Çarşamba, Haziran 28, 2017

TARTIŞMASIZ TARIM ÇOK ÖNEMLİ

"Kim tarımla kalkınmış?", "Sanayiyi bırakıp, tarımla mı yetinelim?" "Ucuz üreten başka ülkeler varken, patatesi, soğanı, pamuğu muzu, sütü, eti biz neden üretelim?", "Otomobil yerine patates üretmeye devam mı edelim?"… Bu sözler dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ait olup, Sakarya Ovasına TOYOTA Otomobil fabrikasının yer seçimi döneminde bürokrasi içerisinde direnen bir takım unsurları direnemez hale getirmek için, hamaset kabilinden TV’lerde, Radyolarda, mitinglerde, yerel yöneticilerin, hükümetin, sendikanın ve halkın fabrikanın yapımına destek verdiği beyanı ile özellikle de gariban halkı gaza getirme planı doğrultusunda verdi mehteri, verdi mehteri, verdi de verdi… Mehter ile mest edilen necip milletimiz de, hem de sanki otomobil fabrikasının patronu edası ile muarızlara karşı yer yer saldırgan tutumlar bile takındı… Oysa ki, dönemin Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bürokrasisi, sulanabilir birinci sınıf tarım toprağının sanayi bölgesi olarak değerlendirilmesine şiddetle karşı çıkar, aynı bölgede 11 yer (yazı ile onbir yer) alternatifli olarak önerilir,  Tarım ve Köyişleri Bakanlığının Bürokrasiye uyarak izin vermemesi üzerine de, hiç ilgisi alakası olmayan Yüksek Planlama Kuruluna bir karar aldırılır, mezkur bakanlık ve de direnen bürokrasi bypass edilerek, otomobil fabrikası inşa edilmesinin önü açılır.
SONUÇ canım yurdum “Patates ithal” eden ülke konumuna geldi, hem de nereden dersiniz, Yunanistan’dan… Sarımsak Çin’den, Pamuk Mısır’dan, vs vs… Ne diyelim şimdi…

Peki, akıl zedelenmesi bununla sınırlı mı, zinhar… Bilahare, aynı Ulu Türk büyüğümüz, Süleyman Bey, FORD Otomobil tesisi için, yine arazinin, jeolojik yapısı göz ardı edilerek, ekolojik ve tarımsal önemi yok sayılarak, direnen ziraat, inşaat ve jeoloji mühendislerini baskı altında tutabilmek, gariban halkın karşısına hedef olarak oturtacak bir yaklaşım göstererek, "Türkiye’nin sesini duydunuz, benim sesim zaten belli, eğer bu sazlık bataklık araziyi, bu tesis için vermezseniz, ben Çankaya Köşkü'nün bahçesini vermeye hazırım" diye konuşmuş idi. Sonuç ortada… Hani kısaca değinelim, bu Ulu Türk Büyüğü aynı zamanda dönemin çok önemli bir miktarı sayılacak parayı da, “verdiysem ben verdim, kime ne” diyerek, sanki babasının parası imiş de, o parayı usulsüz satışa havale etmiş idi…

Peki; bunlar dündü ve bugüne örnek teşkil etmez diyeceğiz ama o da ne, bir başka Ulu Türk Büyüğü, “Zeytin mi daha önemli yapılacak tesis mi daha önemli Türkiye'nin geleceği açısından?” Ne diyelim şimdi… Valla laf tükendi… Sınırlı da olsa bir kesim ki, onlar bu işin radikalleridir ve sürekli “zeytin ağacı, Yahudi ağacıdır” deyip dururlar, bekliyoruz ki karikatürize ederek söylüyorum, taa dünyanın öteki ucunda sokak çocukların bile oyunlarına müdahale edenler bu subukluğa dur desinler, nerde, bırakın, durun oturun oturduğunuz yerde, abuk-subuk konuşmayın demeyi, görünen o ki, çaktırmadan ellerini ovuşturarak durumun keyfini çıkarmaya çalışıyorlar. Peki, bu abilerin içten içe sevinç naraları atıyor olmalarını anlıyoruz da, Yahudileri anlamıyoruz, neden duruma itiraz etmezler, ki o Yahudiler, eften püften nedenler ileri sürerek Filistin’de çocukların bile kollarını taş ile vurarak kıranlar olsun.

Yol güzergah seçimleri, HES seçimleri, RES seçimleri, Endüstriyel Tesis inşa alanı seçimleri, sanayi site alanlarının seçimleri, maden arama tercihleri, imara açılan bölgelerin tayinleri konusunda yapılan “kamu yararı gözetilmektedir” izahlı, “acil kamulaştırma” tatbikatına dayalı hatalar neticesinde, gıda üretiminde ve güvenliğinde yitirilen büyük irtifa, kaybedilen kendi kendine yeterlilik iddiaları, toprak kirlenmesi, erozyonun olumsuz etkileri vs. toprak-tarım-çevre-kalkınma olgularının, akşam akla geldiği biçimi ile liyakatsız ve öğrenimi bol ama eğitimi nerdeyse sıfır ekiplerce değerlendirilmesi neticesi, tarımsal üretim düşmüş, hayvansal üretim düşmüş, çevre kirlenmiş, vs vs… Ne gam, ne keder… Bir takım andevüller hala tarımla kalkınma mı olurmuş deyip ortalıkta, göbeklerini kaşıyarak dolaşırlar.

Ne demiş Kızılderili Kabile reisi Seattle; “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak”. Bu sözün önünde saygı ile eğiliyorum ve bugünkü deve dişi kabilinden abilere, hem de koca koca üniversiteler bitirdikleri iddiasıyla ortalıkta gerdan kırarak dolaşanlara asla ve kat’a örnek teşkil etmeyeceğini bilerek.


Hani şimdilerde Katar savunuculuğunun paraya tahvilinin en kolay günleri ya, çıkıp bilmem kaç milyar m3 doğalgazları var, kişi başına 130.000 ABD Doları GSMH’ya sahipler gibi, at atabildiğin kadar kimsenin ölçemeyeceği miktarlar ile konuş… Ama bu zevat, Hollanda gibi canım Yurdumun yüzölçüm bazında 20 de biri olup, tarımsal ihracattan yıllık yaklaşık 150 milyar dolar gelir ettiğini söylemez, bilmezler mi domuz gibi bilirler ama işlerine gelmez…. Eeee be hocalarım, eyyyy çok bilmişlerim, Katar’a konulan ambargo ile 2 günde (yazı ile iki günde) inanılmaz bir gıda krizi yaşandığını biliyor musunuz, biliyorsunuz, dua etsinler hayvancılığı dibe vurmuş canım yurduma da, muhteremlere ilk etapta hava yolu ile 400 büyükbaş hayvan başta olmak üzere gıda malzemeleri gönderdiler de, gıda krizi geçici çözüldü… Tüm bunlar övendire ola bata diye beklenir ama nerde… Aaaa bunlar doğru değil mi diyorsunuz, açarsınız muvafık ya da muarız tüm matbuatı da, lütfeder bakarsınız…

Cumartesi, Haziran 17, 2017

GÜVEY - İÇ GÜVEYSİ – DAMAT


Güvey ya da Damat, her ikisi de çok eski dönemlerden itibaren kullanılan 2 sözcük olup, Güvey, eski Türkçe önceleri "Güdegü" bilahare de ses değişikliklerine uğrayarak "gövegü" haline gelmiş ve düğün sahibi ya da davet sahibi anlamında kullanılmıştır, damat ise yine benzer anlamlarda lakin "Farsça" kökenlidir. Güdegü sonraları gövegü; Türkçe lehçelerinin neredeyse tamamında yer almakta olup, bidayette, evlendiği kızın ailesinin hizmetini gören, ailenin hayvanlarını güden çoban anlamında kullanılmış olup, bilahare de mezkur  hizmetlerin unutularak ya da "içgüveysi" pozisyonuna devredilerek, sadece evlendiği kızın kocalığı manasına gelen bir statü olarak kalmıştır. Evlilik törenlerinin önem kazanması ile birlikte de, evlilik öncesi güveyi eğlen(dir)mesi, güveyi gezdirmesi, güveyi hamamı, güveyi tıraşı, güveyi yemeği, güveyi yumruklaması, gibi törensel ara aşamalar da zaman içinde ihdas olunmuştur.

