vefat etmiştir.” Kitabı okuyunca, gerçek manada iyi bir gözlemci olduğu ve çok iyi not tutabildiğine kanaat getirdim…

Biraz ansiklopedi karıştırınca da; yazarın kısa lakin derya deniz bir hayatı olduğunu anlıyoruz. Müfettiş, mutassarrıf, vali, direktör gibi vasıf ve sıfat tevdi ve tayini ile Diyarbekir, Irak, Varna, Elazığ, Trabzon, Hindistan başta olmak üzere bir dolu yerde vazife icra eylemiş… Yaygın bilinen unvanların yanında “Direktör” unvanı ise Duyun-ı Umumiye direktörlüğünden mütevellittir. Şiirlerinin de bulunduğunu öğrendiğimiz yazar tiyatro oyun yazarı olarak daha anılır olup, hem Namık Kemal ile birlikte çalışmışlığı hem de halk kaynaklarından beslenen biri olarak birçok eserin sahneye konulmasına büyük emek harcamış biri olduğunu öğreniyoruz. Bazen batıya, bazen doğuya, bazen organize, bazen gayriihtiyari, bazen zati bazen kolektif amaçlara matuf din misyonerliği, ilim hatmetmek, iş ve zenginlik, huzur arayışı, gezmek, görmek gibi faaliyetler adına düşülen yolların fiziki şartları ile siyasi, sosyal ve ekonomik, kültürel, dini şahitlik ve müşahedelerin kâğıda dökülmüş halidir mezkûr seyahatnameler…

Büyük bir keyifle okuduğum, “Seyahat Jurnali” kitabının tanıtım yazısı da son derece ilgi çekici ve öğretici olmuş, bana göre… “Merak duygusu, insanoğlunun keşiflerinin kaynağıdır. Bilinmeyen yerlere yapılan yolculuklar, insana yeni yeni şeyler öğretir. Her yeni bilgi aktarıldığı toplumda sosyal, siyasal ve iktisadi değişimlere neden olur.

Seyahatnameler, yazılı kültürün en eski ve ilgi çekici türlerindendir. Marco Polo’dan Evliya Çelebi’ye kadar nice seyyah, aktardıkları bilgilerle hem kültürleri kayıt altına almışlar hem de insanın merak duygusunu beslemeyi sürdürmüşlerdir.

Üslûbu korunarak günümüz Türkçesine aktarılan Seyahat Jurnali, yerli edebiyatın ilk adımlarının atıldığı bir döneme ait olması sebebiyle sadece edebi değil, tarihi öneme de sahiptir…” Âdemoğlu her daim farklı ve değişik olanı ve dahi sahip olmadığını, olamadığını araştırma, görme, inceleme, tekrarlama, sahip olma gibi insiyaka haiz olup, bu sebeple devamlı bir hareketliliğe niyetlidir.  

Direktör Ali Bey, yapılacak işleri sebebiyle vapur ile Midilli, İzmir, İskenderun, Mersin, at ile Halep, Kilis, Ayntap (Antep), Nizip, Siverek,  Diyarbekir ve Siirt başta olmak üzere tüm bölgeyi, bir tarafı ile gezi bir tarafı ile işletmesi uhdesinde olan tuzlaların kontrolü kapsamında deyim yerinde ise karış karış arşınlamıştır. Civar görev ve gezileri kapsamında, Bitlis, Tatvan, Van Gölü, Mardin’de ilginç bulunulabilecek gözlem ve tespitleri ile kitapta yerini almıştır. Son derece enteresan gözlemlerin bulunduğu kitabın bu bölümünde bence en enteresan tespit ise, “Burada Amerikalıların büyük ve mükemmel okulları vardır” şeklinde olanıdır. Meğerse neymiş, hani biliyordum Kayseri Talas, Mersin Tarsus’taki “Amerikan okullarını” da, Amerika daha o dönemde canım Yurdumun bağrına öğretim yuvaları numaraları ile çadır kurmuş… Dönem hangi dönem, işte o meşhur dönem, Cihan Mekân Abdülhamit Han dönemi…  

Enteresan gözlem ya da tespitler yapılmış dedim ya; mesela Siirt’te “Ahalinin çoğunun Türkçe bilmediği kentte nüfusun çoğunluğu Kürt ise de, konuşulan dil Arapçadır” ve kent için, “İçi ne kadar kasvetliyse de, dışı da o kadar hoştur… Türbesi çok, halkı türbe ziyaretine çok düşkündür”, Bitlis’te ise “Kürtlerin şeyhlere gösterdikleri hürmet ve itibarın derecesini” ziyadesiyle fazlaca bulur Direktör Ali Bey…

Diyarbekir’den yolculuk Bağdat’adır… Ve en ehven ve güvenli yol “kelek” ile Dicle Nehri üzerinden seyahat kararı alınınca, gerçek manada bir següzeşt gerçekleşir. “Kelek”, bilindiği üzere bir çeşit sal olup, çeşitli miktarda keçi tulumlarının nefes marifetiyle itina ile şişirilerek yan yana sıkı sıkı bağlanmış üzerine de ince ahşap çubuklar dizilerek, tulumlar ile sağlam irtibatlanmış, en üstede insan ya da eşya taşımacılığına münasip yerleştirilmiş kaplamadan mütevellittir. Keleklerin büyüklüğü ise mevsim itibariyle nehrin suyunun derinlik ve akış hızına bağlı olmak kaydıyla tulum sayısı ile ifade edildiğini öğreniyoruz. Seyahat süresine bağlı olarak bu “kelek” salın üzerine ihtiyaca binaen camlı ve çerçeveli üç pencere ve bir kapıdan oluşan içinde helası ve kileri dahi olan hatta ihtiyaca binaen bunun üzerine merdiven marifetiyle çıkıp eğleşmek maksatlı bir odası daha bulunan bir durumdadır, yani dönemine münasip bir konfordadır. Seyahat esnasında iki Kelekçi ile iki uşağın kendisine eşlik ettiğini ve bu yüzden eşyalar ve diğer hizmetlere matuf bir de ilave kelek vardır. Seyahat ziyadesiyle mühim muhteremler için düzenlenmiş olunca da güvenlik de bulunması gerekir bu sebeple kendilerine inzibat görevlileri de eşlik etmektedir.  Kelek imalatı ya da temini için bakın kitapta nasıl bir anlatım var; “Bir de kelek her vakit su üzerinde görülür ve hazır bulunur taşıtlardan değildir. Yolcu ve eşya çıktığında özel sipariş üzerine yapılır. Bunun da iki sebebi vardır. Biri tulumlar su içerisinde uzun zaman duramaz. Çünkü su kesiminden yukarı kalan kısmı havanın ve güneşin etkisine dayanamaz çatlar. Bu nedenle her zaman sulayıp bakmak gerekir. Diğeri de kelek yalnız suyun akıntısıyla akıp gider olduğu için gittiği yerden dönemez. …. bozularak ağaçları satılır ve tulumlar karadan getirilir. İşte bu iki sebepten dolayı yolcu ve eşya çıkıp da özel olarak ısmarlanmadıkça Kelekçiler hazır kelek bulundurmazlar.”

