Pazar, Temmuz 30, 2017

AEY VE HALEFLERİ HOLDİNG A.Ş.


Dünya emperyalist jandarmalık görevini yaşanılan kanlı boğalaşmalardan sonra devir alan ABD, Canım Yudumda artık tek parti yönetiminin kaldırılması ve yerine de yeterince öfke ve kin biriktiren yurdum insanının birikimlerinin tehlike oluşturmayan bir mecraya yönlendirilmesi amacı ile Demokrat Parti'nin kurulması konusunda aldığı rol yeterince yazılmıştır. Hedef tıpkı kendi yurdundaki, hedefleri ve planları makro düzeyde tamamen aynı, detayda ise küçük farklılıklarla çok benzer 2 partili bir sistem, ya kırk katır ya kırk satır, bir yanda müzmin muhalefet CHP, diğer yanda ise dinamik ve suflevizyonu yüksek bir DP (Demokrat Parti), tıpkı tüm dünyadaki hedeflerine benzer şekilde... Her ne kadar DP'nin muhalefet potansiyeli ilk anlarda zayıf gibi görünse de, bilahare gerek aldığı dinamik destek gerekse de karşısına dikildiklerinin halk yığınlarına yaşattığı ızdıraplı ve çileli hayat neticesinde bugünkü "yetmez ama evet"çilerin o dönemki benzerlerinin sayesinde inanılmaz güç toplar ve esen harici rüzgarlar neticesinde de yelken şişer ve yarışta öne geçer. İşte dönemin ruhuna uygun bir gazeteci modeli sökün eder ortalığa, her devirde olduğu ve olacağı üzere, aslında böyle ama, şöyle görünmek modadır gayri, canım yurdumda... Bunların başını da; AEY çeker dönem itibari ile, 1914 yılında ABD Colombia Üniversitesinde gazetecilik ve felsefe doktorası yapmış olup bilahare de yine ABD California ve Georgia Üniversiteleri tarafından kendisine üstün cesaret madalyası verilmiş olup verilen bu madalyaların bugün bile neden verildiği anlaşılamamıştır (aslında gayet net anlaşılmış olacaktır) artık bu muhteremden sonra kötü taklitleri ve halefleri bol miktarda yetiştirilmiş ve bugün nerdeyse tüm matbuatı ele geçirmiştir...