İç güveysi; gelin evinin daha zengin olması nedeniyle damadın gelin evine gelmesi ya da getirilmesi biçiminde edinilen statü olup, birçok toplumda değişik biçimlerde görülebilen durumdur. İç güveysi konusunda çok çeşitli rivayetler vardır, kimsesiz kalmış fakir ama çalışkan tiplerin kız babaları tarafından feodal toplum örfüne uygun biçimde "güvey gelmesi" durumudur. Drahoma da bir çeşit iç güveysi uygulamasıdır, adeta statünün moda deyimle "özelleştirmeye" tabi tutulmuş halidir, Yahudi cemaati içinde çok yaygındır, diğer taraftan Hindistan’da da Hindular arasında yaygın bir uygulama olarak karşımıza çıkar. Bir filmde izlemiştim şimdilerde adına “iç güveysi” denilmeyen ama aslında tam da o olan bir pozisyondaki delikanlı, kişiliğini ve ruhunu fazlaca rahatsız etmeyen bir pozisyonda, deyim yerinde ise bir eli balda bir eli yağda, elini sallayınca adeta “tatlı cadı” maharetleri gösteren bir rolde hayatını idame ettiriyor, ama ne idame, bazen mezkur ailenin eblek çocukları yerine rol yapmak için ikame edilmiş de olabiliyorlar. Ancak öyle filmlerde olduğu gibi değildir bu fakir oğlan ya da kız ile zengin kız ya da oğlan hikayeleri, gerçekleşme ihtimali en az olan yöntem budur, Yeşilçam filmlerinin aksine. Ancak iç güveysi pozisyonu; tam da gerçek manada, kişiyi ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan iradesiz kılarmış ama olsun zaten Yüce Rabbim rab –ül alemin kulunu iradesini elinden alarak yaratmamış mı, evet yaratmış, eee o zaman ne keder ne gam… Varsın bu nokta itibari ile de irade sende olmasın, sen sahip olduğun, sahte de olsa itibar ya da güce bak… Ne demiş ulu Türk büyüğü Sülüman bey; “meseleleri mesele etmezseniz, mesele diye bir meseleniz olmaz”, vesselam. Gerçi bu durumu üzülecek bir durum diye nitelendiren bir grup çapsız, kişilikli delikanlı da vardır bu dünyada ama onlar bir avuçturlar esameleri mezkur zevat tarafından okunmaz… Ama diğer taraftan da halk arasında, “nasılsın” sorusuna ehhh işte manasında “iç güveysinden halliceyim” diye bir cevap varsa da, buradan iç güveyliğinin kötü bir şey olduğu zinhar çıkartılamaz… Diğer taraftan yerleşmiş anlayış gereği, sanki Allah vergisi imiş gibi, “gelinin” erkeğin evine gidecekmiş gibi kabul edilmesi ile başlayan iç güveysi pozisyonunu yerme ve hakir görme geleneğine siz asla ve kat’a inanmayın, ya ilk “gelin” vakasında güvey gelin’in evine gitse ve böyle bir gelenek başlasa idi, hiç gelinin evine giden güveye iç güveysi denir mi idi, ciddi bir tartışma konusu olurdu. Belki de “gelin gitme” deyimi yerine “güvey gitme” deyimi kullanılıyor olur ve iç güveysi tanımı olmaz ya da makul karşılanır olurdu… vs vs. Şimdi moda olan güveylik ise bunların bitamam terkibi olup, bir sürü delikanlının hayalini süslemektedir, yeter ki verilen rolü iyi anla ve uygula. Güvey olmanın yaratacağı kabalığı telafi etmek üzere canım yurdumun insanı "enişte" diye bir sözcük daha üretmiştir. Artık milli enişte mi ararsın, mühim enişte mi, büyük enişte mi, küçük enişte mi, seç seç al gariii... Toplumda kast sistemi varsa, bu kabil sıfatlar hiçte rahatsız edici olmaz, ancak, özgürlük, kişilik, demokrasi, çekirdek aile gibi kavramlar görece öne çıkıyorsa rahatsızlık başlar ve rahatsızlığın boyutuna binaen rahatsız olunan sıfatlar terk edilir, seve seve ya da sevmeye sevmeye…

Babamın bir değerlendirmesi vardı, gerçi bu konuyu mütekamilen kapsamaz ama önemli bir tespit ve değerlendirmedir bence. Çeşmelilik üstüne olunca hem fazlası ile komik hem de sosyolojik bir tespiti yansıtmaktadır. Çeşmelilik babama göre 3 çeşittir, "Yanaşma çeşmeliler", bunlar bir anlamda “iç güveysi” durumunda mütalaa edilecek tiplerdir, Çeşme’ye bir nedenle gelirler ve anlaştıkları bir Çeşmeli kız ile evlenirler ve buraya yerleşirler. Yanaşma Çeşmeliler, Çeşme’ye gelme konusunda irade sahibi değillerdir, tayin, askerlik ya da bir iş yapma adına gelirler ama yerleşme konusunda irade sahibidirler, çünkü burada kalmanın yolu çeşitlidir, istifa edersin, kalırsın, kendi işini kurar kalırsın vs vs... İrade gerekmektedir, netekim... Ancak tüm sahil kasabalarında yaşanan hikaye burada da öne çıkar, zamanında işe yaramaz, tarım yapılmaz diye tarlaların deniz kenarında kalanları kızlara verilir, içerlerde ve tarıma görece daha uygun yerler oğlan çocuklarına verilir... Enişteler artık içselleşmeye başlayan güveylerdir. Gerçi artık sahil yağmaları tamamlandığından bu da para etmemektedir ya, neyse... Sonradan olma Çeşmelilere; bunlar ise tamamen kendi iradeleri ile Çeşme’yi memleket tayin ederek buraya yerleşirler. Gerçek Çeşmeliler, bunlar ise “doğma-büyüme” buralıdırlar ve yazımızın konusunu hiç oluşturmayacak kesimdir.

İç güveysi ya da damat olmaktan ziyade, kime olunduğu önemlidir diyerek, günümüzü işgal eden güveylerle hiç ilgisi olmayan yazımızı sonlandıralım... İyi haftalar...

Pazartesi, Haziran 12, 2017

ÇEŞME HİKAYELERİ- 5 "SAAT SATINALAN ZENCİ"


Bir gün birkaç müşteri ile ilgilendiği bir anda her halinden çok acelesi olduğu ve üzerinde beyaz ve şu anda hangisi olduğunu hatırlayamadığı Yunanistan'a ait Ege Adalarından birinin haritası ve Yunanca yazılar yazan, tshirt bulunan, giysisine mütenasip görüntü içinde bir hayli gelişmiş vücudu ve kol kasları ile bir zenci girer, diğer müşterilerin cevaplarının arasına, hemen kendi merhabasını yerleştirir ve aceleci tavırlarını devam ettirerek bir saat almak istediğini söyler ve gösterilen birkaç saat içinden hiçte müşkülpesent davranmadan birini seçer, saati alır ve Hüsnü Karaman'ın Yunan Drahmisi cinsinden söylediği saat bedelini öder ve aceleci tavırlarını sürdürerek gider. Diğer müşterilerin de çıkmasını müteakip, Zenci müşterinin Yunan Drahmisi cinsinden bıraktığı  parayı sayan Hüsnü Karaman, bakar ki Zenci talep ettiğinden 1000 Drahmi fazla para bırakmış, hemen dükkanı kapatır, yola Zencinin peşine düşer ve Çarşıda ya da Meydanda olabilir mi diye sağa sola dikkatlice bakar ama adam yoktur ortalarda, tam o sırada kaleden bir grup zenci turist kafilesi çıkar, onlara da umutla bakar ve tek hatırladığı beyaz, üzerinde Yunanistan'a ait Ege Adası haritası ve Yunanca bir şeyler yazılı olan tshirt'tür ama ne yazık ki bu kabil bir muhterem yoktur aralarında...

Kısa ve hızlı bir durum değerlendirmesi neticesi, gitme ihtimali olan yerlere taksi ile gidilmesi büyük ihtimal olduğu için hemen Kale'nin yanında bulunan taksi durağına gider ve taksicilere adamın tarifini yapar, taksicilerden de, Ilıca Taksiden bir taksicinin Zenciyi götürdüğünü öğrenen Hüsnü Karaman, hemen telefonla Ilıca Taksiyi arar ve taksiciyi bulur ve taksiciden muhteremin Altınyunus Otele gittiğini öğrenir derhal bir araç temin eder ve otele gider, önce reception görevlilerine adamı tarif eder, görevliler hemen tanıdıklarını ancak otelde kalmadığından kaydının olmadığını söylerler, neyse sağa sola bakılır adam yok... Ancak muhterem oralarda bir yerlerdedir, peşine düşer... Tesadüfen, yine çocukluk arkadaşlarımızdan Uğur Özdil'e rastlar, yapılan kısa bir tanıtım sonunda, evet, Uğur da adamı tanımaktadır ve adamın otelde kalmadığını ve bir yat kaptanı olduğunu, Marina'da konaklayan Yunanlı birinin teknesinde çalıştığını, muhteremin ise birkaç saat önce Marinadan ayrıldığı öğrenir. Tekne ile edinilen bilgilere göre, tekne Sakız Adasına bağlı Koyun Adası Belediye Başkanının teknesidir ve mezkur muhterem de o yatın kaptanıdır.

Evet, görünen o ki, 1000 Drahmi artık iade edilemeyecektir. Aslında dönem itibari ile, yaklaşık 10 Amerikan Doları civarında olan paranın miktarsal olarak bir önemi yoktur, ancak iyi bir yurttaş ve esnaf olmak üzere, yetişmiş her insanın yapması gereken yapılmaktadır, Hüsnü Karaman tarafından. Bugün çok rahatlıkla ve üzerinde düşünülmeyecek kadar önemsiz bir miktardır ve iade etmek için herhangi bir ekstra çaba gösterilmesine değmeyecek durumdadır. Ancak, dönemin ruhuna uygun olan aile ve okul eğitim ve öğretiminden geçen ve bundan gerçek manada nemalanan insanların yapması gerektiği yapılacaktır ve yapılmalıdır da... Konunun en azından bu boyutu itibari ile, 1 memnun turist, 1000 turist demek olduğu şiarı ön plandadır. Peki; bugün için turist gelmesinin bir önemi var mıdır, gelmesi ve gelmemesi uğruna ne güneşler batırılıyor, varın siz düşünün gayri... Diğer taraftan, bu kabil bir parayı ve tutarı iade etmek için kaç insan bu çabaları gösterir, bilemiyorum...

