Perşembe, Ağustos 04, 2011

BARCELONA

Barcelona denilince ilk akla gelen futbol takımıdır ve ilk akla geliyor olması da o kadar normaldir ki anlatılmaya değer bir tarihe sahiptir. En zor ve acılı dönemini İspanya iç savaşı sırasında Faşist Franko’ya ve uluslararası destekçileri Nazi Almanyası ve Faşist İtalya karşısında verilen direnişte geçirmiş olup, bu savaşta Cumhuriyetçiler ve Uluslar arası tugaylar safında yer almanın gururunu yaşamışlardır, Cumhuriyet ve Demokrasi adına. Futbol takımı olarak, kendi halkını teslim almaya yönelik bu kanlı iç savaşı yürüten faşist Franko yönetimine karşı; bir başka İspanya takımı ile birlikte Amerika kıtasında ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde direnişçilere ekonomik ve siyasal yardım için propaganda ve maçlar yapmış olduğu da şanlı tarihinde yer almıştır. Salt bu yüzden FİFA ve UEFA gibi sahibinin sesi, efendilerinin emir eri kuruluşlar bu kulübün futbolcularına karşı ömür boyu futboldan mene kadar varan yaptırımlar uygulamış ve Faşist Franko rejiminin yanında yer almışlardır. İşte bu yüzden dünyanın dört bir yanında futbol seyircisi olan yüzü aydınlık insanlar Faşist Franko’nun takımı olarak tarihe geçen Real Madrit karşısında tutum almışlardır ve almaya devam etmektedirler.

Barcelona futbol kulübü üzerine okuduğumuz kaynaklardan, yerinde de kulüp müzesinden öğrendiğimiz bilgilerle daha sayfalar dolusu yazı yazmak mümkündür, biz bunu burada kesip Barcelona şehri üzerine yazmaya başlayalım

Katalanların kendilerini İspanyadan ayrı göstermeye özel önem verdikleri ve “Cataluna nona Espana” “Katalunya İspanya değildir” sloganı ile de İspanyanın siyahları bilincini sürekli hafızalarda taze tutmaya çalıştıkları yaklaşım çok etkili olmaktadır.

Barcelona şehrinin tarihsel gelişimine bakıldığında kaynaklar kuruluşu Kartacalılara dayandırmakta olup, çok daha öncelerine dayanan efsaneyi de kimse yok saymamaktadır. Efsaneye göre Herkül kendi kolonisini oluşturmak için 9 tekne ile yola çıkar, bugünkü Barcelona’nın bulunduğu yere yerleşir, keşif ve kuruluş ekibinin sahip olduğu Nona (dokuz) Barça (Kalyon türünden altı düz bir savaş taşıt gemisi) nedeniyle de kurulan bu şehrin adı Barçanona kalır. Ancak bunun bir efsane olma ötesine gidemediği herhangi bir tarihi vesika ile teksif edilemediği de ayrı bir gerçektir. Tarih kayıtlarına ise; Kartacanın efsane komutanı Hannibalın babası Hamil Barça adından esinlenerek “Barçino” olarak geçmiştir.

Barcelona’da özellikle de eski bölümünde ilk dikkatimi çeken ise, şehrin bol miktarda heykel ile donatılmış olmasıdır, tabii adamlarda bizde olduğu üzere süzme sanat ve de özellikle heykel uzmanları olmadığı içinde kantarın topuzu kaçmış ve anlayacağınız her yer heykel dolmuş durumda. Yeri gelmişken bizdeki kerametleri kendilerinden menkul bu sofistike heykel yorumcularını da yad etmek adına, Barcelona’da heykellerin içinde tükürük görülmediğini de özellikle belirtelim.

Avrupa’nın diğer önemli şehirlerinde olduğu üzere “Adalet Sarayları” da eski binalardan oluşmakta olup, eski binalarda yeni adalet uygulamaları yapmayı tercih etmişler, bizdeki gibi yeni adalet saraylarında eski adaleti uygulamayı değil yani. Anlayacağımız hiçbir siyasi çıkıp ta eskiden köhne yerlerde hizmet yapıyorlardı şimdi kendilerine saray yaptık demiyor, hani mahkeme kadıya mülk kalmaz diyorlar ya işlerine gelince de, işte ne o ne de bu kabil laflar yok, varsa da biz duymadık…

İspanyol ya da Katalan mimarisinde modernleşme hareketinin öncüsü sayılan Gaudi, Barcelona’ya kazandırılmaya çalışılan yeni kimlik için, göz kamaştırıcı ve geniş kapsamlı projeler gerçekleştirerek önemli katkılar sunmuş olup, bugünde eserleri şehri ziyaret eden milyonlarca ziyaretçi tarafından hayranlıkla izlenmekte ve gezilmektedir. Bunlardan en görkemli ve önemlilerinden biri bence; hala bitirilmeye büyük bir hızla devam edilen “Temple Explaton de La Sagrada Familia” (kutsal ailenin kefaret tapınağı) dır.

Eski Barcelona’da daracık sokaklar bulunmakta ama kimse bunları yıkalım da yolları genişletelim derdine düşmemiş, düşmediği gibi bizdeki gibi imar rantı yaratmak adına kentin imar planları ile oynama saygısızlığını ve görgüsüzlüğünü de göstermemişler. Bundan siyasilerde vatandaşlarda rahatsızlık duymamış, tam tersine bu özelliklerini öne çıkararak tüm buraları turizm faaliyetlerine uygun hale getirmişler, büyük ölçüde “Tapas barlar” buralarda bulunmaktadır. Gerçi canım yurdumun tapasları bunlarınkilerin yanında birer şaheserdir ya neyse…

La Ramblas; Barcelonanın kalbinin attığı cadde, Endülüs Emevilerinden miras aldığı “dere” ya da “ağaçlıklı yol” anlamına gelen adıyla, turistik eşya satıcıları, kuşçular, çiçekciler arasında günün her saatinde sokak tiyatrocuları, pandomimciler, ressamlar, müzisyenler sıralanmakta olup tam anlamıyla bir görsel şölen oluşturmaktadırlar. La Ramblas’ın bu muhteşem atmosferinden aşağıya doğru yürüyünce, Barcelona’nın müthiş yoğun limanına ulaşmaktasınız.

Sahil ve plajlar kesinlikle parsellenmemiş kamuya açık, açık olmakla birlikte bedava denilmeksizin plaj ve sonrası servis konforu düşünülmüş şekilde istifadeye sunulmuş durumdadır, vatandaşların deniz kenarında yürüyüşleri için gerekli düzenlemeler yapılmış ayrıca.

Bu güzel kente dair yazılacak çok şey var ama, sonraki yazılara nasip olur umarım…

Dönüş saatlerimize yakın havaalanı giden otobüslerin bekleme yaptığı Plaça De Catulunya da; ki burası şehrin kalbi durumundadır, ulaşımın kolay olduğunu düşünmemiz ve ayrıca düzenli olduğuna inandığımız için ve diğer taraftan da zaman sınırı varlığından son dakikalara yakın meydana ulaştığımızda bir de ne görelim meydan taşıt trafiğine kapatılmış, muhtemelen de telefon zamları ya da özelleştirmelere karşı protesto eylemi gerçekleştiriliyor ve bu hayli kalabalık gösteriyi izleyen polisler de 3-5 kişi görünürde, belki de çok sayıda sivil polis vardır ama gösteri normal seyrinde giderse hiç ortaya çıkmayacaklarmış gibi vaziyet almışlar belki de… İşte en önemli farklardan biri daha…

İspanyanın bu kralcı olmayan insanlarını bir kez daha selamlıyor, Picasso müzesinden, özellikle Mercat de la Boqueria adındaki yaklaşık 600 yıllık Pazar yerinden ve diğer önemli yerlerinden bahsetmeyi de bir başka yazıma bırakıyorum.


Pazar, Temmuz 31, 2011

ÇİFTLİK KÖYÜ İLK TURİZM İŞLETMECİSİ: AYRAN DAYI

Çeşme’nin güney batı ucunda bulunan ve yaklaşık 7 km uzaklıkta yer almakta olup hiç durmadan kuvvetli ve sabit esen rüzgârlarıyla ve dalgalarıyla meşhur bir plajdır, Pırlanta. Mezkûr rüzgârlar nedeniyle de kitesorf meraklılarının ideal yer diye tanımladıkları Pırlanta bu tanımı sonuna kadar hak etmektedir. Rüzgârın tılsımı ve gücü sayesinde rüzgârın başkenti durumundaki bu plaj mutlaka işin uzmanları tarafından “kitesurf” için daha geniş kullanımlı ve yaygın hale getirilmeli ve bu konuda kamu; Belediye ya da herhangi bir bakanlık ayrımı yapmaksızın buraya çok geniş destek vermelidir. Plaj, adını aldığı Pırlanta benzeri kumları ve pırıl pırıl parlayan denizi ile tanımsız bir doğa harikası olup yer aldığı yarımadanın diğer tarafındaki çocukluğumuzun “arka denizi” Altınkum plajına güzelliği ile nazire yapmakta olup yaklaşık 40 yıldır günübirlikçilerin ve çadırlı kampçıların tercihi olmaktan da kurtulamamıştır ya da iyi ki böyle olmuştur.

Çocukluğumuzun tarlalarda geçen bölümünün bir kısmı; ovasından ötürü adını aldığı Çayırova ve Çayırova plajlarında geçmiştir. Bu ovada bulunan tarlamızın her sene münavebeli dikilmesi neticesi kâh anason, kâh tütün ya da kâh buğday-yulaf gibi ekinlerin dikimi, bakımı ve hasatında ailemize elimizden geldiğince yardımcı olurduk ve fırsatını bulunca da yaptığımız deniz kaçamakları inanılmaz eğlenceli geçerdi. Ancak belki inanılmayacaktır ama tütün dönemlerinde derelerdeki su birikintilerini daha fazla su alabilelim diye derinleştirir ya da genişletirdik ve bazı kaçamakları da buradaki küçük su birikintilerinde değerlendirirdik ya, şimdilerde bile onların ne kadar zevkli olduğunu dün gibi hatırlamaktayım. Bu arada bu oyunlarda; yaz aylarını geçirmeye gelen ya da dayımlarla ortak tarım yapılması amacıyla bir araya gelen en az 7 kuzen bir arada olurduk ki değmen benim keyfime durumu. Ovanın adını aldığı büyük çayırlık alanda; çayırlar ve oraya özgü dikenli çalılar arasında bezden yaptığımız toplarlar oynadığımız futbolun keyfini nasıl unutabiliriz ki? Asırlık ardıç ağaçları şu anda da Pırlanta plajında insanlara gölge temin etmeye devam etmektedir.

60 lı yılların Çayırova Plajları Pırlanta Plajına dönüştüğü 70 li yılların başında; bir başka yazıma konu olacak Nail Ağa’nın tesisi ile Ayran Dayının tesisine sahne olacaktır. Çiftlik Köyündeki ilk turistik tesis sayılacak bu 2 tesiste yerel gazoz dışında sadece çay ve kahve bulunmakta idi ve buranın tesis olarak evrime uğramasının yegâne ekonomik kaynağını da o yıllardaki günübirlikçilerin İzmir’den otobüslerle, minibüslerle hafta sonu gelişleri oluşturmuştur.

Ayran Dayı (Ayran Mustafa); Kavala göçmenlerinden olup, kendi anlatımlarından da meşhur Osmanlı Paşası Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın akrabalarından olduğunu ve zaman zaman suyun öte tarafındaki akrabalarından oraya gitme daveti aldığını öğrenmiştik, Mübadelenin önemli ölçüde dağıttığı mübadillerden olan Ayran Dayı akrabalarının bir kısmını Bursa taraflarında bulmuş olduğundan turizm sezonu dışında vaktinin önemli bir kısmını da oralarda akraba ziyaretleri ile geçirirdi.

Ayran Dayı’nın; bugün de yerliler tarafından hala korunarak söylenen ve Tursite olarak bilinen bölgenin bir sonrasında kendi adıyla anılan bir küçük plaj bulunur ki buraya da “Ayranın Çukuru” denilmektedir.