Dönem itibari ile esen sahte demokratlık rüzgarı duldasında liberalizm kök salmakta, bu politikaların doğal sonucu olarak içtimai öfkenin bertaraf luzumat-ı mucibince gayenin birisi de sulhu içtima-i'nin tesisidir ve bunun da yegane yolu siyasi kapsamlı aff-ı umumidir. Namı yurdun sınırlarını aşmış, Nazım Hikmet ve Kemal Tahir gibi muharrirler başta olmak üzere mahpushanelerdeki muharrir ve gazetecilerin serbest bırakılması konusunda içtimai muntarızarane ve hareketlenme yükselmiştir. Tam da bu dönemde anti-komünist Vatan Gazetesinin ABDperverliği ile öğünen yazarı AEY, tıpkı ABD de yaşanan tilkiliklerle dolu tasavvurat-ı şeytaniyeyi hayata geçirir, Nazım Hikmet'i hapishanede ziyaret eder, bilahare de bir makale yazar ve "Nazım Hikmet haksız yere hapishanededir", "derhal serbest bırakılmalıdır" gibi koftiden bir giriş ile başlar ve yazısını, artık "şair değişmiştir, fikirlerinde değişiklik olmuştur, yaptıklarından pişmandır ve artık komünist değil bir milliyetçidir", mealinde nihayetlendirir... Maksat, Nazım Hikmet hayranları, destekçileri ile başta barışseverler ve hukukun üstünlüğüne inananları ve de özellikle yurtdışındaki af kampanyası yürütenleri ters köşeye yatırmaktır. Ancak gazetesindeki köşesinde kendisine tevdi edilen cümlelerle kaleme aldığı; "tam bu sırada Ankara' da komünistlere ve Sovyet emperyalist baskısına karşı şiddetli öğrenci hareketleri aldı yürüdü. Yapılan toplantılarda Sovyet emellerini destekleyen Marko Paşa dergisinin sayıları yırtıldı, yakıldı." gibi buram buram yanıltma kokan neşriyat, büründüğü sırrın dökülmesine neden olmakta idi. Ters köşe yaparak, iftira atmanın kötü örneklerinden sayılan bu muhtereme, Nazım Hikmet; "Biz kitlelerin kahramanlığını yaratmış olan tarihi bir devrede yaşıyoruz. İnsanlar memleket ve fikirleri uğruna ölmeyi, bir bardak su içmek kadar kolay kabul ediyorlar. Bunun için anamın ağlaya ağlaya tükettiği göz nuru filan fişmekanın hiçbir ehemmiyeti yoktur. Ben ne manen çökmüşüm, ne merhamet isterim, ne herhangi bir pişmanlık duydum. Sadece Türk vatandaşı olarak gerek şahsıma, gerekse memleketimin anayasasına yapılan haksızlığa, adaletsizliğe son verilmesini istiyorum, hepsi bu kadar." diyerek cevap verecektir. Mezkur muhteremin açtığı yoldan bugün gidenlerin sayısının artmış olduğu, tıpkı CÖ, AH, HY gibi, ve malum mahfillerdeki rahle-i tedrisattan sonra matbuatın amiral gemisinde aldıkları roller gereği, açıktan gözlemleniyor olsa da, bu görüntü asla ve kat'a doğru değildir, sadece köşe başlarını tutanların sesi aldıkları destek ile fazla çıkmaktadır, tıpkı boş variller misali gibi, oysa gerek atıldıkları mahpushanelerde ya da susturuldukları zannedilen sokaklarda hala onlar var, ve de olacaklardır. Bu tarihin karşı konulamaz akışıdır.

Bu muhteremin şahsında, tüm ardıllarına zımni ithaf taşıyan Nazım Hikmet şiiri ile, the end...

selanikli osman efendi
keskin muhasebecilerdendi
ama o da yanıldı ömründe bir kere
yanlış bir tohum atıp rahm-i madere.
bu tohum dünyaya çıkıp insan biçimini aldıysa da,
boyu bir karış kaldıysa da,
öyle haltlar yedi, öyle işler karıştırdı ki
sövdüler kabrinde bile babası osman efendiye.
osman efendi, ahmet emin adını takmıştı tohumuna,
ahmet emin, yalman'lığı kattı buna
ve ahmet emin yalman
önce alaman oldu sonra amerikan.
ona göre her devirde, her zaman
satılacak bir gazeteydi "vatan"
ve hazret sattı vatanı.
hapse atacaklarmış ahmet emin yalman'ı
amerikana yaranmaktaki rekabet yüzünden.
hapisteki hırsızlara acıyorum ben,
ahlâkları bozulacak
emin beyle aynı damda yaşayarak...