Hayattır bu, nerede ve ne zaman neler öğrenileceği önceden kestirilemez... Yıllar sonra günlerden bir gün, muhtemelen de 2000 li yılların başı, Hüsnü Karaman'ın dükkan komşusu bir gümüşçü, Yunanlı bir müşterisinin beklentisini tam anlayabilmek için, Hüsnü Karaman'ı tercüman olarak yardıma çağırır... Yunanlı Müşterinin beklentisi öğrenilir ve karşılanır, alışveriş bitmiştir ve artık azıcık sohbet yapılacaktır. Yunanlı müşterinin, Yunanistan'ın Sakız Adasına bağlı Koyun Adasından olduğu öğrenilince, hemen çok yıllar önce yaşanılan ve yukarıda detayı verilen olay anlatılır... Yunanlı Müşteri, Belediye Başkanını iyi tanıdığını, Başkanın artık eski hayatını sürdüremediğini, bırakın yat'ı ve kat'ı olması durumunu, geçimini sürdürmekte bile sıkıntı çektiğini, söyler... Çünkü, mezkur Zenci Kaptan, Belediye Başkanının, tüm serveti sayılacak, para, pul ve ziynet eşyalarını çalar ve ortadan kaybolur. Başkan artık meteliksizdir.

Kıssa bu kadar, hisse nedir ve ne kadardır, adama göre değişir diyerek, yazıyı sonlandıralım... "Aydınlanma; kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir" diyen pozitivist felsefenin babası İmmanuel Kant'ın bir başka sözü, rol modelleri, Tatlıses, Avşar, Erbil ve Ilıcalı olanlara, gelsin, nokta... "Eğitimle kişilerde aydınlanmanın temelini atmak kolaydır; ne var ki genç insanları böyle düşünmeye erkenden alıştırmak gerekir. Buna karşın tüm bir dönemi aydınlatmak uzun bir zaman gerektirir; çünkü böyle bir eğitime engel olan ya da onu zorlaştıran bir sürü dış engel vardır."

Cuma, Haziran 02, 2017

ÇEŞME HİKAYELERİ; BİR TURİST, BİN TURİST


İsveçli turist; kapıdan içeri girdi, elindeki saati göstererek muhtemelen bakıma ihtiyaç olduğunu ya da bozuk olduğunu anlatmanın derdinde, dert edilen konu anlaşılıyor ama işlerin yoğunluğu nedeni ile ancak gün içinde 5 saate bakılabileceğini, dilinin döndüğünce anlatıyor Hüsnü Karaman, ancak bırakırsa ertesi gün gerekli işlemin yapılacağını da ilave ediyor. Sene 1979 dur ve Çeşme'nin şansı ve bahtı o yıllarda yabancı turistten yana bir hayli açık ve parlaktır. İş ahlakı ve etiği gereği, günde servis verilebilecek saat sayısı 5 olduğu içinde, eğer acele bakım talebi olursa da servis verilemeyeceği lisan-ı münasiple anlatılır müşteriye...Neyse saati bırakmak istemeyen adamcağız ayrılıp gidiyor, 15 dakika sonra Veli Usta (Karaman)  dükkana geliyor, aaa o da ne, elinde 15 dakika önce İsveçli turistin elindeki saat, şaşırıyor ne olmuşsa, muhtemelen de Hüsnü'nün abisinin orada mezkur turist ile karşılaşılıyor ve geliyor saat dükkana, yapılacak bir şey yoktur, bir şekilde gerekli işlem yapılacaktır. Saat dönem itibari ile bir hayli prestijli saat olan "Seiko5" ve artık arada baba Veli Usta vardır, behemehal gereği yerine getirilecektir. Sonuç itibari saat bakımının duayeni Veli Ustanın da bizzat yardımı ile bu serviste sorunsuz halledilir, müşteri İsveçli turiste teslim edilir, aynı zamanda diğer müşterilerinde işleri halledilmiştir.

Dönem itibari ile; gelen İsveçli turistler ya Ertan Oteli ya da Altın Yunus otelinde tatillerini geçirmektedirler. Ertan Ailesine ait Ertan Otelinin plajı ise, harika bir denizi olan "Ayayorgi" plajıdır ve Otelin servis aracı karşılıklı otel-plaj arası müşterileri taşımaktadır. Ayayorgi plajı, bugünde aynı güzelliğinde olmasına rağmen, artık eskisi gibi sıradan insanların da gidebildiği yer değildir, "beach club" cenneti olup sadece bu faaliyete yüklü miktarda para ayırabileceklerin cennetidir adeta... Mezkur dönemde, eğer ulaşım dertleri yok ise herkesin kolaylıkla gidebildiği yerdir, sadece büfeden temin edilen yiyecek ve içeceklere bedel ödenerek plajdan faydalanabiliyordu insanlar.

Evet, biz tekrar konumuza dönelim, saatini tamir ettiren İsveçli de plaja geldiği bir gün, eşyalarını kenarda bırakıp, denize girer ancak bilahare de saatin yerinde yeller estiğini görür, sorar soruşturur, bir sonuç alamaz. Çaresiz bir şekilde İsveçli turist Hüsnü Karaman'a gelir ve durumu detayları ile anlatır ama asıl detay araya halen İsveç'te yaşayan Ekrem Abimiz giren ve konu tam anlaşılır.

Ertesi gün saati çaldığı sonradan anlaşılan çocuk, ki Ertan Oteli adına Ayayorgi plajında çalışan birinin yakını olup misafiridir aynı zamanda, kordon ayarlatmak ya da basit bir başka işlem için Hüsnü Karaman'a gelir. Saate yakından bakan Hüsnü Karaman, saatin 2 gün önce elinden geçen ve bir gün önce de çalındığı ihbarı gelen saat olduğunu görünce, hemen halledemeyeceğini söyler, saati bırakır ise de, bir gün sonrasında sorunu çözebileceğini beyan eder. Ertesi gün saati getiren çocuk gelince de, polisin kendisine aktardığı bilgilere göre yaptığı kontrol sonucu saatin kayıp listesinde olduğunu tespit ettiğini, Ertan Otel'in müşterisi olan bir İsveçliye ait olduğunu ve hemen şahsın kendisine iade edilmesi gerektiğini, aksi takdirde emniyet ile sorun yaşanacağından saati veremeyeceğini söyler, çocuk hemen atılır ve kendisinin Ertan Otel plajında çalıştığını, zaten saati de Otelin plajında bulduğunu, Otelde kalan müşterinin adını verirse, hemen Otel resepsiyonuna bırakacağını ya da müşterinin kendisine iade edeceğini oldukça ikna edici ve inandırıcı bir biçimde aktarır. Gerek herkesi kendi gibi bilme gerekse de gençliğin verdiği tecrübesizlik ile çocuğa inanır saati teslim eder ancak makul bir süre sonra da Oteli aramayı da aramayı ihmal etmez, saatin teslim edilip edilmediğini kontrol eder, ne yazık ki iade edilmemiştir, bir vade sonra tekrar telefon eder ama iade edilmediğini anlayınca, kandırıldığını anlar, tam da o sırada, dönem itibari ile Çeşme-İzmir otobüsleri çarşı içinden geçmektedir, bakar ki otobüs geliyor, hemen girer tek tek yolcuları gözden geçirir ve olayın kahramanı (faili) yoktur ve sonraki otobüs 1 saat sonra olduğundan 1 saat vakti vardır ve çocuğu bu süre içinde bulmalıdır. Hemen Çarşı ve Meydan hızlı kolaçan edilir ama yoktur çocuk... Son çare çalıştığını söylediği yer olan "Ayayorgi plajıdır" bakılması gereken yer ve oraya gidilecektir. Artık konu bir anlamda da, kandırılmış olmanın verdiği duygu ile inat meselesi olmuştur. Bulunan ilk araç ile hemen plaja gidilir, daha içeriye adımını atar atmaz, saati çalan çocuğun arkadaşı Hüsnü Karaman'a bağırıp çağırmaya başlar. Bu arada bağırma çağırma seslerini duyup hemen dışarıya çıkan Otelin sahiplerinden Kaya Ertan, Hüsnü Karaman'ı görünce çocukları azarlar ve gönderir... Hüsnü, Kaya Ertan'a durumu detayları ile anlatır, bilahare Kaya Ertan çocukları çağırır ve saati derhal kendisine teslim etmelerini söyler ve saati alır. Hüsnü'ye sarf ettiği çabalar için teşekkür eder ve gereğini yerine getireceğini, merak etmemesi gerektiğini söyler. Ne yazık ki o sabah, tatil dönemi sona eren İsveçli turist artık memleketine dönmüştür ve yapılacak bir şey kalmadığı söylenir Otele ziyarete giden Hüsnü'ye, tam o sırada konuya kulak misafiri olan Otelin diğer sahibi Nuri Ertan, Hüsnü'ye bu hüsnüniyeti için teşekkür eder, kendisinin Eylül Ayı sonunda İsveç'e gideceğini, mezkur İsveçliyi ziyaret edip, saatini iade edeceğini söyler. Nuri Ertan söylediği tarihte İsveç'e gider, saat artık sahibine iade edilmiştir. Hüsnü Karaman, artık çok mutludur ve memnundur, hem çabaları boşa gitmemiş, hem ahlak ve erdem sahibi olmanın gereği yerine getirilmiş, hem de taaa çocukluğundan beri öğretilen değerlere uygun davranmıştır. Şüphesiz bu davranışın "bir turist, bin turist" hipotezini ispata yetip yetmediğini ölçmek mümkün değildir ama öğrenilmişliğin hayata geçirilmiş olmasıdır esas mutluluk veren...

İsveçli turist Hüsnü Karaman'a sürekli olarak her yılbaşında üstünde İsveççe "tusen tack" (bin teşekkür) yazan kart gönderir. Ancak son yıllarda kesilmiştir, kart göndermeler...

Kimse sormasın gayri, neden polis yoktur bu öykünün hiç bir yerinde... Satır aralarında anlaşılacaktır umarım, bu olmamanın gerekçesi...

