Pazar, Aralık 24, 2017

CHE GUEVERA EFSANESİ ÜSTÜNDEN KAHRAMANLIK


Kalp muhteremin biri ne diyor; “Che 39 yaşında öldürülen, bizzat kendisinin infazlar yaptığı bir katil kişilik. Bir gerilla. Bolivya’da, Küba’da, Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkiya benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olamaz. Olmamalı. Bağı yok benimle. Köküm bir değil. Tarihim bir değil. Benim kendi tarihim ve insanlarım var. Onlarla övüneceğim. Garip. Fatih’i Dünya tanıyacak ama Türkiye tanımayacak”

Bu gaflet, dalâlet ve hıyanete cevap vermeden olmaz ki; burada olsa olsa Küba diktatörü ile bir ruhi hemhal vaziyetinin defansif ve de depresif ifrazatıdır tüm bu söylenenler olsa olsa, bütün sorun bu gerisi laf-ı güzaf… Ne diyelim yalanın bu kadar kuyruklusu da bu muhterem sayesinde erişilemez kadar büyüdü büyüdü, “Fatih” tanınmıyorsa, kim tanınıyor acaba… Sayenizde, çok şükür bir tek cep telefonu icadı ihalesi Fatih’e kalmadı… Yahu neler yapmadınız ki, 2. Köprüye adını verdiniz, öğrencilere bilgisayar dağıtımı projesine adını verdiniz, Canım Yurdumda erkek isimleri sıralamasında 11. sırada bulunuyor olması bile kara propaganda yapmanıza engel değil… Yahu artık bir de doğruları söylemeyi deneseniz… Gerçi bu söylediklerinin doğruluğuna siz de inanmıyorsunuzdur büyük ihtimalle ama siyasi emel-i vehmi ve hedeflerinizin tahakkuku cahilin ferasetine müstenit olması münasebeti ile milletin akli kündesi kaçınılmazdır… Aaaa inanıyorsanız da durum daha vahimdir vallahi, Allahım sen aklımı koru yarabbim noktası, Allah selamet versin…

Bu muhteremlerin tekmili birden Che’yi anlama kurslarına yazılmalıdır bence, yazılmalıdır ki, biat kültüründen gelmek ve doğmatizm ile hayatı idame ettirmek ile ferasetin, aklın ve izanın oluşmadığı anlaşıla, aksi takdirde, haydi çocuklar doktora, derler adama maazallah… Geçen yüzyılda dünya ölçeğinde, emperyalizme canı pahasına karşı çıkan bir sözcü, bir lider, bir önder aranacaksa eğer, And Dağlarında yoksul bir yerli köyünde, yoksulluğun yeryüzünden silinmesi mücadelesinde bayrak olmuş, bu uğurda tüm bağımsızlıkçıları hedef almış ABD’nin en ünlü insan avcılarını ve kasaplarını bir araya getiren ordularca, malum organlarının yusufundan ötürü, yaralı yakalanmasına rağmen katledilen, bununla da yetinilmeyip, ola ki dirilir kâbusuyla elleri bile kesilen Che’den başkasını, ne kadar ıkınırsanız ıkının aklınıza getiremezsiniz. İsyan, karşı çıkış, direniş, kurtuluş, bağımsızlık, adalet, hak, hukuk, eşitlik, namus, onur, gurur, özgürlük gibi daha pek çok olumlu sıfatın, Che akla gelince hatırlandığını, dünyada pek çok yerde bu sıfatlar ile yola çıkanların kendisini bayrak edindiğini bilmiyor olmanıza imkân yok… Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in Che’yi “özgürlüğün, egemenliğin, haysiyetin ve hepsinin üzerinde adalet ve eşitliğin simgesi” olarak selamladığını da ilaveten bir kenara not ederken 1967’deki devlet başkanını artık kimselerin hayırlarla yâd etmediğini de gayet iyi biliyoruz, tıpkı yüzde yüz yerli ve milli olan evren gibi, ilaveten ABD ile siyasi hemhal olmuşluğuna rağmen bir helikopter kazasına kurban gitmesine engel olamamıştır, yani anlayacağınız yalakalığın ve satışın kendisini kurtaramaması hali... O sizin katil dediğiniz, bir ülkenin “bakanı” olmuş, saygın bir şahsiyet olma genel kabulü, sizin nezdinizde bir mana ifade etmiyor farkındayım, bilgisizliğin, hadsizliğin ve terbiyesizliğin yarattığı müthiş cahil cesareti ve organ karışıklığı nedeniyle ağzınızdan kaçırıyorsunuz ama sizin gemilerini kıble tayini ile namaz kıldığınız ülkenin, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak, ülkesinin kerhane ve kumarhane ihtiyacı karşılamak üzere sınırsız desteklediği, bir manada fikri hemhâlınız Diktatör Batista’nın karşısına çıkmış olmasını içinize sindiremiyorsunuz gibi duruyor konu… Mustafa Sabri Efendilerden el almış gafillerin, ABD’nin 6. Filosunu Canım Yurdumun bağımsızlığını tehdit ediyor olması gerekçesi ile protesto edenlere, silahlarla, bıçaklarla, baltalarla saldırıp insanları öldürüp, yaralayan güruhun liderliğini yapanların, zaten Che Guevera için “iyi adamdı” ve “Bağımsızlık benim karakterimdir” ya da “kendisini minnet ile anıyoruz” demesi abes olurdu ve de ben de şahsen alınırdım. Beni utandırmasınlar diye bu kelamları bu biçimi ile söyleyenlere teşekkürlerimi arz ediyorum.