Pazar, Temmuz 23, 2017

GÜCÜ GÜCÜ YETENE


Trafik kurallarına uymak açısından, gerek kuralların bilinmesi gerekse de uyulması ve uygulanması konusunda toplumsal bir rezalet yaşamaktayız görebildiğim kadarı ile ancak bir başka rezalet daha söz konusu bence, “kanunlarımız yetersiz azizim” kuramına sahip olmamızdır, yahu mesela, mezkur konu itibari ile dünya ile tamamen aynı kanun, yönetmelik ve düzenlemelere sahibiz. De haydi uygula, elinden tutan mı var… Yok kesinlikle, hiçte derdi yokmuş gibi davranmaya devam, hatta durmak yok, devam… Şimdilerde moda olduğu üzere, kendilerini süperman zanneden bir grup memleket evladı, buralarda her türlü herzeyi mideye indirirken, beğenmedikleri bir sürü ülkede, yaya geçidine adımını atan bir yayayı gören sürücü sürati ne olursa olsun ki, asla sürat limitlerini istisnalar hariç aşmamaktadırlar, derhal frene basar yavaşlar ya da durmak sureti ile yayaya geçiş imkanı verirler, hatta öyle vakalara tanık olmuşumdur ki nerede ise frenleri patlama pahasına durmuşlardır, ne uğruna yaya hayatı uğruna… Ama kural ve kanun hakimiyeti adına yola çıkıp, her şeyin güç tahsis ve dağıtımına mütenasip biçimde geliştiği canım Yurdumda durum böylemidir, nerdeee… “Zengin arabayı dağdan aşırır, fakir düz ovada yolunu şaşırır” atasözü mucibince ahval-ı içtimaiyeniz gelişmiş ise yapılacak bir şey kalmadığı gibi maazallah öldüğünüzle de kalırsınız, şimdi bu iddianın doğruluğu için biraz matbuat takibi bile kafidir dersem murat ve meramım daha iyi anlaşılır, herhalde… Kazada %100 kusurlunun ceza almadan kurtulduğu yüzlerce vakaya rast gelirsiniz… Trafik ile ilgili her tartışma  da, "sen benim kim olduğumu biliyor musun?" muhabbetine bol miktarda tanık olunmuştur... Gerçi benimki de nasıl bir beklenti ise artık, kentlerin içini taşıtlar için alt ve üst geçitlerle donatıp, kenti adeta bir otobana çevirmek için didinen bir zihniyete karşı, yel değirmeni muamelesi, vay ki vay…

Karayolları Trafik Kanununa göre; “Yaya geçidi”: taşıt yolunda, yayaların güvenli geçebilmelerini sağlamak üzere, trafik işaretleri ile belirlenmiş alandır, diye tanımlanmaktadır. Yani bu tarifin Türkçe meali aynen şöyledir, yaya karşıdan karşıya geçmek üzere geldiği geçitten, geçmek üzere adımını yola attığı anda, taşıt sürücüsünün, duruma göre ya yavaşlayarak, ya da tamamen durarak yayanın salimen karşıya geçmesine izin vermelidir, nokta, hatta bir ulu Türk büyüğünün ifadesi ile 3 nokta… Işıksız yaya geçitlerinde yayanın geçiş üstünlüğüne haiz olduğunu bilmeyen sürücü olduğunu düşünmek bile istemiyorum, bu bilinmesine rağmen ihlal edilmesi daha da vahim bir durum oluşturmaktadır bence, aksi taktirde necip milletimizin bu kahraman evlatları bu sınavlardan nasıl geçmektedirler diye sorgulamak gerekir. Yoksa sorular mı çalınıyor orada da!!!! Yaya geçidinde niye dursun ki, günün ruhuna uygun şekilde, “gücü gücü yetene” büyük araba, güçlü araba, güçsüz ve küçük yayayı ezer geçer… Adeta “eyyyyy yaya sen kim oluyorsun da benim yoluma çıkıyorsun” edası ile kaşları çatarak, gözleri kısarak ve de ilaveten parmağı sallayarak, bu da olmaz ya da yetmez ise aşağıya inerek bir güzel sopalayarak… Aaaa peki araç kullanırken yaya geçidinden geçen yayaya öncülük vermeyen vatandaş kendisi yaya iken bu durumdan şikayet etmeden durur mu, zinhar, ilaveten karşıdan karşıya geçmek için yaya geçitlerini kullanması gerektiğini bilmesine rağmen hiç sektirmeden mutlaka canının istediği noktadan karşıya geçmekte beis görmemektedir. Birde bir kısım özellikle doğduğu günkü seviyesinde kalmış, asla gelişememiş ve seviye yükseltememiş angut-u ekberler var ki, mezkur yaya geçitlerine gelince sürat arttırmaktan da geri durmamakta ve asıl içlerindeki kin ve öfkeyi bu noktada kusmaktadırlar. İnanılmıyor mu peki, mesela trafik polisleri herhangi bir yaya geçidinin bulunduğu yere bir kamera koysunlar yayalar ile araçların ilişkisi konusunda ne demek istediğimi çok net anlayacaklardır. Diğer taraftan trafikteki ceza uygulamaları konsolide bütçede bir figür ise, niyetin gelir kalemi oluşturma olduğunu da düşünmeden edemeyiz valla… Eee ne de olsa, geçiş üstünlüğüne haiz araçların peşine takılıp yoğun trafikten kurtulma derdinde olan bir ırkın ahfadıyız. Örneğin “ambulans”a yol vermekten ziyade onun dümen suyundan nasıl olabildiğince hızlı gideriz derdindeyizdir.