Ayran Dayı’nın; Pırlanta Plajının ortasına denk gelen bölümündeki büyük ardıç ağaçlarının bulunduğu bölümde hasırlardan ve ambalaj kartonlarından ürettiği tesisi içinde verdiği hizmetler bilenler tarafından asla unutulmamaktadır. O dönemde ağırlık olarak sırt çantalı çiçek çocukların tercih ettiği bir yer olan Ayran Dayı’nın yeri komik, trajikomik yüzlerce olaya mekân olmuştur.

O günlerden birinde; o günkü tanımlamalara göre bir grup “bitli turist” sakin bir havada, binlerce yıllık öncüsü sayılabilecek ve Ayran Dayının inşaatını hasırlardan bizzat gerçekleştirdiği bungalov türü salaş yapılardan kiraladıkları birinde oturmuşlar son derece neşeli bir muhabbet ederlerken, bu neşeli durumları Ayran Dayının dikkatini çeker, bir de ne görsün ki; bağdaş kurmuş bu grup ellerinde bir sigara sıra ile herkes birer fırt çekerek bir sonrakine devrediyor ve böylece sigaradan duman çekmeler devam etmektedir. Durumun neye delalet ettiğini kavrayamayan bu ihtiyar delikanlı; çocukların paralarının olmadığı ya da yetmediği kararını vererek yanında az da olsa yabancı dil bilen kendisini ziyarete gelmiş delikanlıdan, “bak şu fukara çocuklara demek ki cigara alacak paraları yok, yazıktır” diyerek kendisine ait o dönemin ünlü “birinci” sigarasından bir paket vererek “git ver onlara da ciğerleri bayram etsin” demiştir.

Pırlanta plajı bizler açısından önemli bir balık yakalama merkezidir ayrıca o dönemlerde, özellikle de Ege Denizinde balığın geçit yaptığı ve gece saatlerinde sığ kıyılara geldiği Ekim, Kasım aylarında geceleri Ayın karanlık olduğu 15 er günlük dönemlerinde 3 kişilik ekiplerle; biri serpme atma, biri yakalanan balığı taşıma diğeri ise lüks lamba taşıma işini gerçekleştirmek kaydıyla bizim Parafani diye adlandırdığımız özellikle sarıkulak ve zaman zaman çipura da olmak üzere balık yakalama seanslarını bugün bile büyük bir iştahla anmaktayız.

Pırlanta plajının en büyük sıkıntısı hatta kanayan yarası demek daha doğru olur 80 li yılların başında başlayıp hala bitirilmeyen Harb-iş sitesi olup, bitmeme gerekçesi her ne ise mutlaka çözülmelidir, yıkılacaksa yıkın bitirilecekse bitirtin demekten başka çare kalmamıştır, kimin haklı olduğu kimin haksız olduğunun artık hiç bir önemi kalmamıştır hatta olmamalıdır.

Çeşme’nin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarınca da izin ve onayı ile 2006′da başlayan, Çeşme’yi planlı bir turizm merkezi yapması beklenilen ve ancak beş yılda karara bağlanan ve SİT Kurulu tarafından da vize verilen planları, ne yazık ki iptal edildi ve işin uzmanlarının belirttiğine göre de yaklaşık 1 milyar dolarlık turizm yatırımı “bir başka bahara” kalmış oldu.
Çeşme’de 1. derece doğal sit alanların bir bölümü, ikinci dereceye, ikinci derece alanlar da üçüncü dereceye dönüştürerek, planlı ve doğaya zararı minimumda tutacak şekilde yatırımların önü açılmış, Turizm Bakanlığı da, SİT Kurulu’nun bu onayı, Çeşme’nin 25000 lik turizm gelişme planlarını hazırladı. Belediye, Koruma Planları yaparak Çeşme’yi bir turizm cennetine dönüştürecek girişimi yaparak, özellikle ve başta yatırım bekleyen Çiftlik; Altınkum ve Pırlanta Plajı’nı da kapsayan SİT Kurullarınca onaylı yeni planlarına, Çevre Koruma Derneği tarafından itiraz ederek İdare Mahkemesinde iptal kararı çıkartılmıştır.

Bu gelişmelerden en fazla zarar gören Çiftlik bu konuda maalesef tekrar yaşanacak ve muhtemelen de yaklaşık bir 10 yıllık süre alacak teknik, idari ve hukuki süreci beklemek zorundadır.

Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun iptal edilen planların yapımı sırasındaki çabaları ve çalışmalarını, iptal edildikten sonraki kaybedilen emek ve zamanın asla telafi edilemeyeceği nedeniyle üzüntüsünü bildiğimizden, geri kalan dönemde de çabalarını devam ettirmesini beklemekte ve doğa koruma adına Çeşme’deki kendi sahip olduklarını korumakta olduklarını da bilmekte olduğumuz bir kez beyan etmekteyiz.

Perşembe, Temmuz 14, 2011

GEÇMİŞTE EGE’nin PARİS’i ÇEŞME’nin İSKELESİ “ÇİFTLİK KÖYÜ”

Astım ve kalp hastalarına doğal hastane görevi yaptığı bazı kaynaklara göre Alman doktorları tarafından belirtilmiş olan, iyotça zengin rüzgârları iştah açtığı ve uykusuzluk giderici olduğu hemen herkes tarafından teslim edilmiştir, Çiftlik köyünün. Bugün Çiftlik köyünün Pırlanta plajı bu rüzgârlar sayesinde “kite surf” ün de merkezi sayılmaktadır.

Osmanlı döneminde; Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla da belirtilen Çiftlik köy, Çeşme’nin Sakız adasına en yakın yeridir hatta o kadar yakındır ki güzel ve sakin havalarda horoz seslerinin bile duyulduğuna tanıklık etmişimdir çocukluğumda… Mübadele ile Çiftlik köyüne yerleşen atalarımızın sözlü aktarımlarına göre köy o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anıldığını bugün Rahmetle andığım anneannem Hacer Karagöz tarafından yüzlerce kez dinledim.
 
Çiftlik Köye yerleşen 1. kuşak mübadil atalarımın yerleştiği evin nasıl muhteşem bir ev olduğunu hatırlıyorum, birkaç tanesi hariç diğer hangi evlerde de bulunduğunu tam olarak hatırlamıyorum, büyüklerimin “taşlık” diye adlandırdığı ve kotarina denilen çakıl taşlarından siyah ve beyaz 2 farklı renk seçilerek siyahın ana renk ve beyazından ise desen oluşturularak yapılmış bir giriş vardı ki, tek başına muhteşemdi… Bu yerleşilen evin köyün başpapazının ya da papazının olduğundan söz edilirdi, evin içinden ahırlara geçilen bir kapı vardı, buradan girildiğinde ahırlar öncesi 2 adet kuyunun bulunduğu bir kapalı giriş bölümü vardı, oradan da bahçeye çıkılırdı, bahçeye çıkılan yerde ise 5 mt ye 4 mt lik yaklaşık ölçülerde kapalı bir alanda büyükçe bir fırın bulunmakta idi… Evin detayları ile ilgili teknik ve yaşamına yönelik olmak üzere geniş bir yazıyı ayrıca yazmayı planlamaktayım, ileriki günlerde.
 
Şu anda Çiftlik balıkçı barınağının üzerine inşa edildiği bilinen iskelesi nedeniylede çok muhtemeldir ki, Çeşme’nin de iskelesi olduğunu düşünmekteyim, konunun uzmanı olmamama rağmen, 1920’ler ya da 1930’lar Çeşme limanının fotoğraflarına baktığımızda herhangi bir iskelenin olmadığını kolayca tespit edebiliriz, ama yapım tarihinin çok daha eskilere dayandığını tahmin ettiğim Çiftlik Köy iskelesi, gerek uzunluğu, gerekse de yapımında kullanılan taşların büyüklüğü ve düzgünlüğü ve gerekse de her 2 tarafının da çok farklı derinliklerde olması çok açıktan profesyonelce kullanıma yönelik olduğunu göstermektedir, ayrıca bugün Kaptanlık eğitimi için kullanılan binanın da gümrük binası olması nedeniyle faaliyetin büyüklüğünü tahmin etmek hiç de zor olmamaktadır.
 
Çeşme’nin önemli tarımsal ürünlerinden olan sakız ağaçları ne yazık ki, odun kalitesi nedeniyle mi yoksa gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle bakımsızlıktan mı; artık her ne nedenle ise, son 30 yılda neredeyse tamamen yok olmuştu, sakız ağacı yetiştiriciliği şimdilerde gerek bu işe gönül vermiş insanlar gerekse de Belediyenin özellikle yeni inşa edilen binaların bahçelerinde dikilmesine yönelik haklı talepleri ile yeniden artışa geçmiştir. Söylendiğine göre Sakız adası için; başta sakız rakısı, sakız reçeli, sakız likörü olmak üzere çok büyük ekonomik değer haline gelmiş olan sakızın, hem kalitesi hem de renginin daha beyaz olması nedeniyle Çeşmede sakızın önümüzdeki dönemde önemli bir değer haline gelecektir. Bugünlerde Çeşme Belediyesinin yeni yapılan binaların bahçelerinde her bağımsız bölüme bir adet gelecek şekilde sakız ağacı dikimini zorunlu kılması, bana göre çok doğru bir karar olmanın ötesinde muhteşem bir olaydır. Hatta Belediyenin sakız ağacını ihtiyaç sahiplerine vererek temin etmesi halinde bu zorunluluğu birkaç ağaca çıkarması hiçten bile değildir ve bence de hemen bu uygulamaya başlamalıdır da… Sakız ağacı yetiştiriciliğinde Çiftlik Köyün bir merkez haline gelmesi hemen planlanmalı ve Belediyenin yetiştirme ve bila bedel temin etmesi şeklindeki öncülüğünde her bahçe sahibinin bağımsız bölüm başına 4 adet ağaca ulaştırılması gerekmektedir.
 
Çiftlik köy; bir zamanlar Nahiye Belediyesine sahip, söylendiğine ve yazıldığına göre 2 kilise, 1 havra ve 1 camisi ile yaklaşık 1.000 hanelik ve yaklaşık 4.000 nüfuslu bir yerleşim yeridir. Sokaklarındaki Arnavut kaldırım döşemesini 1970’li yılların başına kadar yaşatabilmiş, inanılmaz güzel Rum evlerinin varlığıyla diğer taraftan da sosyal yaşamı ile Ege’nin Paris’i olduğu anlatılırdı büyüklerimizce… Ege’nin Paris’i ve Çeşme’nin İskelesi konumuna ulaşmış bu güzel yerleşim yeri maalesef sonraları kaderine terk edilmiş, tarımı yok etmeyi o günlerden kafasına koymuş devleti yöneten siyasiler eliyle başta da tarımsal ürünlerinin dikiminin yasaklanması ya da sınırlanması ile başta tütün ve anason üretimi ve ticaretinden mahrum kalmıştır. Kaldı ki anasonunun ünü tüm dünyada bilinmesine rağmen…
 
Diğer taraftan köyün içinden geçen derenin çok eski tarihlerde bile taş duvarlar ile örülmüş olması, su bulunduğu dönemlerde su almak için kuruduğu zamanlarda ise karşıdan karşıya geçişler için kullanılmak üzere yapılmış merdivenlerin ne kadar harika olduğunu ben bile hatırlamaktayım. Sonraları başta mezkûr dere olmak üzere tüm dereler kaderine terk edildi, bir taraftan imar uygulamalarına kurban edilirken diğer taraftan da işletme bakımları yapılmadığından zaman içinde dere vasıflarını yitirmiş durumdaydılar. Allahtan çok eskiden yağan yağmurlar da yağmamaya başladı ve bu nedenle derelerin önemi hep göz ardı edildi, şimdilerde Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun Çiftlik Köyüne verdiği öneme binaen Belediye Fen işlerinin yaptığı ihalelerle dere ıslahları bir felaket yaşanmadan gerçekleştirilmeye başladı, bu konuda doğanın acımasına bırakılmadan diğer dereleri de kapsayacak kapsamlı bir dere ıslah planı herhalde yapılmaktadır.
 