Pazar, Mayıs 28, 2017

ETİK ve ETİK SAHİBİ ESNAF OLABİLMEK

Okullarda "Yurttaşlık Bilgisi" derslerinin okutulduğu, iyi yurttaş olunması için, 7'den 70'e herkesin el ve gönül birlikteliği ile kelam ettiği ama özellikle ailede çocuklara, iyi insan olmanın neleri yaparak gerçekleşeceğinin katıksız ve ödünsüz aktarıldığı ve hatta bu uğurda yoğun çaba sarf edildiği dönemler. İyi asker, iyi polis, iyi esnaf, iyi mühendis, iyi doktor, iyi öğretmen vs. hülasa iyi yurttaş olunmasının öğrenilmesi adına adeta yarışa tabi tutulduğu, şimdiki gibi öğretimin ayyuka çıkıp, eğitimin çukura battığı bir dönem değil, şüphesiz, sıkıntı yok mu olmaz olur mu, ancak şimdiki gibi değerlerin ayaklar altına alınmışlığının olmadığı bir dönem. Moda deyimle, neyleyim ben böyle üniversite mezununun çok olduğu dönemi, hala toplu taşım araçlarında yaşlılar ayakta iken, çocukların cep telefonlarına dalarak, etrafımın farkında değilim modunu, nasıl görmezden gelebilirim...

Sonradan burun kıvrılarak  tedrisat dışı bırakılan başta yurttaşlık bilgisi, sosyoloji ve mantık gibi dersleri canım yurdum çok arar ama atı alan Üsküdar'ı geçti hatta oradan sür eşeği Niğde'ye... Din ve Ahlak dersi var hem de çok yoğun biçimde ama sonuç ortada...

Ne diyor, büyük usta yazar Yaşar Kemal, "Demirciler çarşısı cinayeti" adlı kitabında, adeta bu yaşananların bir özetidir, tabii ki kaybettiğimiz ama özlediğimiz bu davranışlarımız ardından şu cümleler; "bindiler de çektiler gittiler, o iyi insanlar, o dünya güzeli atlara... O yiğitler, o her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını aldılar gittiler. Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. Hiç, hiç, hiç! Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. şu dünyanın yaşaması müşkül hal ilen. bin iyiyi bir kötüye kul eden..."

Hayatımız ışık hızı ile kirleniyor, içinde bulunduğumuz dönemin nano teknolojisini kullanıyor adeta... Dünya, birilerinin inanılmaz edinme, sahip olma isteğinin altında adeta kavruluyor, hayatının ilk evrelerindeki masum kabul edilebilecek bu sahiplenme duygusunun bizi getirdiği nokta burası işte... Ben, ben, ben... Herşey benim herşey bana ait... Sınıflı topluma adım atıştan itibaren, öne çıkanlar, muktedirler, ne üretimden ne de bölüşümden doğan hak olmamasına rağmen, sahip olunan konjonktürel güce istinaden hep hakkı ve haddi olmayan şeylere talip ve sahip oldu, hatta bu sahiplenme duygusu ve güdüsü, insanı önce insana bilahare de insanın ruhuna sahipliğe götürdü, bunun farkına varıp, "yok edin insanın insana kulluğuna" diyeni de, öteki dünyanın insanı ilan edip, önce yuhalatıp ve nihayetinde de yok ederek, tüm yaşanan bu ahlaksızlıklara da, korku soslu meşruiyet ve makuliyet kazandırmışlardır. Ama bu arada insanlık teğet geçilmiş, ne gam ne keder, maksat bize teğet geçmesinde... Aslında niyetim bu kadar soyut kelam etmek değil idi aslında, ama işte... Derdim, iyi ahlaklı, iyi huylu insanları konu etmek idi, hani diyorlar ya; "komşusu aç iken tok yatan bizden değildir", gerçekten bu söylediklerini, yalansız ve riyasız ve de katıksız ve içten ve de canı gönülden uygulasınlar, ama nerde moda, söyle ama tam tersini yap... Peki herkes bu yalan, dolan, hile, hurda, desise ve sahte davranışlar içinde mi, şüphesiz değil, "bin iyi bir kötüye" teslim olmuş durumda tespitinden hareketle, herşeye rağmen hala hüsnüniyeti ile mesleğini icra edeni öne çıkarmak, illa ki ahlak ve etik kazanmalı diyeni konu etmekti ama, konu uzadı da uzadı...

Senenin bir bölümünü Çeşme'de geçiren gazeteci yazar Hasan Pulur, 30.06.2000 tarihli Hürriyet gazetesi "olaylar ve insanlar" köşesinde, "Çeşme çarşısında bir saatçi vardır, üç yıl kadar önce suya dayanıklı, pilli  bir kol saati almıştık, tık demeden çalıştı, hala da çalışıyor, geçen ay Çeşme'deyken, şu saatin pilini değiştirelim dedik, bir gün pil bitecek, saat duracak, ortada kalacağız. Gittik dükkana, anlattık...
Ne beklersiniz, hemen saati açacak, pilini değiştirecek değil mi?
Hayır öyle yapmadı, saati aldı, saatçi dürbününü taktı, arkasına baktı, kod numarasını okudu, sonra bir katalog açtı, kod numarasıyla, katalogdaki yerini buldu, başını salladı:
"Hayır değiştirmeye gerek yok, bu pilin ömrü ortalama 5 yıl, daha çok var!"
Hani ortalıkta dilimize Fransızca'dan girme "ahlak" yerine kullanılan "etik" lafı var ya, işte etik budur, bu esnaf ahlakıdır.
Ne o, bize bir pil satarak zengin olur, ne de biz gereksiz yere pil almakla yoksul oluruz.
Bu bir örnektir.

Diye anlatır, işte bu kahraman, Hüsnü Karaman'dır. İşte, aileden katıksız bir şekilde, dürüstlüğe ve iyi ahlaka yönelik eğitim almış, yurttaşlık bilgisi ve iyi yurttaş nasıl olunur konularında eğitilmiş ve öğretilmiş bir insan. Aslında bu yazımda kendisinden dinlediğim harika bir anısı var, tam da bugünlerde ihtiyaç duyulan insan portresi kabilinden, işte onu yazmayı planlıyordum, ama hazırlık kabilinden bir giriş yapayım derken, konu uzadı. Haftaya, kendisinin kahramanı olduğu bu müthiş hikaye var, onu yazacağım... Hani "bir turist, bin turist" sözü vardır ya, tam da o...

Pazar, Mayıs 21, 2017

ÇEŞME KÜTÜPHANESİ


Başlığa bakarak şimdiki Çeşme Kütüphanesinden bahsettiğim  düşünülmesin, şimdiki kütüphanenin kütüphane olabilmesi için ünlü halk deyimi ile "kırık fırın ekmek yemesi gerekiyor" bence... Bahse konu kütüphane fotoğraftaki kütüphanedir, ki bu kütüphane, gençliğimin hatta kısmen de çocukluğumun bir bölümünün en modern ve güzel binalarından biri idi, daha da önemlisi ortaokulda gördüğüm kütüphaneden sonra muhteşem idi benim için, güler yüzlü insanların yönettiği, içi benim gözümle tıka basa kitap dolu, aslında daha sonraları deyim yerinde ise, gözüm açıldıkça maalesef hiçte öyle olmadığını anladığım, bir mabet idi.

Dönem itibari ile, Canım Yurdumda köşe başlarını tutmuş içimizdeki Amerikalılar (Amerikanofiller) ve Amerikan muhipleri tarafından ABD'nin parlatıldığı, Amerika'nın rüya ülke olduğu biçimiyle parlatıldığı yıllar. Amerika 2. paylaşım savaşından dünya jandarmalığını üstlenerek mağrur çıkmış ya, Vietnam'da bozguna uğramış ne gam, olsun yine de zafer kazanmış gibi gösteriliyor, Amerikan askeri güç ve kudretinin kesafeti erişilemez düzeyde deniliyor, kendine güveni olmayan, komplekslerinden ötürü kendisini hiç görenlerin iktidara geldiği ülkelerde, Amerikan toplumunun methedildiği, Amerikan aile yapısının arş-ı alaya çıkarıldığı, Amerikan tarımının ve makineleşme seviyesinin erişilemez gösterildiği, dönem ve en fazla etkilenen ülkelerden biride Canım Yurdum. 3. Dünya yoğun bir kültür pompalanması ile karşı karşıyadır, sinemalarda Amerikan askerlerinin Kore ve Vietnam rezaletleri gizlenerek, diğer maceraları film önceleri gösteriliyor, kahvehanelerde ve kütüphanelerde Milli Eğitim Bakanlığı ilgili birimleri adeta "halkı aydınlatma ve propaganda bakanlığı" edasıyla, gelişmiş Amerikan aile hayatı (!!!) ve çiftlikleri ve de uygulanan tarım tekniklerinin filmlerini matah bir şeymişçesine gösteriyorlardı. Aynı dönemde barışsever(!!!) ve yardımsever(!!!) Amerikan hükümetlerinin içimize öğretmen kılıklı, "barış gönüllüsü" adı ile maruf CIA ajanlarını doldurduğu dönemdir, yaratılan ılıman iklim ve onun körlüğü sayesinde, bunların ajan olduğunu söyleyen abilerimiz ise "kahrolsun komünizm" ve "komünistler Moskova'ya" sloganları ile itibarsızlaştırılıyorlardı... Dönem itibari ile, yaşlı genç demeksizin mezkur kütüphanede akşamları toplanan halk bu propaganda filmlerinden nasiplenmiştir. Neyse bu tarafını kısa keselim ve gelelim asıl konuya...