Tabii ki ABD’nin gemilerini adeta “kıble tayini ile” hedefleyerek teşekkür namazı kılanların anlaması mümkün değil ayrıca anlamalarını da aklıselim kimsenin beklemediğini biliyoruz. CIA beslemelerinin, CIA ve devleti ABD’ye karşı bağımsızlık savaşı verenleri sevmediler, daha da ötesi bu karşı duruşu hiç unutmadılar ve kinlerini her fırsatta kusmaya devam ettiler ve ediyorlar. Zaten tek kitapla hem de onu da ciddi bir biçimde okumadan kulaktan dolma bilgilerle okumuş sayılanların bu kadar okumuş, okuma ve öğrenme sevdalısı insanları seviyor olması da beklenmez. Mesela sizin fotoğrafınızı tşirtüne basan biri var mı dünya da, çocuklarınız bile basmamışlardır, bunu böyle bilesiniz… Bop diyerek hop ettirenlerin haddine mi kalmış, dürüstlük, asalet, ahlak, etik, namus abidesi Che için laf etmek, ağızlarını 1 milyon kez çalkalamaları gerekir diye düşünüyorum.

Eeeee tabii ki, Mustafa Sabri Efendi, Dürrizâde Abdullah Efendi, Damat Ferit Paşa, Ahmet Aznavur yüzde yüz milli ve yerli ama elin gâvuru Che eşkıya, katil… Kalp kahramanlık böyle bir şey işte… Bunların derin hoca diye yere göğe sığdıramadıkları mısır püsküllü hoca ne diyor; “Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı”. Nokta hatta üç nokta…

 

Cumartesi, Aralık 16, 2017

MECBURİYETİMİZE KUŞ KONDURMAK


Geçtiğimiz yıl CHP Çeşme İlçenin düzenlediği sabah kahvaltısına katıldım. Büyük dayanışma ile hazırlanan yiyecekler, gayet münasip bir düzen içinde davetlilere sunulmak üzere masalara dağıtılmış idi. Gerek geç kalmamdan kaynaklanan kısa süreli katılımım, gerekse de gündemdeki başka konuların diğer misafirler ile paylaşılması nedeniyle yapılan konuşmalara çok fazlaca muttali olamadım, ancak CHP’nin Çeşme ve İzmirli ağır toplarının, CHP’li hemşerilerimi ve katılımcıları nasıl damardan etkiledikleri, ben fazla anlamasam da varolan coşkudan ötürü çok açıktı… Zaman artık ayrılma zamanı idi, tam ayrılır iken, çok sevdiğim ve saygıdeğer bulduğum bir büyüğümüz sandalyesinden ayağa kalkarak koluma girip, beni İzmir CHP milletvekili, haydi adını vermeyeyim, ama basından Çeşme ile çok ilgili olduğunu bildiğim muhterem ile tanıştırdı. Beni tanıtır iken de, beni honore edeceğini düşündüğünü düşündüğüm bir şekilde, “Çeşme’nin iyi bir CHP’lisi ve gazetecisidir” biçimi ile takdim etti. Karşılıklı memnun oldum muhabbeti arasında, “Sn. Vekilim, abimiz sağ olsun, var olsun, beni yüceltmek istediğinden olsa gerek, hem CHP’li hem de gazeteci olarak takdim etti ama her ikisi de doğru değildir, ne CHP’liyim ne de iyi bir gazeteciyim. Ben sadece düşündüğü gibi yazan birisiyim, ama daha da önemlisi torpil ile de bir gazetede bir köşe buldum, idare ediyorum” dedim ve devamla “eğer CHP İlçenin kahvaltısına neden katıldınız diye düşünecek olursanız da, mecburiyetimize kuş konduruyorsunuz” dedim. Bu lafın hangi anlamda kullanıldığını anlamamış gibi bakınca, bakın manasını ben size söyleyeyim diyerek, “Cumhurbaşkanı adayı olarak kitlelerin önüne getirdiğiniz kişiye, kitleler istemeye istemeye, çaresizlikten ya da mecburiyetten oy verdiler, ama siz aday olarak gösterilen kişiye hiç itiraz etmediniz, HDP’lilere yönelik “dokunulmazlıkların kaldırılması” konusunda bu kadar düşünmeden verdikleri desteğin, aldıkları kararın kendilerini de vuracağını söylediğimde, vekil hemen sözümü keserek, ateşli bir şekilde, “o konu başka” demiş idi, “hep beraber yaşayarak göreceğiz bakalım” dedim “Sn. vekilim göreceğiz bakalım başka mı, başka değil mi? Sarı öküzü verince artık yapacağınız bir şey kalmayacaktır, göreceksiniz” diyerek veda ederek ayrıldım oradan…