Bu sergüzeşt nihayetinde Bağdat’a varılması ile nihayetlenir… “Ahalinin sınıf ve mezhebine göre” giyindiği, adi çamurdan yapılmış, dayanıksız evlerde oturduğu, evlerin tek su kaynağının bahçelerdeki kuyular olduğu, kaldırımsız, kanalizasyonu olmayan bu şehirde bir süre kalan yazar çevreyi de gezmeyi ihmal etmez. Bağdat’tayken Düyunu Umumiye “memuriyetini sona erdirir”, ancak o Bağdat Valiliği’nde yeni bir göreve başlar. Şehrin nüfusunun yaklaşık 180.000 olduğunu kaydeden Direktör, Arap, Kürt, Türk, Yahudi, Ermeni, Süryani ve Farsi etnisitenin Müslüman, Musevi, Katolik, Ortodoks ve Keldani inanışlarla halim selim ve sulh içindeki bulunuşlarından da bahseder.  Bağdat ahalisinin çoğunluğunun Müslüman olmakla birlikte altı bin hane kadarının Yahudi olduğu tespiti ile çoğunluğun Arapça konuştuğunu belirtmekle beraber Türkçenin de konuşulan diller arasında olduğunu beyan eder. Bununla birlikte Direktör Ali Bey, halkın kıyafetlerinin çeşitli din, mezhep ve sınıfa göre farklılık gösterdiğinden de söz etmiştir. “Zevra ve Darü’l-islam isimleri verilen Bağdat şehrinin büyük kısmı nehrin sol yakasında kale içindedir ve küçük kısmı da nehrin sağ tarafındadır. Ara yerde dubalar üzerine yapılmış bir ahşap köprü iki sahili birbirine bağlar. Şehrin sol yakadaki kısmına Ressafe ve sağ yakadaki kısmına Kerh derler. Kessafe’de iki belediye dairesi vardır. Kerh üçüncü belediye dairesi sayılır. Bağdat’ın kalesi memleketin büyümesine engel oluyor diye bundan yirmi beş otuz sene önce yıkılmış ve bugün kalenin temelleriyle burç şeklinde bir iki kapısı vardır” ilaveten Bağdat’ın isimlendirilmesi ve Kalesinin yıkımına yönelik çok enteresan bir bilgi de aktarmaktadır.

Değişik gözlemlere, değişik kriterler mucibince bakınca, o gün için Bağdat’ta kaldırım olmamasını, kanalizasyon olmamasını bir eksiklik gibi kayıt eden Direktör, bugün hala kaldırımsız ve kanalizasyonsuz süper beldelerimizi görse idi ne derdi acaba? Makul bir süre kalınca Bağdat sıcakları için ise; Müze-i Hümayün Müdürü Hamdi Beyefendiden aktarım ile “Bu memlekette yazları rafadan yumurta yenemez, Çünkü yumurta tavuktan çıkar çıkmaz hazır lop olur” bir tarif yapmaktadır.

Seyahat ve öğrenme çakraları açık olanlar açısından değerli bir kitap olduğunu beyan etmeliyim, okuyacaklar mutlaka beğeneceklerdir…

Cuma, Nisan 12, 2024

ABİDİNPAŞA CADDESİ ve BEKÇİ MURTAZA

Hemen hemen, herkesin benim kadar çok iyi bildiği meşhur yazarımız Orhan Kemal’in “Murtaza” adlı bir kitabı vardır, yazar burada, Murtaza adlı bir bekçinin, katı disiplin ve vazife aşkı ile beşeri davranış arasına sıkışmış, vazife bilincinden taviz verememe halinin insanı ne kadar da çaresiz kıldığını, çaresizliğin de beşeri değerleri hükümsüzleştirdiğinin bir kara mizahını yapmaktadır. Kitap müthiş karşılık bulur okuyucudan, inanılmaz baskı sayılarına ulaşır, muktedirlerin her türlü olumsuz tavrına rağmen… Kitabın bu başarısı haliyle Yeşilçam’ın da dikkatini çeker ve bildiğim kadarı ile 2 de film çekilir, 1. si Müşfik Kenter’in başrol oynadığı “Bekçi Murtaza ki sonradan internet üzerinden izledim, 2. si de Müjdat Gezen’in başrol oynadığı “Bekçi” ki sinemada 1986 yılında izlemiştim, başarısı ile müthiş yankılar oluşturmuş idi kamuoyunda…

Heyamola Yayınlarının Adana Kitaplığı serisinden “Abidinpaşa Caddesi” adlı Süreyya Köle’nin kaleme aldığı kitabını okudum, orada ne yazık ki bugüne kadar bilmediğim “Murtaza” adlı bekçinin ilhamına yönelik… Lüzumuna binaen bir defa daha tekrarlamak istiyorum, “okudukça ne kadar az bildiğimi öğreniyorum” fikrinin günlük teyidi, günlük doğrulanması… Evet, “nakıs geldim nakıs gideceğim”, korkarım… Bu kadar eksik nasıl tamamlanacak, çok zor…

Evet, gelelim, Bekçi Murtaza’nın ilhamın kitaba yansımışını aktarmaya… Yazar Süreyya Köle şöyle anlatıyor konuya giriş bölümünde; “yazar birebir gördüğünü değil, gördüğünden yola çıkarak kendi karakterini, kendi dünyasını yaratandır. Ancak şu da bir gerçek ki Orhan Kemal’in gözünün önünde insanın kendini yazmaktan alıkoyamayacağı kadar özgün bir tip vardır ve bu tip Abidinpaşa Caddesini adımlayan Murtaza’dan başkası değildir.”

Yayıncı, şair, araştırmacı Nurer Uğurlu’nun, Orhan Kemal’e hitaben yazılmış bir yazısından aktarıyor, S. Köle; “Murtaza’yı tanırım. Son Akbank kapıcısı olarak az mı ti’ye almıştık. Murtaza, roman olarak yeni çıkmıştı. O zamanlar biz edebiyat heveslisi genç delikanlılardık. Abidinpaşa Caddesi’nin ıslak kaldırımlarına oturur, sıcak Adana akşamları Murtaza’yı makaraya almak için, akşamı iple çekerdik. Akşam oldu mu, Murtaza bankanın kapısında, boynunda yandan kurmalı, kocaman askılı saati, bir aşağı, bir yukarı gidip gelirdi. Murtaza’yı gören bizim çocuklar birer ikişer köşelere zula olur, Murtaza’nın bize arkasını dönmesini beklerdik. Murtaza tam bize arkasını döndüğü bir sırada içimizden biri hemen öne fırlar, Murtaza’nın biraz önce, ayağında takunyalar, başında kokartlı şapkası, kova kova sularla ve arapsabunuyla yıkayıp şartladığı mermer merdivenlere çamurlu ayaklarıyla basar, hızla kaçardı. Kaçanın arkasından iri ve hantal gövdesiyle Murtaza koşmaya, bizimkileri kovalamaya başlardı. Ve biz gülmekten yerlere yatarak lambur lumbur koşan Murtaza’nın arkasından zort çekerdik. Çekilen zortlar, atılan kahkahalar o günler bibim sessiz caddeye yayılan sıcak gürültümüzdü.

Günlerden bir gün, bizim çocuklardan biri kitapçı İbrahim Gezginci’nin vitrininden sizin Murtaza’yı alır, okur. Ve Murtaza, küçük bir cep kitabı olarak elden ele dolaşmaya başlar. Ve biz, sizin yazdığınız Murtaza’nın, bizim Murtaza olduğu üzerine ileri geri konuşmaya başladık. Kimimiz roman kahramanı Murtaza’nın bizim Murtaza olduğunu söyledi. Kimimiz bunun bir romancı olarak sizin yarattığınız roman kişisi olduğunda inat etti. Sizin Murtaza’nın, bizim Akbank’ın kapıcısı Murtaza olup olmadığı üzerinde günlerce, hatta aylarca tartıştık.