Diğer taraftan Çeşme Belediyesinin yaptığı yatırımlarla hızlı şekilde gelişmesini sürdüren Çiftlik Köyü yeniden, eskiden haklı olarak elde etmiş olduğunu düşündüğümüz Ege’nin Paris’i olma ününü yeniden kazanacaktır diye düşünmekteyiz. Konu ile ilgili; eksiklikler konusundaki eleştirilerini saklı tutmak kaydıyla, herkesin ve tek tek Çeşme Belediyesi Başkanından, Fen İşleri Yönetiminden, Belediye Çiftlik Köy temsilciliğine kadar emeği geçen herkese teşekkür borcu olduğunu düşünmekteyim.
 
Çeşmenin yeni yıldızı Çiftlik Köy (Mahallesi) Balık mezatları sayesinde de bir çekim alanı oluşturmaktadır, bana göre Çeşme’nin en iyi barbun balığının yakalandığı bu yerin mezatının mutlaka görülmesi gerekmektedir.
 

Cuma, Mayıs 06, 2011

TİTO – DEDE YAŞAR

Beni ilkokula götürdüğünde arkadaşı olan öğretmene teslimi tam bir şok söz ile başladı, “eti senin kemiği benim”. O güne kadar duymadığım bir kelam ve et ile kemikte bahis konusuysa eğer gel de şok olma, ama çok sonraları yapılan açıklamada mezkûr sözün sadece bir gelenek olduğu ve asla karşılığının da çocuğumu dövebilirsiniz olmadığını, derin anlamının ise çocuğun sadece eğitilebilmesi adına öğretmene verilen tam yetki olduğunu, yıllar sonra ortaokul sıralarında anlayabilmiştim.

Ortaokul dönemi de ilkokuldaki başarılı geçmişin devamı olarak sürmekte idi, o zamanların sınıf geçmesi şimdiki gibi kolay olmadığı için üst yaş gruplarından bir sürü insanla birlikte aynı sınıflarda okumuş idik. Artık ortaokullu olmanın gereği bir taraftan, diğer taraftan ise çift dikişlerle sınıf arkadaşlığı ettiğimiz haylaz, tembel ve şamatacıların yarattığı ortamda öğretmenlerin daha gergin oldukları bir gerçektir. Dönemin matematik öğretmenlerinden Ali ihsan öğretmen; Talat Aydemir Harp Okulu ayaklanmalarına katılmış ve bu yüzden Harp Okulundan atılmış ve bilahare kendilerine tanınan haktan yararlanarak öğretmen olmuş, sanki dünyanın tüm gerginliği sırtına yüklenmiş, belki de bu yüzden yüzünün güldüğü hiç görülmemiş, çok sert ve öğrenciler tarafından çokta sevilmeyen bir öğretmendi.

Kendi adıma, çalışkanlığım mı desem şansımın getirdiği başarılı bir öğrenciliğim mi desem bilemem ama sırf bu nedenlerle sert öğretmenler karşısında daha fazla hoşgörü alabiliyordum düşüncesindeydim ve Ali İhsan öğretmenden de zaman zaman çok gerilse de görece hoşgörülü davranış görüyordum. Ta ki bir sınavda, neden böyle olduğunu o zamanda şimdi de hiç anlayamadığım bir nedenle "1" lik bir kağıt verip kıyametin kopmasına neden olmuştum, deyim yerindeyse “eşek sudan gelene kadar” dayak yemiştim ve bu bir ilkti hayatımda, bu dayağın fiziki ve ruhi perişanlığı içinde eve geldiğimde, durumu tüm detaylarıyla anlattığım annemden öğrenen babam, ertesi gün doğruca okula gider ve Ali İhsan öğretmeni çok açıktan ve anlayabileceği netlikte uyarır ve bunun bir kez daha olması halinde kendisinin de aynı muameleye tabi tutulacağını bildirir ancak bunu öğrenebilmem için aradan yaklaşık bir 25 yılın geçmesi gerekmiştir. İşte anlamıştım artık “eti senin kemiği benim” sözünde hiçte dövün dövebildiğiniz kadar bir anlam yüklemesi olmamıştı…

Ortaokulla birlikte sözcük olarak ta çok sevdiğim “öğretmen” sözcüğü “hoca” haline dönüşmüştü artık, neden böyle olmuştu emin olun bugün de izah edemiyorum, neden o güzelim sözcük terk edilir de yerine sürekli cami hocası ile karıştırılmasına neden olan hoca sözcüğü kullanılır… Bugün artık hayatta olmayan Babam ve Ali İhsan öğretmeni rahmetle anıyor, anıları önünde saygıyla eğiliyorum… Toprakları bol olsun, başlarından yıldızları eksik olmasın…

Bugün gelinen nokta itibariyle eğitimin göz ardı edildiği, onun yerine öğretimin çok önemsendiği maalesef bir vakadır. Oysaki eğitilmemiş kafaları ne kadar öğretirseniz öğretin sonuç bugün gelinen noktadan daha ileri olamaz ve ne yazık ki saygısız, sevgisiz bir toplum yaratırsınız ve “gemisini kurtaran kaptan” ile “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen ahlakı yüceltirsiniz, sonuçta da buna taparsınız tıpkı bugün olduğu gibi… Eğitim deyince, öğretimi bir hayli kıt olan babamın katkılarını asla unutamam ve bugün bile bazı davranış ya da ilişkilerimizin özetini kendi yaşamımın ışığı ve şiarı etmiş bulunmaktayım.

Üniversite sınavların tek aşamalı ve sınav öncesi tercihlerinizi yaptığınız şekliyle olan sınavlarına girdim, belki başarısızlığımdan belki tercih yapma hatalarından maalesef herhangi bir öğretim kurumuna girmeye hak kazanamamıştım, Babamın tepkisi sadece sonuç kâğıdını önüme koyarak “buyurun beyefendi 11 yılın faturası” dedi ve bir daha asla bir şey söylemedi ne kızdı, ne bağırdı, ne de lafı uzattı… Sınavlarda 2. girişte de başarılı olunca Üniversite senin sandığın gibi bir yer değildir ders verirler çalıştın mı çalışmadın mı hayatta karışmazlar, bakmazlar ama sınavlarla disiplininin ne olduğuna bakarlar ve bunu ölçerler, tıpkı banka kredisi gibi krediyi geri ödemen gerekir yoksa yaptırım gelir hemen arkasından mealinde konuşmalar yaptı ve bu konuda da bir kez daha asla herhangi bir kelamı olmamıştır.

Bir defasında ise, arkadaşlar ile kahvehanede kâğıt oynarken arkadaşların babaları ile babam da geldi, babaları gelen arkadaşlar hemen kâğıdı bıraktılar ve kahvehanenin arka kapısından çıkıp gittiler, ben ise masadan kalkmadan bekledim, masadaki kâğıtlardan zaten orada ne yaptığımız da çok açıktı… Ve durumu gören babam yanıma geldi, “babalı çocuklarla oyun oynarsan sonuç bu olur” dedi, al bakalım bir kıssa daha, yıllar sonra bunun babalarından korkan ve yaptıklarını babalarından saklayan çocuklarla arkadaşlık yaparken dikkatli olmak gereği üzerine bir felsefe olduğunu anlamıştım…

İlk sigara içtiğim dönemlerde annem bunu bilirdi ve yemeklerden sonra annem mutfakta yemek sonrası gerekli işleri yaparken bende orada sigara içerdim, sigara içtiğimi anladığı gün beni mutfaktan çağırarak gel bakayım buraya, baba yanında sigara içmemekle saygı olmaz, bu belayı içiyorsan benim de yanımda adam gibi iç dedi, bundan sonra her ortamda içebildiğim için hiçbir zaman gizli ve kuytu yerlerde sigara içme gereksinimi duymadım ve o gizli köşelerde içilen sigara dışı şeylere de meyletmedim. Sonuçta sigarayı yaklaşık 10 ya da 11 yıl önce bıraktım ve şimdi bu konuda sigara içilmemesi için yapılan propagandaların toplum sağlığı açısından önemine çok fazla inanmaktayım, yeter ki zorla ve zorbalıkla yapılmasın…

Gençliğinde “Tito”, ileri yaşlarında ise “Dede” lakabıyla anılan babam; Yugoslavya devlet başkanı Tito’nun giydiği körüklü çizmelerin benzerini giymesinden, bu çizmeleri her gün cilalayarak parlatmasından kaynaklanan lakabı ile gözümde hep başka bir noktada yer almıştır. İleri yaşlarında kelliğinden mi, yaşlı görünümünden mi kaynaklandı bilemiyorum ama gitti Titoluk, geldi Dedelik, ama dedelikte ona bir ayrı yakışıyordu açıkçası…

Yıllar sonra da, bana seninle gurur duyuyorum demesi, sen beni geride bıraktın beni aştın seninle gurur duyuyorum, bir o kadar da seviyorum demesi de benim için aile eğitiminin ve mütevazılığin zirvesi olmuştur, hayatım boyunca da bunun etkisiyle yaşadım.

Toprağın bol olsun, yağmurlar üstüne yıldız yağdırsın, başucundan yıldızın hiç eksik olması benim güzel babacığım…




Salı, Nisan 05, 2011

KÂFFİR GOVERNMENT

Hindistan’da çalıştığım yıllarda yaptığım işin doğası gereği ülkenin neredeyse tamamını gezdim, işim ile ilgili olmasından ötürü, ihale takipleri, yer görme adı altındaki geziler ve malzeme teminleri içinde arazi çalışmalarında bulundum, kolayca anlaşılacağı üzere büyük şehirler ile birlikte kırsal kesimde de bol miktarda bulundum.

Hindistan; büyük imparatorlukların kurulmasına beşiklik etmiş, bu nedenle de dünyanın en önemli ve gelişmiş uygarlıkları tarih sahnesine burada çıkmışlardır. Bir taraftan; Hinduizm, Budizm ve Müslümanlık gibi büyük dinlerin yoğun nüfusunun bulunması diğer taraftan da çok değişik ırkların yaşaması Hindistan’ı tam anlamıyla ve dünyaya resmen örnek olabilecek ölçüde bir mozaik ülke haline getirmiş ve bu değişik ırklar ve dinler inanılmaz bir sulh içinde yaşamaktadırlar.

Hindistan bu haliyle de tarihin ilk dönemlerinden itibaren dünyanın diğer büyük imparatorluklarının dikkatini hep bu coğrafyaya yöneltmesine de neden olmuş ve Büyük İskender önderliğindeki Makedonya imparatorluğundan, Roma İmparatorluğundan, Moğol İmparatorluğundan, İngiliz İmparatorluğuna kadar büyük imparatorlukların işgal hedefini oluşturmuştur. İngiliz İmparatorluğunun etkisi bugün kültürel boyutu itibariyle hala çok canlı olup, başka başka dilleri kullanan Hindistan vatandaşlarının ortak ve birbirleri ile iletişim dili ne yazık ki hala İngilizcedir. Bu kadar hedef olan bir ülke nasıl bir uygarlık oluşturmuştur derseniz, tek kelime ile muhteşem…

Tüm dünyada olduğu üzere, büyük uygarlıklar çok değişik alanlarda büyük anıtlar ve yapılar yapmış olsalar bile, bu konuda öne çıkan yegâne yapılar Hindistan’da da dini mabetler olmuştur, bunun bir istisnası ise dünyanın en çok ziyaret edilen yapılarından biri olan TAÇ MAHAL’dir. İnşaatı yaklaşık 20 yıl süren Taç Mahal, Hindistan'ın eski dönemlerdeki başkentlerinden biri olan Agra şehrinde bulunmakta olup, Dünyada aşk adına yapılmış en büyük, en güzel ve en görkemli anıt olarak kabul edilmektedir ve Timuroğulları hanedanı Şah Cihan'ın büyük bir aşkla sevdiği eşi Mümtaz Banu’nun hayata gözlerini kapatması üzerine, onun büyük aşkının hatırasına yaptırılmıştır. Mimar Sinan'ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi ile yapıdaki yazıları yazan Hattat Serdar Efendi eserin yapımı için Şah Cihan tarafından İstanbul'dan getirilmişler.