Bir başka gün, yine dönemin kifayetsiz muktedirlerinden birinin gündemi germek ama nihayetinde fikrini dökmek adına ve açıktan bir Atatürk saldırısı için, başta CHP İlçe başkanı ve yukarıda tanıştığımı beyan ettiğim muhterem vekil birlikte, yanlarında birkaç muhterem daha, Çeşme Adliyesine suç duyurusunda bulunmak için giderler iken karşılaştık, Başkan beni mezkûr vekil ile tanıştırmak için durdurunca, baktım ve de karşılıklı bakıştık. Başkanın tanıştırayım söz üstüne ben tanıdığımı beyan edince, baktım vekil de ben tanıyorum, “bu mecburiyetine kuş kondurduğumuz arkadaş” dedi. Derin manasına karşılıklı vakıf oluş hasebi ile gülüştük… Ben hemen tutuklanan milletvekilleri konusunda rahat olup olmadığını kendisine sorduğumda, ne yazık ki ve muhtemelen söyleyeceği bir şey olmamasından ötürü, yorum yapmadan, nasılsın iyi misin faslına devam etti. Belli ki o da, tutulan yoldan olmasa bile gelinen noktadan son derece rahatsız ama çare yok…

Yalnız bu kabil fikriyata yatkın olanlara hiçbir şey ders olmuyor, sadece karşıtların aldanmaları ile eğlenirken kendi aldanmaları da diz boyu… Bir de hatırlamada bulunalım bu muhteremlere, artık mecburiyetine kuş kondurduklarınız sizinle birlikte daha fazla olmak istemeyebilirler aman dikkat… Artık çaresiz olmadıklarının farkına varırlar maazallah… Dikkat… Kuş kondurmanın da bir sınırı olmalı, kendilerine gelmeliler ve kuş kondurma yerine daha münasip olanı ikame etmeliler.

Hani meşhur hikâyedir ya. Muhtemelen herkes biliyordur ama bir kez daha tekrarlamanın zararı yoktur umalım.

Bir öküz sürüsü varmış, çevredeki birkaç aslanın ağızlarının suyu akarak ama asla erişemediği bir durumda otlamaktadırlar, sonra bir gün, aslanlardan biri, açlığa çare bir hinlik düşünür ve sürünün yanına gelerek, “biz aslında size ilişmek istemiyoruz ama içinizdeki şu sarı öküz çok sinirimize dokunuyor, onu bize verirseniz siz de kurtulursunuz, biz de rahatlar ve size ilişmeyiz” demiş. Sürünün önde gelenleri toplanıp “sürünün âli menfaatleri adına” sarı öküzü vermeye razı olurlar ve saldırıdan kurtulacaklarını sanırlar ama aslan kısa bir süre sonra benzer bir bahaneyle kapılarına dayanıp başka bir kurban isteyene kadar… “âli menfaatler adına” kurban vere vere öyle bir noktaya gelinmiş ki, sürü küçülmüş ve sonunda aslanlara tamamen yem olmuş. O son anda, aslanlara sürekli kurban vererek kurtulacağını zanneden sürü liderleri, “biz bu savaşı ne zaman kaybettik?” sorusuna cevap aramış. Ve bu savaşı “sarı öküzü verdikleri gün” kaybettiklerini anlamışlar. Nokta… Üç nokta hatta…
 
