
Şilili
meşhur yazar, şair, diplomat, devlet adamı ve siyasetçi Pablo Neruda’nın “siyasal
mücadeleler, hatıralar, geziler ve portreler” başlıkları ile hazırlanmış
kitabını okuyorum, bir kısmı yeni öğrendiğim müthiş bilgiler, tespitler ve
dilekler aktarıyor… Hani, Eduardo Galeano’nun “Latin Amerika’nın kesik
damarları” adlı kitabından hatırladığımız yaygın bilinmeyen çok çeşitli
yaşanmışlıklar öğrenmiş idik, burada da ilaveler var… Şair, Şilili lakin gerek
şair ve yazar olarak PEN Kulübü ile gerekse de Şilili bir konsolos ve büyükelçi
olarak çok farklı coğrafyalardaki gezileri, gözlemleri, tespitleri ve
yaşadıkları üzerine nerdeyse tüm dünyayı görmüş olarak akılda kalanlarını
aktarmış mezkûr kitapta… Çok büyük bir keyifle ve not alarak okuduğum bir kitap
oldu… Avrupa’da Nazizm ve faşizmin terör estirdiği yıllarda bulunduğu İspanya’daki
Hitler erkete ve beslemesi Franco’nun icraatları ziyadesiyle bilindiğinden ve diğer
yazarlar tarafından da yeterince tekrarlanmış olması hasebiyle burada yeniden
değinmeye gerek görmüyorum… Şili, Peru, Arjantin, Meksika başta olmak üzere tüm
Latin Amerika ülkelerinde yaşanan ve siyasal tercihlerin kaçınılmaz
diktatörlüklerinin zapt-u raptlarının kanlı sonuçları üstüne sayfalar dolusu
hatıralar var… Şili’deki meşhur Bakır ve Güherçile Madenlerinin ülke kaderini
tayini ve sonuçlarının halkın yoksullaşması, ilişkilerin yolsuzluğa gark olması
haricinde yazılacak bir şeylerin kalmadığının itirafları… Bu yaşanmışlıklar
üstüne ziyadesiyle yazan, çizen ve konuşan uzmanlar var o sebeple edebiyat
tarafında, gözlem tarafında kalarak ilerleyelim istiyorum…
Öncelikle
Şair “Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto’nun” Pablo Neruda adına evrilmesini
kendisinden okuyalım; “on dört
yaşında iken babam, biraz da kuşkuyla benim edebiyat çalışmalarımı izliyordu.
Dergilerde yayınlanan ilk şiirlerimi gizlemek için kendime bir takma ad bulmalıydım.
Bu yeni soyadı tamamen değişik olmalıydı. Derginin birinde bu Çek adına
rastladım ve balad ve romanslar kaleme almış, bütün halkın taptığı ve Prag’ın
Mala Strana Semtin’de adına bir heykel diktikleri çok büyük bir edebiyatçının
adı olduğunu bilmeden kendime seçtim. Aradan çok yıllar geçip de Prag’a geldiğimde,
bu kimsenin sakallı heykelinin ayakları dibine bir çiçek demeti bıraktım”… Neden
insanlar kendi adlarıyla yazamıyor, çizemiyor ve konuşamıyor… Enteresandır,
özellikle demokratlık ve hürriyet jargonu durmaksızın tekrarlanan ülkelerde bu
ihtiyaç hep ve daha ön plandadır… Buna rağmen bu üfürükoloji nida ve propagandası müdavimlerinin
en cevval ve cabbarları bu ülkelerdedir, maşallah…
“Malakolog Neruda” başlıklı
bölümde ise “malakalog” kelimesinin ilk defa, “Yunanca’dan geldiği ve yumuşakçaları inceleyen bilimle ilgilenen kimse”
manasında kullanıldığını gördüm… Bu tespiti ise bir yaşanmışlıkla anlatıyor,
ünlü Şair “Bundan yıllar önce bir
Şili günlük gazetesinde çok iyi dostum ünlü Profesör Julian Huxley, Santiago’ya
geldiğinde beni sorduğu yazılıyor.
“Şair Neruda’yı soruyorsunuz
değil mi?” demişti gazeteciler ona. “Hayır. Ben Neruda adında bir şair
tanımıyorum. Malakolog Neruda’yla konuşmak istiyorum.” Evet, gazeteden aktarılan bu haberin bana
öğrettiği de bu oluyor… Belki başka bir yerde sorulmuş olsa idi, Rusça’da süt
denilmesinden ötürü, onunla ilişkili olabileceğini düşünürdüm.