Bahse konu dönemde; ortaokul sonrası ilk defa ödünç kitap alarak okumaya başladığımız, hem de hiç bir şeye ihtiyaç duymadan, gidip üye oluyoruz, istediğimiz kitabı alıp okuyoruz, bila bedel, Allahtan daha ne isteriz. Çeşit çeşit ansiklopediler, görece yasaksız zihniyetin kudreten aktarabildiği kadar çeşit ve miktar kitaplar, kerim devletimizin de bizleri daha tam da derdest edip, zapt-u rapt etme isteğinin en azından şimdiki kadar fazlaca olmadığı bir dönem, genellikle her türlü yazara ulaşabiliyorsunuz... Tabii ki benim hayatımda bu görece serbestlik fazlaca sürmedi, tam anlamı ile politikaya gark olmaya başlayan diğer tüm kurumlar gibi, kütüphanemiz de nasiplendi uygulamadan, sürekli gelen tamimler vasıtası ile kitapların bir kısmı depolara kaldırılmaya başladı, nerdeyse depoya alınan kitaplar salondakilerden fazla olmuştu hani ve usulü dairesinde devam etti ve de etmekte.

Yapımının gerçekleşmesi hikayesine gelince, derdest edilen halkevleri bünyesindeki "kitaplıklar" da bir şekilde, ince politika ile çekirdek külahı yapılmak üzere ilgili muhtarlıklar nezdinde köy odalarına gereği yapılmak üzere gönderilmektedir, görünen maksat kitabı halka götürmek, gerçek maksat ise açık olan çekirdek külah talebini karşılamak, Çeşme Halk Evi'nden de Sıhhiyeci İbrahim önderliğinde, aralarında dönemin gençleri Nuri Ertan, Levent Taylan ve Coşkun Kalkan'ında bulunduğu bir grup tarafından kurtarılır ve o zaman ki adı ile şimdi ki Rıdvan Otel köşesindeki Çeşme Turizm İnformasyon bürosuna yerleştirilir. Sonraları Belediye Başkanlığı da yapmış büyüğümüz Nuri Ertan ve diğer gençler, dönemin Belediye Başkanı diğer büyüğümüz Hulusi Öztin'e gider, kütüphane ihtiyacını anlatır ve Belediyenin bir yer tahsisi konusunda anlaşılır. Bilahare 27 Mayıs darbesinin desteklenmesi maksadı ile yürüyüşler düzenleyen başta mezkur gençlik olmak üzere "Çeşme Turizm Derneği" aracılığı ile şu anda Ziraat bankası yanından geçilerek sahile dönülen yerde, plan ve imar hak getire, bir kütüphane yapılmasına karar verilir. Başta Belediye ve Durmuş Yaşar-Selçuk Yaşar olmak üzere toplanan bağışlar ve dernek bünyesi destekler ile fotoğrafta görülen kütüphanenin yapımı, plan ve imar kuralı olmaksızın gerçekleşmesi nedeni ile, göz kararı inşaat başlar, bakarlar ki yol çok dar kalmış, duvarlar yakılır biraz daha geniş yol kalacak şekilde tamamlanır. Bir başka büyüğümüzün anılarından bildiğim kadarı ile Nuri Ertan inşaatın yapımında diğer arkadaşları ile birlikte görev üstlenir. Mezkur kütüphane yapımında aktif rol almış sonradan Belediye Başkanı olmuş Nuri Ertan tarafından, bu kere, yol açılacağı bahanesi ile yıkılır ve kitaplar şimdiki düğün salonu içinde tahsis edilmiş bir alana taşınır. Bilahare de şu anda kütüphane diye faaliyet gösteren yere, yine bir başka büyüğümüz eski Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu tarafından, yeri tahsis edilmek üzere Kültür Bakanlığınca taşınır. Bir hazin hikaye. Şimdi ki kütüphane sadece çocuklara etüt yapma konusunda bir mekan olma özelliğinden öte geçememektedir, bence... O güzelim kütüphanenin yapılması için çaba sarfet, inşaatında bizzat aktif görev al, sonra da yol açıyorum diye yık, inanılmaz bir çelişki ama Nuri Ertan olunca, izahı var tabii ki, hikayenin, sonuç itibari ile hüsran... Kahvehanelere kütüphane kurma zorunluluğu getirelim numarası ile var olan kütüphanelerin kapısına kilit vuruldu ya da daha insaflı yorum ile kütüphane kütüphane olmaktan çıkarıldı, mode deyim ile içi boşaltıldı... Kütüphanecilik esasen Kültür Bakanlığı faaliyeti olmakla birlikte bizim hikayemizde görüldüğü üzere bir şekilde yapımında da yıkımında da Belediye Başkanları başrol almışlardır. Şimdiki Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç'tan da, yaşanan bu acılı süreci ve sıkıntılı sonucu görmesini ve görkemli bir kütüphane yaptırmasını, içine de bu yazar bizden, bu değil tasnifi yapmaksızın kitaplarla doldurmasını, hatta Kent Müzesinin de içinde bulunduğu bir kompleks şeklinde tasarlanmasını, bunların da olmaması halinde restorasyonu yürütülen "Osman Ağa Konağının" bu işe tahsisi için yoğun çaba sarf etmesini bekliyoruz.

Cumartesi, Mayıs 13, 2017

22. İZMİR KİTAP FUARI ARDINDAN


Yeni Çeşme Gazetesinden düzenli olarak makalelerini keyifle okuduğum, bazı görüşlerine katılamadığımı ifade ettiğimde ise büyük olgunlukla karşılayıp ciddi ama soluksuz bir kontratak ile haklılığı ve doğruluğu konusunda giriştiği ikna çalışmalarından kendisini ve görüşlerini bir hayli iyi tanıdığım, ancak ve ne yazık ki fırsat yaratamayarak yayınlanmış kitaplarından herhangi birini bugüne kadar okuyamadığım yazar arkadaşım Hande Baba'nın 22. İzmir Kitap Fuarında katıldığı imza gününde edindiğim kitaplarından önce "Rüzgara Sarılmak" ve bilahare de "Ölüm Bugün Hasta" öykü kitaplarını bir solukta okudum. Hayat, ölüm, birliktelik, aşk, ayrılık, namus, töre, özlem, kadın, evlilik, yolculuk, hastalık, yorgunluk, toprak, maden, trafik, kent, köy, kentleşme ve de özellikle çarpığı, yaz, kış, soğuk, sıcak, rüzgar, doğa, ağaç, deniz, plaj, iş, eş, aş ve iş kazaları vs. başta olmak üzere, hattı zatında her şey temalı öyküleri ile Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı bünyesinde uygulamalı yazma ve öykü atölyelerinde rahle-i tedrisattan geçmiş, son dönem başarılı öykü yazarlarından biri diye düşünmekteyim, kendisini.

"Ölüm Bugün Hasta" da; "içindeki insanı, toprağına, hayvanına iyi bakarak büyütürsün" diyerek doğa sevgisini özdeyişsel bir şekilde yüceltirken,  "Daireler torunlara geçince mecburen satarak paylaşacaklarını, kestikleri her bir ağaçta kendi topraklarından kendi köklerini kesip attıkları" tespiti ile çarpık kentleşme ve doğa katliamı yanında etkisiz miras hukukuna dolaylı dikkat çekişi, düçar olmuş karakterin ağzından da; "çaresizlikten insanların başvurduğu yolları düşünüyorum da... Anlamak hiç de zor gelmiyor şimdi. Yüreği yıkılmaya görsün, nelerden medet ummuyor ki insan..." diyerek majör depresyon tespiti yapmaktadır. "ondan öğrenmiştim; büyük mucizeler beklerken çiçek açan umutları gözden kaçırmamayı" diyerek hazin sona gidişte bile karamsarlıktan azade pozisyon alıp, bir umuda tutunma çabasını öne çıkarmakta ve umutsuz olunmaması gerekir art planını oluşturmayı hedeflemektedir diye düşünmekteyim. Hele bir yerde karakterin ağzından; "Yaşam dalgalı deniz gibidir. Dalgalardan korkup kaçmamalısın. Korkup kaçanı sevmez, dalgalarıyla oynayanı sever. Dalga ne kadar yüksek gelirse gelsin, sen dalgadan daha yükseğe zıplamalısın. Durulur o zaman, yorulur ve serilir önüne" diyerek azmin ve kararlılığın gereğine, derinliğine, anlam ve önemine felsefi bir vurgu yapmaktadır. Evet bu minvalde kelam etmeyi, eleştirmen edası ile yazmayı nihayetlendirmem gerektiğini biliyorum.

Diğer taraftan geçen yazımda; Çeşme'nin diğer önemli yazarlarının, öğrendiğim kadarı ile 22. İzmir Kitap Fuarına damga vurmasını es geçmiş olmamım ayıbı da bana yeter olmalı, aslında diğer yazar dostlarımızın, her ne kadar yazarın fuarda kitap imzalamasına fikri olarak karşı olsam da, dayanışma ve destek için imza günlerine gitmiş olmamız gerekir idi şüphesiz, ancak ve ne yazık ki gidemedim ve yine de her şeye rağmen burada, yazarın üstünden kitap pazarlanmasının sosyal açıdan pozitif değerlendirmeye tabi tutulması gerektiği görüşüne de itiraz etmediğimi ifade etmeliyim... Nerede ve ne zaman olursa olsun bir diğer fuarda, kendilerini ziyaret ederek, daha önceden edinemediğim ve okuyamadığım değerli eserlerini, kendilerinin değerli imzaları ile taçlandırılmış vaziyette okumanın hedefim olduğunu açıkça belirtmeliyim...