Ah ki ah, hani yaşananlardan yeterince ders alınabilse idi, hiç bunlar böyle bir daha, bir daha yaşanır mı idi? “Benim oğlum bina okur döner döner yine okur” durumu devam anlayacağımız…

Pazar, Aralık 10, 2017

YURDUMUN İNSANLARI


Otobüste en öne oturdum yolun uzunluğundan ötürü, otobüse binen her yurttaşı göreyim diye, ne kadar sevinçli, ne kadar memnun, ne kadar hüzünlü, ne kadar düşünceli, ne kadar kızgın, ne kadar kederli, ne kadar nefret ile bakıyor, ne kadar aydın, ne kadar gerici, ne kadar yobaz, vs. vs… Hülasa canım yurdum insanının ortalamasını görmek adına…

Yolculara bakayım derken, asıl bakılacak tam da günümüzün insanı bir şoför var, evlere şenlik, ne kadar az bildiği ne kadar çok bildiğini gösterme çabasından anlaşılıyor… Tam da “cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi çok iyi biliyorlar” sözünün tecrübe edilerek imbiklendiği bir muhterem görüntüsünde, cahil ama mağrur… Cehalet paçalarından sökün etmiş, tam günümüzün ruhuna uygun yurttaşımız… Taksim tarafından geldiğini ve geç kalmasının nedeni olarak oradaki bir gösteriyi söyleyerek başlıyor söze, “hayırdır birader, ne gösterisi varmış dediğimde de, “kadınlar özgürlük istiyorlarmış” dedi ve “daha nasıl özgür olacaklar anlamıyorum, bundan daha nasıl özgür olunurmuş, ne istiyorlar da yapamıyorlarmış” gibisinden işkembe-i kübradan sallamaya başladı… Belli ki, akşamları full izlediği televizyon dizilerinden, müzik-show programlarından aklınca çıkardığı özet gereği, rolmodeli Tatlıses gibilerin ağız artığı kelamı papağanlamakta idi… Ancak özgüven patlaması muhteşem idi… Görmüştü kurs, almıştı ders… Neymiş kadınlar daha ne özgürlüğü istiyormuş, daha ne kadar özgürlük olurmuş… Kendisine Taksim’deki gösterinin özgürlük talebinden ziyade, “25 Kasım kadına şiddete karşı dayanışma günü” nedeni ile şiddet aleyhtarı bir gösteri olduğu ve çok haklı ve meşru bir şey olduğunu lisanı-ı münasip ile ifade edince, kapadı çenesini ve şoförlüğe devam etti. Tabii nereden bilecek beyefendi (aslında zavallı), canım yurdumda nerede ise her gün bir kadının katledildiğini ve kendisi gibi bir kalabalık güruhun da cinayet ikliminin hazırlayıcısı olduğunu… Bu ebleh ortalama yurdum insanı için bunlar vukuatı adiyeden idi besbelli… Aslında bakmayın, özgüven gösterisinin bir milyon olduğuna, birazdan yaptığı uzun telefon konuşmasından anladığım, kendisinin İlgisiz, bilgisiz ve sorumsuz ilaveten saygısız, sevgisiz ve kin sahibi biri olduğunu ve ne yazık ki canım yurdumun vasati insan tiplemesini oluşturduğunu…