Kanun önünde eşitlik ve kanun nezdinde hakkaniyet değilse hedefiniz ve niyetiniz ve de diğer taraftan hayatınızın diğer münasebetlerinde de keşmekeşliği seviyorsanız, hatta bir adım daha ötesi bu gücü elinde bulunduran için bir hak kazanımı ve kullanımı gibi görünüyorsa, maazallah, yandı gülüm keten helva… Siz, siz olun, yinede çok emin olmadıkça ya da yolun yeterli güvende olduğundan emin olmadan karşıdan karşıya geçmeyin; çünkü haklı ölmek ile haksız ölmek arasında bir fark gözetilmemekte olup öldüğünüzle kalırsınız, Allah muhafaza…

Aaaa, birileri de çıkar bu canım Yurdumun gündemini mi yansıtıyor ki, mezkur konu kotarıldı diyebilir… Bence, evet, eğer yıllık trafik kazası nedeni ile ölüm sayısı 7.000 ya da 8.000 civarında ise bir ülkede ve yeterince önem verilmiyorsa mezkur konuya, durum fecaattır… Şimdi bir grup zevat çıkar önem verilmediğini nerden uyduruyorsun da diyebilir, doğru da olur çünkü konuya bağlı nedenler ile yüzbinlerce kaza olmakta, binlerce ölüm, onbinlerce insan sakat kalmakta, inanılmaz bir maddi külfet oluşmakta iken, bizler bunları işkembeyi kübradan sallıyoruz.