Şah Cihan'ın eşi Mümtaz Banu, güzelliği, zekâsı, iyilikseverliği yüzünden imparatorluğun her yerinde ve herkes tarafından saygı duyulur, büyük muhabbetlerle Mümtaz Mahal diye anılmaktaymış. Şah Cihan, Mümtaz Banu henüz 16 yaşındayken kendisine aşık olmuş, evlenmek için ise 5 yıl beklemiş, bu büyük aşktan ötürü Şah Cihan çok sevdiği eşini her yere götürür, onun fikirlerine, zevkine önem verirmiş. Bu yardımsever, zeki ve güzel kadın 14. çocuğunu doğururken vefat eder ve Şah Cihan eşinin ölümünü takip eden süreçte yemekten, içmekten kesilmiş, hiç odasından çıkmamıştır diye de bilinmektedir. Duygulu, gerçek âşık, vefalı hükümdar, ölünceye kadar kalbinde yaşatacağı sevgili eşi için bir anıt yaptırmaya karar verir, bu anıt saf ve temiz aşkı sembolize edecek şekilde güzel, iç açıcı, aynı zamanda görkemli ve muhteşem olacak, bu konuda hazineden herhangi bir kısıtlama olmaksızın harcama yapılacaktı.

Bugün tüm fotoğraflara ve anlatımlara konu edilen sadece Taç Mahal olmasına rağmen, bu eser bir yerleşke halinde, Şah Cihan’ın diğer eşleri içinde yaptırdığı yapıların bulunduğu, ibadet için bir cami ve konaklama mekânları da yer almaktadır. Taç Mahal üzerine meslekten olmam itibariyle mimari estetiği için olmasa bile tekniği açısından çok kelam edebilirim ama bunu bu yazıda yapmayacağım belki bir başka yazıda konunun bu taraflarına da değinebilirim.

Ofisimiz Delhi’de olduğundan Türkiye merkezimizden gelen her insan Agra’nın Delhi’ye yakın olması nedeniyle, her gelen kişiyle birlikte Taç Mahal ziyaretine katılmam gerekmekteydi, çünkü asla ve kata izah edilemeyen bir yoğunluğa ve keşmekeşliğe ilaveten de alıştığımız trafik akışı dışında soldan giden bir trafik ve kahredici bir korna sesinden ötürü, gelenlerde ilk andan itibaren sanki yalnız bir taraflara gidilemezmiş gibi kanaat oluşmaktaydı. Bu arada hemen hemen her aracın arkasında “please horn” ya da “blow horn” yazar ve tüm sürücülerde buna katıksız uyarlar, şimdi düşünün nasıl bir gürültü çıkar ortaya…

Buraya yapılan gezi; Hanedanın hüküm sürdüğü saray ziyareti de olmak üzere, Taç Mahal yerleşkesindeki tüm yapıların ziyaretini kapsamaktaydı genellikle. Bu yapıların içinde benim dikkatimi en fazla yoğunlaştırdığım yer ise, yerleşke içindeki cami olmuştur hep ve burada özellikle cami imamı ile yaptığımız muhabbetler bir harikadır. İmam hükümetten herhangi bir maaş almadığını hemen hemen herkese söyler, kendisini de tanıtırken bunu çok önemsediğini mutlaka hissettirerek babasının da buranın imamı olduğunu mutlaka söyler. Ama tüm bunların yanında her ziyaretçiden bir miktar parayı bir şekilde almayı becerir, bunu bildiğimden ben caminin girişine kadar ziyaretçileri getirir oradan sonra içeriyi dolaşmalarını beklerdim. Camide kapı olmamasından ötürü de içeri girenlere nasıl yaklaştığını dışarıdan izlerdim bu alışverişleri eğer bir kolon arkasında kalmamış ise…

Yine bu ziyaretlerden birinde; yanımda gelen arkadaşlarımdan; yeterli dili dökerek önemli bir miktar bir para kopartır imam efendi, arkadaşlarım da dışarıda beklemekte iken bana doğru yürürlerken, benim arkadaşlarım olduğunu fark eden, benden de iyi miktarda para koparabileceğini ümit eden imam beni hedefine alarak son derece hızlı bir şekilde benim üzerime doğru gelmekte idi, bende hızlı bir şekilde hedef olmamak için uzaklaşıyordum ki; birden ve ilk defa o gün daha önce fark etmediğim ve zeminde döşenmiş bulunan plakalarda İsrail yıldızına benzer desenler olduğunu fark ettim. Ve işte o anda imamı şok edecek, karizmasını çizecek bir hareket yapmaya karar verdim.
Durdum ve aniden ona doğru dönerek, parmağımı bu işaretlere doğru sallayarak:
- Bu işaret ne? Bu Yahudi sembolü, burada ne işi var bunun?
Diyerek sert bir şekilde sordum. Bir an beklemediği ve cevabını bilmediği soru karşısında şaşırdığını anladım, yüzündeki ifadeye bakarak. Ama verdiği cevap karşısında ne kadar yanıldığımı anladım, verdiği son derece hince ve cince cevaptan, açıkçası bu durumdan bu kadar kolay sıyrılabileceğini hiç düşünmemiştim. Kollarını iki yana açarak;
- Kaffir government , kafir government
Diyerek para beklentisi konusunda da kararlılığını da devam ettirdi.


Cumartesi, Mart 26, 2011

AKSIRINCAYA KADAR TIKSIRINCAYA KADAR İÇİYORLAR

“8 yıldır bizim samimiyetimiz test ediliyor. Birileri ısrarla bize gizli hedefler izafe ediyor. Soruyorum. 8 yıldır hangi özgürlüğü kısıtladık. 8 yıldır kimin yaşam tarzına müdahale ettik. Herkes istediği gibi giyiniyor. Herkes istediği gibi içiyor. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyorlar.” diye buyuruyor bir Türk büyüğü, bilahare de “Dinim emrettiği için bu konulara girmiş değiliz, 58. ve 59. madde açık. Bize hemen damgayı vuruyorlar. Peki din güzel bir şey emrediyorsa, onu yapmak da mı suç? Trafik kazalarının sebepleri, cezaevine girilmesi, suç işleme olaylarında alkolün etkisi ortada. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar demişim. Ben de insanım. Benim de gerilimli dönemlerim, stresli ve sinirli anlarım oluyor… Benim de hatam olur. Hatasız kul değiliz ya…” diyerek kendisini masum göstererek savunmaya çalışıyor.

Ne diyor bu ulu Türk büyüğü trafik kazalarını alkollüler yaparmış, trafik polisleri her kazada alkollüleri yakalarmış, peki bir ulu Türk büyüğünün mahdumunun yaptığı trafik kazasında hem de ehliyetsiz araba kullanma hali varken, kaza kapatılmış, müştekiler bir şekilde şikâyetçi olamaz hala getirilmiş belki de ikna edilmiş ise, bu durumu nasıl izah etmek gerekecektir? Akıllara durgunluk veren, beyne spazm geçirten bu gelişmeler karşısında insanın deliliğe vermesi gerekiyor herhalde ruhi çıkış olarak, aksi taktirde maazallah…

Ayrıca ve ilaveten ne diyor bu ulu Türk büyüğü; girişimin hedefi Anayasanın 58. ve 59. maddelerinin amir hükümleri çerçevesinde gençliğin korunmasıdır. Evet, evet bu gençleri korumak gerek ama kimden ve neden korunmalıdır işte oda yine mezkûr Anayasanın 58. maddesinde çok açıktır, “müspet ilimin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda eğitilmelidir” bu gençler ki, asıl koruma oluşsun; ama ne gam… Siz gençleri koruyacağınıza eğitim ve öğretimi korusanıza bu yobaz, bu dış mihraklı baskı, bu çağdışı saldırıdan, eğer bu yapılmış olsa gençleri herhangi bir şeyden korumaya gerek kalmaz… Ama ne gam ne keder…

Peki, gerçekten amaç, gençliği korumak ise, neden kumardan korumuyorlar acaba? Alkol ve seks gibi takıntıları var bunların kesinlikle gençleri korumak gibi bir dertleri yok, öyle olsa neden pıtırcık gibi sayısal lotocular, iddiacılar artıyor acaba? Neden acaba; Milli Piyangonun özelleştirilmesi gereğini açıklarlarken yeni oyunların ihdas edilmesi kaçınılmaz olmuştur gibi açıklamalarda bulunurlar ve hatta iddia oyunları hariç günde ortalama 3 kez devlet eliyle bahis oynatılmasına rağmen…

Alkol konusundaki pozisyon almaları; önce düğünlerde daha önce hiç kullanılmamış bardaklarla şerbet dağıtmak, kırmızı hatlar oluşturarak alkollü restoran ve lokantaları bu hatların gerisine çekmek vs. gibi masum görünen ve kamuoyunda tepki oluşturmayacak yaklaşımlar göstererek bilahare de asıl amaç olan alkolün külliyen yasaklanmasıdır, görünen…

“Hem bize ne milletin yaptığından” denilerek koro halinde propaganda yapılmakta, hem de milletin içtiğine karışıyor “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar” diyerek Kasımpaşa ya da Eşrefpaşa’nın magandaları edasıyla seviyesiz yorum yapılmaktadır ki, bu şekilde bir ifade ile milletin ne kadar içtiklerini biliyor havası yaratıp ama karışmıyor görüntüsü ile de kendilerini aklamaya çalışıyorlar, yahu ayıptır bu kadar aptallığımızı yüzümüze vurmak be.

Evet, bu Sn. Ulu Türk büyüklerinin “kısıtlama yok” dediklerine katılmıyorsam namerdim, kesinlikle kısıtlama yok, direkt olarak toptan yasaklamanın idmanları yapılmaktadır.

Gençlerin alkolden korunmaları gerekmiyor bana göre, ama acilen yobaz saldırılardan, acilen beyin yıkama seanslarından, acilen trafik teröründen, acilen uyuşturucudan, acilen kumar ve şans oyunu tutkunluğundan korunma yollarının bulunması ve uygulanması gerekmektedir. Ama asıl olan ise de; bedava öğrenim, bedava yurt temini, kolay ve bedava yiyecek, kolay ve ucuz ulaşım, bedava sağlık ve tedavi, hülasa kolay ve ucuz hatta bedava yaşam sunulmalıdır gençlere.

Ama en önemlisi de çocuk yaştaki kızların evlendirilmelerine karşı çıkın, canım yurdumun önemli bir bölümünde hala kız çocuklarının para karşılığı satılarak, babaları ve dedeleri yaşındaki heriflerle evlenmeye zorlanmalarına karşı çıkın…

Kızların 13 yaşında evlendirilmesine sesin çıkmasın, 18 yaşına gelen yurdum insanının beline ruhsatlı silah takabilmesi için yasa çıkarılmasına sesin çıkmasın, ama alkol alımı için canım yurdumun genci ancak 24 yaşında içki satın alıp içebilecek, bu kafayı ben iyi biliyorum ama canım Yurdumun canım insanını bunları anladığı için anlayamıyorum, hayret doğrusu… Bu adamları anlamasak ta olur ama vatandaşı anlamak gerek bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan halkın gideceği nokta neresi olur bilemiyorum vallahi…

Çok merak ediyorum Zafer Üskül hoca ne diyor, ne yapıyor acaba bu gelişmeler karşısında…

Aslında bu gelişmeyi de şamata ile karşılayıp, ciddi ciddi önümüze dayatılan bu hikaye karşısında gülüp geçmek gerekiyor ama… Hadi biz de dalgaya vuralım ve durumdan şakalar üretelim…

BİR ŞAKA: Belki de, ya sadece lokanta ve restoran çalıştıranlar ile gençler arasında bir referandum yapılmalı ya da lokanta ve restoranların 12 Haziran 2011 e kadar %42 si alkolsuz %58 i de alkollü olsun, daha demokratik olmaz mı acaba? Sonrasında da yeni seçimlere göre yeni bir kompozisyon çıkar ortaya nasıl olsa…

BAŞKA BİR ŞAKA: Uzun yıllardan beri Türkiye'nin alkol tüketimi istatistiklerinde, ilk sıralardaki İllerimizin genellikle muhafazakârların (siz anladınız tam kimleri kastettiğimi) hep tulum çıkardığı İller olduğu düşünülürse bu tariflerdekilerin aslında kendi siyasi tabanları olduğu açıktır… Ne yapsın adamcağızlar tabanlarını korumak istiyorlar, zaten bize ne dediler “gavur İzmir”, demek ki derdi bizimle değil, gavur içer zaten, ona da mı karışacak adamcağızlar, ayrıca gavurlar aksırarak, tıksırarak değil; adam gibi içerler. Bu nedenle herhalde biz hedef sayılmayız değil mi?