Bu vesile ile Çeşmeli yazar ve gazeteci büyüklerimiz ve arkadaşlarımız içinde bir paragraf açarak, aslında ne kadar önemli insanları tanıyor olduğumun reklamını da yapmak amacıyla, kısaca değinmek istiyorum. Tanışma şerefini edindiğim, büyüklerimiz Cavit Kürnek, Dinmez Er, Mehmet Culum ve henüz birbirimizi bildiğimiz halde tanışma fırsatı bulamadığım Yaşar Aksoy, Hamit Kalfa ile de yakın zamanda muhabbet etme fırsatı bulabileceğimi umut ediyorum. Bildiğim kadarı ile "İzmir'in ince gülü", "Sardunya'nın adı Maria" ve "İnce çimene su" adlı öykü kitapları ve "Dalgaları Saymak"  adlı romanı bulunan Cavit Kürnek aslında ünlü bir fotoğraf sanatçısıdır aynı zamanda. Mehmet Culum ise, bir tarafı ile çocukluğumuzun ve sokağımızın önemli yapısı olan ve bir başka yazımda, bendeki izlerini aktarmaya çalıştığım "Çamlı Pansiyonun" sahiplerinden olup, "Alaçatı" adlı kitabını okuduğum ve yakında okuma listemde bulunan "Kalenin gölgesinde Çeşme" ve "Azap ağa" kitaplarının yazarı bir büyüğümüz. Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy ise, günlük ve haftalık yerel gazete ve ulusal basındaki yazıları ile bilinen bir başka yazar olup, bildiğim kadarı ile "1915 Ermeni komşum" adlı yeni yayınlanan bir de kitabı bulunmaktadır ve ne yazık ki ben, hala edinememiş durumdayım ve bu da hala ciddi bir eksiğimdir. Diğer taraftan, yine yerel gazete köşe yazarlarımızdan Ahmet Akgül Hocamızın ise yayınladığı 2 kitabı ile fuarda yer alamamasının nedenini öğrenmek isterim açıkçası... Çeşme'de öğretmenlik yapıp sonradan da kalıcı olarak Çeşme'ye yerleşmiş Hamit Kalfa kitapları "Sürgün Avı", "Köy Düğünü" ve son kitabı "Kukkuklar Ötünce" yine okuma listemde bulunmaktadırlar.

Bu çok değerli ve verimli insanlarla birlikte aynı kentte yaşıyor olmanın bir şans olduğu değerlendirmesi ile bitiriyor, herkese iyi haftalar diliyorum.

 

Çarşamba, Mayıs 03, 2017

İZMİR KİTAP FUARI

"İzmir Kitap Fuarı 2017" sonuçlandı, fuar öncesi yapılan açıklamada 400.000 civarında ziyaretçi tahmin edilmiş ve bilahare de final ziyaretçi sayısı da 444.000 olmuştur, oysa aynı günlere denk gelen süreçte "İstanbul autoshow fuarı" hem de fiyatları el yakan cinsinden lüks otolar için 600.000'den fazla ziyaretçinin bulunduğu açıklanmıştı. Canım Yurdumun insanı için, lüks araçlar kitaptan daha önde, yapacak bir şey yok ama sonra biz bu hallere niye geldik yakınmaları nedendir diye düşünmekten kendimi alamıyorum... Ve ilaveten burası İzmir Kitap Fuarı, varın siz Yozgat'ı ve Gümüşhane'yi düşünün gayri, bu kentlerden olanlar beni affetsinler gayri...

Binlerce saatlik, belgelik  araştırma yapıp, farklı farklı kentlerde kütüphaneler gezmiş, belge ve bilgi peşinde koca bir hayat geçirmiş yazdığı belgeli ve bilgi dolu yazılar yüzünden başı sürekli şekilde ağrımış, üzülmüş, mahkeme kapılarında zaman harcamış,  ömrü kitap yazmakla geçmiş, koca yazar kitaplarının dizilmiş olduğu masanın arkasına geçmiş, arkasına da kitaplarını basan yayınevinin reklamını almış ve bekliyor.... Bekliyor ki kitap severler, okuma aşkını bitirmemiş insanlar gele de kitabını ala ve o da imzalaya... Vay ki vay... Abim be domateste satmıyorsun ki, kitap bu kitap, bilim, bilgi, araştırma, düşünme, gözleme, izleme, tecrübe, emek, bilgi teri var o eserde... Hay Allah.. Bu konu gerçekten nasıl değerlendirilmeli, bilmiyorum ama bana düşündürdükleri bunlar, aksi görüşte olanlar varsa ve beni bu konuda ikna ederlerse asla üzülmem tam tersine memnun olurum...Aziz Nesin'e benzer bir konuda eleştirel bir soru soran kişiye "ne yapayım vakfın paraya ihtiyacı var" demiş... Nokta...

80'li yılların ortaları Barış Manço Çeşme'ye gelmiş ve gerekli reklam çalışması yapan arkadaşım, yinede ödediği paranın geriye dönüşümü konusunda endişeli, birlikte gittik ziyaret ettik ünlü şarkıcıyı, Çeşme ana cadde ve sahilde bir dolaşıp gerçekten burada olduğunu göster ve gelmedi, konseri iptal etti gibi söylentilerin önüne geç dediğimizde, adam; "ben sanatçıyım öyle sokakta dolaşıp reklam yapamam" demişti, bende adamın dediğini saygıdeğer bulmuştum... Şimdi aklıma geldi bu hikaye, fuarlar, kitap tanıtımları ve yazar imza günleri bu hale gelince... Oysa kitabın reklama ihtiyacı olmalı mı, zinhar, bilgi ve okuma ihtiyacı duyan kişi kitaba ulaşma çabası göstermelidir ve kitabın kolay ulaşacağı yer de, kitap satılan dükkanlar olmalı benim düşünceme göre... Artık kapitalist dünya, fikir üretimi azalmasına rağmen satış çok düşünce bu kabil bir reklam yöntemi tutturmuş gidiyor, Allah selamet versin...

Peki bazı yazarlarda yoğunluk yok mu idi, şüphesiz vardı, mesela Canan Karatay, hani lahmacun yemeyin diyerek çaktırmadan lahmacun yediği fotoğrafları basına sızan hanımefendi, onun önünde bir yığılma gördüm, ciddi bir sıra ve yer yer sıra ihlalleri var ve özel güvenlikçi oldukça kilolu hatun bağırıyor, azarlıyor ve ne yazık ki kimse "ne bağırıyorsun be kadın" demiyor, o da sıradan atarıma kadar konuyu geriyor da geriyor... Canım Yurdumun insanı, biraz da Emre Kongar Hocada bir kalabalık oluşturmuştu... Gerisi, kitaplar dizilerek sergileniyor masalarda, arkada imzaya hazır yazarlar ve en arkada kitapevi reklamları...

Yine de 2 yazar, arkadaşım Hande Baba ve arkadaşımın arkadaşı Hamide Yiğit kitapları için gitmiş idim özelde ama genele de baktık, yine yüklendik bir çanta kitap geldik... Bilge Umar'ın "Börklüce" kitabını yine bulamadım. Bir çanta kitabı gören bir tanıdık, yine masrafa girmişsin dedi, bende, masrafımız kitap olsun dedim, bunlar masraf değil, harcamamız para hederi değil, fikrin kederi hiç değil... Keşke tek harcamamız bu anlamda kitaplar olsa... Ama gazeteyi kahvede kahvehanenin gazetesinden okuyan bir neslin afadı olunca sonuç ve değerlendirme böyle oluyor maalesef...

Bazen duyuyorum, zaman yok, kitap pahalı, para yok benzeri yakınmaları, doğru, doğru ama aynı iddia sahibi muhteremler TV önünde saatler geçirmekten sıkılmazlar, kitaptan daha pahalı ABD menşeli cigara içmekten imtina etmezler, be adam ayda bir günlük sigara paranı kitaba versen, iş çözülecek ama nerde.... Yıllar önce evimi bir yerden bir yere, paketleme ve paketleri açma dahil evden eve taşıma şirketi vasıtası ile taşıyorum, paketleri açma işinde çalışan çocuklar, açıyorlar kitap, açıyorlar kitap, açıyorlar cam eşya, biri bana melül melül bakmaya başladı ve bir şey soracak ya da diyecek ama ikircikli, neyse cesaret ya Resulallah diyerek sordu; "abi, ev kendinin mi, kira mı?"... Hay Allah, ne desem acaba, "kira" dedim... "Eee be abim, bu kadar kitap alacağına, bu kadar cıncık alacağına, bir ev alsaydın ya"... Gülsem mi ağlasan mı? Ben de ona; "Sen Yozgatlı mısın?" dedim... Nereden bildin dedi, ben de çok kolay oldu demiş ve karşılıklı gülüşmüş idik... Hayat işte...