 Ve sonunda hiç olmayacak bir şeye karar verdik.  Dedik ki, Murtaza’yla dost olalım. Onu hiç kızdırmayalım, arkasından zort falan çekmekten vazgeçelim. Bize ana avrat sövme diyelim. Haklısın Murtaza, senin gibi var mı diye yağ çekelim. Ona Murtaza romanını okumanın yollarını arayalım. Eğer bu, Orhan Kemal’in yazdığı Murtaza bizim Murtaza’ysa anlarız. Yok değilse?

Ve sıcak Adana akşamları toplandığımız Akbank’ın mermer merdivenlerinde Murtaza’yı okumaya başladık. Okudukça Murtaza’nın yüzü değişiyor, gözleri yuvalarından dışarı fırlıyor, kalın siyah kaşları bir inip, bir kalkıyordu. Murtaza romanı soluk almadan dinliyordu. Bizler bir pot kırmamak, aramızdaki barışı bozmamak için dudaklarımız ısırıyor, gülmemek için kendimizi sıkıyorduk. Kendini tutamayıp gülenler, su dökmek bahanesiyle köşeyi döner, makaraları sonuna kadar koyverdikten sonra aramıza gelirdi. Bir gün, beş gün derken Murtaza dayanamayıp sordu:

“kimdir bunu yazan”

“Orhan Kemal”

“Abe kimin nesi”

“Babasının oğlu!”

“köprüden geçerken Murtaza’ya rastlamış!”

“Taşköprü’den mi?”

“heye”

“Yok be çocuklar, var midir anası, babası bunun?”

“Olmaz olur mu Murtaza! Kapı aralığndan çıkmadı ya!”

“Sevmem bu yolda laubalilik. Bilirsiniz dayım şehit Hasan beyi? Lazım bilmek. Hasan bey kolağası idi. Bilirsiniz mi ne demektir kolağası? Subbay demek. Balkan harbi’nde döktü mübarek kanını kutsal vatan topraklarına. Ne için? Dayım Hasan Bey aldığı emirle atladı düşman içine, kırpmadı gözünü. Neden? Çünkü doğurmuş idi anası o günler için onu. Çünkü cuş’u huruş eder idi damarlarında kanı. Bilirsiniz ne der bana büyüklerim?”

“Ne der Murtaza?”

“Derler benzersin dayın Hasan Beye Murteza, tıpkı!”

“yaaa”

“Onun için benzemem herhangi bekçilere, benzerim dayım Hasan Beye. Ben de bir gün dökeceğim kanımı kutsal vatan topraklarına!..”

“Yaşa Murtaza!”

“… helbet. Bakmayın düşmana çelik yıldırım, değildir layık vatandaşlığa! Haçan her Türk bakmalıdır düşmanlara çelik yıldırım, kurşun bilek, taş yürek! Ve vazife bir sırasında sakınmamalıdır gözünü budaktan, demelidir öldüm… Neden? Çünkü var idi, dolaşır idi damarlarında halis Türk kanı. Dayyım Kolağası Şehit Hasan Bey gibi. Sakınmasınlar gözlerini budaktan, hem de akıtsınlar kanlarını kudsal vatan toprakları için”

“Allahına kadar Murtaza!.. Doğru söylüyor.”

“Doğru lakin görse idiniz kurs, alsa idiniz amirlerinizden bu yolda çok sıkı terbiye hem de disiplin, bilir idiniz nasıl konuşulur büyüklerinizle. Konuşmayın cahil cahil böyle. Bir vazife yüksektir bir namuzdan. Yaşşar insan olan bir insan mertlik, civan mertlik için hem de!”

“Orhan Kemal! Murtaza’yı tanımaz olur mu hiç?”

“Sus be şapşal! Yok almağa ihtiyacım kimseden akıl.”

“Niçin alacak?”

“Hiç işte laf olsun!..”

Biz dilimiz döndüğü kadar Muratza’ya anlatmaya çalıştık. Abdülkadir Kemali Bey’den, Milli Mensucat Fabrikasından, çırçırdan, Hacıbayram Karakolu’ndan söz ettik. Murtaza kızgın:

“A be bu adam beni nerden tanır?  Bilir mi benim gibi bir adam yaşar Adana!da, hemi de bu sıcakta?”

“Ayıp ettin, seni bilmeyen var mı? Murtaza adı, Ankara’da, İstanbul’da söylenir. Gazeteler seni yazar. Senin gibi bir adam, sen ki bugüne bugün Akbank Müdürü’nden sonra gelen en önemli adamsın, seni tanımayan var mı?”

Murtaza kızgın gözlerini bize çevirip:

“Ne söylersin a be çocuk? Bu adam, benden başka adam bulamamış mı yazacak? Neden yazar beni kitaplara? Ya okurlarsa amirlerim bu kitabı? Sevmem bu yolda laubalilik!..”

Evet, ben Murtaza’yı bir tekstil fabrikasında bekçi olarak biliyordum, lakin o sadece roman faslında öyle imiş, gerçek hayattaki Murtaza ise yukarıda anlatılan hali ile AKBANK bekçisi imiş… Yani gerçek sadece vazife mekânı değişmiş…

Mezkûr kitap, Süreyya Köle’nin yazdığı, “Abidinpaşa Caddesi” daha neler sunuyor neler… Merak edenlerin hemen edinip okuması hayırlarına olur, öyle ki kesinlikle başucuna yerleştirilip daima başvurulacak bir kitap tadında… Teşekkürler tekraradan Süreyya Köle… 

Cumartesi, Nisan 06, 2024

VELİ KARAMAN – SAATÇİ VELİ

 Bir önceki yazımda abimiz Yazar Mehmet Culum tarafından kaleme alınmış bir hikâyeden bahsetmiş idim, hatırlanacaktır… Hani; Nazi Hitler Almanya’sının işgali, hemen karşımızdaki, hatta durgun havalarda horoz seslerinin bile duyulabildiği yakınlıktaki Yunanistan adası Sakız’ı da içine alır ve artık Canım yurdumun en kuvvetli savunma pozisyonu aldığı günlerdir… Uzatmadan, savunmanın en önemli aracı da “toplar” ya işte o önemli toplardan biri arızalanır ve Veli Usta’nın tamir işlerindeki başarısı burada da devreye girer sorun çözülür lakin başka sebeplerden ötürü sıkıntılı bir soruşturma yaşanır ve gerek dönemin Kaymakamı gerekse de savunmanın komutanının etkili savunması neticesi teknik sorundan sonra hukuki sorun da neticelenir. Dönemin Kaymakamı Hamdi Orhon tarafından yapılan savunma neticesinde bir vade sonra Ankara’dan Milli Savuma Bakanlığından bir yazı ulaşır Kaymakamlığa… Veli Ustanın Milli Savunma Bakanlığı nezdinde ilgili teknik dairelerde uzman kadrosunda değerlendirilmesinin münasip ve muvafık olunduğu yönünde teklif ve tasvip yazıdır, mezkûr yazı… Lakin nasıl görüşmeler yapıldı, neler konuşuldu ve neler teklif edildi şüphesiz bilemiyoruz, bildiğimiz Veli Ustanın Çeşme’yi ve mesleğini terk etmediğidir. Bu bilgiler belki de Mehmet Culum abimizin yazısının zenginleştirilmesi maksadına matuf bilahare bir ilave gerekçesi de oluşturabilir…