Pazar, Temmuz 16, 2017

ÇEŞME PAHALIDIR ARZI HAFİFLİĞİ


Şimdilerde, söylenildiği zaman başta muarızlar nezdinde olmak üzere popüler çevrede bir hayli heyecan uyandırarak karşılık bulan bir jargon var; “Azizim şu Çeşme ne kadar da pahalı”… Sanki memleketin her tarafında da ucuzluktan geçilmiyor da, sadece Çeşme çok pahalı… Sanki Ankara Yıldız’da ya da İstanbul Boğaz’da gidilen yerler çok ucuz da, bir grup zevat, köşelerini tuttukları gazetelerin yüksek kulelerinden, gözlem eylermişçesine veriyor kalemin ya da klavyenin gözüne gözüne, günahlarını almayalım ama görünen ve anlaşılan o ki, mezkur yerlerde sadece davetlere gittikleri için rakamlardan bihaberler, tatile kendi paraları ile gelince ayaklar suya değiyor… Neymiş efendim; paraları ağaçtan toplamıyorlarmış, bu yüzden kendi ülkelerinde turistik işletmelerde cüzdanlarını bırakıp gitmektense, ziyaret ettikleri Çeşme’nin hemen karşısındaki Yunan Adası Sakız’a gidip daha insaflı fiyatlarla, gönüllerince yiyip-içiyorlarmış, hatta “Yunan Adalarında bizden mutlusu yok” diye de kreşendo yapıyorlar… Bir de bu koroya aslında bu meseleleri enine boyuna ve meşrebine uygun değerlendirmeye alacağını bildiğim kişilerde, “İspanya’ya gidip yiyip-içmek ulaşım dahil daha ucuza gelir” diyerek katılmıyorlar mı, akıl alacak türden değil… Yahu kıyas nasıl yapılır, nasıl yapılmalı, yapılırken benzerlikler ya da aykırılıklar nasıl değerlendirilmeli, hak getire… Hani deseler ki canım Yurdum pahalı, katılmazsam namerdim, hem de ne pahalı, öyle böyle değil, çünkü pahalılık ve ucuzluk izafi kavramlar olup, yaşamın içindeki diğer tüm parametreleri göz ardı etmeden, en basiti kendileri kadar geliştiğimiz ve boy ölçüştüğümüz iddia edilen ülkelerdeki, temel ihtiyaçların tek tek ya da toptan, kişisel gelirin içindeki oranları nedir bilseler, aile/hane başına düşen nüfus nedir bilseler, aile başına çalışan sayısı nedir bilseler ve aileye giren yıllık gelir nedir bilseler, v.b. gibisinden bakılsa ve sonuçta da tüm bu elemelerden İstanbul, Ankara, Bodrum ve Marmaris dört başı mamur geçse ve Çeşme geçemese anlayacağım genel manadaki yaklaşımın pahalılık olmadığını, Çeşme’ye özel olduğunu… Ama sanki her yer makul fiyatlarla hizmet veriyor da, bir tek Çeşme kazıkçı esnaf ile dolu… Aman aman, buradan esnafımızı da savunduğum gibi bir durum anlaşılmasın, onlarda en az politikacımız, en az yöneticimiz, en az mühendisimiz ve de en az şoförümüz kadar dürüst ve namuslu ve zinhar fırsat kollamazlar, diyerek bu faslı kapatalım!!! Fildişi köşelerine kurulmuş, kıymetinin menkuliyeti herkesçe malum bu sadece söyleneni iyi yazar zevat, kendilerinden önceki ağabeylerinin ve ablalarının turizm üstüne attıkları tiratlarda, marka olmak, marka satmak ne yazık ki aslında lükse gark olmak kabilinden ettikleri kelamları unutarak ya da görmezden gelerek bugünlerin hazırlanmasına ciddi katkı sunar iken, bizim gibi eleştirenlere de gözlerini kısarak, kaşlarını çatarak yetmedi parmaklarını sallayarak, “münkir, münafık” muamelesi yapıyorlardı, unutmuyoruz ve unutmayacağız. Bu arada ve yeri gelmişken büyük muhalif Neyzen Tevfik’i de büyük özlemle analım… Hani demişti ya, dersin kızar, yersin aldırmaz gibisinden… Hepiniz bugünleri elbirliği ile hazırladınız be… Çok çocuk yapalım alkış, alkolden alınan vergi yüksetilince alkış, petrole zam gelince alkış, elektriğe zam gelince alkış, suya zam gelince alkış, patates ithal et alkış, pamuk ithal et alkış, yumurta ithal et alkış, saman ithal et alkış, balık ithal et alkış, et ithal et alkış, vs vs, hatta piyasayı terbiye ediyorum gibi üst perdeden ideolojik yaklaşımları bile bile, taammüden…

Ve genelde yazılarda, Çeşme özelinden hareket edilerek, suyun bu tarafından Çeşme, öte tarafından ise tüm Yunanistan Adaları örnek, sevsinler sizin endazenizi… Ne diyor muhteremler koro halinde; Cunda’ya kadar gitmişken tabii ki Midilli’ye, Çeşme’ye kadar gitmişken tabii ki Sakız’a, Bodrum’a kadar gitmişken tabii ki Kos’a, Leros’a, Kalymnos’a geçiyoruz… Yahu orada görebiliyorsunuz değil mi, bahse konu hizmetlerin ne kadar yaygın ve halka ne kadar yakın olduğunu, burada ise bahsettiğiniz restoranlara sadece çok parası olanların gidebildiğini ve halka ıraklığını, sebeppp… Bilir ama susar, sebep en zararsız durum budur da o yüzden... İlaveten ve de muhtemelen aynı zevat kıyı kasabalarımızın kurtuluş günlerine tekabül eden günlerde mezkur yerlerde bulunup, mezalimden ve süngüden kurtuluşu büyük bir huş ile kutluyor ve alkış çalıyorlardır!!! Eeee seyahat özgürlüğü var, gezin gezebildiğiniz kadarı ile ama umarım buralarda gazeteciliğinizin yüzü suyu hürmetine, kalamara, karides ve uzoya boğulmazsınız… Hani röportaj yapılmış bazı Türkiyeli turizmcilerle; onlarda, mehter verme kabilinden konuşmaya vermişler milliyetçiliği, vermişlerde vermişler, laa kardeşim memleket tam bu yüzden bu hale geldi diye kimse de itiraz etmiyor, bu hormonlu ve besleme turizmciler de gak guk türünden rock’n roll yapıyorlar, ya neyse… Ey gafil yazar kardeşim, plajları ekonomiye kazandırıyoruz türbanı ile plajların hayatiyetine ve halka açıklığına son verilirken ses çıkarmadı isen eğer, Allah aşkına sus lütfen ya da safını yeniden gözden geçir…