Varacağımız yere olan sürenin yaklaşık 2 saat olduğunu söylersem, geçilen durak sayısının, binen insan sayısının akılda tutulmasının bile imkânsız olduğu da aşikârdır. Birkaç durak sonra, şoför durak harici ama durağa yakın sayılacak bir yerde durdu, kapıyı açtı dışarıdaki büfeye gitti ve bir hışımla otobüse döndü, döner dönmez de; “200 Tl veren yolcu kimdi” diyerek çift katlı özel halk otobüsünün içini koltuk koltuk dolaştı, kendisine 200 Tl yi vereni bulamayınca, bir taraftan uzaktan belli belirsiz delikli zımba ile delinmiş 200 Tl yi sallarken, diğer taraftan hemen cep telefonuna sarıldı ve merkezi arayıp kamera kayıtlarından 200 Tl yi veren şahsın tespitini istiyordu. Bu arada da otobüs kapıları kapalı biçimde hareket etmeden duruyordu… Nihayet tüm gün çalışmış ve bir an önce evine dönmek isteyen insanların, neden hareket edilmediğini yüksek sesle sormaya başlaması neticesinde, kamera görüntülerini beklediğini yüksek sesle tüm yolculara duyurdu… Hemen kendisine, görüntülerin gelmesini beklerken bir polis karakolu önüne çekmesini en önde oturan yolcu olmam sorumluluğu ile önerdim, çünkü gelecek görüntülerden sahte para verdiği söylenen kişi tespit edilse bile kendisinin bir hukuk adamı, bir kolluk kuvveti olmaması nedeni ile yaşanacak kargaşanın önüne geçilemeyeceğini söyledim. Yurdumun vasati insanı hiç duymamazlığa geldi, söylediklerimi… Neyse otobüste polis olduğunu söyleyen ve polis kimliklerini gösteren 3 kişi geldi yanına, 155 polis imdat arandı ve uzun süren tartışmalardan sonra bir polis karakolu karşısına gidildi, otobüsten karakoldan yardım istemeğe bir polisin gidişi dışında kimsenin inmesine müsaade edilmeksizin beklendi, bu arada görüntüler geldi, artık 200 Tl yi veren biliniyordu. Arandı tarandı mavi kazaklı kişi ama öyle biri otobüste yoktu, bu arada yaklaşık 1 saatlik süre de geride kalmış idi, derken yolculardan 3 tane delikanlı geldi, şoföre kapıyı açmasını istedi, o açmadı direndi derken, iş nerede ise kavgaya dönüşecek iken, artık 155 polis imdat ve polis karakolundan bir yardım gelmeyeceği de anlaşılmış idi delikanlılar da çok sert bastırınca kapı açıldı, gençler gittiler… Şoförün de artık sabrı ve ümidi tükendi ve teslim oldu, bu arada şişkin ego ve karizma da çizilmiş oldu ve nihayetinde yola koyulduk… Artık, özgüven patlaması yaşayan şoföre, özgürlükler ülkesinde yeterince gözünü açmaması, canını uyandırmaması halinde böyle özgürce 200 Tl sahte paranın iteleneceğini hatırlatmak gerekiyordu… Yani bu kadar da özgürlük olmazdı canımmmm, durumu…

Asıl hikâye bundan sonra başladı, kulaklığını çıkardı, telefona taktı ve annesi olduğunu anladığımız kişi ile başladı konuşmaya… Başlardaki her şeyin güllük gülistanlık olduğu memleket ahvali dama demişti abinin gözünde… Kaç günlük çalışmasının karşılığını kendisine sahte para vererek almışlardı daha doğrusu çalmışlardı elinden, zaten bu parayı da kazanabilmek için sabahtan akşama kadar direksiyon sallıyormuş, canı çıkıyormuş, memlekette para kazanmanın ne kadar zor olduğunu birilerine anlatılmasının zamanı gelmiş, sabahtan akşama kadar yolcu diye ne kadar kötü insanlarla muhatap oluyormuş, iyi insanın dürbün ile arandığı devir yaşanıyormuş, hayatın ne kadar zor olduğunu kimleri kast ederek söylüyordu, vs vs… Son olarak ta annesine karının da kendisini terk ettiğini söyledi, muhtemelen annenin karısından yana savunma yapması üzerine, karısından şikâyetlerini sıraladı durdu… Nerdeyse 1,5 saat telefonda her şeyden ama her şeyden yakındı durdu, artık sanki başta savunduğu güllük gülistanlık ülke gitmiş, rezalet bir ortam gelmiş idi son 2,5 saatte… Zaten polis bile sahte para ile ilgilenmiyormuş, ne olacakmış bu memleketin hali diye diye giderken, benim ineceğim durağa geldik… Allah diğer yolculara sabır ihsan eylesin dedim ve indim… Canım yurdumun halleri…

Büyük şair Nazım Hikmet ile nokta…

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
           beş değil,
                      yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
                            deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
                                    senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
                      kabahat senin,
                                     — demeğe de dilim varmıyor ama —
                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Salı, Aralık 05, 2017