Bir önceki yazımda, Çeşme Meydan Saati’nin, İstanbul Çemberlitaş’ta mukim işyeri sahibi “Mustafa Şemi İpek” tarafından imal ve monte edildiğini belirtmiş, bilahare de gerekecek ayar, bakım ve kalibrasyon hizmetlerinin temin ve tedariki işini de Veli Ustaya devrettiğini yazmış idim. Hani; “İşletme sürecinde bir imalat hatası da tespit eder Veli Usta zamanla ve imalatçıya bir mektup yazarak durumu ve çözüm yollarını ve imalatçının mutabık olması halinde bu hatanın kısa sürede giderilebileceğini anlatır. İmalatçının iznine mukabil hata da giderilir. Hata ise “dört adet saat kadranı doğal olarak en üste ve saati çalıştıracak makine ise en alta yerleştirilmiş ve makine volan görevi gören bir mil vasıtasıyla da kadranlardaki akrep ve yelkovanı hareket ettirir vaziyettedir”, milin ağırlığı nedeniyle zamanla dönüşe bağlı oluşan atalet sebebiyle mil çalışamaz hale geliyor dolayısıyla da saat duruyor… Çözüm ise rulmanla oluşturulan bir mekanizma ilavesi ile temin edilir. Rulman marifeti, dönüşün atalet yaratmayacağı şekilde düzenlenince de artık hurdaya çıkana kadar bu kabil bir arızaya rastlanılmaz.”  diye bir imalat hatası tespitinden bahsetmiştim… Bu kalibrasyon, bakım ve işletme sürecinde çeşitli yazışmalar yapılır taraflar arasında, işte bunlardan bir tanesini okuma şansı buldum ve bir kopyasını aldım. Mektubun dili ve dilin nezaketi ve zarafeti, iletişimde ve haberleşmede özel ihtimam hususlarından olup karşılıklı öneri, talep, eleştiri ve şikâyet aktarımında adeta bugünkülere muhteşem bir numune teşkil etmektedir. Rulmanlı çözüme gelene kadar Mustafa Şem’i Pek yaylı bazı uygulamalardan bahseder mektubunda, işte yaylar nasıl yerleştirilmeli, yerleştirir iken nelere dikkat edilmeli, neler yapılmalı vs vs… Teknik destek manasında karşılıklı yazışmalardan bir kalıcı çözüme ulaşılıyor anlaşılan… Tekrar dilin nezaket ve zarafet tarafına gelince, 1950’li yıllar bir manada halef-selef sayılabilecek, bir diğer manada da, belki de işveren-işgören gibi kabul edilmesi gerekecek, tüm bunlara rağmen karşılıklı hitabette kibarlık ve naziklik dikkate şayan… İşte o yılların işverenleri böyle iken insan bu yıllardaki işverenleri ister istemez hatırlıyor, hani kendisinin siyasete bağlı para sahibi olmanın ötesinde hiçbir meziyeti olmayan lakin mimari projeleri sanki anlarmış gibi “bu da hayır” “bu da olmadı” diye sağa sola yırtınarak savuran işverenleri… Nereden nereye…


Dönem Hitler Faşizminin dünyayı kaosa sürüklediği dönemdir, Yunanistan baştan aşağıya işgal edilmiş, Ege Adalarının hemen hemen tamamı zapt-u rapt edilmiş, imkân bulan insanlar kaçıyor ya da direniş hareketlerine iltihak ediyor… Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar ne yapacaklar, bu katiller sürüsünün zulmü karşısında, çaresiz ya saklanacaklar ya da ölecekler ya da ailelerinin kendileri için bir çözüm bulmasına duacı olacaklar… Döneme ait dinlediğim pek çok hikâye var, Sakız Adasından çocuklarını gruplar halinde sandallara doldurup denize açılmalarını temin eden aileler mi ararsın, dağlardaki mağaralara saklananlar mı ararsın, herkes bir biçimde aklına gelen ilk kurtuluş yolunu tercih ediyor, bu uğurda ölenler de oluyor, kalanlarda oluyor… Çeşme Yarımadasının, özellikle de Çiftlik Köyü taraflarının Adaya çok yakın olması hasebiyle, çok yoğun sığınmacı aldığını Anneannem Hacer Karagöz’den çok çeşitli dönemlerde ve vesilelerle çok dramatik biçimleriyle dinlemiştim. Ha keza babam Tito Yaşar’dan da benzer çok hikâyeler dinledim, hatta uzun yıllara dayalı arkadaşlıklar da kurulmuş sığınmacıların çocukları ile… Evet, şimdi gelelim bir başka yaşanmışlığa… Her sabah sahile yürüme alışkanlığı olan ve bunu çok uzun yıllarda devam ettiren, komşudaki savaşın yangın yerine çevirdiği ülkenin insanlarının canhıraş kaçışmalarının yoğun olduğu günlerden bir gün, Veli Usta bir bakar ki bir sandal dolusu Rum çocuk Çeşme sahiline yakın lakin karaya çıkmalarına izin verilmiyor vaziyette, “ipsomi, ipsomi” diye, çok aç karınlarını doyurmak için “ekmek, ekmek” diye yalvarırlar bunu anlayabilen mübadelenin kesif acılarını yaşamış birisi olarak “karne çaresizliğinden” ekmek de bulup veremez lakin hızlıca Çarşıya dönerek zorlukta bulduğu bir kese kâğıdı dolusu kuru inciri getirir çocuklara vermek üzere, “gümrük görevlisi” artık çocukları koruma amaçlı mı, yoksa çocuklara acımadığı için mi, ya da hiç bilemediğimiz bir nedenle mi verilmesini istemez bilinmez. Lakin Veli usta “beni assan dahi vereceğim” der ve kese kâğıdını sandala fırlatır ve açlıktan nerdeyse bayılacak durumda olan çocuklar anında bitirirler verilenleri… Veli Usta, çocuklara hasr-ı muhabbet ile bakarken, çocuklarda kendisine büyük bir şükran ifadesi ile bakmaktadır… 

Veli Usta; daha önce de yazdığım üzere, şimdilerde çocuklarının ticari faaliyet gösterdiği işyerinin bir kısmını, yine daha önce kendisinden bahsettiğim halamın oğlu “Berber Sabit’e kiraya vermiş, halaoğlu da orada, bir taraftan berberlik, bir taraftan sünnetçilik ve bir taraftan da sıhhiyecilik görevlerini yerine getirmişti. Deriden yapılmış, bavul tarzı sıhhiye çantası ile muhteşem ahşap berber koltuğu hala dün gibi aklımdadır.

Ayrıca; Çeşmelilerde sahilde bir tur atma alışkanlığı o günlerden bugünlere halen kuşaktan kuşağa mirasen devam etmektedir. Mesela, gençliğimizde kahvehaneden gece geç çıktığımızda dahi mutlaka evlerimizin ters istikametinde olmasına rağmen bir sahil turu yaparak devam ederdik. Şimdilerde görmekte olduğum ise bazı esnafların sabahları işyerlerini açmadan önce mutlaka bir sahil turu yaptıklarıdır.