Yahu bırakın bu beyhude girişimleri ve çabaları… Suudi Arabistan’da yasaktır, peki ne oluyor biliyormusunuz, her ev bir içki imalathanesine, fabrikasına dönüşmüş ve ciddi bir Filipinli evde alkol üreticisi işçi de ithal edilmiş vaziyettedir, diğer taraftan ise herkesin ağzında özellikle Yemen sınırına yakın bölgelerde yetişen ve uyuşturucuya yakın bir ot, korkarım bunlar burada bizi Maraş otu bağımlısı yapmak istiyorlar galiba, yorumu da yapabilir bazıları, maazallah…

Adamcağızlar, şiirsever tabii, Tevfik Fikret’ten şiirlerle hitap ediyor, ne desinler yani, “işeyene sıçana” kadar içiyorlar mı deseydiler…

Bizde bir diğer Tevfik’ten (Neyzen Tevfik) bir şiir ile sona erdirelim.
Rakı şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım, içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye,
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim

BİR ANI: Geçtiğimiz yaz Yunanistan’ın Sakız adasına geziye gitmiştim, tam da o günlerde Ramazan ayı idi. Tekneden indiğimizde pasaport kontrolünün her ülkede olduğu üzere 2 kapıdan birinde EU vatandaşları ve diğerinde ise diğerleri yazılmaktaydı diğerleri kapısı çok kalabalık olunca bende EU vatandaşları kapısına gittim polis bana anlamlı anlamlı ama özellikle de neden bu bölümdesin edasıyla bakarak kaç gün kalacağımı sorduğunda ben de karşıda ramazan var burada bu gece içip yarında döneceğimi söylemiştim adam da gülmüştü. İstermisiniz bu şaka yollu yaptığım şey gerçek olsun ve bugün Suudilerin yaptığı gibi içki içmek için yurtdışına gidelim…

Ne yapalım şimdi;
“Alkol bütün kötülüklerin anasıdır
“Cennet anaların ayakları altındadır”
Hadi izah edin bakalım edebilirseniz…









Pazar, Mart 20, 2011

SİZİ SAVUNMAK NE YAZIK Kİ BİZE DÜŞTÜ

Bugünlerde kamuoyunu önemli ölçüde meşgul eden ve toplumsal polarizasyonu artıran “Balyoz darbe planı davası”, 1. Ordu Komutanlığı tarafından hükümeti devirmek amacıyla Balyoz isimli bir askeri darbe planı hazırlandığı iddiasına dayanarak Özel Savcılıkça başlatılan soruşturma sonucu Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen bir dava konusu olduğu herkesin malumudur. Hükümeti güç kullanarak düşürmek (cebren ıskat) ve vazife görmekten men etmeye teşebbüs girişimi olarak Çarşaf, Sakal, Suga ve Oraj kod adlı eylem planları hazırlayarak darbe ortamı oluşturmak en önemli suçlamadır. Peki, böyle bir ihtimal olabilir mi acaba? Bunu ben bilemem şüphesiz, belki olabilir belki de olmayabilir… Ancak bu kabil gücü elinde bulunduran ve harekete geçirme yetkisini kendinde görenler buna benzer organizasyonlar içinde bulunabilirler, şüphesiz… Aslolan ise bu çaplı gücü elinde bulundurduğunu düşünenlerin sürekli cunta oluşturma girişimlerin kaçınılmazlığıdır ve tüm dünyada silahlı kuvvetlerde rastlanılacak bir durumdur, ne yazık ki. Ancak ülkedeki diğer kurumların gücü ve etkisi ile siyasilerin ve toplumun kararlılığı, direnci ve uyanıklığı karşısında bu kabil çabaların defedilmesi mümkün görünmektedir.

Şimdi; bu yargılama sürecinde kamuoyunda, basına yansıdığı kadarı ile hukukun ayaklar altına alındığı konusunda yaygın bir kanı oluşmuş bazı kesimlerde ise de infiale varan gelişmeler yaşanmaktadır. Kişisel kanaatim odur ki; bu dava da hukukun dışına çıkılmış, ciddi hukuk ihlalleri yaşanmaktadır.

Halk arasında sürekli olarak “bu hukuk herkese gerek” lafı çok sık kullanılır ama özellikle de hukuku çiğnenenler bu konuda feryat figandırlar. Sürekli “bu hukuk bir gün herkese gerek olabilir” lafını söyleyenleri gücü elinde bulunduranlar sürekli muhalif, muarız diye suçlarlar ya, bu sefer de bu kural değişmedi. Dünün muktedirleri bugünün mağdurları oldular, gerçi bu devran böyle sürer gider kimsenin kuşkusu olmasın. Güç ellerinde iken yapmadıklarını bırakmazlar güç elden gidince de mağdur duruma düşünce hukuk katlediliyor diye ortalığı kaldırırlar…

Gelelim dünün güçlülerine; dün herkese her şeyi yapmayı kendilerinde hak görenler, reva görenler, dün hukuk çiğneniyor feryatlarına kulak tıkayanlar bugün kendi feryatlarına kulak verilmesi bekliyorlar… Haklılar onların hukuklarının çiğnenmesine bizim kulak tıkamamamız gerekiyor, onlar için hukuk kurallarının layığı ile işlemesi için çaba sarf etmemiz gerekmekte olduğuna canı gönülden inanıyorum… Hukuk herkes için olmalı, herkese aynı uygulamalar yapılmalı.

Ama ne yazık ki bugünün mağdurları; hukuk düzeninin bozulması, takdirlerin güçlüden yana yapılması, hukukun güçlüleri gözetmesini sağlayacak o kadar çok düzenlemeye karar verdiler, destek verdiler ya da göz yumdular ki, gelinen noktada kendileri için yapılabilecek çok şey bırakmadılar, zannettiler ki bu düzen 1000 yıl (yazıyla bin yıl) böyle gidecek. Şimdi destek verdikleri ucubenin mağduru oldular.

Şöyle kısaca bir hatırlayalım, verdikleri kararları, verdikleri destekleri ya da göz yummalarını;

12 Mart’çılar astılar kestiler
Ziverbey köşkü bir işkence üniversitesi haline getirilmesine rağmen ses çıkarmadınız, Anayasanın rafa kaldırılmasına göz yumdunuz, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilirken üstelik bugünden geriye baktığımızda çok ta komik bulunabilecek suçlamalar neticesinde yine kılınız kıpırdamadı, sürek avları düzenlenerek yabancı avcıların da tatminlerini sağlayacak şekilde başta Mahir Çayan ve arkadaşları olmak üzere bu ülkenin geleceği olan yüzlerce genç dağlarda, ovalarda ve evlerde katledildiler, ama ne gam ne keder …
68 Kuşağının mağdurları ağabeylerimizin “yapmayın efendiler bir gün bu hukuk size de gerekebilir” feryatlarına kulak tıkadınız…
Tabii bunlara hemen koro halinde “ama onlarda komünisttiler, devleti yıkmaya çalışıyorlardı” bizde devleti koruduk diyebilirsiniz ama artık bunların kocaman birer palavra olduğunu bizatihi üst düzey mensuplarınızın beyanlarından anlıyoruz.

12 Eylülcüler astılar kestiler
1 Mayıs 1977 de yapılan katliamda bir sürü unsurunuzun rol aldığı söylendi yazıldı hatta kısmen ispat edildi ama sadece ve sadece sizden ses çıkmadı,
1.000.000’a yakın insan gözaltına alındı, inanılmaz işkencelerden geçirildi, yıllarca yargılanıyorlar palavrası ile tutuklu kaldılar, ama hiçbiriniz “yahu bu adamlar suçlarını bilmeden yatıyorlar” sözünü Allah rızası için bir kez bile söylemediniz, söyleyenleri de YAŞ kararları mucibince bir güzel saf dışı ettiniz ya da edilmesine göz yumdunuz ya da ses çıkarmadınız…
Kendinize lider tayin ettiğiniz bir Türk büyüğünün “bu kış komünizm gelecek” sözünü kendinize şiar edindiniz sürek avları başlatılmasına ses çıkarmadığınız kabak gibi ortada iken, tam tersine “şartların oluşmasını bekledik” sözünün arkasına sığınılmasına sessiz kaldınız…
“Our boys” gibi çok ağır bir yaftadan rahatsız olmadınız ya da oldunuz ama sessiz kaldınız
78 liler olarak bizlerin “yapmayın efendiler bir gün size de gerekebilir” feryatlarımıza kulak tıkadınız…

28 Şubatçılar hükümeti düşürdüler
O zaman ki üstleriniz tarafından “Balans ayarı” yapıldı sesiniz çıkmadı, O zaman ki Komutanlarınız ABD de görüşmelerde bulunup geldikten sonra bu operasyonları yapmış olmalarına rağmen hiçbir zaman illiyetleri ve rabıtaları görmediniz ya da gördünüz ama sesiniz çıkmadı. Tüm bunların emir komuta zinciri içerisinde olduğunun tarafımızca anlaşılmasını ve üzerlerine de fazlaca gidilmemesini beklediniz ve hatta arzuladınız
Temelde bütün darbeleriniz (tabii ki kurumsal yapınız itibariyle) “sosyal gelişmeler ekonomik gelişmelerin önüne geçmiştir” anlayışının ürünü olmasına rağmen sesiniz çıkmadı şimdi sosyal yönünü bitirdiğiniz toplumdan sizi anlamasını hatta desteklemesini beklemektesiniz, isteseler de yapamayacaklarını bile bile…

Her “milli güvenlik kurulu” toplantılarından sonra sürekli “irtica ve bölücülükle mücadeleye devam edilecektir” açıklamasının yapılmasına rağmen ne hikmetse her darbeden, her müdahaleden sonra artarak gelen irticanın sorgulanmasının takipçisi olmadınız, olmadığınız gibi her seferinde de kaçanları bulup garantiler vererek geri getirdiniz ve partiler kurdurdunuz…

Şimdi kendileri yargılanıyorlar ve hukuk bekliyorlar
Şimdi bakıyorum “ben 2 yıldır tutuklu bulunuyorum ama ne ile suçlandığımı bilmiyorum” diye haklı olarak şikâyetçi oluyorsunuz da, mensuplarınızca yapılan her darbeden sonra bir sürü insan “neden ceza aldık bilmiyorum” ya da “neden bu insanlar idam edildi anlamıyoruz” diyenleri hep horladınız, hep görmediniz ya, işte buna şaşıyorum.

Ama şimdi biz sizlerin (onların) haklarını savunuyoruz

Son söz de bugün bu hukuk dışı uygulamaları gerçekleştirenlere ve savunanlara belki yarın size de gerek olabilir, lütfen hukuk devletini militanca savunun…
İlerde bir de sizin haklarınızı savunmak durumunda bırakmayın bizi… Sakın bu; AB’ye ve ABD’ye güvenmeyin, özellikle bakın İslam Dünyasına, dün desteklediklerini şimdi terk ettiler…

Salı, Mart 08, 2011

BİR MANDOLİN HİKÂYESİ

Okulların görece hala Eğitim Kurumu olduğu yıllarda şimdiki gibi sadece öğretim kurumu haline getirilmeden önce demek istiyorum kolayca anlaşılacağı üzere… Bugün ne yazık ki eğitimin artık önemi kalmamış görünmekte ve yeter ki öğretimi yüksek toplum olalım yaklaşımı öne çıkmıştır.
 