EY GALATASARAYLILAR


Galatasaray; teknik direktör Tudor ile yaklaşık 1 yıllık görev süresince hiçbir büyük maç kazanamadı ya, koptu kıyamet, “Tudor go home” (tabii benim yazdığım biçimi ile asla söylenmeden, küfür diz boyu, din iman, mor mintan)… Bu yaklaşımın neresine ne diyeyim, kıyıdan da taraftar böyle celallenince, yöneticiler ise avuçlarını ovuşturarak, durumu izliyorlar… Maksat ciro olsun, gelsin mamalar misali… Alıver, satıver ticarete can veriver… Bu arada, 02.12.2017 tarihinde yapılan olağanüstü genel kurul toplantısında ne diyor Başkan bey; “Riva ve Florya arsalarımızın değeri 508 milyon. Riva 388 milyon, Florya için 120 milyon TL ekspertiz değeri çıktı… Emlak Konut'tan 508 milyon TL'den 341 milyon TL aldık, Hesaplarımıza 41 milyon TL faiz geldi. Biz aldığımız 341 milyon TL'den 315 milyon TL'yi Sportif A.Ş'ye koyduk. Sportif A.Ş de 1 dakika beklemeden mevcut borçlar için bankalara aktardı.” Bravo bay Başkan bravo… Gitti, Riva, gitti Florya… Bu kafa ile Galatasaray da gider… Hatırlıyorum da buna benzer bir kafa Galatasaray’ı 1970 lerin sonunda da yönetiyordu, dua etsinler de öne sürüldüğü üzere Beşiktaş şikesi ile o zaman ki 1. Lig’de kalabildiler. Adnan Polat ile başlayan tek adamlı yönetim sonunda da Galatasaray tam anlamı ile batma noktasına geldi… Nasıl mı, diyeceksiniz, işte öyle… Önce o dönemdeki Galatasaray yöneticisi Bülent Tulun’un, tek adama sorduğunu hatırlayalım; “Şoförünüzün Galatasaray kasasından makbuz karşılığında aldığı 1,5 milyon dolar da umarım Galatasaray menfaatleri için alınmış ve harcanmıştır”… Nokta… Nokta dediğime bakmayın, daha diyecek çok şey var da, konu o değil, konu Galatasaray yıllardır çok kötü yönetiliyor, ama her seferinde teknik yönetim harcanarak durum geçiştirildi, durdu… Taktik belli, bunun adı düpedüz başarısızlıkların faturası kesilirse kimden ses çıkmaz ya da en az ses kimden çıkar ve o da kuru gürültüye gider, durmak yok, yola devam… Ama herkes, her yöneticide olduğu kadarı ile analiz yapıyor ve üflüyor, isabet var mı, yok, peki isabetli analize gerek var mı, o da yok, ehhh o zaman, ver gazı gitsin… 10.11.2013 tarihinde yazıp https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/2013/11/galatasaray-degerleri.html
 linkinde yayınladığım, 01.03.2016 tarihinde yazıp https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/2016/03/galatasarayin-perisanligi-ve-yonetim.html linkinde yayınladığım, 17.12.2012 yazıp         https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/2012/12/inadin-telasin-ve-hayalkirikliginin.html yayınladığım, yazılarıma bakılırsa murat ve meramımın ne olduğu çok net anlaşılır.

Şimdi araya girip bugüne kısa bir göz atalım, sanki Başakşehir'den 5 yememiş, Trabzon'dan 2 yememiş, Antalya'ya karşı tel tel dökülmemiş, Kardemir Karabük çok zor geçilmemiş, Bursa’da tel tel dökülmemiş gibi yapılmasın lütfen... İleri ve dikine ve de hızlı oynayan takımlara karşı hiçbir çıkış yolu bulamamış, ya da kendisine lazım gelen galibiyeti kazanacak yolu bulmakta zorlanıyordu ama her şeye rağmen süper ligde liderliğini sürdürüyordu…

Ey Galatasaraylılar, bilin ve emin olun ki, Tudor'a kızarak konu temizlenmez... Adnan Polat'ı başkan yaparken, Fatih Terim'i imparator yaparken, hazırlandı bugünler, hem de birçoğunuzun alkışları ile... Artık anlayın lütfen, mesele Tudor meselesi değil, bir yönetim felsefesi meselesidir... Yıllarca dedik durduk, herkes ya oyuncuya kızdı, ya hocaya... Galatasaray genelde iyi yönetilmiyordu, sanki Basketbol, voleybol iyi gidiyor da sadece futbol mu kötü gidiyor, zinhar, her taraf ama özellikle genel yönetim çok kötü…