Ticarette “ahlak ve etik” sahibi olmanın ilk ve en önemli şart kabul edildiği dönemlerin artık aramızda olmayan bu çok değerli esnaflarını bu vesile ile bir kez daha özlem ve saygı ile anıyor, ahlak ve etik ölçülerinin bugünlere ışık tutmasını da hassaten bekliyor ve diliyorum…

Cuma, Mart 29, 2024

ADANANIN YOLLARI TAŞTAN MI?

 Malumunuzdur, her türkünün bir hikâyesi vardır, aşk, doğa, özlem, hasret, ayrılık, kavuşma, sevinç, keder, acı, kahramanlık, savaş, din, ölüm, kayıplar, kaybetmeler, yokluk benzeri konuları tema alan hikâyelerdir hemen hepsi…

Türkü kelimesinin etimolojisine Nişanyan’ın Türkçe Etimoloji sözlüğünden bakınca; “Türkiye Türkçesi, türkī “Türk havası, yanık sesle söylenen uzun hava” sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Türk özel isminden türetilmiştir.

tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynek ve diğer örnekler)

[Mercimek Ahmed, Kâbusname terc., 1432]

ġazel ve türkī ki ayıdırsın, ter ve ābdār ayt [taze ve canlı söyle]

[Filippo Argenti, Regola del Parlare Turco, 1533]

turchí: chanto

Şimdi adını maalesef hatırlayamadığım bir başka kaynakta da, şöyle diyordu “türkü” kelimesinin etimolojisine yönelik, “Türkler Anadolu’ya geldiklerinde kopuzları ile çalıp söyledikleri ezgilere, Anadolu’nun kadim milleti Kürtler Türk usulü çığırmak manasında “türkü” demişlerdir”. Doğru mudur değil midir bilemem lakin akla da çok aykırı durmamaktadır. 

Okuduğum “Abidinpaşa Caddesi” kitabında yazar Süreyya Köle, Çukurovalı meşhur yazarımız Demirtaş Ceyhun’dan aktarıyor; “Adana’da 1950’li yıllarda, Dörtyol ile İstasyon semtleri arasındaki yol asfalttı yalnızca. Geriye kalan yollarsa taştandı.

Kore Savaşı başlayınca dünya genelinde barut yapımında kullanılan pamuğun değeri arttı. Dünya piyasalarında pamuk büyük paralara satılmaya başlandı. Adanalı pamuk çiftçisi de milyonlarca dolar kazandı. Çok zengin pamuk ağaları türedi. Bu dönemde Adana’da 15 – 20 pavyon açıldı. Pavyonlarda İstanbul’dan getirilen konsomatrisler çalıştırıldı. Para Adana’ya yatırım olarak dönmedi ve eğlenceye, gece hayatına, bu konsomatris kadınlara yedirildi. O dönemde bu kadınlarla gelen müzisyenler de bu şarkıyı yaptı.”

Evet, Demirtaş Ceyhun böyle anlatıyor, “Adananın yolları taştan” türküsünün ortaya çıkış hikâyesini, doğru mu değil mi? bilmiyorum. Süreyya Köle ise; mezkûr türkünün en bilinen hikâyesi diye anlattıkları; “19. yüzyılın sonlarında Adanalı Yeğenzade Sadi Bey’e âşık olan Erenköylü Ruhiye Hanım’ın bestesi olan bu türkü o kadar beğenilir ki, dilden dile dolaşmaya başlar.

Saraya kadar ulaşan bu gizli aşktan Ruhiye Hanım’ın Denizcilik Bakanı olan babası rahatsız olur. Çevreye yayılan dedikodular nedeniyle evinde bu türküyü yasaklayarak kızını denetim altına alır.

Saraydan gelen bir telkin üzerine Ruhiye Hanım, Harbiye’yi bitirip Kuleli Askeri Okulunda öğretmen olan Sadi Bey’le sonunda evlenir. Düğünlerinde sabaha kadar “Aman Adanalı” türküsü çalar. Sonraki yıllarda bu türkü notaya uyarlanarak günümüzdeki halini alır.

Ne romantik değil mi? Demirtaş Ceyhun’un gerçekçi, katı yaklaşımından uzak, tam bir şarkı-türkü hikâyesi…”

Peşrev kabilinden, hemen herkesin bildiğini zannettiğim “Adana’nın yolların taştan” türküsü ile girdim, lakin gerçekten öyle mi mezkûr kitabın bu bölümünde enteresan bir başka hikâye var ki ben ilk defa görüyorum. Yazar Süreyya Köse bakın neler yazıyor bu konuda; “ya yalnızca dışkıdan olduğunu iddia edersek? Yolun neden yapılı olduğunu seçemeyeceğimiz kadar at ve diğer pek çok hayvanın dışkısıyla kaplı olduğunu?”

Biraz iddialı ve biraz da Adana’yı çaktırmadan ciddi manada ilzam eden bir yaklaşım değil mi? Lakin Yeni Adana Gazetesinin 13 Temmuz 1965 tarihli nüshası da hem haberi hem de dayanağı yazışmaları konu alınca artık konu yeterince sarihtir.

“Arabacılar “temizlik işçilerine ücretlerini biz öderiz” diyorlar. Arabacılar şart koşuyor. “Cadde üstündeki apartman helaları, şehir kanalına dökülmesin”

Arabacıların, İl Trafik Komisyonu’nun almış olduğu kararları protesto maksadıyla yapmış oldukları “sessiz yürüyüşün” akisleri devam etmektedir. Hayvanların şehir sokaklarında her gün tonlarca pislik bıraktıklarını, belediye yetkililerinin ifade ettiklerini ileri süren Umum Arabacılar ve Sürücüler Derneği, Belediye Başkanlığına bir açık dilekçe yazarak iş teklifinde bulunmuştur. Dilekçede, temizlik işçilerinin toplayacakları pisliklerin derneğe teslim edilmesi halinde, işçilerin ücretlerinin dernek tarafından ödeneceği, belediyenin de, temizlik işçileri için ödediği ücreti bundan böyle şehir kanalizasyonlarının ıslahı için sarfetmesi istenilmektedir. Dernek Başkanı Sabri Yurtkadı imzalı dilekçede aynen şöyle denilmektedir:

“Belediye Başkanlığına

Adana

Sessiz yürüyüşümüz dolayısıyla hayvanlarımızın günde şehir sokaklarına 30 ton pislik bıraktığını belediyenin yetkili kişilerinin gazetelere verdiği beyanatla öğrendik.

Tarım merkezi olan Adanamızda, çiftçilikle uğraşan vatandaşlarımızın sahte ve bozuk gübrelerle kazıklanmaktan usandıkları hepimizin malumudur. Avrupa malı gübrenin bizim yerli fabrikalardan çıkan tabii gübreden daha namuslu olmadığını halk artık anlamıştır. Namuslu tüccarların satacağı namuslu gübreye hasret çeken çiftçilerimizi de düşünerek, Derneğimizce Başkanlığınıza bir iş teklifi yapıyoruz.

Her gün hayvanlarımızın yollara bıraktığı 30 ton gübre belediye tarafından derneğimize teslim edildiğinde, gübreyi toplayan temizlik işçileri kardeşlerimizin ücretleri derneğimizce ödenecektir. Böylece belediye bütçesi bu kardeşlerimizin maaş yükünden kurtulacaktır.

Yalnız şu şartla ki, temizlik işçilerinden tasarruf edilecek ücret, şehir kanalizasyonuna harcanacak, cadde üstündeki apartmanların helalarının şehir kanalına dökülmesi önlenecektir.