Sonra Çeşme pahalı… Evet haklısınız… Boğaz’da ve Bodrum’da Kalamar 5 Tl ama Çeşme’de ya da Alaçatı’da 45 Tl… Ve bunlardan tek başına Çeşme ve yerel yönetimi kusurlu… Sevsinler sizin arşınınızı, endazenizi, izanınızı ve ahlakınızı… Söylenecek bitmedi ama yer bitti…

Pazartesi, Temmuz 10, 2017

TEMİZLİK İMANDAN GELİR


Çeşme güzellikleri ve sorunları ile dolu dolu yeni bir yaz ve tatil dönemi geçirmekte, bir kısım zevat yaşanılan olumsuzlukları ve sorunları muarızlıklarına binaen ellerini ovuşturarak siyasi ikbal beklentilerine katık ederek izlemekte, muhatapları ise neden bu kabil vakalar yaşanırın makul ve mantıklı izahını yapmakla meşgul, tam canım yurdumun meşrebine uygun pozisyon… Ama yaz tatili boyunca ve de özellikle 9 günlük bayram tatili süresince muhtemelen tüm tatil kentleri aynı sıkıntıları yaşamıştır, evvelemirde de çöp ve kirlilik en önemli sıkıntı idi bana göre, burada, orada ve şurada… Tatile gelmiş, tamam yer bulamamış, tamam pahalı olduğu için çadırda ya da benzeri tentelere sığınmış olabilirsiniz, yediniz içtiniz, bu yediğiniz içtiğiniz şeyleri satın alırken size verilen poşetleri neden biriktirirsiniz, doldurun çöplerinizi içlerine, her yerde hatta en ücra köşede bile size en fazla 100 mt. mesafede kolayca bulabileceğiniz çöp bidon ya da konteynerlerine atsanıza, olmaz, sevmez canım yurdumun insanı yürümeyi hemencecik bulunduğu yere bırakıverir, sonra da durumdan şikayetçi de olabilir üstüne… Tam sevsinler durumu vallahi… Bu sefer neye tanıklık etti bu gözler, inanılır gibi değil, yemiş içmiş boşaltmış kavanozu ve içerisine de bir güzel defi hacetini yapıp yol kenarında, kaldırım üstüne tam bir sanat eseri paketlemiş edası ile bırakmış, bu kadar da olmaz artık dedirten cinsten, tam tamına bıraktığı yerin bir tarafında 50 mt de, diğer tarafında ben diyeyim 50 siz deyin 75 mt de, hem de irilerinden ikişer adet konteyner var… Ancak canım yurdum insanı kirletmekte sınır tanımıyor…  