Cumartesi, Nisan 29, 2017

ŞİMDİKİ VERGİLER, SAY SAY BİTMEZ


Şimdi büyüklerimiz, Canım Yurdumun dünü ile bugününü kıyaslıyorlar ya, hani kıyaslama da ölçmenin ve anlamanın önemli aracı ya, hani dün kaç km. yol vardı, kaç km demiryolu vardı, kaç fabrika vardı, kaç elektrik santralı vardı, kaç hastane vardı, kaç okul vardı, kaç kuran kursu vardı, kaç imam hatip vardı, kaç üniversite vardı, vs. vs. işte 60 yılda, yok 70 yılda, olmadı 80 yılda yapılanı, biz 10 yılda yaptık diye de bizim pirinç büyüklüğündeki aklımızı karıştırıyorlar vallahi... Peki; dün ne kadar vergi vardı, kaç çeşit vergi vardı, bugün durum ne, bir bakalım dedik mali müşavir, muhasebeci ve defterdarlık desteği almadan, gündelik hayatımızdan bildiğimiz ve paşa paşa ödediğimiz kadarıyla döküm yaptım, sayfalar dolusu, hey yavrum hey... Toplanan para ile efelen dur, vallahi hakkın be muhterem derler adama... Mesela; dün kaç okul özel idi bugün kaç, dün kaç hastane özel idi bugün kaç, dün kaç üniversite özel idi bugün kaç, dün polisin görev yaptığı yerlerin ne kadarı özel güvenliğe devredildi, vs vs... Peki özel olması bu hizmetlerin kötümüdür, evet ve tartışmasız kötüdür... Ne demek özel okul, ne demek özel hastane, ne demek özel güvenlik, ne demek özel üniversite, vs vs... Mesela, dün hangi yoldan ya da köprüden geçerken para ödeniyordu, var mı bileniniz...Dün devlet tanımının içine giren bir dolu vergi, harç, rüsum ve fon kesintisi yoktu, peki ne oldu da bu kadar vergi, harç, rüsum ve fon bedeli ödemekteyiz... Devlet, sosyal diye diye, para toplama makinesi haline geldi... Bu sadece bizde mi, ne yazık ki hayır, tüm kapitalist dünya da böyle, artılı eksili benzer şeyler... Dün bu devlet ithal ettiği otomobilden, traktörden, kamyondan ÖTV almadan bu işi nasıl başarmış, ancak şimdi başarılamıyor, mesela pırlanta ithalatı ÖTV ye tabi olmazken diğerleri niye? Hani vergi aldıkça refah artacaktı, yahu son 60 yıldır bu palavralarla salma düzeninde toplanan vergiler refah yaratmamışsa, buradaki yanlış nedir acaba diye kimse düşünmek istemez... Bunca toplanan verginin refah yaratması bir kenara, yoksulluk ve sefalet artıyorsa, ters orantılı olarak, acaba bunun nedeni toplanan vergilerin azlığı yerine, ortalıkta zengin diye dolaşanları doyuramamamız neden olabilir mi diye neden düşünmeyiz? Neyse uzatıp kafa ütülemenin gereği yok... Böyle bir özetlesek fazla kusur işlemeyiz...

Diğer taraftan kalkacaksın, "varlık vergisi" ve "öşür" ve "yol vergisi" alınan dönemi yerden yere vuracaksın, hem de hepimizden metazori vergi salma usulü olması hasebi ile sonsuz destek alacaksın, sonra da salma sırası sana gelince, şeytanı bile yoldan çıkaracak kadar tıka basa bir beytülmal oluşturacaksın... Bu da yetmeyecek üstüne, kaka ilan ettiğin dönemin neyi var neyi yok özelleştirip güzelleştireceğim diye bizi ikna edeceksin, bitmedi sonra da yap-işlet-devret diye uyduruk bir model oluşturdum deyip, önceki etapların bile mumla aranılır hale gelmesine yol açacak, ayva var nar var 1 e 10 kâr var modelleri ihdas edeceksin... İşin tuhafı ise öyle bir kara propaganda gerçekleştireceksin ki, yoksul kitleler hepsini doğal ve gerekli görecek, hatta dibine kadar savunacak, bu kapitalistleri ve yardakçılarını, erketelerini ve yatakçılarını kutlamamak elde değil vallahi... Artık tüm dünyada olduğu üzere, sağlık işlerinin takibinin sigorta şirketlerine devredilmesi, dün bedava verilen onlarca ilaçtan desteği çekeceksin, bazılarından ise katkı payı alacaksın vs vs, yoruldum vallahi, yazmaktan... Dünya bu hale geldi ve ne yazık ki biz de onlara özene özene daha da ilerilere geçtik, Allah selamet versin... Bakarmısınız şu vergilere Allahaşkına...
·      Yol katılım ücreti
·      Gelir vergisi
·      KDV
·      Emlak vergisi
·      Yurt dışı vergisi (harcı)
·      Otomobil vergisi (harcı)
·      Akaryakıt ötv
·      Doğalgaz ötv
·      Elektrik ötv
·      Cep telefonu özel vergisi
·      Gayrimenkul değer artış vergisi
·      Su atık vergisi
·      Katı atık vergisi
·      Vergilerin vergisi
·      İlan ve reklam vergisi
·      Yol katılım vergisi
·      Kanalizasyon katılım vergisi
·      ÇTV (çöp vergisi sonradan su faturalarına yedirildi)
·      TRT katkı payı vergisi
·      Sokak aydınlatma vergisi
·      Damga vergisi
·      Hasta katılım payı vergisi
·      İlaç katılım payı vergisi
·      Motorlu taşıtlar vergisi
·      Veraset ve intikal vergisi
·      Menkul sermaye vergisi
·      Banka ve sigorta muameleleri vergisi
·      Telekomünikasyon Kurumu Ruhsat Ücreti
·      Elektrik enerji fonu
·      Elektrik kayıp kaçak bedeli,
·      Elektrik dağıtım bedeli,
·      Elektrik sayaç okuma bedeli,
·      Elektrik perakende satış hizmet bedeli,
·      Elektrik iletim sistemi kullanım bedeli,
·      Elektrik  enerji fonu,
·      Elektrik tüketim vergisi
·      Elektronik eşyalardan alınan trt payı
·      Evsel katı atık bedel vergisi
·      Oyun kağıtlarından alınan ek vergi
·      Röntgen filmlerinden alınan ek vergi
·      Yurt dışı harcı
·      Diploma harcı
·      Tapu kadastro harçları
·      Yüksek öğrenim harçları
·      Yargı harçları

Aman üzülmeyin bu tablo bile Canım Yurdumu dünyanın en kötüsü yapamıyor, inanın çok kötüler var ve ne yazık ki çoğunlukta...
Daha yazacak çok şey var ama yer kalmadı... Cezalar ise hiç değinemediğimiz bir konu, bir sonraki yazıya inşallah...

Cumartesi, Nisan 22, 2017

VUR KIR PARÇALA BU MAÇI KAZAN


Artık hayatımızı ve tüm yaşananları futbol üzerinden izah etmeye başladık ya, Allah selamet versin... Futbol gerek ülkemizde, gerekse de dünyada "hiyanet-ül vatan-fir kayme" (şike) den geçilmez durumdadır, eee bu gerçek midir, değil midir, tevatür müdür  konusu ayrı bir fasıl olmak üzere, "şüyuu vukuundan beter" duruma gelmiştir, kolayca anlaşılacağı üzere. Ve bakıyorum bazı büyüklerimiz artık büyüklüklerini bu jargonla tebarüz ettirir hale gelmişler, maşallah, eee tabii ki çözdüler işi, vaktaki karşılarında pasa futbol düşünen, pasa futbol izleyen, pasa futbol programı izleyen bir "ne sağcıyım ne solcu futbolcuyum futbolcu" diyen Allahlık büyük bir kesim var, ver gazı gitsin... "Resultante importante" diyordu ya pabucumun imparatoru, aynı o suret işte, seç seç al... Artık hayatın tamamı bu jargona uygun hale getirildi... Kendisine şucu'yum, bucu'yum diyen herkes bir şekilde, ama alıcı, ama verici, ama görücü, ama izleyici, ama susucu, ama duymayıcı, baştan aşağı "hiyanet-ül vatan-fir kayme" yani şike ve doping... Cemaat-ül müslimin tutturmuş bir "Tezahür-ü cümle-i cemaat", vur kır parçala, bu maçı kazan... Tek amaç, ne pahasına olursa olsun kazanmak olursa, karşılığında neyi kaybedersiniz, "ahlak ve etik", ehhh ahlak ve etik terk-i diyar edince de, istediğiniz kadar taraftar bulursunuz sizi destekleyen. Yani Muaviye hikayesindeki gibi, erkek deveye dişi deve diyen onbinlerce insan bulursunuz etrafınızda... Hani, destekleyen insan sayısının fazlalığı sizi doğru söylüyor kılmazmış, sizi doğru yapmazmış, ama olsun, ne gam, ne keder...  Ancak ve ne yazık ki bakın etrafınıza şikeci, dopingli ve dopingci ağır abiler revaçta, felan- feşmekan gavuru yenerken nasıl deri ceket hediye ettik, nasıl zarf içinde dolarları verdik, vs. vs...