Belediyeniz, uzmanlarının şehir kanalizasyon kapakları önünde bir inceleme yaparak hayvan gübresinin mi, yoksa insan gübresinin mi daha pis kokular saçtığını ve mikroplu olduğunu tetkik etmelerini rica ederiz.

Hayvan gübresi kazancıyla insan gübresinin zararlarını önlemeniz dileği ile iş teklifimizin kabulünü arz ve istida ederiz.” (Yeni Adana Gazetesi 13 Temmuz 1965)

 

Evet, artık bundan sonra yolları taşlık mıdır, değil midir? Nasıl değerlendirecekseniz, size kalmış…

 

Türkünün sözleri ile bitireyim…

Adana’nın yolları taşlık,    

Yok cebimizde beş para harçlık.     

Elden gitti kahpe de gençlik.          

Ağam Adanalı paşam Adanalı,         

Evde duramıyom sana dadanalı.     

Sebebim sen oldun şişman delikanlı.           

Hey güllü hele hele güllü, peştamalı püsküllü

 

Adana'nın yolları taştan,   

Sen çıkardın beni baştan, 

Hem anadan hem kardaştan.          

Ağam Adanalı paşam Adanalı,        

Evde duramıyom sana dadanalı.     

Sebebim sen oldun şişman delikanlı.           

Hey güllü hele hele güllü, peştamalı püsküllü

Cuma, Mart 22, 2024

ADANALI ve KÜFÜR


Adanalı “allöş” dedirtecek kadar şaşırtır sizi sıra dışı davranışları ile, o kadar çoktur ki bu sıra dışı olunan mevzular, yaz yaz bitmez… İnsana biraz da sokak ağzı ile olacak lakin “Hastasıyım” dedirtecek nevidendir. Hayatımın çok önemli 2 bölümü Adana’da geçtiği için müthiş hatıralar biriktirdim, bu “dünyanın en büyük köyü” diye bilinen kentinden ve ahalisinden… 

Adana delikanlısı, ayakları havalansın ve koku yapmasın diye, kundurasının “forduna” basar… Adanalı ayağını yorganına göre uzatmaz, uygun yorganı yoksa yorgansız yatar… Adanalı yangın durumunda, ilk kurtarılacak eşya olarak “mangalını” görür… Adanalı anlayacağınız biraz acayiptir, her lafı kaldırmaz… Adanalı “godu mu oturtur”, en azından öyle bilinir… Yetişen çok önemli yazarlar ve sinemacılar dışında kalan sıradan Adanalılar çok ve boş yere konuşmaz az ve öz konuşur, “eşkere konuşmak” ona münasip düşmez… İşte sıra dışılığın bazı referansları…

Müthiş keyifle okuduğum yazar Süreyya Köle kitabı “ABİDİNPAŞA CADDESİ”ndeyi, neredeyse tamamı şahitliklerime benzer hikâyeler anlatınca, hem kitabı referans alarak, hem de şahitliklerimi tekraren hatırlayarak birkaç yazı yazdım… Adanalı için yaygın bilinen ve tekrarlanan bir söz vardır… Adanalı küfürbazdır… Evet, doğru maalesef hayatımı çok etkileyen bu kent ve insanı beni de bu konuda derinden etkilemiştir… Anlayacağınız ben de biraz küfürbaz oldum çıktım… Adanalı için bir ayrıcalık olmalı diye düşünürüm bu konuda, Adanalının ne söylediğinden ziyade ve azade nasıl söylediğine dikkat edersek, yahu bu kötü kelam bu kadar mı güzel söylenir diye düşünmeden geçemem… Kahvehanede oyun oynarken, muhabbet ederken, stadyumda maç seyrederken, okulda sınavdayken, öğretmenle ya da komşusu ile konuşurken, yolda yürürken, tarlada çalışırken hülasa hayatın her alanında, her anında duruma uygun sunturlu, kalaylı küfür sallamak bir marifetmiş gibi anlatmaya çalıştığımı zinhar düşünmeyin… Sanki çocukluktan itibaren bir eğitilme durumu yaşanıyor… Dedim ya, ne söylendiğinden ziyade nasıl söylendiği önemlidir diye, adam “k” harfini nasılda ağdalı, vurgulu ve burgulu “g” olarak söyler, bazı kelimelerdeki tek “r” nasıl üstüne bastırılarak 3 “r” olarak söylenir, vallahi nasıl anlatayım o tılsımlı söyleyişi bilemedim… Lakin mutlaka bir “esas” Adanalıdan herkes minimum 1 defa dinlemeli…

Adanalı ezelden beri “Allaha” küfür eder diye bilinir ya, benim anladığım bahse konu “Allah” ile kast edilen “Allah” aynı değildir, yani mezkûr ifadenin bildiğimiz Allah ile bir ilişkisi yoktur… Zinhar bizim Allah’ımızla alakası yoktur, yani… Gerçi 1980’li yıllarda büyük yankılar uyandıran bir cinayet bile hatırlıyorum buna benzer bir küfür yüzünden… Bir zincir mağazanın silahlı güvenlik görevlisi ki zincir mağazaların sahipleri gibi dini hassasiyetleri yüksek birisidir haliyle, mağaza önünde kavga eden 2 kişiden birini “Allaha küfür ediyor” gerekçesi ile silahını çekip öldürüyor… Lakin bu tür vakalar çok çok ender vakalardır benim bildiğim… Adanalının küfürleşmeleri genel manada hakaret içermeyebilir, bazen taltif ve takdir amaçlı da olur mezkûr galiz küfürler… Peki; sadece Adanalı erkekler mi küfür eder, şüphesiz hayır, Adanalı “bacılarımızı” da hiç tefrike tabi tutmamalıyız bu konuda… Öyle şahitliklerim oldu ki, mahalle aralarında asla ve kat’a erkekleri aratmazlar… Adana’da bulunduğum 2. dönemde bir önceki döneme göre küfürlü konuşmaların, küfürlü hayatların azaldığını müşahede ettiğimi de söylemeliyim… Anladığım kadarı ile en önemli sebep, sosyal, kültürel ve dini hassasiyetleri çok başka olan kesimin, yoğun göç ve hicretine hedef olmasıdır, Adana’nın… 

Duyduğum akla zarar, dudağa ziyan, kulağa düşman, dimağa hüsran küfürler var, özellikle futbol maçlarından hatırladığım… Adanalı bu konuda kimseye müsamaha da gösteremez, tıpkı karşı takımın oyuncusuna ya da taraftarına olduğu gibi hiç tereddütsüz ve gözünü kırpmadan kendi tuttuğu takım oyuncusuna ve taraftarına da aynı dileklerini, duygularını ve taleplerini bihakkın sunar… Bila istisna, her şeyi ve her kesimi küfür mevzuu ve hedefi yapar rahatlıkla… Gelmiş, geçmiş, ana, avrat, bacı, feriştah, eşik, beşik, karın, kucak, sırt, sıra, ön, arka, uğraş, meşrep, sahiplik, din, iman, mor mintan demeksizin sadece hakaret ve tahrik etme amaçlı sövgü öznesi ya da nesnesi oluşturmaz, bazen de övgü ve tebrik öznesi ve nesnesidir… Burada asıl olan vurguyu ve tonlamayı yakalayarak övgü mü, sövgü mü kararı vermektir aksi takdirde, maazallah… Yine şahitliğim çerçevesinde, Adanalının en standart küfrü de sanki bir noktalama işareti babından olmak misali; “damına konduğum” olup sarf edilen her cümlenin sonunda rolünü layığı ile oynar,  esasen de konduğum burada “goyim” şeklinde tasarruflu bir hal almaktadır. Lakin bu küfrü vaziyet zinhar hakaret maksadı ile kullanılmaz, zaten muhatap da hakaret telakkisinde bulunmaz, tamamen bir heyecan vurgusu, mutluluk ifadesi, kızgınlık halinin hayıflanması, sevinç halinin şiddetli tebarüzü, üzüntülü durumun altının çizilmesi, vs gibi ruh hallerinin anlatıma katkısı manasında dışavurumudur.