Eğitimin önde tutulduğu, okullarda müzik ve tarım derslerinin seçmeli ders olmadığı mezkûr senelerde insanın bir tarafta kulağı diğer tarafta eli eğitilmek üzere uygulamalı dersler yapılırdı. Özellikle de elişi dersleri insan elinin ehilleştirilmesi adına önemli bir ders idi. Zamanla bu derslerin önemi azaltıldı sonra da tamamen kaldırıldı ya da seçmeli ders haline getirildi ya yanarım bu duruma.

Çeşme ortaokulunda aslında coğrafya öğretmeni olmasına rağmen belki de mandolin çalmasını bilmesinden ötürü müzik öğretmeni olarakta ders veren Kostarika lakaplı Ahmet Uğur, derslere sürekli mandolini ile gelir dersin önemli bir bölümünde mandolin çalar ve ders kitabındaki müzik parçalarını hep beraber icra ederdik. Aslında ne yüz ifadesi ne de davranışları bir müzik öğretmeni olmasına uygun bir durum oluştururdu benim için, çünkü çok sert görünümlü ve öğrencilere çok sert davranan hatta bol miktarda dayak atan birisiydi. O dönemde okulun müdür muavini olması nedeniylede davranışları terör boyutuna ulaşırdı zaman zaman… Ders saatleri dışında elinde tahta 1 mt lik cetvel olurdu, attığı dayakların bir kısmında aletli dayak kabilinden olmak üzere de bunu sıkça kullanırdı, özellikle de ellerin parmaklarını yukarı gelecek şekilde birleştirdikten sonra olanca gücüyle cetvel ile vurması neticesi öğrenciler parmaklarının koptuğu hissine kapılırdı. Bunun böyle sürüp gitmesinde de velilerin çocuklarını öğretmenlere “eti sizin kemiği bizim” diyerek teslim etmelerinden kaynaklanırdı büyük ölçüde kanımca… Neden bu öğretmene Kosta Rika denirdi şimdi onu hatırlamıyorum açıkçası ama büyük ihtimalle coğrafya öğretmeni olması nedeniyle muhtemel bir çam devirmesi ya da öğrencilerin bir takması neticesinde olmuş olabilir.
 
Ahmet Uğur öğretmenin zamane Neron’u veren görüntü ve davranışına rağmen inanılmaz bir şekilde müzik derslerini sevmiş idim ve salt bu yüzden de mandolin sahibi olabilmenin ve çalabilmenin dayanılmaz bir özlemi oluşmuştu içimde… Çobanların kavalı, düğünlerdeki davul zurna ve okullarımızın, belediyemizin bando takımlarının yaptığı müzik dışındaki canlı müzikten başka tecrübesi olmayan benim için bu durum muhteşem bir durumdur. Pena ile çalınan ve öğrenilmesinin kolay olduğu söylenilen, gitar öncesi bir çalgı aleti olan mandolin artık hayallerimi süslemekte idi…

Şu anda hayatta olmayan, rahmetle andığım, benim bildiğim kadarıyla Çeşme’de 2. Müzik Öğretmeni Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ahmet Aykın, ki çocukluk arkadaşımın babası ve kendisi de babamın yakın arkadaşı idi. Ahmet Aykın öğretmende son derece sert mizaçlı birisi olup, bildiğim kadarıyla da en başta ve en fazla da kendi oğlu olmakla birlikte neredeyse benim dışımda dayağını yemeyen bir öğrenci kalmamıştır ve zaten babasından miras “atom” lakabı ile anılırdı. Ancak bu sert mizaçlı arkadaşımın babası, babamın arkadaşı başöğretmen ile inanılmaz samimi bir iletişime sahip olduğumu hep hissetmişimdir, bende bu hissi yarattığı için kendisini de sürekli minnetle ve özlemle, şimdi de rahmetle anmaktayım… Toprağı bol olsun…

Bir gün samimi iletişime sahip olduğum başöğretmen Ahmet Aykın’a, mandolin çalabilmenin benim için ne kadar büyük bir önem taşıdığını ve bunu ne kadar büyük bir özlemle istediğimi anlattım, bilahare de bana bu konuda yardımcı olup olamayacağını sordum, bana hitap ederken sürekli “birader” diyen hocamdan “tamam birader, sen mandolini aldır” cevabını alınca bir etap daha geçmenin sevincini yaşadım.

Şimdi sıra en son etaba gelmişti, babama bir mandolin satın aldırmanın yolunu bulmalıydım, bu nasıl olacaktı işte bunu bilemiyordum…

Her çocuğun başvurduğu ilk yol olan anne üzerinden girişim benim de çaremdi ama süreç içinde anladım ki benim özelimde bu bir başarı getirmeyecekti, bu nedenle kendim direk babamı ikna edebilmenin bir yolunu bulmalıydım. Her türlü girişimde bulunmama rağmen bir süre sonuç alamadım.

Ve Babam Mandolin almaya karar verir bir gün, ne oldu da satın alma kararı verdi hiçbir zaman öğrenemedim. Ama her çocuğun yaşadığını düşündüğüm çok isteyip gerçekleşen bir şey karşısında önce şaşkınlık, sonra sevinç duygularını ben de yaşamıştım. Ve babam ile birlikte İzmir’e gittim, sora sorula nereden mandolin bulabileceğimizi öğrendik, adresi öğrenilen bugün Kemeraltı’nda olduğunu düşündüğüm dükkâna gittik, ve işte şimdi hatırlamadığım ama önemli bir miktar olduğunu hatırladığım bedel ödenerek mandolini satın aldık.

Artık bir mandolinim vardı, bir mandolin sahibiydim, özlem büyük ölçüde gerçekleşmekte idi. Son bir etap daha kalmıştı artık, mandolin çalma derslerine gelmişti sıra, bu heyecanla Çeşme’ye dönüldü hemen ilk fırsatta başöğretmen Ahmet Aykın’a başvurdum, ama o da ne, hayret bizim birader “birader, sinirlerim artık kaldırmıyor ben ders vermeyi bıraktım” dedi ya bende bir şok oluştu. Ama yapılacak bir şey yok, binbir türlü dil dökerek babamı ikna edip mandolin aldırabildiğime mi yanayım, babamın gözünde bu başarısızlığın nedeni olarak görüleceğime mi yanayım, bilemedim…
 
Artık hayallerin sonu gelmişti, düş kırıklığı, mandolin bir kenara kaldırıldı, ara sıra açarak tek başına çalmayı becerebilme denemesi yaptıktan ve kah pena kırılması kah tel kopması ve sonuçta da becerememekten ötürü de tamamen unutmaktan başka da çare kalmamıştı. Gerçi bu sürecin sonunda lise çağı gelmişti, İzmir’e yatılı okumaya gidildi, yeni meşgaleler, ilişkiler ve başka konsantrasyonlar beni mandolin çalmayı öğrenme fikrinden uzaklaştırmaya başladı ve süreç içinde de unutuldu gitti.
 
Yine hayatta halen devam ettiği üzere ıslık dışında bir müzik aleti çalamayan bir adam olarak kalmıştım.

Yıllar sonra güzelim mandolinim gitti komşumuz Marangoz Necati Abi’nin oğlu Hüseyin’e ama o çalmayı öğrenebildi mi bilmiyorum…





Cumartesi, Şubat 05, 2011

İLK YAP İŞLET DEVRET ÇEŞME’DE PAFTOS MESELESİ

1914-1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın anılarını topladığı “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” adlı kitabında Çeşme bölümünde “Paftos meselesi” adlı başlık altında yazılmış enteresan bir bölüm vardır. Burada; benim bugüne kadar okuduğum kaynaklar içinde, bugün literatüre “Yap-işlet-devret” adıyla girmiş bulunan bir uygulamanın bulunması dikkatimi çekti.

Nasıl anlatıyor bu uygulamanın kilometre taşlarını Hilmi Uran; “Çeşme’nin yakın tarihi hakkında sonraları edindiğim bilgiye göre, vaktiyle Çeşme’de de arazi büyük parçalar halinde idare edilir” ve devamında “İnsan elinin azlığından ve himmetsizliklerinden bu çiftlikler sahiplerine pek az fayda sağlarlarmış. Fakat Çeşme bu durumda iken adalar da, nüfus fazlalığından muzdarip bulunuyorlarmış, oralardan da nüfus kendine taşacak yer aramakta imiş. İşte adalardan bazı çalışkan ve becerikli Rumlar ihtiyaç sevkiyle Çeşme’deki çiftlik sahiplerine müracaat ederek, kendilerine ayrılacak küçük arazi parçaları üzerinde bağ tesisine izin almışlar ve uzunca bir müddet faydalanacakları bu bağları bu müddetin hitamında bağ olarak aynen çiftlik sahiplerine bırakmayı taahhüt etmişlerdir” (shf 67-68)

Ancak burada; bu uygulamanın tarihi ile bahse konu Rumların yaklaşık hangi tarihlerde adalardan gelmiş olabileceği konusunda bir fikir sahibi olamıyoruz, bu konuda Çeşme Belediyesi tarafından 15-17 Eylül 1997 yılında düzenlenen “II. Uluslararası Çeşme tarih ve kültürü sempozyumununa” Nahide Şimşir tarafından sunulan bildiriden anladığımız kadarı ile III. Selim’in padişahlığı döneminde gelmiş olduklarından bahsedilmektedir ki buda 18. yüzyıla denk gelmektedir. Yine mezkûr bildiride gördüğümüz gerekçe ise şöyle anlatılmaktadır. “Rumların Çeşme yöresine gelişleri hakkında muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan ilki Hacı Memiş Ağa’nın çiftlik işlerinde çalıştırılmak üzere Sakız adasından bir miktar Rum’u getirmesi ile ilgilidir. Bunlar daha sonra kendi akrabalarını da getirmek suretiyle çoğalarak, Çeşme kazasının bir kısmını işgal etmişlerdir. Zamanla bu Rumlar köylere de yerleşerek, kayalık arazileri set yapmak ve başka yerlerden toprak taşımak suretiyle bağlıklar kurmuş ve Sakız Adasından koyun getirerek yetiştirmeye başlamışlardır”

Gerçi zaman içinde bir dolu nedenle Rum nüfusun artması sonucu, yaşadıklarının yarattığı kendine güvenin artması neticesinde Rumlar Çiftlik sahiplerine karşı taahhütlerini yerine getirmemişler, sürelerin dolmasına rağmen arazilerin sahiplerine iade edilmesinden imtina etmeleri, bir hukuk davasını oluşturmuş ve yine aynı eserlerden anladığımız kadarıyla; Rumcada kiralama anlamına gelen “Paftos” kelimesinden hareketle, paftos meselesi adıyla tarihteki yerini almıştır. İlk önce birkaç açıkgöz Rum’un cesaretle gerçekleştirdiği bu girişim, bilahare tüm camiaya sirayet etmiş ve bir uyanıkla başlayan girişim bir başka uyanıklıkla sonuçlanmıştır.

Tıpkı bugün de kamuya ait olması gereken değerlerin özel sektöre tamamen peşkeş çekilerek deyim yerindeyse çok da çakalca “yap-işlet-devret” aganiki-naganiki düzeni kurulması gibi… Ne diyelim bugün girişimin mi yoksa sonucunun mu kopyalandığını anlamak mümkün değil tabii. Ama galiba son 25 yıldaki uygulamasına bakarsak zaten çakalca bitmesi, başlangıcında kurgulanmış gibi duruyor.