Bunları düşünürken, şimdilerde pek yolumuz kesişmeyen, eski çok önemli bir "defterdar-i cihad-ül kürriye" (hakem) ve şimdilerin önemli futbol yorumcusu bir muhteremin önemli "sancaktar-i hatt-ül saha" (yan hakem) bir dostumun yaşadığı bir olay geldi aklıma... Bu sevgili dostumu Güneydoğuda bir maçın orta hakemliğine atıyorlar, hakem heyeti düşüyor yollara, en son maçın oynanacağı kente minibüs ile intikal edilecektir. Yollar dönem itibari ile güvenlik açısından sıkıntılı, sıkıntının kaynağı da malum, minibüs durdurulur ve maçın 8-0 filan takım lehine bitirilmesi gerektiği aksi taktirde kendilerinin sonu olacağı gayet sarih bir biçimde ve herhangi bir endişeye mahal vermeyecek bir biçimde kendilerine anlatılır, malum yol kesiciler tarafından... Neyse, artık aynı yoldan da geri dönüleceği için, çaresiz bu maçın istenilen skorla bitirilmesi dışında bir seçenek yoktur. Maç başlar, ancak 8 gol atıp maçı alması istenilen takım bırakın 8 golü, 1 gol bile atabilecek durumda değildir, rakip siyah beyazlı takım, siyah ağırlıklı formaları ile adeta kartallar gibi saldırmaktadır, bol gollü galip gelmesi gereken takımın üstüne, akın akın gelen atakları yok "taarruz-ül beleş" (ofside) idi, yok "darbe-i müstehcen" (faul) idi vs. bir sürü gerekçe ile kesmektedir mezkur hakemlerimiz. Ama asıl ekipten bir karşı atak gelişmemiştir henüz ve zaman akmaktadır, artık devreye acilen girilmesi gerekmektedir, aksi taktirde maazallah, neyse 2 kırmızı kart, 1 "ceza-i şeriye aman yarabbi" (penaltı) ile hakemimiz durumu 1-0 getirir ama, 8 nasıl olacak, çok zor... Neyse 2. yarı başlar ama 2 eksik oynayan rakip daha etkili hala, derhal hakem tekrar devreye girer 1  "ferman-ı ahmer" (kırmızı kart) daha, 3 penaltı daha uydurulur, maç gelir 4-0 a... Ama daha 4 gole ihtiyaç var... Artık hakemler herşeyleri ile destek verirler, faul korner vs derken, dakika 87 olur maç 7-0 a getirilir... Averaj ve verilen talimata uydurulması için 1 gole daha ihtiyaç vardır, ne yapsa olmuyor, maçın süresi dolmuş, hakemler boyuna maçı uzatıyorlar ki, bir gol daha atıla... Maç 10 dakika daha, 15 dakika daha uzuyor... Ama gol gelmiyor bir türlü, zaman geçiyor hava da kararmaya başlıyor yavaştan, bir korner uyduruluyor, orta hakem yan hakeme iyice kaleye yaklaşmasını söylüyor ve denk gelirse topu kaleye tiplemesini de emrediyor. Neyse korner atışı yapılıyor bir karambol sürüyor ve top nasıl olduysa yan hakeme doğru geliyor, şut ve gol, nihayet maksat ve murat hasıl oluyor, 8-0 nihayet istenilen yerine gelmiş, hakemler çok rahatlamış vaziyette soyunma odasının yolunu tutuyor... Rakip takımın idarecileri, bağırıyor çağırıyor, itirazlar gırla, gözlemciye itiraz, federasyon yetkilisine itiraz... Sonuç yok tüm itirazlar reddediliyor. Bilahare maçı Federasyon da tescil ediyor tüm sonuçları ile... Artık 8-0 galibiyet ile averaj sağlayan takım ligde kalıyor... Mezkur takımın kulüp başkanı açıklama yapıyor; "bu iş bitmiştir" ve "Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye"...

Sonuçta, vaziyet-ül madara, (tarihi fark), vaziyet-ül hararetta (uzatma dakikaları), sancaktar-i hatt-ül saha (yan hakem) ab-yari ile vak'a-i hayriyeye mazhar olunuyor... Aha da durum bu, Federasyon başkanı, Kulüp başkanları, Takım kaptanları, hakemler, gözlemciler, federasyon maç yetkilileri, seyirciler, rakip takım, vs. vs. Hak getire... Söylenecek kelam çok ama yer dar...

Sevdiğim bir türkünün sözleri ile bitiriyorum, artık kurt yesin bizi de kurtulalım...

Erzurum dağları kar ile boran
Aldı yüreğimi dert ile verem
Sizde bulunmaz mı bir kurşun kalem
Yazam arzu halımı dosta seslenem
Uy beni beni beni belalım beni
Satarım bu canı alırım seni
Çıkayım dağlara da kurt yesin beni.

Pazartesi, Nisan 17, 2017

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI


"Fareli köyün kavalcısı" hikayesi hemen hemen herkes tarafından bilinir, ve zaman zaman "goygoy"luğumuzun ispatı hatırına binaen de zikredilen görüşün kuvvetlendirilmesi ya da daha iyi anlatılabilmesi adına anlatılan, eskiden ilkokul Türkçe ders kitaplarında da bulunan bir hikayedir. Konu Almanya'nın Aşağı-Saksonya eyaletinin Hameln kasabasında 16. yüzyılda kasabanın fareler tarafından istila edilmesinin hikaye edilmesi olup, başta Grimm Kardeşler, Johann Wolfgang von Goethe ve Robert Browning olmak üzere pek çok yabancı ve yerli yazarın eserlerinde, farklı coğrafya ve dönemleri baz alınarak birer efsane olarak yer aldığı bilinmektedir.

Şimdi mezkur efsaneyi bir de ben yazarak, Almanya'nın 16. yüzyılına değineyim dedim... Çok şükür artık bunlar 16. yüzyılda kaldı, günümüzde artık ne kasabalarda, ne ülkelerde, ne belediyelerde ve ne de iktidarlarda kavalı bu kadar güçlü insanlar yaşamamaktadırlar. Artık kentlerimizde fare de mezkur miktarlarda üreyememektedir, çok şükür...

Masalımıza efsane girizgah ile başlayalım...

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam bana melül melül bakar iken, nenem daha doğmamış iken; Almanya denen ülkede Hameln adında bir kasaba varmış. Hameln kasabasının halkı fakir ama mutluluk içinde yaşar iken, kasaba evlerinin kilerlerinin erzak ile dolu olduğu günlerde, mutluluklarını zedeleyecek miktarda kasabanın bütün evlerine fareler dolmuş. Binlerce fare kasabanın sokaklarında, evlerinde dolaşıyormuş. ev sahipleri yatak odasına gitseler, mutfağa girseler ortalık fareden geçilmiyormuş. Fareler evlerde ne bulurlarsa yiyorlar, yatağa yorgana hatta insana saldırıyormuş. Halk ne yapacağını şaşırıp kalmış. Kasabanın yöneticisinden bu işe acilen bir çare bulmasını isterler, ama yöneticisinin de elinden bir şey gelmiyormuş, artık kasabanın adı fareli kasabaya çıkar ve herkes tarafından bilinir hale gelmiş.

Bir gün fareli kasabaya bir kavalcı gelir, kasabanın yöneticisine; "Eğer bana 51 kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim" der, tüm kasaba halkı bu habere sevinir, ne de olsa artık, kilerlerdeki erzak fareler tarafından yenmeyecek, sokaklar artık pislik içinde olmayacak, en önemlisi de çocukların sağlık problemleri bu kadar olmayacaktır. Yöneticinin delaleti ile salma usulü ile ahaliden kavalcının istediği 51 kese altını toparlamış ve kavalcıya farelerin def edilmesini müteakip verilmek üzere emanete alınır. Kavalcı isteğinin kabul edildiğini öğrenir öğrenmez, başlar sihirli kavalını üflemeye, kavaldan öyle sihirli ve tatlı, öyle güzel ve ahenkli sesler çıkar ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak kavalcının yanına geliyorlarmış. Kısa bir sürede kavalcının sihirli üflemesi ile etrafı yüzbinlerce fare ile dolar, kasabadaki tüm  fareler kavalcının etrafında toplandığı anda kavalcı yürümeye başlar, kasabaya gelirken yolda görmüş olduğu dereye doğru yürür, kavalcı önde kavalını sihirli sihirli üflüyor, fareler peşinden tıpış tıpış geliyormuş. Kavalcı nihayetinde dere kenarına gelir ve suyun içine yürür,  derede o kadar hızlı akan ve çok miktarda  su varmış ki, kavalcının ardından suya giren tüm fareler ölür... Kavalcı tüm farelerin öldüğünden emin olunca, köye hemen geri döner, kasabayı farelerden temizlemiş olmanın sevinci ve gururu ile ve anlaştıkları biçimiyle de hakkı olduğunu bildiği ödülünü ister, "51 kese altınımı alırım, altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım" diye hayal kurmuş. Bu düşüncelerle kasabanın yöneticisinin yanına varan çalgıcı ödülünü ister, yönetici oyun bozanlık yapar, "Nasıl olsa farelerden kurtulduk, 51 kese altını vermesem olur" diye düşünür, kavalcıya çeşitli nedenler göstererek altınlarını vermez. Kavalcı kandırıldığını anlayınca,  "Ben de size bir oyun oynayayım da görün" diyerek, başlamış kavalını sihirli sihirli üflemeye, kavalın sihirli sesini duyan tüm çocuklar kavalcının etrafında toplanır, kavalcı hem kavalını üfler, hem de yürümeye başlar, kavalcı yürümeye başlayınca sihirli kavalın büyüsüne kapılan çocuklarda düşer kavalcının peşine, kasabada tek bir çocuk kalmaz. Analar babalar kara kara düşünmeye başlarlar, yöneticiye gidip; "Ne yapıp, ne edeceğiz. sen kavalcının hakkı olan 51 kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü" derler. Kavalcı ise kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varır, kavalcı yaşanan yorgunluk neticesinde bir ağacın altında uykuya dalar, kavalı elinden düşer, çocuklardan zeki olan biri hemen kavalı eline alır ve üflemeye başlar, peşine takılan çocuklarla birlikte düşerler köyün yoluna, hemen kasabaya annelerin babalarının yanına dönerler. Yeterince uyuyup uyanan, kavalın sahibi, bakar ki çocuklar yok, telaşla köye döner, ahaliden zılgıtı yemiş yönetici bir daha riske girmez bu konuda ve kavalcının ödülünü verir, ahali de kavalcı da mutludur, gayri. Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine. Ve dileriz ki bu masal gibi tüm karabasana dönüşen diğer masallarda böyle mutlu sonlanır...

Kim yönetici, kim kavalcı, kaval nerde, kedi yok mu, kedi varsa bu kadar fare neden var, kedi yoksa neden yok, çocuk kim, neden kavalını sesine uyar da kasabayı terk eder, vs. vs.

Masal masal olmasına da, dünyamızda elinde tek enstrümanı kaval olan o kadar çok kavalcı var ki, inanılır gibi değil... Futbol, ekonomi, siyaset, bilim, tarım dünyasında sayılamayacak kadar çok... Allah verdikçe veriyor... Hatta bunların en meşhuru da futbol dünyasından idi, nam-ı diğer dürülülü, vs vs. Artık diğerlerini de herkes içinden söylesin...