Süreyya Köle, kitabında, ünlü mizah yazarı Muzaffer İzgü’den aktarıyor; “Her zaman bir sövücü bulunurdu Adana’da; hem de parayla. Verirsin parayı, şaka olsun diye gider istediğin kişiye söver. Dayak yiyecekmiş, kovalanacakmış hiç önemli değil. İstersen zort da çektirirsin. O denli ustaları vardır ki Adana’da, sağ elini düdük yapıp koydu mu ağzına, başladı mıydı? Nağmeli nağmeli zortunu çekmeye, başlar, bir anda dönüverir, sanki çok duygusal bir ezgiymiş gibi dinlenirdi zort. Ondan sonra da sorulurdu: “bu zort kime?”

Birinedir. Az sonra anlaşılır, dudakları yayılır, gülümseme başlar. Zort çekilen mi? O da güler, çünkü şakayı kaldıracak denli kendine güvenlidir.”

Evet, sonuç itibariyle, Adanalının, ağzını doldura doldura, yuvarlaya yuvarlaya “k” harfini “g”ye terfi ettiren, “r” harfine de tek harf yerine 3’lü çektiren, bu uğurda önemli rol üstlenen bu halini, toplumun bir kesiminde oluşan karşıtlığa saygımızdan, fazlaca onaylamasak bile eksik kalması halinde de içimizin burulduğunu belirtmeliyim. Bir Adanalının, “orospu çocuğu” dediğinde, öylesine ta kalbinin derinliklerinden, öylesine içten, öylesine inanarak ve inandırıcı, öylesine samimi, öylesine sıcacık deyişine, o deyişteki sanatçı edasına, hatta o yaratıcılığa seyirci ya da şahit olunmadan, bu yazdıklarım kimseye hoş görünmez… Biz; “hakemin düdüğünün içindeki nohuta” sövebilme hülyasına ve dünyasına,  “hakemin elindeki bayrağın yan yan yürümesine sebep olmasının” tıbbi teşhisine dalmış iken, lütfen bu rafine küfrün Adana dili ve edebiyatına yaptığı katkıyı, fonetiğin ve yerel lehçelerin küfre kattığı lezzet ve zenginliği de kaçırmayalım. Burası önemlidir…

Yine mezkûr kitaptan bir alıntı ile sonlandıralım. “Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Adana’da geçiren, sonrasında Beyrut’a göç etmek durumunda kalan Ermeni lokantacı Bayramyan, yetmişli yılların başında, bir toplantı nedeniyle Beyrut’ta bulunan Adanalı Gazeteci Selahattin Canka ile tanışınca aralarında sohbet -Bayramyan’ın Adana özleminden kaynaklanıyor olmalı- küfür üzerine gelişir.

-        Siz saklayanlara bakmayın. Türkçe her Ermeni için ikinci ana dildir aslında. Ve aynı zamanda emsalsiz bir dildir bizim için Türkçe.

-        Emsalsiz bir dil mi?

-        Fransızca, İngilizce ve diğer dillerde sövün bakalım, Türkçeye erişebilir misiniz? Mesela, benim erkeklik uzvumu ananın kadınlık uzvuna tıkayım, deyin, bu laf kimi ırgalar ki? Bunu bana değil anama sor, deyip geçerler. Şimdi gel Türkçeye; “tahtını darabanı, iki tekerlekli arabanı… Küncüden ufak zürriyetinin üzerinde takla atayım…” deyince… Var mı böyle bir lisan?

Aslında Bayramyan’ın seçtiği küfür buram buram Adana kokunca, insan içten içe, Bayramyan sözünü “Var mı böyle bir lisan?” yerine

-Adana’ya gönderme yaparak- “Var mı böyle bir memleket?” diye bitirsin istiyor.”

Cumartesi, Mart 16, 2024

GÜNEŞ KARABUDA - İNDİM ZAMAN BAHÇESİNE

Daha önce bir yazımda bahsetmiş idim; Güneş Karabuda, çok önemli bir gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film yönetmeni, görüntü yönetmeni ve de yazardır diye… Onun anılarını yazmış olduğu, “İndim Zaman Bahçesine” adlı kitabını okuyorum… Kitap YKY (Yapı Kredi yayınları) tarafından 1998 tarihinde yayınlanmış, ben ise 2001 yılında yayınlanmış 3. baskısına yetişebilmişim. Enteresan, değerli ve ders alınacak anılar… Annesinin ilk evliliğini İzmirli Uşakizadelerin oğlu Ömer Bey ile yapması ki Uşakizadeler bilindiği üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanımın da ebeveynleridir. Daha net olması açısından, Ömer Bey ile Latife Hanımın kardeş olduklarını söyleyelim… Galatasaray Lisesinin uzatmalı öğrencisi Güneş Karabuda, bir tarafı ile de annesi İzmir’in ünlü ailesi Kapani’lerdendir. Demokrat Partinin “yalan rüzgârlarına” kapılmış dayı Osman Kapani mezkûr hükümette bakanlık yapmış ve 1960 askeri darbesi sonrası yargılanmıştır da… Bu kitabın, beni ziyadesiyle etkilemiş anılarına birkaç yazı boyunca ara vermeyeceğim gibi duruyor, şimdilik… 

Kitabın, “Gavur İzmir, Güzel İzmir” başlıklı yazısını değerli anılar ve İzmir’in nasıl bir kent idi sorusuna cevap babından olmak üzere aşağıya aynen alıyorum.

“Anneannem Mediha Hanım, Karşıyaka’nın Çamlık mevkiinde, deniz kıyısındaki köşkünde yalnız yaşardı. Yalnız diyorsam, evde sürekli oturan oydu, yoksa ev, hele yaz ayları, hısım akraba ile dolup taşardı. Mediha Hanım’ın dördü kız, dördü erkek sekiz çocuğu vardı. Bu üç katlı köşk, her biri ayrı şehirlerde yaşayan aile fertlerinin buluşma yeriydi yazları… Çocukluğumun en mutlu günlerini, bu rüya gibi güzel yerde geçirmiştim desem doğrudur.