Mutat sabah yürüyüşlerinden birinde gözüme çarpan, pet su şişeleri ile teneke kutu boşlarını toplarken Çeşme Belediye temizlik işlerinden olduğunu tahmin ettiğim 2 genç ama son derece nazik kişinin bulunduğu resmi araç yanımda durdu, özür dileyerek elimdeki kutulardan oluşan çöpleri almak istediler ve boş şişeleri sanki kendileri atmış da suçüstü yakalanmışçasına, özürleri karşısında duygulandım ama bir taraftan daha fazla çalışmaları gerektiğini ifade ederek, diğer taraftan ise aptalların çok olduğu yerde kirlenmenin çok olacağını ama inşallah kirlenmenin bu tarzının dışına çıkılmaz umudumu tekrarlamış idim, çünkü çevre kirliliğinin çözümü zor ama mümkün, oysa ruh kirliliği öyle mi, ruhu kirli insanların doğayı da kirletmekte çok mahir olduklarını ve bunun önüne geçmenin de nerede ise imkansız olacağını eklemiştim… Onlarda bizim gözlediğimiz olayları bir kez daha kısaca tekrarlayıp, tekrar tekrar özür dileyerek ayrıldılar yanımdan. Manzara şu idi, maalesef, arabası ile geçen muhteremler, kolasını içtikleri boş kutularını, suyunu içtikleri boş pet şişeleri herhangi bir beis görmediklerinden olsa gerek, hiç çekinmeden, utanmadan ve arlanmadan kuruldukları araçlarının açık pencerelerinden yola savurmaktadırlar. Bir de ahlak ve etik yoksunu bu kabil zavallıların doktora yapmış “öfkelileri” var ki, bunlar tüm öfkelerini içini içip, dışı cam boş bira ve şarap şişelerini büyük bir öfke ile kaldırımlara çarpıp kırmaktan müthiş zevk alıyorlar belli ki… Öfkeli çocuklar nitelemesi, hatta onlara göz yumulmasının dolaylı sonuçları arabalardan şişeleri kırmak üzere fırlatmak şeklinde tezahür ediyor maalesef… Öfkeli çocuklar ve onlara hoşgörü ile bakan büyükler döneminin sonucudur, el hak… Sen bir avuç altın için dağları yıkarsan oda şişeleri kolayca kırar atar, işte… Senin gözünde orası korunması gerekmeyen çevre, bunun gözünde de burası korunması gerekmeyen çevre… Süperler ve Allah selamet versin bu zavallılara… Hani kanaat önderlerinin, doğru olmasa da övünerek sarf ettikleri, bir replik var ya, %99’u Müslüman olan Türkiye’nin, hani Müslüman umdesi diye söylenilen “temizlik imandan gelir” sözünün gereği, nerde… Ya bunlar Müslüman değil, ya temizlik imandan gelmiyor, ya da bunlar imansız, vallahi pek bilemedim… Gerçi bu sözün asıl mekanlarının nerde ise tamamında bulundum, Allah akıl ve fikir versin diyorum, öylesine kirletici durumdalar ki inanılmaz, şükür ki ve şimdilik Petro dolar sayesinde bol miktarda ve neredeyse karın tokluğuna çalıştırdıkları, Bangladeş, Pakistan, Filipin, Endonezya vs. kökenli insanlar varda, durumları rahatlıyor… Gerçi bunun bir yaşam biçimi ve kültür olduğu çok açık benim için, hiçbir biçimde din ile ilgili olduğunu düşünmedim, tıpkı ustanın dediği gibi; “düşündüğün gibi yaşayamıyorsan, yaşadığın gibi düşünürsün” ya, tam da öyle… Artık bir kez daha, yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar, sarmalı gibi, iman mı temizliği, temizlik mi imanı getirir diye soralım da, adet yerini bulsun. Tam da bu baptan geçen yılki bir gözlemimi, araya yerleştireyim. Karayolu ile Sırbistan’dan Hırvatistan’a geçiyoruz, sıfır noktasının Sırbistan tarafı rezalet çöp yığını ta ki refüjlere kadar, 1 mt sonra pırıl pırıl bir Hırvatistan bölümü, kirleten ya da temiz tutan insanlar da çok muhtemel ki aynı insanlar, gel de çık işin içinden… Tıpkı canım yurdumun, kural tanımaz insanlarının yaşamlarının Almancı boyutunda son derece disiplinli bir şekilde kural tanır hale gelmesi… Nasıl izah edilir bilemiyorum… Öncelikle temizliğe ve temizliğin gereğine inanmanız gerekir, ancak bunu yaparsanız arınır ve temizlenirsiniz ve de işte o zaman “temizlik imandan gelir” sözü zatıalileriniz için umde olur, şaha kalkar. Öyle kolay oluyor değil mi, elin gavuruna “aaa taharet bile almıyorlar” diye çemkirmek, hele sen bir bak kendine de, öyle su bulamıyorsan elini taşa toprağa sür demekle sorun çözülmüyor… Aaaaa sürpriz mi, zinhar değil, sürpriz yok ne ekersin ona biçersin atasözü yine gerçekleşmiştir diyerek bitirelim yazımızı…