Ne oldu “GS’nin 1,5 milyon doları inşallah GS’nin faydasına harcanmıştır” sözünün hesabı, ne oldu stadı 3 paraya TOKİ’ye verip matah bir iş yapılmışçasına göğüslerini kabartan dürzülere, vs vs... Mesele artık anlayın ki, toptan ve topluca bir yönetim anlayışı ve icrası iflasıdır... Kimse Fatih efendinin 4 yıl GS’yi şampiyon yaptığını söylemesin herkes biliyor gerekçelerini, taaa Derwall'den ve Feldkamp’tan gelen ve onlara dayanan yatırımların semeresi ve faizi yenmiştir... Sonra Adnan paşayı başkan yaptınız GS’nin ipini çekti... Şimdi başta her sene girişi ve flaş (aslında perişan) kadro kurulmasını alkışlayanlar olmak üzere herkes ağlamalıdır ve de kara kara düşünmelidir... Nerdesiniz eyyyy kongre üyeleri, neredesiniz eyyyy GS severler... Haydi, gün sizin, de haydi buyurun...

Yere göğe sığdıramadığınız, her krizde akla getirilen ama krizin yaratıcısından çözüm beklenmeyeceğinin bilinmesine rağmen, tıpkı yine olduğu üzere, hep akla gelen ya da getirilen Fatih Terim 2004’te Almaguer gibi emeklilerden çok büyük paralarla kurduğu kadro neticesi GS borç batağına sokarken, anahtarlar bana verilmezse takımı çalıştırmam dediğinde susanlar, dilsiz şeytanlar şimdi medyada tuttukları köşelerden Tudor’a zehirlerini kusuyorlar, ayıptır, adama kötü gün bekleyen harami derler maazallah, bir susun gayri… Aslında Tudor’un bu takıma getirilmesi meselesinden başlarsak kötü yönetimi bir kez daha net görürüz ama nerde…

Cuma, Aralık 01, 2017

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -9


Siyaset ve fikir adamı Abidin Nesimi’nin “yılların içinden” isimli kitabını okuyorum.  Yazarın iyi tanıdığı Demokrat Partinin Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’ye, 8. Mayıs.1960 Canım Yurdumu getirdikleri noktaları ve buradan gerek kendilerinin gerekse de ülkenin ciddi yaralar almadan çıkabilmesi adına, yazdığı mektubu aktarmak istiyorum. Çok uzun olması hasebiyle birkaç bölümde aktaracağım mektubu, geçmişi ve bugünü anlamak adına önemsiyorum. Kıssadan hisse babından… 3. Bölüm…

 

Aziz dostum,

1946’da Bilecik’ten, Menderes’e bir mektup yazmıştım. O mektubumda hülasaten şöyle demiştim; DP’nin bir muvazaa partisi olduğu söyleniyor. Gerçi, bu partinin kurucuları arasında mütareke yıllarının muvazaa komünist partisini kuranlarda var. Köprülü de İnönü’nün azad kabul etmez kölesidir. Fakat buna rağmen, DP’nin bürokratik kadronun teşkilinde, CHP ile, mutabakata varmış olacağına inanamam.

Siz hariç, diğer kurucuların konsekan bir demokrat olduklarından da şüpheliyim. Size gelince, politikaya serbest partiyle girdiğinize göre liberalist olmanız lazımdır.

Bana gelince, ben liberal değilim. Fakat toplumda azınlıkta olduğum için bana çeşitli imkânlar bahşeden liberallerle, ideolojik mülahazalarla değil, stratejik düşüncelerle işbirliği etmek zorundayım. Bu yönden partinizle anlaşmaya hazırım, diye yazmıştım.

Fakat bir taraftan, insan hak ve hürlüklerine saygı gösteren Nitti ve Krenski idarelerinin feci akıbeti, diğer taraftan Peker’in DP ve İnönü’yü tasfiye teşebbüsü, DP’yi İnönü'ye yakınlaştırmıştır. 12 Temmuz beyannamesiyle de DP İnönü’nün emrine girmiştir.