Yaşı “müsait” olanlar bilir, Karşıyaka o zamanlar, deniz kıyısına kurulu bahçeli köşk ve villalardan oluşurdu. Hemen hemen her evin önünde, deniz üzerinde “banyo” denen bir bungalov bulunur, masmavi denize buradan girilirdi. Çevre kirlenmesi kavramını daha kimseler bulmamıştı! Evimizin önünden kenarları açık, atlı tramvay geçerdi. Ön bahçe nadide çiçeklerle süslüydü. Yer, yürüdükçe tıkır şıkır sesler çıkaran, beyaz çakıl taşlarıyla kaplıydı. Bahçe kapısında asılı çıngırak, eve giren ve çıkanların habercisiydi. Arka bahçe oldukça büyüktü. Koca gövdeli, fil bacaklı palmiyelerin sıra sıra dizili durduğu yolun sonunda bir yel değirmeni, yanında da camekânlı bir ambar bulunurdu. Çiftlikten gelen buğday bu değirmende öğütülürdü. Ahçısı, bahçıvanı, arabacısı, evlatlığı dahil, her gün en az yirmi kişiye yemek çıkardı Mediha Hanım’ın evinde…

Karşıya’nıın sakinleri hoş insanlardı, her milletten her dinden insan yaşardı burada. İtalyan, Fransız, Rum, Yahudi, Hollandalı ve Türkler uyum içindeydiler. 1940’lı yılların Türkiye’sinde saygı, sevgi, dostluk, yani kısacası insanlık, bol miktarda mevcuttu! Çok kültürlü bir toplumda yaşamanın insanlara ne büyük bir iç zenginlik verdiğini, ilerde anlayacaktım.

En çok gece hayatını severdim. Gençlerin Aczmendi ayininde olduğu gibi vecde gelip dans ettikleri diskotekler daha icat edilmemiş, insanların her yerde ve her zaman göbek atma adetleri de daha başlamamıştı. En popüler eğlence, akşam yemeğinden sonra deniz kıyısında piyasaya çıkmaktı. Karşıyakalılar ellerinde çekirdek külahı veya dondurma, geç vakitlere kadar sahil boyunda volta atar, komşular yolda karşılaştıklarında sohbete dalar, gençlerse tatlı heyecanlar içinde, kaçamak flörtler peşinde koşarlardı.

Dayılarımdan Osman ve Münci, böyle kaçamaklarda beni “yem” olarak kullanırlardı. İşveli ve cilveli İtalyan, Fransız kızları bana yaklaşıp kendi dillerinde “que bello bambino” veya “ah! Qu’il est mignon” (ne tatlı şey ayol!) dediklerinde, çapkın dayılarım mükemmel bir zamanlamayla devreye girerlerdi! Benim de bu durumdan fazla şikâyetçi olduğum söylenemezdi…

Karşıyaka’dan ileriye baktığınızda, Kadifekale’ye yaslanmış İzmir’i görürsünüz. O yılların bu güzel ege kenti, kişiliği olan, hoş ve şirin bir yerdi. Hele bembeyaz cumbalı evlerin sıralandığı Kordonboyu, Annemin ikiz kardeşi Mefharet teyzem ve Mustafa eniştemin, Göztepe’de bir yalıları vardı. Burası da, en sevdiğim yerlerden birisiydi; “banyo”dan denize girer, koca koca çipralar tutardık! Yemişçi’ler, İzmir’in ticaretle uğraşan saygın ailelerindendi. Oğullarından Müjdat, benden üst sınıflarda olduğundan, Galatasaray’da veliliğimi yapmış sevdiğim bir ağabeyim, Mehmet’se benimle aynı yaşta olup, iyi anlaştığım oyun arkadaşımdı. Yemişçi’lerin, İzmir’e yirmi kilometre uzaklıkta Kilizman mevkiinde bir çiftlikleri vardı. İşte burası benim için cennetten bir köşeydi.

Deniz kıyısından ayrılıp, insan boyu sazlıkların arasından geçen bir toprak yol, bizi çiftliğin içine götürürdü. Burası dev ağaçların gölgeleriyle örttüğü, fıskiyesinden şırıl şırıl suların aktığı koca havuzun bulunduğu, serin bir avluydu. İzmir’in kızgın sıcağından çıkıp buraya geldiğimizde, iklim değiştirmiş olurduk. Çiftlikte daha çok meyva ve sebze yetiştirilirdi. Kayısı ve şeftali ağaçları avluyu çevreler, dağ yönünde tütün üretilirdi. Akşama doğru güneş batımında, önde eşek, çıngıraklı bir deve kervanı avluya girer, havuzun kenarından geçerek, yolun sonunda iri çam ağaçlarının bulunduğu ahırlara doğru uzaklaşırdı. Kendimi Binbir Gece Masalları’nda hissederdim.

Çiftliğin sorumlusu, büyük amca İsmail Bey’di. Yetmişini aşkın bu sevecen, yaşlı delikanlı, beyaz bıyıkları, fildişi rengi keten takım elbisesiyle, Kraliçe Viktorya zamanında, Hindistan’da bulunmuş İngiliz albaylarını andırırdı. Akşamları, herkes yattıktan sonra, köpekler salınırdı. Köpeklerin havlamaları bana huzur verir, onları dinlerken uyur kalırdım. Bir sabah kahvaltıdan sonra, elinde bir çuval tutan genç bir çobanın, bize doğru geldiğini görmüştük. “Hayırlı sabahlar bey” dedikten sonra büyük amcaya çuvalın içinde bir şeyler gösterdiğini fark ettik. İsmail amca gülerek bizi yanına çağırdığında, hayretle iki küçük kaplan yavrusunun oynaştığını görmüştük. Çoban, koyunları otlatırken dağda bir mağarada bulmuştu bunları. O gece yavrularının kokusunu alır da, ana kaplan çiftliğe iner diye, köpeklerin yanı sıra bir de silahlı nöbetçi konmuştu avluya. Gece rüyamda, arkamdan durmadan koşan kaplanlar görmüştüm… Sabah olunca büyük amca çobana, yavruların daha çok küçük olduğunu, analarına ihtiyaç duyduğunu, onları bulduğu mağaraya götürüp bırakmasını söylemişti. Adam bırakmaya çoktan razıydı ama, ana kaplanla karşılaşmaktan korkuyordu. Yanına iki silahlı adam verildi ve çoban böyle dağın yolunu utabildi!

İÖ 6. yüzyılda, önemli bir kent olan “Clazomenae” kuruluymuş çiftliğin bulunduğu Kilizman ve civarında. Çocukluğumun en mutlu anlarını geçirdiğim Karşıyaka ve Kilizman bir masal diyarının unutulmaz isimleriydi. Gezgin yaşamım süresince “yedi düvel” dolaşmış olsam da, güzel İzmir’im ayrıdır!”

Evet, Güzel İzmir’in anıt kent olduğu dönemin yaşanmışlığı yanında, gerek Karşıya gerekse de Kordonboyu’nda maalesef yıkılıp giden cumbalı iki katlı güzel evlere, kordonundan denize girilebilir Körfez’e, oradan tarihi Kilizman’a… Akşamların en önemli aktivitesi “kordonboyu’nda piyasa yapmaya”, çok etnik ve çok dini yapılı toplumun hoşgörü ve birlikte yaşam kültürünü nasıl desteklediğine ve beşeri zenginliğe nasıl güç verdiğine, çevre kirliliği ile henüz tanışılmamış olmasına ve dahası da şimdiki Güzelbahçe’de, o zaman ki Kilizman’da kaplanların yaşamışlığına tanıklık etmiş bir hayattan, dünya çapında bir meslek erbabına ve dahası bir hümanistin dünyanın farklı yerlerinde deyim yerinde ise gözünü budaktan esirgemeyen belgeselciliğe uzanan anıların kitabı… Muhtemelen artık yeni basımı yapılmayan lakin yapılırsa da çok insanın ulaşmak istediği bir kitap olacağı kesin olan bu kitabı şimdi sahaflarda bulmanın da mümkün olabildiğini biliyorum. Temin edenlere de “Binbir Gece Masalları” tadında okumalar diliyorum…