Peki, günümüzde bu çakalca yaklaşıma giydirilen türban nedir; efendim devletin; mali, teknolojik ve teknik nedenlerle yetemediği, köprü, yol, baraj ve tünel vs gibi projelerin özel sektör tarafından yapılması deniyor ya, işte o… Hani birde demiyorlar mı bunu bize anlatırken; ileri teknoloji transferi olacak, yabancı sermaye girişini artıracağız, her şey çok güzel olacak, piyasa her şeyi düzenleyecek işte o zaman anlıyorum, asıl piyasaya bizim düştüğümüzü ve başımıza neler geleceğini… Hani bir de biliyorsanız ki bu tarz yaklaşımlarda yapacaklar, işletecekler ve asla devretmeyecekler ya da en iyimser hali ile yatırımın canı çıkınca defin işlemleri için devredeceklerini, daha bir kötü oluyor insan… Eeeeee tabiî ki yasa yapıcılar da oyunun ve sürecin parçaları ise eğer zaten hepten kaybedilmiştir bu oyun… Tabii ki ve aslında bir yatırım modelidir, kapitalist kalkınma model vaadine göre, tek anlaşılamayan şey kim kalkınır kim yatırır ve kim yatırılır…

O gün Çeşmedeki çiftlik sahipleri Rumların bu dayatması karşısında birer tas soğuk su içmişler, eeeeeeee tabi teknoloji o günlerde çiftlik sahiplerinin bardak kullanmasına olanak vermemiş ve o gün olmayan ama teknoloji bugün bu çakallar karşısında talanın da büyüklüğüne mütenasip bize soğuk değil çok soğuk su içmemizi temin etmiştir.

Ne demiş Neyzen Tevfik: “Eskiden sormadan asarlardı, şimdi sorarak”

Neymiş; değişen tek şey sadece şekli bir durumdur… O kadar… Talan o günde var bu günde, tedbir var mı peki bu çakallara karşı, ne yazık ki yok…

Belli ki Tanrı bu dünyayı yapmış ve işletmeyi de bu şeytanlara devretmiş görünüyor…

Geçmiş olsun…



Perşembe, Şubat 03, 2011

KORKUYORUM BAY BAŞKAN KORKUYORUM

AKP Konak İlçe Başkanı Latif Özkan yaşam tarzlarına müdahaleden korkan İzmirlilere “Bizden korkmayın” demek üzere bir internet sitesinin kurulmasına ön ayak oluyor. Burada amacın, kendilerine asla istedikleri kadar oy vermeyen, sürekli aydınlıktan yana durmaya çalışan ve bu yolda direnen İzmirlilerin oylarını alabilmek olduğu açıktır. Amaç, Bay Başkanın ifadesine göre “korku tüccarların ekmeğine yağ sürmemek” ise, gereğini de yapmak yine kendisine düşer, değil mi?

Bay Başkan belli ki son derece iyi niyetle böyle bir girişimde bulunuyor olabilir, eğer iyi niyetle başlamış bir girişim ise, Bay Başkan ülkemizde olanların farkında değil galiba, en iyimser ifadeyle… Daha çok şey diyebilirim ama işte bundan da korkuyorum…

Gel de korkma göreyim seni; gel AKP dışındaki bir partiye destek verde göreyim seni…

Bakın gerçekten korkmamamızı istiyorsanız, size ne tür açıklamalar yapmanızı hassaten öneririz.
1. Eskiden sık sık dile getirdiğiniz; “demokrasi tramvaydır, varılacak noktada inilecektir” sözü için bir özeleştiri yapın ve bunu kamuoyuna açıklayın;
2. “Anıtkabir’de insanlar sap gibi duruyorlar” açıklamasının bir hata olduğunu ve bundan sonra beğenmeseniz bile yaptıklarından ötürü Atatürk’e gerekli saygıyı göstereceğinizi açıklayın ve aksine davranışları behemehâl cezalandırın;
3. “Elhamdülüllah şeriatçıyız” diyenleri hemen ayıplayın;
4. “İstanbul'u Medine yapacağız” diyenlere hemen yuh deyin, hatta olmazsa çüş deyin;
5. “Bütün okullar İmam Hatip yapılacak” diyen zihniyete, olmaz kardeşim bu ülkede Müslüman olmayanlar var, ateistler var, Müslümanlığın 4 değişik yorumuna inanan ve ona uygun ibadet edenler var, “bu laf çok anlamsızdır” diye açıklayın;
6. Sanata ve sanatçıya beğenmezsek bile “içine tükürürüm” ya da “ucube” demenin en hafif deyimle ayıp olduğunu açıklayın ve aksine davranışların takip edileceğini gösterin;
7. “deniz feneri” yolsuzluğu konusunda kim konuyu savsaklarsa, Hâkim ya da Savcı fark etmez derhal haklarında başta bakanlık olmak üzere tüm denetleme kurulları seferber olacaktır açıklamasını kamuoyuna yapın, aksi gelişmeler halinde de behemehâl gereğini yapın;
8. Tarafınızca belirlenen Belediye başkanlarının saman altından su akıtmaya çalışıp, şeytanın bile aklına gelmeyen yöntemlerle bir taraftan kırmızı hat içerisine almaya çalıştığı alkollü içecekler satan yerlere karşı bu tutumlarından vazgeçtiklerini bir açıklama yaparak kamuoyuna duyursunlar, yapmıyorlarsa da siz de bu bir genel çalışma ve plan değildir yaklaşımı ile, bir daha aday olamayacakları kamuoyuna açıklayın;
9. Gençleri içkiden koruyoruz denilerek alkollü içeceklerin yasaklanması girişimini desteklerken, iddia oyunları hariç günlük 3 (yazıyla üç) adet devlet eliyle kumar oynatılmasına ses çıkarmadığınız için pişmanlığınızı behemehâl açıklayın;
10. Gemicik meselesi açıklanırken “sermayenin özgürlüğü” söylemiyle kocaman bir toplumla dalga geçilmesine karşı çıkın, kocaman gemiye gemicik açıklaması ile “ne olur canım tarzı” Türkiye siyasi hayatının klasik yaklaşımını ret eden açıklama yapın;
11. 13.000.000 (yazıyla onüçmilyon) işsizin olduğu ülkede birilerinin oğulları yumurtadan milyoner (eski parayla trilyoner) olurken “ne yapalım yani çocuklar çalışmasın mı?” söylemiyle ince ince dalga geçilme konusunda doktora tezi hazırlanmasına karşı çıkın;
12. Oruç tutmayanların “dine karşı saygısızlık yapılıyor” açıklaması ile hedef haline getirilmesinin karşısında durun, bunu yapanları ayıplayın;
13. Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can Diyarbakır’da katıldığı “Anayasa Paneli”nde “Örneğin Anayasanın değiştirilemez maddeleri diye ilginç şeyler var. Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu. Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” demiş ya, bu zata ileri demokrasinin mimarı diye sarılmak yerine demokrasi düşmanı deyin;
14. Sivas’ta alenen ve açıktan insanların yakılması davasının sanıklarına dönemin Adalet Bakanının avukatlık yapmasının ahlaki ve etik olmayacağı konusunda Allah rızası için bir itiraz edin;
15. Irak’ta yaklaşık 1.500.000 (yazıyla birbuçukmilyon) Müslüman öldürüldüğünde; Müslümanlar yerine Amerikalı askerler için dua edildiğini beyan eden büyüklerimiz varsa bunları kınayın;
16. Benzin 4 TL olunca “zammı biz mi yapıyoruz” diye açıklama yapan muktedirleri ayıplayın;
17. Abdullah Öcalan ile görüşüldüğü ortaya çıkınca “biz görüşmüyoruz devlet görüşüyor” diyen, kaldı ki görüşülmesine bende itiraz etmem ama bu takiyyeci zihniyeti kınayın;
18. YÖK’e karşıyım deyip, YÖK Başkanını kendisi tayin edince YÖK ten yana olan takiyyeci anlayışa karşı durun;
19. Darbenin yapılmışı varken vesvesesi ile uğraşılması karşısında azıcık ses verin;
20. Bazı darbecilerin ya da darbe girişimcilerinin neden korunduğunu sorgulayın;
21. Kendisini destekleyen basını özgür, eleştireni çıkar odaklı mihrakların sesi şeklinde açıklayan zihniyete hiç olmazsa şeklen ve sözde karşı çıkın;
22. İzmir kötü yönetiliyor, gidin Ankara’yı görün, Kayseri’yi görün diyen zihniyete, kaldı ki bende İzmir’in kötü yönetildiğini düşünüyorum, ama her türlü desteğe ve göz yummaya rağmen Ankara ve Kayseri de çok, hem de çok kötü yönetiliyor, bunu görün ve açıklayın;

Daha binlerce soru sorulabilir ama Bay Başkan şimdilik bununla iktifa edelim, bu kadarı bize yetecektir…

Yoksa… Yoksa…

Adım adım bize İslami yaşamı dayatmanın arayışını dar alanda paslaşarak göstermeye çalışanları da görünce…

Vallahi korkuyoruz Billahi korkuyoruz.

Korkmayı da istemiyoruz hani, kim korkmak ister Allahaşkına

Vallahi korkuyoruz Billahi korkuyoruz.

Çarşamba, Ocak 26, 2011

BİZDE DEMOKRATİK ÖZERKLİK İSTİYORUZ

24 Ekim 2007 tarihinde Diyarbakır'da yapılan Demokratik Toplum Kongresi'nde "Demokratik Özerklik Projesi" paketi hazırlanmış 8 Kasım 2007 tarihinde ise DTP'nin 2. Olağan Kongresi'nde kabul edilmiş ve bilahare de mevcut AKP hükümetince önce “Kürt açılımı” devamında da baskılar karşısında ricat ederek “demokratik açılım”a dönüşen projesi ile büyük kesişmeleri içeren yaklaşım hala kamuoyunda tartışılmaktadır.

Bu konu daha da çok tartışılır bu ülkede, bu kafayla, bu yaklaşımla, bu niyetle… Emperyalistler ve yerli ortakları Muktedirler de konunun bu şekli ile tartışılmasının sözde olmasa bile özde olması işlerine geliyor ya, durmak yok yola devam…

Bu konu ile ilgili görüşlerim şüphesiz var; ama bunu tartışmak değil derdim bugün, konu ile ilgili konunun ustaları “ulusların kaderlerini tayin etme” ve “konunun sınıf temelli çözümü” üzerine yıllarca kafa yorarak binlerce makale yazmışlar, binlerce kitap yazmışlardır, dolayısıyla haddimi bilerek bu konuda daha fazlaca laf söylemek istemiyorum.

Uzun yıllar önce Bülent Ecevit yanılmıyorsam 1974 yılı yazı idi, “Ayşe tatil çıksın” lafından önce idi, Çeşme’yi ziyaret etmiş ve basına verdiği demeç içinde “serbest bölge” kavramı geçmiş, ilk defa duyduğumuz bu kavram karşısında o yıllardaki yaşımız ve bilgimiz itibariyle konunun bize çok yabancı olması nedeniyle de, mezkûr konu üzerine arkadaşlarımız ile Çeşme’nin bağımsızlığına kadar varan binlerce fikir üretip, bağımsızlık ya da özerklik hayalleri kurmuş idik, safça ve çocukça…

Geçenlerde “Yeni Çeşme Gazetesi”nde 12.01.2011 tarihinde çok Sevgili Dostum Aydın Korkmaz’ın “Özelden genele” adlı köşesinde “Bölücülükse. Bölücülük. Ben de bölüyorum” başlıklı yazısında, neredeyse arkadaşlarımızla 35 yıl önce özerklik-bağımsızlık üzerine çocukluk-gençlik hayali kurduğumuz günlere gittim ve bunları paylaşmaya karar verdim. Ayrıca mezkûr yazıdan öğrendiğim kadarıyla, bizim bu anlamdaki bölücülük ya da özerklik üzerine kurduğumuz hayali ilk defa ve en kallavi biçimde Büyük İskender düşünüyor ve Smirna’yı (İzmir) kurduğu zaman, Urla-Seferhisar arasındaki vadiden kanal açarak bugünkü yarımadayı tam anlamıyla adaya dönüştürmeyi planlıyor.

Yine mezkûr yazıdan öğrendiğim bir başka şey ise; 1989 yılında Çeşme Belediye Başkanlığına DSP den aday olan ve sevgili dostum Aydın Korkmaz’ın ifadesiyle “Kızılcık Şükrü” platonikte olsa konu ile ilgili görüşler ileri sürmüş… Bu görüşler; Şifne deresi ile Alaçatı Azmağını bir kanal marifetiyle birleştirerek Çeşme ve Alaçatı’yı bir ada üzerinde tutmakla başlıyor, bağımsızlığa kadar uzanıyor. Sevgili dostumun “akıllara zarar” dediği projeye göre Çeşme il oluyor Alaçatı ise ilçe ve sonra da bağımsızlık ilanı… Rüya görmenin, hayal kurmanın zararı da yok, devam… “ne güzel değil mi? Ufacık ama güpgüzel bir adacık. Giriş-çıkışa bir de gümrük binası. Gelene gidene pasaport ve vize. İşi olmayana iş, evi olmayana ev. Gerisine ise; kusura bakma kardeşim kontenjanımız doldu. Bayrak mı? Gökkuşağı düşünmüştük. Yani doğanın tüm renkleri.” Diye devam ediyor sevgili dostumun yazısı…

Ütopyada olsa, hayalde olsa; ben de yazının girişinde belirttiğim hükümet yaklaşımı gereğince, düşünmeye devam ediyorum… Pasaportumuz uluslar arası kabul görmüş olacak, az nüfusu ile işsizlik, küçük bir ada olması nedeniyle ulaşım sorunu olmayacak, para ise Türk Lirasını kullanmaya devam ederiz, maliyesini döndürmek adına da turizm başta olmak üzere, Çeşmenin meşhur kumrusu, meşhur Çeşme kavunu, Çeşme soğanı, Çeşme üzümü, Çeşme Barbun ve Çipura balığı, Çeşme sakızı, Çeşme Hurma zeytini başta olmak üzere zeytincilik, Çeşmenin meşhur sakız koyunu vs. vs. tarım ve hayvancılık planlanır… 10 dönüm bostan yan gel Osman… Ohh. Ohh.

Hayal kurmanın da sağlığımıza solluğumuza da zararı yok ya, kur baba kur…

Hazır medyanın; her seçim sonunda seçim sonuçlarını değerlendirirken bizim ilçemizi kırmızıya boyamışken, Gâvur İzmir’in bir parçasıyken, varın bizden kurtulun.

Aman ha sakın bana yahu Çeşme kim bağımsızlık kim demeyin… Çeşmenin bağımsızlık geçmişine bir bakalım… MÖ III yüzyılda İyonya’daki 12 bağımsız başkentten biridir ve merkezide Erythrai’dir. Bilahare Pers işgaline ve egemenliğine karşı; diğer İyon kentleri ile birlikte ayaklanmış, Büyük İskender’in Persleri Anadolu’dan uzaklaştırması ile bağımsızlığını tekrar kazanmıştır.

Şimdi bunlar hayaldir diye ısrarla yazıyorum ya birileri de bunun suç olduğunu söyleyebilir ama Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can, ki kendileri şu an yaşadığımız ileri demokratik ortamın mimarlarındandır, Diyarbakır’da katıldığı “Anayasa Paneli”nde “Örneğin Anayasanın değiştirilemez maddeleri diye ilginç şeyler var. Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu. Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” demiş ya. Oda kocaman ve pek parlak hukukçu ve muktedirlerin akıldanesi ya, kesinlikle suç işlemez diye düşünüp, cesaretlenip bu kelamları ettim. Affola…

Haydi, hoş geldiniz Çeşme Cumhuriyetine…

Çarşamba, Ocak 12, 2011

İÇKİ YASAĞINA TÜRBAN: ÇOCUKLARI KORUMA

Tütün ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (TAPDK) çıkardığı “Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkilerin Satışına ve Sunumuna İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” ile muktedirlerin uzun yıllardır çaktırmadan idmanları yapılan içki içilen yerlerin şehir dışlarına çıkarılması denemelerine yeni bir boyut kazandırdı.

Haydi, hep beraber kısaca bu günlere nasıl geldik, yakın geçmiş üzerinden bunun bazı kilometre taşlarına bir bakalım…

Bir Gazete haberi; Ankara Çankaya İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde görev yapan polisler “Kurtuluş Parkı’nda el ele dolaşan, bank ve çimlerde oturan genç çiftleri Genel Bilgi Tarama'ya GBT) tabi tuttu, “Uygunsuz oturuyorsunuz” uyarısında bulundu”. Peki gerekçe ne idi, Polis vazife ve salahiyetleri yasasına göre Polis bu tür konularda gençlerin kötü yola düşmesini engelleyecek önlemleri hemen almalıydı, hemen çocukları ayrı ayrı evlerine göndermeli idi, ve hemen gereğini de yaptı. Eeee tabi bu gençler tabi bilmezler ya, elele tutuşurlarsa kötü yola düşerler maazallah, hemen gereği yerine getirilmeli idi Maşallah. Peki, kamuoyunda ciddi ve kalıcı tepkiler oluştu mu? Hayır.

Bir hatırlama; Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı İ. Melih Gökçek 1994 yılında heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapılmış "Periler Ülkesi" heykelini müstehcen bulduğu gerekçesiyle “tükürürüm böyle sanatın içine” demiş ve heykeli parçalatmak için yerinden kaldırtmıştı. Gerçi sonrasında Mehmet Aksoy Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı dava neticesinde eserin eski yerine konulmasına karar vermiş ve İ. Melih Gökçek’i tazminat ödemeye mahkum etmişti ya. Demek ki heykele karşı olmak öyle bazı ahmakların bize anlattığı gibi pek öyle kişisel bir tutum değil kurumsal bir yaklaşımmış, gelinen nokta da da bu gayet net biçimde anlaşılmaktadır. Bu kurumsal ve örümceksel yaklaşımdan tam tamına 16 yıl sonra Başvekil; “yıkın bu ucubeyi” söylemi ile Kars’taki İnsanlık Anıtı heykelini hedef alıyor yeniden hem de bir vites arttırarak, kafanın ardındaki kurumsal nefreti açığa çıkarıyor. Ama tepkiyi görünce klasik yöntem devreye giriyor, yanlış anlaşıldığı, bu lafın ruhunun anlaşılmadığı anlatılıyor masal dinleyicisi bizlere Kültür Bakanı Ertuğrul Günay tarafından, “Heykeli değil gecekonduları kastetti” diye savunuldu. Tabii ki biz de her şeyi yanlış anlıyoruz ya, Allahtan başımızda her türlü tuzağı anlayan bir iktidar var da, yırtıyoruz…

Bir başka hatırlama; Cumhuriyet Gazetesinde yıllar önce karikatürist Musa Kart tarafından Başvekil Erdoğan'ı ''kedi'' şeklinde betimleyen bir karikatür yayınlanmıştı. Bunun üzerine Başvekil kopardı bir vaveyla kopararak “haysiyetim ayaklar altına alındı” gerekçesi ile hemen her gün toplantılarda konuyu abartarak anlattı durdu, ama kafanın ardı tabiî ki sanat düşmanlığı ile dolu olunca bu kurumsal ve kuramsal yaklaşım kaçınılmaz olmaktadır. Sanata ve sanatçıya hoşgörü dinin yasakladığı sanat olunca başka, dinin karşı olmadığı sanat olunca başka, klasik takiye… Eeeeeeeeee nede olsa takiye dar ül harb te mübahtır.

Bir başka hatırlama; Başvekil Tayyip Erdoğan kendisiyle takışan medya patronu Aydın Doğan’a anlaşılmayan bir nedenle ya da bazı mahfillerde söylendiği üzere de danışıklı dövüş nedeniyle kızar ve her toplantıda sevenlerine ve seçmenlerine, cephe aldığı Aydın Doğan’a ait gazetelerin okunmamasını tavsiye etti (emretti).
Peki, bununla kaldı mı, hayır sonra da bazı gazete ve gazetecileri hedef alarak başta Hürriyet Gazetesinde iktidarı hedef alan yazılarıyla tanınan Emin Çölaşan olmak üzere bir sürü gazeteciyi işinden etmiştir. Diyelim ki muhalefet etmeyi sonlandırmıyorsa bu medya patronları ve gazete yazarları yani susmuyorlarsa, bir taraftan vergi cezaları ile yola getirmeyi deniyor yine de olmuyorsa bu sefer de Kanaltürk TV de olduğu üzere satın alma yoluyla dize getirildi…

Bir başka hatırlama; Ankara'da polis bir restoran basarak, çocukları ile yemek yemekte olan ailelerin kimliklerini topluyor, nedeni ise içki satılan restoranlara 18 yaşın altındakilerin alınması nedeniyle “mahalle baskısı” ile “devlet baskısı” birlikte olunca konunun nerelere varacağı bile bizi kendimize getiremedi. Takıldık fareli köyün kavalcısının peşine…

Bir başka hatırlama; Kadına ve gençliğe bakışı göstermesi açısından çok önemli bir karar Mersin’deki Nevit Kodallı Anadolu Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi Müdürü, erkek ve kız öğrencileri sürekli sözlü şekilde uyararak, birbirlerine 45 santimetreden fazla yaklaşmalarının yasak olduğunu söylemiştir. Peki, müdür deyince konunun çok ta kurumsal ve kuramsal boyutu anlaşılamıyor ya, bakıyoruz muktedirler ne diyecekler diye; Milli Öğretim Bakanı ne diyor “ben inceledim ve müdürü haklı gördüm” işte size, zarfa değil mazrufa bakın…

Bütün bu yaşananların kesinlikle iyi bitmeyeceğinin her türlü emaresi ortada bu kadar ayan beyan dururken, muktedirlere göbeklerinden bağlı olan bir takım tosunların “siz bu yapılanların ruhunu anlayamıyorsunuz” ya da “dananın altında buzağı aramayın” diye ortaya çıkması bizi en hafif ifadeyle şapşal yerine koymaktır. Hele yine bu ahmakların, bizi ahmak yerine koyarak “gençleri alkollü içeceklerden uzak tutmak amacı görülmüyor” demeleri ise tam bir bühtandır. Şimdi bizim sağlığımızı düşünerek bu kadar çalışılıyor ama biz bunu anlayamıyoruz ya yuh olsun bize be… Ama GDO lu ürünlere de biz karşı çıkıyoruz ama bu sefer onlar yasa çıkararak GDO yu yasallaştırıyorlar, ama bu konuda mezkur tosunlardan ses yok… Bunların öncülleri Çernobil’den dalga dalga radyasyon yayılırken utanmazca terbiyesizce ve ahlaksızca TV lerde boy göstererek elinde çay bardağı ile “bak ben içiyorum bir şey olmuyor” da diyebilmişti ya. Radyasyon ve GDO sağlığa zararlı ama kılları kıpırdamıyor ama alkol zararlıymış, yuh be vallahi bak bunu da fark etmiyoruz ya…

Eeeeeeeee artık “yetmez ama evetçiler” için kına ithalatına gidilmesi kaçınılmaz olmuştur… Bu da onlara HSYK seçimlerinden sonra da kapak olsun ne diyelim…

Almanya 3. Reich hükümetinin “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels” ne diyor bir kez daha hatırlayalım “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ve “Söylenen yalan ne kadar büyükse, inanan o kadar çok olur.”. Başka söze gerek var mı?

Bunların yaptıkları arabanın harekete geçişi gibi önce 1. vites sonra 2. vites e geçer gibi, dozaj arttırarak getirmek şeriatı… Yavaş yavaş; alıştırmak, kanıksatmak ve kabulettirmek stratejisi…

Bütün bunları, taraf olan kişilerin kişisel yaklaşımıdır diye değerlendirir ve kabul edersek sonunda toplum kalfalarının (toplum mühendisi demiyorum çünkü fazlaca fenni ve çağdaş bir durumu arz eder) dini yaşamı bize seve seve dayatmaya çalıştığını ıskalarız, Allah muhafaza…