Şimdi DP’nin Türkiye’nin terakkisever kuvvetleriyle yapacağı anlaşma, 1946’da Menderes'e yazdığım ve yukarıda telhisen arzettiğim esaslar üzerinden olamaz. Zira bu hususlar şimdi güç birliği tarafından bayrak edilmiştir. Bunlar muayyen bir cephenin değil, bütün Türkiye’nin müşterek prensipleridir. Türkiye’nin terakkici unsurlarıyla yapılacak işbirliği, insan hak ve hürriyetleri mahfuz tutulma şartıyla, iktisadi cihazlanmayı sağlama, sosyal adaleti tahakkuk ettirme, kollektif barışa samimi olarak inanma, milli kurtuluşlara saygı gösterme şartıyla mümkündür.

Gerek CHP ve gerekse DP bu esaslar üzerinden Türkiye’nin terakkici unsurlarıyla lşbirliğine yanaşmazlar. Çünkü DP şimdi, tamamıyla bir açmaz içindedir ve kelleleri CHP tehdidi altındadır, bu sebepten DP ne yapıp yapıp CDP ile anlaşmak zorundadır. CHP’ye gelince, o kendini iktidara seçim yoluyla namzet görmektedir. İnisiyatif elindedir. DP hariç hiç bir kuvvetle anlaşmak zorunda değildir ve ihtiyacı da yoktur.

CHP mevcut seçim kanunuyla silme secimi kazanacağı için DP’nin nispi seçime yanaşmaması için çeşitli tazyiklerde bulunacaktır. Hâlbuki DP nispi seçimle, belki 200 kadar mebusluk kazanabilir. Hâlbuki mevcut seçim kanunuyla 50'den fazla mebus çıkaramaz. Eğer mevcut seçim kanunuyla yeni seçimlere gidilirse, DP tamamıyla tasfiyeye uğrar. Türkiye, seçim yoluyla tek parti rejimine döner, İnönü de Türkiye’nin Sukarno’su olur. DP liderlerinden intikamını alır. CHP’nin mecliste mutlak ekseriyeti sağladıktan sonra teröre geçeceğinin delilleri pek çoktur.

“Nerden buldun” veya, “neye yaptın” kanunları bunun ilk işaretleridir. Aşırı sağ ve sollara hürriyet verilmeyeceği hakkında Falih'in yazı yazması, Feyzioğlu’nun Batı Almanya’nın komünist partisini kanun dışı ilan etmesinin insan hakları evrensel beyannamesiyle kabili telif olduğunu yazması, bu keyfiyetin ilk işaretleridir. Hele seçimleri müteakip 6 ay içerisinde nispi temsille yeni seçimlere gidilmesinden bahsedilmesi şayanı dikkattir.

Mevcut seçim kanunuyla yeni seçimlere gidilirse, demokrasiye veda edilecektir. O zaman Türkiye’nin terakkisever kuvvetleri yeniden demokrasi savaşına çıkacaklardır. Bu yeni savaşa DP’nin tarihi mes'uliyetlerine iştirak etmemiş olanlar da katılacaklardır. Fakat o zaman atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacaktır. Onun için daha imkan ve zaman varken, şimdi bu uyanıklığı gösteriniz! Türkiye’nin terakkiseverleriyle işbirliği ediniz! Veya bu işbirliği manilerini yıkınız!

Tekrar ediyorum; yukarıda dört maddede hülasa ettiğim esaslar üzerinde karşılıklı anlayışla bir mutabakata, ilk gençliğimin mücadele arkadaşlarıyla, varacağından eminim. Bu takdirde faal politikaya karışacağım; Neşriyata başlayacağım. Yukarda saydığım dört hususa, ek olarak, siyasi suçlar için umumi affı savunacağım. Terakkici unsurların arzusuna uyarak, siz de bir af çıkarırsanız, yarınımızı teminata almış olursunuz. Artık, bir hukuk devletinde, 6-7 eylül suçluları, Kore sanıkları, tahkik komisyonu üyeliği... ilh. gibi suçlular afla kurtulmuş olurlar. Pek tabiidir ki, ( . . . ) hiç bir zaman adli takipten kurtulamaz.

DP’nin yukarda yazdığım dört hususu yerine getirdikten sonra, onun da üye olacağı -hükmü şahsiyet olarak- bir terakkici cephe kurulur, beş, altı ay içinde bu cephe teşkilatını tamamlar, nispi seçimle yeni seçimlere gidilir. Demokratik yoldan, lider DP iktidarı, terakkici cephenin bir üyesi olarak, koalisyon kabinesini kurar.

Kanaatimce DP için çıkar yol budur. Mamafih, takdir ve tayin hakkı sizindir. Sana ve Birlikçi arkadaşlarıma selam ve hürmetler ederim.

8 Mayıs 1960