Latin
Amerika’nın büyük Ozanı Neruda; kitap boyunca “şiiri” çok çeşitli vesile ve
vakalara dayanarak muhteşem tariflemektedir. “Fakat
kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler,
sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla
çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir
yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar”. Bir başka yerde ise; Canım
Yurdumun büyük ozanı Nazım Hikmet’ten aktararak, “Şiirin
gelecek olduğuna inanıyorum” ve “şiir, insan ruhundan devamlı bir şeyler
talep eder” şeklindeki tarife katıldığını aktarır.
Pablo
Neruda, nasıl bir dünya ve hayat arzuladığını da şöyle aktarır, “Ben insanların insan olduğu, kimsenin
kimseyi suçlamadığı bir dünyada yaşamak istiyorum. Herkesin her tanrı evine,
her basımevine, girmesini istiyorum. Hiç kimsenin yolda durdurulup sudan
sebeplerle tutuklanmasını istemiyorum. Herkes istediği yere gülümseyerek girsin
ve yine gülümseyerek, orasını terk etsin… Ben bütün insanların konuşmasını,
okumasını ve dinlemesini istiyorum. Ben bu dünyada ne savaşı, ne zorbalığı
kabul ederim. Benim yolum insanlar arasındaki kardeşliğe gitmektedir.”
“Bitiriş
sözü” bölümünü kaleme alan Curt Meyer – Clason şöyle tanıtıyor Neruda’yı; şair;
“vatanıma ellerim, kulaklarım
ve ayaklarımla temas etmeden yaşayamam” diye yazar ve İspanya İç
Savaşında öğrendiği bir şeyi de şöyle aktarır, “Şiir
yazmak bir barış eylemidir. Şair, barıştan doğar. Ekmeğin undan yapılması gibi.” Diğer
bir yerde ise; “Yapayalnızlığını
arkada bırakır bırakmaz, şiir yazarak mücadele bayrağını açar. Yirmi yaşında bir
üniversiteli olarak Santiago’da politikaya atılır, antifaşist dünya
yazarlarıyla birlikte İspanyol İç Savaşı’nda Cumhuriyetçileri destekler,
senatör olarak güherçile alanlarının maden işçilerini aydınlatır ve eğitir.
Bundan mutlu olur.” Ayrıca; “İsteseydik,
Neruda kendisine ve kendine benzeyen bizlere daha iyi şeyler öğretirdi. Şöyle
ya da böyle, onun anılar kitabı, aklımıza parlaklık veren, genişleten ve
dayanıklılığını arttıran sert bir şarap içmek gibidir. Kitabı okumakla,
çoktandır gereksindiğimiz bir şeyi de öğreniriz: biz Latin Amerikalıların, akla
karşı o günahı, böylesi bir kabuğuna çekilişi yenmemiz gerektiğini. Neruda’nın
kitabı, insan isteğinin ne olduğunu ve
neler başarabildiğini – Avrupalıların mekanik gücüyle ölçülemeyecek olanı- da
öğretiyor.” Curt Meyer – Clason Neruda’nın önem verdiği
şeyler ve kitap üstüne de şöyle yazmaktadır. “Neruda
için geçerli olan hayattır. Konuya ve malzemeye göre kimi zaman ısırıcı, kimi
zaman şiirli kimi zaman da görkemli olan ses tonu hep doğrudan doğruyadır, bir
dinleyiciye bir şeyler anlatıyor gibi. Kitabı bir haber verme, bir hesaplaşma,
bir günlük lirik bir atılım, dostlara sesleniş, geçmişe ve yarınlara bir ant
içmedir. Bir sürü somut şeydir. Neruda, beş duyunun doğrularından oluşmuştur.”
Evet,
sonuçta, tüm gezdiği yerlerin güzel ve hatırlanır lezzetlerini, muhteşem manzaralarını
turistik bir yaklaşımdan azade ele alırken çekilen fotoğrafı da esasen
toplumsal karmaşık ve çapraşık ilişkiler, sosyal ve siyasal dinamikler, farklı kültürler
ve karşılaşmaları ile karşılaştırmaları oluşturmaktadır. Bu kapsamda ve çok
değerli ve müthiş hatıra zenginliği taşıyan bir eseri de okumuş olmanın hazzını
ve keyfini yaşadım, bu sebeple de şiddetle öneriyorum…
Neruda’nın
çok beğendiğim şiirlerinden biri ile sonlandıralım…
Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler.
Yavaş yavaş ölürler
Okumayanlar, müzik
dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü
barındıramayanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları
yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve
değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini
değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin
gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.
Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup
yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek
için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi
mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar