Salı, Şubat 12, 2013

YENİ ANAYASA YAPILIRKEN: SU

Su; canlı varoluşunda olmazsa olmaz ve vazgeçilemezdir, Dünya yüzeyinin %80’ninin su ile kaplanmış olması, tüm suların %97’sinin deniz ve okyanuslardan oluşması, donmuş haldeki su oranının %2 olması, suların sadece %1'i içilebilir nitelikte olması ile insan vücudunun %70’inin su olması ve çağdaş koşullarda bir yaşam için kişi başına günlük yaklaşık 150-200 lt su ihtiyacının söz konusu olduğu bilgisi de bu vazgeçilemezliğin seviyesini göstermektedir. Bu vazgeçilemezlik nedeniyle, bir ekonomik faaliyet olmaktan çıkarılarak bir sosyal statüye kavuşturulması gereken su bir kamu malı olmalı, suyun ihtiyaca uygun, sağlanabilir ve sürdürülebilir bir kaynak olabilmesi için, suyun tartışmasız “doğal varlık” olarak görülmesi, yenilenebilme varlık ve kapasitesinin mutlaka korunması genel ve gerek şarttır, bu yaklaşıma uygun olarakta yeraltı ve yerüstü hidrolojik ortamın kamu yararına şeffaf bir kurum tarafından, katılımcılık ve dayanışma ilkelerine uygun bir şekilde yönetilmesi ve denetlenmesi gereklidir.
 
İşte bu nedenlerle herkese içilebilir, kullanılabilir ve yaşamsal faaliyetini sürdürebileceği miktar ve kalitede de su ve kanalizasyon ulaştırmak ve herkesin bunlardan bilabedel yararlanması Anayasal güvence altına alınarak bunların temel insan hakkı sayılması, “Su Hakkı” kaydı şartıyla da behemehâl şu anda hazırlıkları yapılan Yeni Anayasada başlık oluşturmalıdır.
 
Bir Hollanda seyahatimde, Amsterdam Belediyesinin TV kanalının birinde, Belediyenin şebekeye verdiği ve şehre dağıttığı suyun içilebilirlik açısından en kaliteli, en güvenilir su olduğundan bahisle vatandaşların sadece bu suyu tükenmeye davet edilerek tanıtılmasını görünce şaşırmış ve görece sosyalliğin gereği “darısı başımıza” diye de bir dilekte bulunmuştum, hala öylemidir bilemiyorum ama…
 
Bizde ise, “Ölümü gösterip sıtmaya razı etme” darbı meselinden haddinden fazla ders çıkaran özel sektörün goygoyluğunda politika yapanların, suyun sadece özel sektör vasıtasıyla dağıtılması için yaptıkları altyapı hazırlama çalışmalarını gördükçe içim sızlamaktadır, eee tabii ki her şeyin para üstünden izah edilmesinin önünü açan Amerikancı politika yapanlar ve dümen suyundakiler neden karşı çıksınlar ki, sayelerinde içme suyu pazarı yıllık 10 milyar litreye ve yaklaşık 5 milyar TL ticari hacme ulaşmıştır. Artık canım yurdumun sadece kentlerdeki vatandaşları değil, köyde yaşayan vatandaşları da, gözü para dışında başkaca bir şey görmeyen sermayenin hedefi haline gelmiş durumdadır, memleketi çok sevdiklerini iddia edenlerin ise “su akar Türk bakar” diye dalga geçerek 2023 plan hedeflerinde maalesef bu da vardır gayri. Su tasarrufu öngörülmesi doğalarına aykırı bulunan ve suyu ambalajlayarak satmaktan başka bir düşünceye sahip olmalarının mümkün olmasının düşünülemeyeceği bu cihat kolu, artık hedefi 20 milyar lt suya ve 10 milyar Tl ye çıkarmışlardır. Peki, 2025 ya da 2030 da bu kadar doğal su bulunup ambalajlanabilecek midir canım Yurdumda, yapılan çalışmalar göstermektedir ki bu bir hayaldir…
Su varlıklarımız çarpık kentleşme ve hızlı, plansız endüstrileşme ile hızlı kirlenme ve tükenmeye başlamıştır, hele de bir de iklim değişiklikleri ile küresel ısınma sonucunda, dünyanın bazı yerlerini seller götürürken bazı yerlerinde kuraklıklar neticesinde ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır, işin kötüsü de ciddiyetsiz ve plansız çalışmalar artarak ve tam gaz devam etmektedir. Bizi, bu dünyayı ya da ülkelerini çok sevdiklerini iddia ederek ikna eden muktedirler farkındamıdırlar acaba, hâlihazırda dünya nüfusunun %25 içilebilir ya da sağlıklı suya ulaşamamaktadır, bu kafayı değiştirmememiz halinde de, yapılan tahminlere göre yaklaşık 25 yıl içinde dünya nüfusunun ne yazık ki %50’si bu hakka sahip olamayacaktır artık. Yine yapılan ciddi ve güvenilir çalışmalar göstermektedir ki; Dünyada şu anda her sekiz saniyede bir çocuk kirli ve sağlıksız su içmek zorunda kaldığı için yaşamını yitirmektedir, ortaya çıkan hastalık ve rahatsızlıkların % 80’i temiz içilebilir ve sağlıklı kullanılabilir suya erişilemediği nedeniyle ortaya çıkmaktadır.
 
Yine anladığımız kadarı ile 2023 hedefleri içinde, Canım Yurdumun su potansiyelinin % 100 ünün kullanılması plan dahilindeymiş, acaba su potansiyelinin hepsinin kullanımda olması nasıl ekolojik sorunlar yaratacaktır, konunun bu tarafına bakan var mı, hiç zannetmiyorum… Canım Yurdum, barajlar kralı diye övünen, su planlamasının babası diye çalım çeken birinin siyasi görüşünün ve tercihlerinin yönetimi altında, son 40 yıl içerisinde 3 Van Gölü büyüklüğüne denk gelen yaklaşık 1.500.000 hektar sulak alanını kaybetmiş, ne gam, kimin umurunda… Kimse öyle Fırat, Dicle, Sakarya gibi devasa su kaynaklarımız var diye de övünmesin, bilinmelidir ki Dünyanın en önemli nehirlerinden Nil’in deltasında yaşanan dramlar en büyük dramlardır… Kaldı ki sahip olduğumuz bu devasa nehirler sınır aşan nehirlerdir ve Dünyada kolayca görülecek binlerce örneği olması hasebiyle de en önemli ülkeler arası problem kaynaklarıdır ve Ortadoğu’nun kaygan politik ve ekonomik zemininden bahsetmeye gerek bile duyulmaz konunun önemi açısından…
 
“Su hakkı kutsaldır” ve anayasal ilke haline getirilmelidir diyeceksiniz ama suyu belli bir miktardan az kullananlara bedava verdiği için Belediye Başkanlarını yargılayacaksınız ve Belediye Başkanlarının bedava ve indirimli su sağladığı gerekçesiyle yargılandığı Canım Yurdumda bu yazının, suya yazı yazmaktan başka bir şey olmadığını da iyi bilenlerdeniz, ama ne yapalım gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuz gereği de bunları söylemeye devam edeceğiz. Suda kaçak kullanımının %40 olduğu canım Yurdumda, (Almanya da ise %3) geliri düşük insanlara suyu bedava vermiyorsanız kaçağa davetiye çıkarırsınız, siz artık ve hala düşünün “yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan” paradoksu üstüne… Ayrıca, kamuoyunda İSKİ kanunu diye bilinen suyun temini, dağıtımı ve ücretlendirilmesi hakkındaki kanun; suyun mutlaka belirlenen rayiçler ve karlar mucibince satılacağı, indirimli satımının ya da bedava dağıtımının suç olacağı gibi kargaların bile güleceği bir yasal durumu içinize sindireceksiniz, böyle bir şey olabilir mi, olur olur söz konusu Türkiye ise…
 
Suyun özelleştirmesinin yasaklanması bir anayasal durum olmalıdır hatta o kadar ki teklif bile edilebilirliğinin önü kapatılmalıdır. DTÖ, IMF ve Dünya Bankasının dayatmalarına acilen dur denilmelidir, ne pahasına olursa olsun varolan anlaşmaların da durdurulması ya da iptali cihetine gidilmesi gerekir diye düşünüyorum. Suyun temin ve dağıtımı özelleşirse, arıtma ve şebeke yenileme, bakım, onarım ve kalibrasyon gibi pahalı sayılabilecek ara hizmetlerin, işletmeler içinde ciddi gider kalemleri olması hasebiyle de yeterince ve layıkıyla yapılamayacağı açıktır, gerçi taşeronlaşmayı önemseyen ve kutsayan, hani diğerlerini anlayabilirim de, sözüm ona sosyal demokrat olan belediye yönetimlerini ne anlayabilir ne de kabul edebilirim ve de hiçbir lafımız da olamaz bu arada…
 
Türkmenistan’ın bir önceki ve vefat eden 1. Cumhurbaşkanı Türkmenbaşı’nın, başka konularda çağdaş ve akli olmayan bir sürü kararı olmakla birlikte, Dünya Bankasının, Türkmenistan’a gerek duyulan kredileri derhal açabileceklerini ancak kendilerinin de, su, doğalgaz, petrol ve elektrik bedellerinin dünya ölçeğine uygun ücretlendirilmesi beklentilerini ifade etmelerinin ardından, “bunlar halkın malıdır, ben halkın malına nasıl zam yaparım nasıl ücretlendiririm” diyerek kendilerini makamından kovarak, hatta o kadar ki Türkmenistan’ı bile terk etmelerini istemesi, bu konuda tüm Dünyaya örnek olmalıdır…
 
Dünyada su kıtlığı yaşanmayan bölgeler genellikle çevre bilincinin yüksek olduğu insanların yaşadığı bölgeler olması nedeniyle, “su hakkı” konusunda buralarda örgütlü mücadeleler gündeme gelmektedir. Mücadeleler sadece özelleştirmelere karşı olmakla da kalmamalı, su tasarrufunun mutlaka hayatı geçirilmesini de zorlamalı ve kamu varlığı sayılmalı ve yeterince izlenebilir bir şeffaflıkla da yönetilmesi de talep edilmelidir.

Hele birde özellikle son 10 yılda yaşanan HES felaketleri var ki; bırakın insanın hakkını talan etmeyi, her türlü hayvan ve bitkinin bile katline ferman gibi durmaktadır, ama ne gam ne keder…
 
Aman kimse; yahu bu kadar yaylım ateş atışına tuttuğun sermaye, bunları düşünmüyor da sadece sen ve senin gibiler mi düşünüyor demesin, onlarda doğanın olası gazaplarına muhatap olmayacaklar mıdır herhangi bir risk oluşmasında demesin, bunu da mı bilmiyorlar demesin, valla düşünseler bile işlerine gelmez ve hemen yalaka bilim adamları imdada yetişir ve bilimin bu katliama hazırlanan uydurma istatistiklerle cevaz verdiği fetvası hazırlanır, aynen küresel ısınmaya karşı ABD’nin bir türlü Kyoto anlaşmasını imzalamaması ortamı hazırlanır, bilmem daha ne kadar uzun izah edilmelidir bu durum...
 
Her şeyi referanduma götürme pehlivanlığı gösterenlerden ya da çekinmeden göstereceğini beyan edenlerden; bu konunun yani, sağlıklı, kaliteli, içilebilir ve kullanılabilir suyun ve kanalizasyonun herkese bilabedel sağlanmasının referanduma götürülmesinin önünün açılmasını beklemekteyiz, hodri meydan…
 
Son söz; hani yaptıklarını engelleyemiyoruz ya, küçücük bir soru soralım; “Madem bunları özelleştiriyorsunuz; bize geriye yol su elektrik diye döneceğini söyleyerek neden vergi topluyorsunuz” derler adama maazallah…

Cumartesi, Şubat 02, 2013

ROBERT COMMER (VİETNAM KASABI)

ODTÜ kampüsünde bulunan TÜBİTAK Uzay merkezinde GÖKTÜRK-2 uydusunun uzaya gönderilmesi nedeniyle düzenlenen törene katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı ellerindeki “Bilimi satan emperyalist savaş çığırtkanı Tayyip ODTÜ’den defol” yazılı pankart ile protesto ederek demokratik haklarını kullanan öğrencilere, sanki böyle bir olayın çıkacağı bilinerek hazırlanılmış ve uygulanacak şiddet ile de öğrencileri yılgınlığa uğratmak için uygun ortam yaratmak adına, Başbakan ve heyetini korumak üzere gelen yaklaşık 2.500 polis, protesto eden öğrencilere biber gazı, gaz bombası ve tazyikli suyla adeta onları yok etmek üzere saldırmıştır. Zaten bu acımasız saldırının ipuçları daha birkaç yıl önceden Büyükşehir Belediye Başkanı aracılığıyla verilmiş, özellikle yalana dayalı ruhsatsızlık iddiası nedeniyle ODTÜ nün bir kısmının yıkılacağını ilan etmesiyle başlayan ve öğrencilerin direnişi ve bu direnişin genelde halktan ve diğer sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenmesi neticesi ricat edilmesinin sanki rövanşı izlenimi veren bir durum yaşanmıştır.
 
Yaşanan bu olaylar maalesef güdümlü ve kontrollü basında “zaten bu ODTÜ lüler ABD Büyükelçisi Commer’in arabasını da yaktılar” ya da “Bu ODTÜ lüler zaten kavli beladan beri komünisttirler” gibi fikirleri işleyerek, diğer taraftan da yaralanan polisler ambulanslarla hastaneye kaldırıldılar, polisler de biber gazından çok etkilendiler gibi konuyu bir yerden alıp başka bir yere taşımış hülasa rövanş maçının amacına hâsıl yelkene rüzgâr üflemeye devam ettiler, abe adamlar siz “bir katil Commer’den” bahsediyorsunuz diye kimse herhangi bir kelam etmemiş, biber gazını sanki öğrenciler atmış ta polisler etkilenmişler gibi gösteriyorsunuz, ayıp vallahi aslında konu ayıptan da öte bir laf demek gerektiriyor ama yasal mevzuata takılabilir bu ifade…
 
Hadi bir bakalım kimdir bu Robert Commer… II. Dünya Savaşı diye bilinen emperyalist paylaşım savaşından sonra Faşist Almanya’dan kaçan konuyla ilgili uzmanlıkları bilinen Alman faşistleri tarafından alınan destekle yeni kurulmakta olan CIA'e 1947 yılında katılan Robert Commer, Alman faşistlerinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile kazanılan başarılarına (!!!) binaen ABD Ulusal Güvenlik Konseyi üyeliğine getirildi, bilahare de asıl katil, işkenceci ve casusluk kariyerinde  ordinaryüslük mertebesine ulaştığı Vietnam bağımsızlık mücadelesini boğma, yok etme savaşına önderlik ettiği dönemde yaklaşık 100.000 kişinin ölümünden şahsen sorumlu olduğu ilgili otoriteler tarafından bugün artık kanıtlanmış bulunmaktadır. Muhtemelen Vietnam’da katlettiği insanların hatırına, ABD başkanlık “özgürlük madalyasına” layık görülen, kendisinden şalama Bob (pürmüz) diye söz edilen Vietnam kasabı unvanlı Robert, artık Türkiye’nin ABD büyükelçisidir, canım yurdumun bağımsızlığından yana olan devrimci kesimler tarafından bu atamanın bile hoş karşılanmadığı bir ortamda, 6 Ocak 1969'daki dönemin Rektörü Kemal Kurdaş’ın daveti üzerine ODTÜ'yü ziyarete gider, Rektörlük Binasının kapısının önüne park edilen Cadillac otomobili, dünya egemenliğini temsil etmesinden ötürü Amerikan değerlerine karşı çıkan ve Komer'in Vietnam kasaplığından kaynaklanan geçmişi nedeniyle ODTÜ'lü öğrenciler tarafından yakıldı. Vietnam’daki büyük bir kırım olarak tarihteki yerini alan bu “pasifikasyon (sindirme)” operasyonunun en önemli yöneticisi olan kasap “Honcho” diye de anılan Robert Commer’in Türkiye’ye büyükelçi olarak atanması Canım Yurduma karşı bir saygısızlık hatta hakaret sayılması gerekirken dönemin muktedirleri bu atamayı reddetmeleri gerekirken memnuniyetle karşılaşmışlardır hatta o kadar ki dönemin cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı “Amerikayı sevmek vatanseverliktir, sevmeyenler ise komünisttir” diyerek tavırlarını açıkça ortaya koymuşlardır. Bu arada kısaca nedir diye bir bakalım; mezkûr “pasifikasyon” programına; ABD işgali altındaki Güney Vietnam’ın 15 milyonluk nüfusu, etrafı dikenli yüksek tellerle çevrili yaklaşık 10.000 toplama kampına toplanacaktı, insanların buralara toplanmaları yetmiyormuş gibi sahra kuvvetleri, eyalet keşif birlikleri gibi adlar altında kurulan paramiliter kuvvetler eliyle de katliamlar ve talanlar gerçekleştiriliyor, asıl olarak ta özel şube diye kurulan işkence merkezlerinde yaklaşık 100.000 kişi katledilecektir ve tüm bunların başında da Robert Commer olacaktı… İşte böyle bir adam olan Commer, bağımsızlığı çok önemseyen, sömürge olmayı içine sindiremeyen, insanın insan olmaktan kaynaklanan haklarının çiğnenmesine katlanamayan devrimciler tarafından elbette ki protesto edilecekti, bugün de edilmelidir ayrıca…
 
Diğer taraftan neydi bu; “Dünya egemenliğini temsil eden Amerikan değerleri” diye kısaca hatırlamakta fayda vardır, durumun vahametini kavrayabilmek açısından, aksi takdirde temsiliyet karşılığı bu eylemin değeri ve önemi tam anlaşılamayabilir ve bir büyükelçiye yapılmış bir eylem gibi algılanabilir. Şimdilerde Afganistan, Vietnam, Lübnan, Cezayir, Şili, Venezüella, Küba, Irak, Libya başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde, yaptığı vahşetlerle adı zulüm imparatorluğuna çıkmış ABD; dünyanın, kapitalist batının âli menfaatleri için birkaç yüz aile tarafından yönetilebilmesi adına, sömürü çarkının jandarmalığını üstlenmiş ve bu uğurda hiçbir katliamdan, soykırımdan kaçınmamıştır. Nihayetinde kolayca anlaşılacağı üzere Amerikan Emperyalizmi demek, Dünyanın en büyük terör örgütü demektir, nerdeyse tüm ülkelerde binlerce üssü, oralarda konuşlanmış milyonlarca askeri ile birlikte neredeyse katiller sürüsü, BM (birleşmiş milletler), Dünya Bankası, OECD, IMF gibi siyasi ve ekonomik olarak askeri gücün hâkimiyetine çanak tutan organizasyonları ile tam bir küresel çetedir. Huntington’un deyişiyle zinde gücün dinamizmini yitirmemesi için savaşması ya da savaşa hazır olması hali için dünyanın tam zapturapt altına alınması halinde bile mutlaka bir yerlerde nifak çıkararak cephe açması kaçınılmazdır bu şebeke için…
 
Commer; kendinde bırakın Canım Yurdumun genel siyasetine karışmayı, ODTÜ başta olmak üzere üniversitelerin okutacakları derslere bile karışma cüretini göstermekteydi ama o günlerde gerçekleştirilemeyenleri Commer ya da benzerlerinin eğittiği 12 Eylülcüler buradan aldıkları ilim irfan ve feyz ile ve aynen Vietnam kasabının dediklerini önlerine gelen ilk fırsatta gerçekleştirmişlerdir.
ODTÜ; bugün bizlere, Canım Yurdumun içinden geçtiği sıkıntılı süreçten muzdarip milyonlarca insana dayatılan büyük güç karşısında biat etmeye, kendi gücünün sayısal küçüklüğüne bakmaksızın direnmeyi ve direnmenin haklı gururunu yaşatmış ve haksızlığa, sömürüye ve baskıya karşı direnişin kaçınılmazlığını hatırlatmıştır. ODTÜ lü devrimci gençlik vasıtasıyla sömürge durumuna düşürülmüş ülkelerde öğrenilen İngilizce 3 kelimeyi yine hatırladık; “Yankee go home”
Che’nin sözü dün olduğu gibi bugünde Dünya Halklarına rehberlik etmektedir, “Eğer kaynağının Amerika olduğunu kabul etmezseniz emperyalizmi yenmek elbette ki imkânsız olur, kapitalist bir sistemde insanlar görünmez bir kafesin içinde yaşarlar mesela kendini yaratan efsaneye inanırlar, ama çoğunluk adına imkânların bireysel kontrolün ötesinde güçler tarafından belirlendiğini anlamazlar”
 
Son olarak “vatanseverliğin” çok güzel tanımını yapmış olan eski Genelkurmay Başkanına nazire olması bakımından Nazım Hikmet’ten “vatan hain”liği üzerine bir şiir;

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
           hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
                            ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
 

Perşembe, Ocak 24, 2013

AÇLIK

Hükümet tüm karşı çıkışlara rağmen, siyasi tutuklular için hapishane koşullarını görece iyileştiren ve o güne kadar alınmış mahkûm lehine tüm kararları iptal ettiğini açıklıyordu, hapishaneler dışında yapılan bu açıklamalar kamuoyunda tutuklu ve mahkûmların yakınları dışında olağan şeyler söyleniyormuşçasına tepkisizce karşılanmıştı ama hapishanelerdekiler açısından insan onurunun ayaklar altına alındığının, artık kendilerinin insan yerine konulmadığının ve savaş tutuklusu ilanı görülen bu hak gaspları karşısında pasif direnme haklarını kullanma kararı almışlardı çaresiz olarak. Öncelikle kapıları yumrukluyorlar, gürültü çıkararak, kendilerinin maruz bırakıldıkları muameleleri protesto ediyorlar, gürültü özellikle de demir kapılara vurularak çıkarılıyordu ve inanılmaz şekilde insanın sinirlerini yerinden oynatıyor ve tansiyon artıyordu.
Adam işe gitmek için hazırlanıyor, su ile doldurduğu lavabo içerisine ellerini sokuyor, bekliyor suyun tılsımlı masajı neticesinde, akşam öldüresiye dövdükleri adamın, ellerinde dayak atmaktan ötürü oluşan ve akşamdan kalma sızıları gidermeye çalışıyor. Yatak odasına geçip, eşinin kendisi için hazırladığı temiz gömlek, pantolon ve kravatı giyerken, yaptığı işin ciddiyetinin belki de ağırlığından oluşan gizli yorgunluğunun belki de yaptığının gururunun yüzüne vurması baktığı aynada dikkatini çekiyor, bilahare de eşinin büyük bir özenle hazırladığı kahvaltısını atıştırırken de kahvesini yudumluyor bir yandan da TV de sabah haberlerini izliyor.
Artık işe gitme zamanı gelmişti, kendisini dışarıya atıyor, önce yüzüne vurmuş yoğun bir tedirginlik ve korku ile çıktığı kapı önündeki bahçeyi yavaş ve emin olmak istercesine gözlüyor, sonra da açık otoparkın kapısını açmak için kapıya yaklaşıyor, gözleriyle yine hızlı ama korku dolu bakışlar fırlatıyor, yolda olağan dışı bir durum var mı yok mu gibisinden, park eden araçların içinde yabancı bir aracın ve kişinin olmadığından emin olunca hızlı adımlarla hemen arabasına doğru yöneliyor, öncelikle arabaya girmeden aldığı eğitim ve talimat neticesinde alışkanlığı haline dönmüş bir şeklide arabanın yanında yüzükoyun elleri üstüne şınav çekme pozisyonu biçiminde yere yatıp, arabanın altına bakıyor, temiz olduğundan emin olunca da doğrulup, arabanın kapısını da açıyor, bu ana kadar hala bir tehlike olmamasının yüzüne yansıttığı bir rahatlık var şüphesiz ama daha bir etap var, bugününde bu faslını atlatmaya, yavaş ama bir o kadar da tedirgin bir şekilde anahtarı kontağa yerleştiriyor ve nihayet araba çalıştı, “çok şükür” diye dudaklarına yansımayı engelleyemeden ama içinden geçirerek, bugünde kendisine direk ya da arabası vasıtasıyla bir saldırı olmamıştı. O sırada eşi evin penceresine gelmiş, tüm bu gerekli kontrollerin yapılmasını ve arabanın çalışarak yola koyulmasını, tedirginliğinin midesine vurmasının yarattığı acının yüzüne yansımasını engelleyemeden izlemişti.
Şu an için emin bir şekilde işi için yola düşmüş ve arabanın radyosunda, çalıştığı hapishanenin mahkûmlarının politik hakları üzerine konuşulan bir programı dinlemekteydi, radyodaki kendinden çok emin ve her şeyi bilen adam edasıyla konuşan ses; “Açıklamak gerekirse, istekleri kendilerinin politik eylemler diye nitelendirdikleri bu korkunç suçları işlemiş olanlara farklı muamele edilmesi, işte Hükümet bunun garantisini vermiyor” demekteydi.
“Politik cinayet, politik bombalama ve politik şiddet diye bir şey yoktur, sadece cinayet, bombalama ve şiddet vardır. Bununla ilgili bir uzlaşmaya varmayacağız, politik haklar diye bir şey yoktur.” İşte Hükümet yetkilisinin açıklamaları bu yönde ve bu söylemlerin büyük bir dikkat ile dinlendiği ve nerdeyse birer emir diye uygulandığı bir sahne yaşanmaktaydı, kapıaltında; hapishaneye getirilen mahkûma, “bir suçlunun psikolojisini yansıtacak tek tip elbiseyi giymeyi reddediyorum” dediği anda kendisini dikkatle dinleyen ama kendisine böcekmiş gibi bakan kişi hemen “uyumsuz kişi” notunu düşüyor kişisel dosyasına, bunun da anlamı artık burada kaldığı sürece başına geleceklerin yol haritasını oluşturmaktadır. Anadan doğma soyunmuş bir vaziyette kendisine uygun görülen hücreye doğru, diğer hücrelerden yükselen protesto sesleri arasında koluna girmiş gardiyan tarafından adeta sürüklenerek götürülmektedir artık. Üzerine kapanan demir kapı ile birlikte, geriye dönülmez yolculuk başlamış ve kirden pislikten duvarlar yerler görünmez, ışıksız, tuvaletsiz ve susuz küçük bir hücrede başına gelecekleri beklemektedir, hücre arkadaşı ile birlikte.
Koridorda sesleri ve yükselen protestoları duyan, gelişmelerin nasıl olacağı konusunda bir hayli tecrübeli olan hücre arkadaşının hazırlan diye kendisini uyarmasıyla birlikte kapının açılması, çırılçıplak mahkûmların gardiyanlar tarafından koridora adeta taş gibi fırlatılıyor olması bir çırpıda gelişti, birikmiş gardiyanların öldüresiye dayakları arasında, büyük acılar çektirilerek, mahkûmların eli yüzü tefriki yapılmaksızın kanatılarak saçları kesiliyordu.
Bir açık görüş için gelmiş anne baba, dışarıda anlatılanların ne kadar büyük bir yalan olduğunun kanıtı olarak karşılarında bulunan oğullarının yüzünün yara bere içinde olduğunu görürler ama işte annelik babalık yaralara bir tedavi uygulanıp uygulanmadığını soruyorlar, nereden bilecekler tabii özellikle bu muameleye tabi tutulanların neden tedavi edilemeyeceklerini, anne ısrarla yemeğini yiyor musun, sana nasıl davranıyorlar gibisinden burası için inanılmaz lüks kaçan sorular soruyor ama çocuk büyük bir kararlılık içinde her şeyin yolunda olduğunu söylüyor ama anne ve babanın yüzündeki korku ve tedirginlik hiç dağılmıyor şüphesiz…
Kutsal bir gün, hapishanenin görevlendirdiği din görevlisi, kendilerine hitap ederken “tüm kötülükler inançsızlıklardan gelir” demektedir ama kendilerine yapılan bütün kötülükleri de inançlarının çok koyu olduğu tartışılmaz olanlardan geldiğini bilen mahkûmlar için ne yaman bir çelişki oluşturmaktadır bu durum. Ancak böyle günlerde bir şeklide bir araya gelmelerine izin verilen mahkûmlar artık kendilerine uygulanan politik ve insanlık dışı baskılar karşısında ölüm orucunu tartışmaktadırlar ve denenen tüm yollar ile mahkûmluktaki politik hakların elde edilemeyişi ya da bu konuda karşıdan iyi niyet taşıyan bir yaklaşım görülmeyince de kaçınılmaz olmuştur. Mahkûmlar geçen sefer düştükleri hataya bu sefer düşmeyecekleri tecrübesini de masaya yatırırlar, geçen seferki gibi hep birden başlamayacaklardı ölüm orucuna çünkü geçen sefer en zayıf yanlarının bu olduğunu fark etmişlerdi ve fazla duygusal bir durum olduğunu kararlaştırmışlardı, şimdi 2 şer hafta arayla başlanacaktı ölüm orucuna ölen birisinin yerini hemen başka birisi alacaktı, hemen gönüllü olan 75 kişi ile yola çıkılıyordu ve karar bugün açıklanacaktı artık. Arabulucu soruyordu, “peki bu protestoyu farklı kılan nedir, ölümü kabullenmiş olman mı acaba” cevap “böyle sonuçlanmasına da hazırım” olunca arabulucu “sen zaten ölmeye karar vermişsin” tespitini yapıyor ve “bu onların elinde mesajımız çok açık ne kadar kararlı olduğumuzu görecekler” diyerek devam eden ama sonuç almaktan uzak bir görüşme yürütülmüş oluyordu…
Kamusal bir sesleniş olarak topluma çağrıda bulunmak, karşı karşıya bulunduğu uygunsuz koşulları değiştirememenin karşılığında kendi bedenini ölüme yatırarak protesto oluşturmak diye bilinen ölüm orucu, ta Manga Carta’dan beri ama özellikle de 1789 Fransız Devrimi ile birlikte hukuksal olarak bir hak haline gelmiş, en doğal ve zamanaşımına uğramaz kabul edilen, baskıya karşı direniş gösterme halidir.
Evet, bir filmden bahsediyorum, AÇLIK, IRA hareketi içinden Bobby Sands ve yoldaşlarının insanlık dışı muamelelere maruz kalışını ele alan bir film,  mahkûmların battaniye ve yıkanmama eylemleriyle başlayan direnişleri, altı hafta süren açlık grevi ile çok ciddi bir boyuta geliyor ama mesafe kat edilememesi nedeniyle de kalınan çaresizliğin sonucu Bobby Sands’ın son savaş aracı olarak kendi vücudunu ortaya koymasının hikâyesidir. Tam da bu aşamada film; “gözden düşmüş amaçlarının başarısızlığıyla yüzleştiklerinde şiddet yanlıları ellerinde kalan son kartı oyuna sürmeyi tercih ettiler, hapishanelerdeki açlık grevini ölüme dönüştürerek uyguladıkları şiddeti kendilerine yönelttiler, gerilim yaratmak, acı ve nefret ateşini körüklemek için, en temel insani duyguyu, merhameti kullanmaya çalışıyorlar” biçimiyle hükümetin başının provakatif açıklamaları ile devam etmektedir.
İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) üyesi siyasi tutukluların 1981 yılında başlattıkları ölüm orucunda 10 IRA üyesi yaşamını yitirmiş, bu 10 kişi içinde 66. günün sonunda ilk ölen Bobby Sands olmuş ama tam da bu sırada da İngiltere Parlamentosuna milletvekili seçilmişti. 10 Mahkûmun ölmesi sonucu başta 2 İrlanda’dan ve İngiltere içinden olmak üzere Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen büyük destek sonucu ve sosyal düzenin bozulmaya başlaması üzerine, İrlanda’yı işgal etmiş olan İngiltere yönetimi büyük ölçüde talep edilen politik hakları tanıdı ve ölüm oruçlarına son verilmişti. Silahsızlanmaya giden yolun da başına gelinmiş oldu böylece…
Ama bunun bir film olması ve sadece İrlanda gerçeği gibi görünüyor durması bizi yanıltmasın, dünyada her tarafta her an yaşanabilir ve yaşanmaktadır da, kökeni yüzyıllar öncesine dayanan ve muktedirlere karşı pasif ama etkili bir şekilde laf anlatmanın en etkili yoludur bu tür eylemler.
Sonuç olarak sorulacak soru madem bu talepleri karşılayabilecektiniz de neden ölün orucunun başlamasını ve ölümlerle sonuçlanmasını beklediniz, ey muktedirler şeklinde olmalıdır…

Cuma, Ocak 18, 2013

ÇEŞME KARADAĞ’DA RÜZGÂR TÜRBİNLERİNE HAYIR

Çeşme’nin; çok sınırlı konut ve ağırlıklı olarak ta rekreasyon alanı olarak ayrılması gereken, belki de bu yüzden ve bir ölçüde benim de doğru gördüğüm 1. derece doğal SİT alanı ilan edilen, kentin önemli yeşil alanını oluşturan Karadağ adında bir dağı vardır, bugünlerde farklı bir yaklaşımın hedefi durumundadır. Bu dağ http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/  adresindeki blok ve Yeni Çeşme gazetesindeki 07.02.2011 tarihli  “İLK YAP İŞLET DEVRET ÇEŞME’DE PAFTOS MESELESİ” başlıklı yazımda bahsettiğim “1914-1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın anılarını topladığı “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” adlı kitabında Çeşme bölümünde “Paftos meselesi” adlı başlık altında yazılmış enteresan bir bölüm vardır. Burada; benim bugüne kadar okuduğum kaynaklar içinde, bugün literatüre “Yap-işlet-devret” adıyla girmiş bulunan bir uygulamanın bulunması dikkatimi çekti. Nasıl anlatıyor bu uygulamanın kilometre taşlarını Hilmi Uran; “Çeşme’nin yakın tarihi hakkında sonraları edindiğim bilgiye göre, vaktiyle Çeşme’de de arazi büyük parçalar halinde idare edilir” ve devamında “İnsan elinin azlığından ve himmetsizliklerinden bu çiftlikler sahiplerine pek az fayda sağlarlarmış. Fakat Çeşme bu durumda iken adalar da, nüfus fazlalığından muzdarip bulunuyorlarmış, oralardan da nüfus kendine taşacak yer aramakta imiş. İşte adalardan bazı çalışkan ve becerikli Rumlar ihtiyaç sevkiyle Çeşme’deki çiftlik sahiplerine müracaat ederek, kendilerine ayrılacak küçük arazi parçaları üzerinde bağ tesisine izin almışlar ve uzunca bir müddet faydalanacakları bu bağları bu müddetin hitamında bağ olarak aynen çiftlik sahiplerine bırakmayı taahhüt etmişlerdir” (shf 67-68)… Zamanla bu Rumlar köylere de yerleşerek, kayalık arazileri set yapmak ve başka yerlerden toprak taşımak suretiyle bağlıklar kurmuş ve Sakız Adasından koyun getirerek yetiştirmeye başlamışlardır”
Evet; yamaçları tamamen teraslanarak ve yeterli toprak taşınarak elde edilen KARADAĞ’da Çeşme’nin uzun yıllardır dillere destan olan ve müthiş üzümü yetiştirilmiş, Çeşme şarapçılığı bu sayede bugün bile taaaa Fransa’ya kadar ün ve nam salmıştır. Terasların ne kadar muhteşem olduğunu, havadan fotoğraf çeken ama beni affetsin ne yazık ki ismini anımsayamadığım fotoğraf sanatçısının hazırladığı katalogdan bir kez daha görmüş idim geçenlerde, bu terasların bu haliyle bile bir kültürel ve turistik figür olduğunu asla unutmayalım, onları kaybettikten sonra hayıflanmanın bir faydası olmayacaktır.
Şimdi bu KARADAĞ rüzgâr türbinleri kurularak elektrik enerjisi üretilmek üzere ve 2057 yılına kadar geçerli olacak lisans tanzimi ile tahsis edilmiş bulunmaktadır.
Enerji; sanayi, teknoloji, ulaşım, iletişim başta olmak üzere bilgi toplumunun en önemli ve asla vazgeçilemeyecek bir ihtiyacıdır ve görünen o ki olacaktır da, dolayısıyla bu kadar değerli ve toplumun temel taşının temin kaynaklarının sınırlı olması ve dayandığı fosil yakıtların yarattığı çevre etkileri ve kaygıları nedeniyle, sürekli bir arayış içinde olan bilim dünyası, devamlılığı ve yenilebilirliği çevresel olumsuz etkileri en az olan enerji kaynaklarını bulmak ve geliştirmek adına yoğun çalışmalar içindedir. Bugün bilim dünyası, yenilenebilir enerji kaynaklarından başta Güneş, Rüzgâr, Jeotermal, deniz dalgası, hidrojen gibi kaynakların, Dünyanın yaşanabilirlik ortamının ve teminde de sürekliliğinin bozulmaması amacıyla enerjinin üretim yöntemi ve biçimleri ve bunların çevresel etkileri üzerine ulusal ve uluslar arası hukuk, üretim ve iletim teknik ve güvenlikleri bakımından bir hayli mesafeler kat etmiştir veya en azından bugünkü bilgi ve tecrübe düzeyimiz mucibince bu rahatlıkla söylenebilir görünmektedir. Günümüzde ihtiyacın çok önemli bir bölümünü oluşturan fosil yakıt kaynaklı enerjinin, sonuçta açığa çıkan sera gazı başta olmak üzere karbondioksit ve metan gazı, kükürt partikülleri, azot oksit ve kül neticesinde insan ve çevre sağlığı üzerinde çok olumsuz etkiler oluşturduğu sağır sultanın bile malumudur artık. HES (hidro elektrik santral) lerin de habitat ve iklim üzerinde olumsuz etkileri ise bugünlerde gerçekleşen eylemlerde çevre duyarlı sivil toplum kuruluşlarınca, özellikle de Karadeniz Bölgesinde yaşananlar yeterince afişe edilmiş bulunmakta ve kanımca salt bu nedenle de konuyla ilgili yatırımların bu oluşan yeni bilgi ve teknolojilerle yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Uzun yıllardır Canım Yurdumda izlenen neoliberal politikalar çerçevesinde, eğitim, sağlık, kitle ulaşımı, enerji, su temini, toplu konut başta olmak üzere tartışmasız kamu tekeli olması gereken sektörler, bir taraftan var olan kamu tesisleri özelleştirmelerle diğer taraftan tahsis edilen lisanslarla da yeni yapımları, iştahları bir türlü ıslah olunamayan, terbiye edilemeyen her şeye para gözüyle bakan sermaye kesiminin insafına terk edilmiştir. Kapitalizmin genel ya da yerel bunalımının tavan yaptığı dönemlerde de, daha da katmerleşen bu uygulamaların rezalet örnekleri de asla göze görünmemekte hatta daha da radikalleşen boyut kazanmaktadır, yeter ki kapitalizm esenlik içinde sömürü çarklarını korusun muktedirler açısından, tek kriter budur, ancak gözü doymaz sermayeye yeni kârlı yatırım alanları ve olanakları açmak zorunluluğu bizim hayatımızı cendere altına alıyor ya adamı kahreden taraf o oluyor işte.
Enerjinin bir şekilde temin edilip sunulacağını bilen bizler, hele bu kaynak da yenilenebilir ve sürekliliği korunabilir, insan ve çevre açısından klasik kaynaklar kadar olumsuz sonuçlar doğurmayan rüzgâr ise, olsa olsa buna destek veririz ama seçilen yer KARADAĞ olunca, buna itiraz edilmesi gereği hemen oluşuyor. Adamın çıkıp meydana “başka yer mi bulamadınız beeee” diye bağırası geliyor, valla…
Yerleşim alanına bu kadar yakın hatta yerleşim alanının deyim yerindeyse dizinin dibine, rüzgâr türbinleri koymak önüne geçilemeyecek sorunlara neden olabilir, bu kadar mı aklıselimden vareste kararlar alınır, valla anlamak mümkün değil… Genelde enerji üretimi sırasında, oluşmasına neden olduğu olumsuzlukları en az olan kaynak olsa bile, bu hiç zararsız ve sorunsuz anlamı taşımaz ve taşımayacaktır da, başta gürültü, estetik, elektromanyetik alan, habitat ve doğal SİT alan tahribatı, rüzgâr kararlılığının bozulması, rüzgâr perdelemesiyle başlayan tespit edilmiş ve şimdilik yeni olması hasebiyle tespit edilememiş bir dolu sonucu da vardır ya da olabilir.
Hemen yakınında öğretim kurumlarının bulunması nedeniyle oluşacak elektromanyetik alanın ve gürültü sürekliliğinin, ilkokul çağındaki çocuklarımızın fizik ve ruh sağlığı üzerinde yaratacağı olumsuzluklar hiç düşünülmemiş gibi görünüyor… Gürültü kirliliği bugüne kadar baktığım tüm raporlarda sadece insanın duyduğu ses aralıklarına göre değerlendirilmiştir, bu konuda kuşlar, köpekler, tavuklar, koyun keçi gibi küçükbaşlar ve de özellikle arılar hep göz ardı edilmiştir, peki bunlar bu çevre ile ilgili unsurlar değimlidir, bu karar vericiler açısından acaba?
Peki, buraları benimde kısmen katıldığım karar ile doğal SİT alanı ilan eden, Çeşme’lilere bugüne kadar gavur eziyeti çektiren, hatta öyle ki tütün tarlalarını bile doğal SİT alanı ilan ederek artık konuyu başka bir rant alanına dönüştüren kadroların ve onların yerel uzantılarının doğal SİT alanı ilan edilen Karadağ’ın kurban edilişi karşısındaki tutumlarının ne olduğunu çok merak ediyorum doğrusu.
Görsel ve estetik açıdan sanki bu şehirde yaşayanları cezalandırmak istercesine gözümüze ve kulağımıza ve hatta zihnimize estetik değerlerimize bir saldırı şeklinde algılanmasının önüne geçemiyorum, açıkçası… Üretilen enerjinin ana şebekeye aktarılması için enerji nakil hatlarının geçeceği bölgelerdeki elektromanyetik alanın olumsuzluklarının göz ardı ediliyor vb. vb…
Bu her şeyi para kazanma-istihdam yaratma ikilemi içinde göstererek Canım Yurdum İnsanını en hassas noktasından yakalama çabaları içinde olanlara, daha az istihdamla daha büyük paralar kazanılabileceğini de hatırlatmak isterim, üstelik az istihdam ama çok geniş ekonomik güvence yaratılabilir, kolayca anlaşılacağı üzere. Bırakın insanları “kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesine sokmayı…
Büyüklüğüne bağlı olarak değişiklikler gösteriyor olmasına rağmen, yatırım geriye dönüşlerinin 1 yıldan 3 yıla kadar, hatta büyük çaplı yatırımlarda 6 aya kadar düşüyor olması, sadece kendi işletmesini fazla önemseyen, asla insan ve çevre kaygısı olmayan, benim dışımda tufan-kıyamet olsun yaklaşımı ve basiretine sahip canım yurdumun kapitalistleri açısından hiçbir zaman ve hiçbir şart altında beis yoktur.
Sonuç olarak kentleri insan odaklı düşünmüyor ve planlamıyor iseniz tabii ki sözümüz olamaz, zaten tüm gelişmeler de bize muktedirlerin ve onun yoğun etkisi altındakilerin dert ve tasalarının “insanın kendisinin” olmadığı biçiminde olduğunu göstermektedir, bir taraftan şehirleri otobanlara çevirerek övünenler, diğer taraftan kentin ortasına termik santral yapıp dünyanın en çevreci termik santralini yaptık diyerek yalan söyleyenler, nihayetinde artık ustalaşınca da “çevrecinin babasıyız” mertebesine ulaşanların bizi getireceği nokta, çevrenin tüketildiği nokta olacaktır. Tam da bu nedenle KARADAĞ da rüzgâr türbinlerine hayır diyoruz…
 
Son olarak bir Afrika Yerli Sözü:
Son ırmak kuruduğunda,
Son ağaç yok olduğunda,
Son balık öldüğünde;
Beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!

Cuma, Ocak 11, 2013

ÇEŞME KUMRUSU

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, 2009 yılında Çeşme’nin tanıtımı amacıyla ücretsiz dağıtılmak üzere bastırılan ve bugünlerde Çeşme Belediyesi tarafından da dağıtımı yapılan “Çeşme İzmir” adlı broşürde, bazı maddi hatalar ve İngilizce çevirisinde anlam kaybına uğradığı açık olan tanım ve kelimeler seçilmiş bulunmaktadır, hadi bunlar çok önemli değil mütalaası ile göz ardı edilebilir şeyler diyelim ancak Çeşme Kumrusu ile ilgili seçilen söz “İzmir Kumrusu” olunca bu yazıyı yazmak kaçınılmaz olmuştur. Çeşme karışık kumrusu sıcak servis edilen “yengen” ile İzmir kumrusu ki soğuk sandviç niteliğinde soğuk servis edilir kolayca bilindiği üzere, Çeşme karışık Kumrusu “yengen” ise sıcak servis edildiği gibi ekmeği içinde de nohut hamuru ve pekmez ilavesi ile değişik bir tat oluşturur bu kadar bariz farka rağmen neden karıştırılır anlaşılmaz. Neden Çeşmeli bir kumrucuya sorulmaz bu yazılırken, yalnız kumrunun gelişimine hizmet etmişlerden birilerine, sonradan yüzlerce taklidini üretenlere değil elbette… Ayrıca şimdilerde İzmir’de de benzeri yapılıyorsa da bunu adı kesinlikle ÇEŞME KUMRUSUDUR… Biraz özen ve dikkat lütfen, adına yazılıyor bu yazı…
 
İzmir’de yaşayanlar bilir hatta İzmir’den ayrılıp uzaklara gidilince kıymeti daha da iyi anlaşılan İzmir Kumrusu; simit (İzmir’de kendileri gevrek olurlar) hamuru ile hazırlanan ve üzerine susam serpilerek fırınlanan şekli kumruya benzediği için kumru adı verilen, içine İzmir tulum peyniri, ince bir dilim domates, boydan ikiye bölünmüş acı sivri biberin yarısı konulan ve soğuk servis edilen bir çeşit soğuk sandviçtir. İzmir kumrusunun ticari olarak fazlaca tutulmasından ötürü diğer şehirlerde de taklitleri geliştirilmektedir, ancak öyle karikatür boyutlara vardırılmıştır ki bu yapımlar, normal sandviç ekmeği içine peynir domates konularak adeta bir kumru ucubesi yaratılmaktadır. Bunlar İzmir kumrusu ile alakaları olmayan imalatlar olup ancak bilmeyenlerin kandırılmasına yarar ancak bilmeyenlerinde gerçekleri ile karşılaştıklarında nasıl kandırıldıklarını kolayca anlayabilecekleri farklara haizdir İzmir kumrusu, tüm “beni ye” edasıyla size alımlı alımlı baktıkları yer genellikle gevrekçi tezgâhları olup, ilaveten sandviç büfelerinin de ilgili köşelerini o güzel ve alımlı halleri ile süslemektedir. İzmir’e özgü bu kumru ekmeğini bazı fırınlardan temin etmek mümkün olup, evlerde de kendinize afiyetle yiyebileceğiniz “İzmir Kumrusu” ziyafeti çekebilirsiniz.
 
Diğeri ise, İzmir Kumrusundan hareketle ve Çeşmenin kendine özgü yaklaşımı ile geliştirilerek daha lezzetli ve daha aranır hale getirileni “Çeşme Kumrusu” olup bu kumrunun Çeşme kumrusuna evrimlenmesinde “Kumrucu Hüseyin” en önemli katkıyı sunan kişi olarak bilinmektedir. İçine konulan malzemelerinin ve sıcak servis edilmesinin yanında Çeşme kumrusunun ekmeğinin geliştirilerek daha leziz bir hale getirilmiş olması bile 2 kumru arasındaki bariz farkın olduğunu göstermektedir. Çeşme kumrusunun ekmeği, bazı yerlerde tamamen nohut hamuru ekmeği deniliyorsa da bu haliyle ekmek daha kısa sürede tüketilmesi gerektiğinden ve kırılarak ufalanıyor olmasından ötürü fazlaca tercih edilmez, doğrusu sandviç ekmek hamuru içine az miktarda nohut hamuru katılması, biraz şeker ve tuz ilavesi ile hazırlanan ki bu ekmeği daha dayanıklı hale de getirmektedir, hazırlanan bu hamurun ana maddeleri pekmez ve yağ olan bir sos malzemenin üzerine sürülmesi ve susam ile süslenerek fırınlarda uygun ve mezkûr lezzete ulaşılıncaya kadar pişirilmesi ile elde edilmektedir.
 
İzmir kumrusunun soğuk servis edilmesinin yanında, sıcak servisi yapılan Çeşme Kumrusu ise, yukarıda bahsedilen güzel ekmeğinin uzunlamasına ortadan ikiye bölünerek kömür ateşi üstündeki ızgarada nar gibi kızartılması ve ızgarada ısıtılmış muhteşem peynirin, Türkiye çapında çok bilinmiyor gibi olmasına rağmen bana göre canım yurdumun en kaliteli ve lezzetli sucuklarından olan Tire Ege sucuğunun ve kızartılmış salamın domates ile doldurulması şeklinde servis edilmesi, yanında bazılarının Cola önermesine karşın kesinlikle ayran ile ve yanında kütür kütür salatalık turşusu ve biber turşusu sunulması, bu lezzet küpü Çeşme kumrusunun doyumsuz bir şölene dönüşmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu serviste kesinlikle ketçap ve mayonez gibi soslar alışılmış olan klasik tadın bozulmaması için kullanılmamalıdır, aksi takdirde sabah, öğle, akşam ve gece yarısı demeden her öğün yenilebilecek bu küçük ekmeğin içine bu kadar büyük lezzetin sığdırılmasının tılsımını bozulacaktır.
 
Yeni delikanlı olmaya başladığımız yıllarda sadece sinema için izin alınabildiği yıllarda yani, uzun yaz gecelerinin en önemli eğlencesi olan yazlık sinemalardan ki Ilıca semti bu açıdan hem sinema sayısı hem de gösterilen film kaliteleri açısından en önemli yer idi ve bu sinemalardan gece geç saatlerde çıkıldığında, delikanlılık dönemlerinde ise disko çıkışlarında, pişmiş güzel ekmek kokularına karışan sucuk salam kokuları arasında kumrucular önünde oluşan uzun kuyruklar bugün artık birer nostaljidir bizim kuşak için ama yeni kuşaklar bu geleneği devam ettirmektedir anladığım ve gördüğüm kadarıyla.
 
Çeşme kumrusunun oluşmasında her ne kadar Kumrucu Hüseyin’in ciddi çalışması olmuşsa da, bu ürünün ününün Çeşme dışına taşması hatta Çeşme’nin sembollerinden olması ve hatta gezi yazılarında “yapmadan dönülmemesi gereken şeyler” bölümünde mutlaka yazılan ve gerçekten ciddi bir ticari ürün haline dönüşmesi de “Kumrucu Şevki” olarak bilinen nerdeyse kumru gurusu haline dönüşen Şevki Çilek sayesinde olmuş ve Şevki de bu markalaşmış fast-food ürün konusunda haklı bir gurur yaşamaktadır. Ancak ticari başarının kalite ve lezzet kaybına uğramasının kaçınılmaz ve dayanılmaz sonuçları maalesef yaşanmaktadır bu işletmede de özellikle “Franchising” yöntemiyle oluşan kollarında. Aman dikkat tılsım bozulmasın…
 
Çeşme’de kumrunun oluşmuş bu ününe uygun çalışan yerler olmakla birlikte tamamen kumru adı altında kumrudan başka her türlü sandviçe benzeyen üretimlere de rastlanılmaktadır, zaman zaman bizde mecburen arkadaşlığımıza binaen bu lezzetsizliklere katlandığımız olmaktadır, ne yapalım diye geçiştirmekteyiz bu durumu, ününe uygun çalışan yerlerden birisi de Çeşme’nin hemen girişinde 24 saat açık bulunan “Kumrucu Hikmet” ve Alaçatı ve Ilıca’da da şubesi bulunan kumrucu Erol da sayılabilir. Ancak Kumrucu Hüseyin mutlaka gidilmesi gereken yerlerden biri olup, daha iyiye ulaşmanın en iyi yolunun deneyerek kıyaslamanın en önemli ve doğru yöntem olduğunu da söylemeliyim bu arada.
 
Kumru, Şevki sayesinde ticari başarı kazanmış ve bu markanın “Franchising” yöntemiyle başka şehirlerde de faaliyette olduğunu biliyorum ama Çeşme Kumrusunun en önemli ve tamamlayıcı parçasının Çeşme’nin doyumsuz deniz manzarası, bitimsiz harika rüzgârı ve atmosferi olmasından ötürü, diğer şehirlerdekilerin aynı başarıyı tekrarlama şanslarının yüksek olduğunu da düşünmemekteyim. Bu nedenle Çeşme Kumrusunun yenileceği yerin Çeşme olduğunu bir kez daha şiddetle öneririz.
 
Fiyatlar; İstanbul’dan gelen ve rakamların abartılı olmasına efsunlu Çeşme severler haricindekiler için biraz yüksek tabii ki fast-food için ama her şeye rağmen batı icadı hamburger karşısındaki kazanılan prestij ve başarı düşünülecek olursa gerekli tescil işlemlerinin behemehal yapılması gerekir, müseccel marka haline dönüşmelidir yani.

Pazartesi, Ocak 07, 2013

İÇİMİZDEKİ DÜŞMAN

Gecenin karanlığı; müfreze yüksek dağın başında biraz sonra çok büyük olacağı anlaşılan bir operasyon için hazırlanıyor, askeri birliğin yanında yöreyi iyi bildiği her halinden anlaşılan bir köylü korucu da bulunuyor, kimsenin kaale almamasına rağmen operasyon yerinin yanlış olduğunda ısrarcı davranıyor korucu ama müfreze komutanı bu öneriyi bir üst komutanın emrinin bu yönde olması nedeniyle göz ardı ediyor, artık yapacak başkaca bir şey yoktur önemli ölçüde mühimmat stoku olan müfreze pusuya yatıyor, alınan istihbarat gereği oradan geçit yapacak gerillaları beklemeye başlıyor. Ve beklenen oluyor, pusu kurulan tepenin hâkim olduğu yamaçta konuşlanan müfreze, aşağıdaki bodur ağaçların arasından karartıların belirmesi ve komutanın gecenin sessizliğini delen “ateş” emrini müteakip, kulakları sağır edercesine yaylım ateşine başlıyor. Tüm telsiz ve harita bilgi desteği imkânlarına rağmen nasıl oluyorsa oluyor, kendilerine desteğe gelmesini bekledikleri ekibe yaylım ateşi açtıklarını fark ettiklerinde artık iş işten geçmiş oluyor, başta müfreze komutanı olmak üzere o müfrezedeki köylü korucu da ölüyor. Cenaze törenleri de; sahip oldukları statüye göre yapılıyor, müfreze komutanı devlet töreni, köylü korucu ise önemsiz bir törenle cenaze namazını müteakip defnediliyor.
İki ekipten mürekkep yeni oluşturulan müfreze, gerillanın saklandığı ya da sıkça geçit yaptığı istihbaratı üzerine mezkûr bölgeyi hedef tutarak bir yeni operasyona çıkarlar, sonuç olarak bu müfrezenin köylü korucusunun köyü olan bölgeye gelinir, muhkem bir tepeden köy gelişmiş dürbünlerle izlenmektedir. Meydanda oynaşan çocuklar, yayılmayı bekleyen miskin koyun sürüsü, diğer tarafta harman savuran köylüler, diğer tarafta da kilimlerini dokuyan kadınlar, sanki rutin bir köy hayatı görüntüsü vermekte kendilerini muhkem tepeden izleyenlere. O sırada köyün girişinde kaya üstünde oturan bir köylüye takılır dürbün köylü korucunun da işaretlemesiyle, adamın dudakları ve burnu kesilmiştir, gerillanın kestiğini anlıyoruz adamın organlarını köylü korucunun izahatından, gerillanın vergi tahsilâtından da bahseder ilaveten köylü korucu müfrezenin yeni komutanına burada kural budur işte, herkes öderde öder diye bilgi aktarmaktadır. Aynı anda köyün meydanına doğru muhteşem teçhiz edilmiş diğer müfreze ilerlemektedir, bir diğer köylü karşılar kendilerini, gerillanın dün akşam köylerinde olduğunu ve bütün yiyeceklerini aldığını anlatmaktadır müfrezenin komutanına, genel arama yapılmaktadır ve kimler geldi nereye gittiler gibi klasik sorular ile operasyon sona erer. Operasyonun 2. gününde kendilerine gelen önemi büyük bir istihbaratın hedefine girmiştir yine gerilla ve bu sefer ilaveten hedef önemli bir gerilla lideridir de ve yine aynı köye gelinmiş ve muhkem tepeden bakıldığında köyde kimsenin kalmadığı ya da köyün terk edildiği bir görünüş vardır, sıkı askeri kural ve önlemlerle köye girilir, müthiş bir katliamla karşı karşıyadır müfreze, nerdeyse tüm köylüler kadın çocuk ihtiyar demeden öldürülmüştür.
Yasak bölgede bulunan ve tutuklanan bir köylü de karargâha getirilmiştir, hemen gazinonun yanındaki odada sorgulanmakta, kime bağlı olduğu sorulmakta, köylünün herhangi bir şey söylememesi üzerine de, gazinoda bulunan ve gelen sesleri merak eden müfrezenin komutanı kapıyı açınca, bir varil içerisinde belli ki elektriğin şiddeti daha fazla olsun diye suya oturtulmuş, elleri ayakları bağlı, her halinden artık çektiği bu büyük ızdırabın acısıyla yaşamak istemediği belli olan köylüye elektrik verildiğini görmektedir. Sıkı aile terbiyesi aldığı her halinden belli olan ve ahlaki değerlerini henüz yitirmediği anlaşılan komutan duyduğu vicdan azabı neticesinde işkenceyi durdurmuştur, ancak ertesi gün, görevden dönüşte aynı köylünün zincirlenmiş kan revan içinde ve ölmek üzere bir vaziyette asılı olduğunu görünce, yıkıntıya uğrar ve karargâhın istihbarat sorumlusu subayından da ince ince fırça yiyerek, vicdan sorunu üzerine uzun bir nutuk dinlemektedir, istihbarat subayının adamı kan revan içinde bırakacak şekilde işkence yapmasının bir emir gereği olduğunu söylemesi üzerine “bir emir ahlakı açıdan uygun değilse reddedilmelidir” çıkışına, burada psikolojik bir savaş yürütülüyor cevabı karşısında, konunun artık çığırından çıktığının farkına varıyor.
Bir operasyon sırasında yaralanan bir askerin karargâha götürülüşü esnasında, gerillanın uzaktan kumanda bombasının patlaması sonucu istihbarat sorumlusu komutan ile askerin ölümü üzerine başlatılan operasyon esnasında, gerilla siperlerinden gelen yaylım ateşe karşılık karargâhın gönderdiği uçakla atılan napalm bombasının vahşeti karşısında vicdanın yenilmesi yaşanmaktadır yeniden ama gerilla kuvveti tümden yakılarak yok edilmiştir. Operasyonların devamı içinde güvenlik gerekçeleri ile boşaltılmış köyler ve yakılmış köyler gerçeği ile de karşılaşılmakta, yakılan köylerde yaşanan kinin ve hıncın karşısında taşın taş, başın baş üstünde duramadığı gözlerden kaçırılamamaktadır, şimdi de kendisinin de içinde bulunduğu müfrezenin yapılan köy baskını sırasında köyün alev silahları ile baştanbaşa yakılması, köylülerin bir kısmının rastgele ateş altında öldürülmesine tanıklık etmekte, yaşananlar karşısında artık yürek nasırlaşmaktadır. Artık emrin ahlakiliğinin düşünülmesinin bile mümkün olamadığı noktadadır, insanlık ve vicdan kaybetmektedir, başarı madalyalı köylü korucuların bile infaz edilmesi noktasına getirmiştir müfrezeyi kuşkuları, adını bir türlü savaş koymadıkları halde her tutukluya savaş esiri muamelesi yapıldığı, kuşkuların paranoya noktasında ise, kendilerince “firar girişimi” adını verdikleri ve böyle raporladıkları ince ayar ile infaz yapılması “vukuatı adiye”dendir gayri… İnfazı için irade oluşturmadıklarına reva görülen muamele ise açıktan işkencedir, elektrik, askı, şaloma (pürmüz) ile insanın derisini yakma, yumurtalık sıkılarak hadım etme girişimleri, vs vs…
Televizyonlar ve basın ise; askerin vatandaşa götürdüğü sağlık yardımları, sağlık taramaları, köylüler için kurdukları kilim ve halı tezgâhları, hayvan yetiştiriciliği konusunda fenni gelişmeleri kendilerine tanıtma ve faydalanmalarını temin etme, tarım ıslah çalışmaları konusunda köylüye yardım çalışmaları haberleri ile doludur, boşaltılan ve yakılan köylerin gerilla tarafından nasıl hunharca gerçekleştirildiği, askerlerin ise köylüleri nasıl huzurlu ortamda yaşatırız arayışı içinde cansiperane koruma yaptıklarını anlatılmaktadır boyuna…
Bu kirli ve ahlak dışı savaş nerede mi yürütülmektedir? Dünyanın herhangi bir ülkesinde olabilir bu manzaralar…
Ama yazımıza konu bir filmdir ve filmden alınma kısacık özettir, Fransa’nın Cezayir işgali sırasında uyguladığı insanlık dışı, akıl ile izah edilemeyecek uygulamaları da içeren bir film “içimizdeki düşman”. 1962 yapımı filmin Fransa’da gösterimi 1971 yılına kadar yasaktır, çünkü Fransız yönetimi filmin doğruları aktarmadığını ve taraflı ve kasıtlı bir film olduğunu iddia ediyordu, gösterimin serbest bırakıldığı yıllarda bile Fransız sömürge yönetiminin Cezayir halkına reva görüp yaptığı işkenceler ve katliamlar sansürlenmiştir, bu işkence sahnelerinden ötürü film İngiltere ve ABD’de de makaslanmıştır. Tunus ve Fas’a bağımsızlık verilmesinin normal ama bu talebin Cezayir’den gelmesi karşısında, insanlığın Cezayir’i terk etmiş olmasını anlamayan ya da sorgulayan subaya, sömürge uygulamaları karşısında Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele eden FLN nin iyi ya da haklı sebepleri vardır yaklaşımına, istihbaratçının yanıtı basittir, “gerçekleri gördükçe değişeceksiniz, evet hepimiz gibi değişeceksiniz” demekle yetinir. Cezayir kurtuluş örgütü FLN sömürgecilere karşı eylemlerini arttırıp geliştirdikçe, sömürgecilerde bağımsızlık mücadelesini bastırmak için akla hayale gelmedik terör yöntemlerine başvurmuştur.
Fransa bu vahşet politikaları neticesinde Cezayir nüfusunun nerdeyse %15 ini öldürmüş idi ama sonuç değişmiyordu, değişmedi de, dünyanın herhangi bir bölgesinde bu kabil sömürge politikalarının sökmeyeceği de anlaşılmıştır ve Fransa’nın her türlü vahşetine rağmen Cezayir bağımsızlığını elde etti ama arkasında yüz binlerce ölü milyonlarca yaralı ve psikolojisi bozulmuş bir toplum bıraktı…

Salı, Ocak 01, 2013

ODESA (POTEMKİN) MERDİVENLERİ

Tarihte önemli liman kentlerinden biri olarak yerini almış bir kent olan Odesa; ki Osmanlı döneminde Hacı Bey olarakta adlandırılmaktaydı, önceleri patikalardan ve tahta basamaklardan oluşan bir merdivenle limanın şehre bağlantısı olan, sonradan ünlü Potemkin merdivenleri diye adlandırılan merdivenler, 1837 ile 1841 yılları arasında bugünkü şekli ve planıyla inşa edilmiş olup, ilk yapımı sırasında 200 basamak olarak planlanmış ve inşa edilmiş ancak zaman içinde ihtiyaca binaen limanın genişletme çalışmaları sırasında ise 8 basamak dolgu çalışmaları esnasında toprağa gömülmüş ve bugün hala yaşayan ve turistlerin akınına uğrayan 192 basamak olarak hizmet vermektedir.
Mimari çevreler ve konunun uzmanları tarafından her ilgili çalışmada Avrupa'nın en çok etkileyici 10 merdiveni arasında gösterilen Odessa Merdivenleri turistik açıdan Odesa şehrinin en popüler mekânlarından biri olup, hemen merdivenlerin şehir (üst) tarafından girişinde şehrin ilk yöneticisi olan Fransız asilzade “Duc de Richelieu” nün heykeli yer almaktadır. Değişik bir sürü perspektifler göz önüne alınarak yapılan mimari değerlendirmeler neticesinde, ilginç bir yaklaşımla merdivenlerin en alt basamağı 21,6 mt en üst basamağı ise 12,5 mt genişliğinde inşa edilmesine rağmen, aşağıdan bakıldığında optik illizyon oluşmasından ötürü merdiven enleri eşit görünmekte, yukarıdan bakıldığında ise basamakların görünmeyip sadece merdiven sahanlıklarının görünüyor olması da çalışmanın plan aşamasında nasıl ince elenip sık dokunduğunun göstergesidir.
Odessa (Potemkim) Merdivenlerinin hemen yanında, çeşitli tamiratlar ve değişiklikler ile son haline gelen yaklaşık 200 yıllık Füniküler hala merdivenlere alternatif oluşturmaya devam etmektedir.
Asıl ve resmi adı aynı adlı caddenin sonlandığı nokta olması nedeniyle “Primorsky merdivenleri” olarak bilinen Odesa merdivenlerini tüm dünyaya “Potemkin merdivenleri” diye tanıtan ise, Sovyetler Birliğinin unutulmaz sinema yönetmeni Sergei Eisenstein'ın unutulmaz filmi "Potemkin Zırhlısı” olmuştur. Özgün adı “Bronyenosyets Potyomkin” olan filmin konusunu; kısaca 1905 yılında Çarlık Rusyasının Karadeniz filosuna ait Savaş Gemisi Potemkin'de yaşam koşullarının dayanılmaz hale gelmesinden bezerek mürettebatın öncelikle yaşam koşullarının iyileştirilmesi talebi ile yaşam koşullarının ağırlığının asıl kaynağını oluşturan rejime karşı bir ayaklanma başlatmaları, gemiyi ele geçirmeleri ile başlayan ve tüm şehri kaplayan çatışmalar oluşturmaktadır. Potemkin zırhlısının yönetimi, ayaklanan tayfaları kurşuna dizmeyi reddedenlerin oluşturduğu bir komitenin eline geçer, işçi sınıfının yoğun bulunduğu bir şehir olan Odesa’ya gelir ve orada işçi grevlerini destekler bir tavır ortaya koyar, bu bakımdan Çarlık Rusya’ya karşı Çarlığın en güvenilen kesimi olan ordu içinden ilk direniş olarak tarihe geçen bu olay 1905 devriminin ateşleyici faktörlerinden kabul edilmekte olup Rus Japon savaşının Rusya adına bir yıkıma dönüşmeye başladığı mezkûr dönemde, yoksul halkın savaşa ve savaşın yarattığı yıkıma ve kayıplarına ve özellikle de yoksulluğa karşı tepkileri artık devrimci içeriğe evrilmeye başlamıştır.
Ancak Çar'ın; 50 bin kişilik askeri birliği vasıtasıyla işçilerin üzerine saldırması için uzun süre geçmez, şehre giren askeri birlik işçilerin üzerine ateş açarak büyük bir katliama başlar, resmi rakamlara göre 7 ya da 8 bin civarında insan asker kurşunlarıyla katledilir, yaşanan bu katliamdan sonra Potemkin Zırhlısı Odesa'dan derhal ayrılır ve Romanya'ya sığınır ve Potemkin zırhlısı Romen yetkililere teslim edilir.

Odesa-Primorsky-Potemkin merdivenlerinin ünü ise yukarıda da belirttiğim üzere, Sovyetler Birliğinin unutulmaz sinema yönetmeni Sergei Eisenstein'ın 1925 yılında sessiz olarak çektiği unutulmaz filmi "Potemkin Zırhlısı” nın çevrilmesinden sonra kat be kat artmış olup, filmin etkisinin büyüsü altında kalan kapitalist batıda oradaki işçilerin de ayaklanmasına neden olabileceği kaygısıyla uzun süre gizli ya da açık engellemelerle karşılaşmıştır. Merdivenlerin meşhur olması ise filmin, eleştirmenlerin ve sinemaseverlerin bir ortak kararı gibi görünen, en önemli ve etkileyici sahnesi olarak kabul edilen, çarlık askerlerinin işçi direnişlerini destekleyen halkın üzerine, hedef gözetmeksizin ve çoluk çocuk yaşlı genç demeden ateş açıp büyük bir katliama girişmiş olduğu yer olarak görünmesidir. Merdivenlerde gerçekleştirilen bu katliam, filmde o kadar etkili sahneye dönüştürülüyor ki, merdivenlerde sıkışan bir insan seli üzerine açılan yaylım ateş neticesinde, çaresizlik içinde kurşunlara hedef olmamak için kaçmaya çalışan insanlar, basamaklarda yığılıp kalan cesetler, onların üstünden kah zıplayarak kah üstlerine basarak kaçmaya çalışan insanlar, adeta sel olup akan kan arasında feryat, figan, korkudan bağırtılar… Filmin diğer asla unutulamayacak sahnelerinden olan, kolları olmayan birinin elleri üstünde zıplayarak kaçmaya çalışması, çocuğunun gözleri önünde öldürülmesinin öfkesi ile çocuğunun ölüsünü bile kurşunlara hedef olmaktan kurtarmaya çalışması, başka bir yerde öldürülen çocuğunu kucağına alıp askerlere doğru ölümüne yürümesi, sayılabilir. Hele bir annenin, çocuk arabasındaki çocuğuyla kaçmaya çalışırken merdivenin daha ilk basamaklarında kurşunlanması ve ağır yaralanması, ağır ağır yere yığılması, yığılırken de çocuğunun içinde bulunan arabanın üstüne yığılması ve çocuk arabasını itelemesi, yaşananlardan haberi olmayan sevimli bebeğin içinde olan arabanın merdivenlerden yuvarlanması ve ölmek üzere olan annesinin çocuğunun ardından bakışı filmin en vurucu ve etkileyici sahnesidir.
Potemkin Merdivenlerinde yaşanan ve filme tüm çıplaklığıyla yansıtılan bu kıyım bu vahşet, Rusya Çarlık düzenini zulmün sembolü haline getirmiştir, sonuç itibariyle.
Eisenstein'ın "Potemkin Zırhlısı" filmi 1958 yılında Brüksel'de gerçekleştirilen dünya sinema fuarında bütün zamanların en önemli ve en büyük filmi olarak ilan edilmiştir.

Salı, Aralık 25, 2012

UNUTULMASI İSTENEN YILLAR

12 Eylül faşist askeri darbesi ile canım Yurdumda hayat durdurulmuş, artık her şey ABD emperyalizminin dikte ettiği, menşei pentagon olan toplumu yok etme planları çerçevesinde, yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden yaklaşık 1.600.000 insan gözaltına alınmış, CIA ajanları tarafından eğitilmiş ekipler tarafından inanılmaz işkencelerden geçirilmiş, insanların insanlığından çıkarılması için şeytanın bile aklına gelmeyen zulümler uygulanmıştır. Bu, Panama’daki CIA kamplarında eğitilmiş işkenceciler, yurdumun insanlarının kişiliksizleştirilmesi, insanların ruhunu olmuyorsa canını alma sürecinde, Faşist darbenin 5 li çetesi tarafından büyük yetkilerle donatılmış olarak DAL’lara (Derin Araştırma Laboratuarı) dağıtılmışlardır. Vur deyince öldürü iyi beceren bir geleneğe sahip olmanın verdiği iman gücü ile, yüzlerce insan işkencelerde öldürülmüş, onbinlerce insan sakat kalmıştır…
 
Yazar; Mehmet Tepebaşı, “Unutulması istenen yıllar” adlı kitabında, Suriye‘den Türkiye‘ye girerken, sınırdan geçiren kaçakçının kendisine ihanet etmesi sonucu pusuya düşürüldüğünü ifade ettiği kitabın ilk sayfalarından itibaren başlayan, Hatay‘ın Kırıkhan ilçesi, Mersin ve İskenderun işkencehanelerinde üç ay süreyle gördüğü ve yaşadığı işkenceleri, çok hızlı okunabilir bir şeklide, basit, yalın, sürükleyici ama çok etkileyici bir biçimde anlatıyor.
 
İşkencecileri kitabın arka yüzündeki tanıtımında anlatırken; “İşkencecilerimin yüzüne bakıyorum. Evlerine gittiklerinde ne yaptıklarını düşünmeye uğraşıyorum. Ne yapıyorlar? Eşlerine, çocuklarına nasıl davranıyorlar? Onların gözlerine bakarken bir eziklik duyuyorlar mı? Yoksa, sol elle su içmemi engelleyerek günaha girmemi önleyen, dolayısıyla da büyük sevap kazandığını düşünen bekçinin dediği gibi, “Bunlar devletin üstüne yazılır!” diye mi düşünüyorlar? Akşam evlerinde eşlerine, “Bugün bir çocuk geldi; falaka, ters askı, cop sokma falan, hiçbir şey işlemiyor valla!” diyerek, o gün yaptıklarından mı söz ediyorlar? En çok da çocukları var mı diye düşünüyorum. … Ne düşünüyor onlar? Bunlar vatan haini, müstahaktır diye mi düşünüyorlar, yoksa yapmaz benim babam böyle şeyler mi diyorlar? Hangi çocuk, babasının, ne gerekçeyle olursa olsun, işkenceci olduğunu kabul edebilir ki?” diye ruh derinliklerine girerek, durumlarını tespit etmeye çalışıyor.
Türkiye’nin en önemli ve üst düzey işkencecilerinin biri kabul edilen; kitabın herhangi bir yerinde Hanefi Avcı’nın isminin geçmiyor olması, bu özel yetkili ve bilgili işkencecinin kimliğini saklamaya yetmiyor, tabii ki… Hanefi Avcı’nın izini bu kitapta da buluyoruz, oysa “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı yazdığı kitap üstüne yapılan konuşmalarda, ortak hedeflerinin yıpratılacağı saikiyle olsa gerek birileri bize bu işkenceciyi iyi adamdır diye sunmaya çalışmıştı, hatta o kadar ki, içlerinde CHP milletvekili Avukat Sabri Ergül, Fikri Sağlar gibi siyasetçiler başta olmak üzere, Tarık Akan, Müjde Ar, Rutkay Aziz, Ahmet Hakan, Cüneyt Ülsever ve Hikmet Çetinkaya gibi bir sürü de sanatçı ve gazeteci de bu ortama ayak uydurdular, ne diyelim eğer basından öğrendiğimiz bu destek doğruysa, kendi bilecekleri iş, Allah yollarını açık etsin…
 
Mehmet Tepebaşı, ağır işkenceleri ve zulümleri şöyle anlatmaktadır.
“Soyun” diyor komiser, sakin bir sesle. “Üzerindeki her şeyi çıkar”
Onların bu sakin davranışına kendimce karşılık vermek istiyorum. Yavaş devinimlerle üzerimdeki her şeyi çıkarıp, bir kenara bırakıyorum. Sessizce bana bakıp izliyorlar. Külotumu çıkarıp yere koymamla birlikte harekete geçiyorlar. Yan duvarda yere yatmış bir şekilde duran, kısa saplı ve uzun kollu bir haç’ı kapıyor birisi. Aynı anda iki kişi kollarımı yere parelel gelecek şekilde havaya kaldırıp, haçın yanına sürüklüyor ve haçın uzun kollarına açılmış deliklerden sarkan deri iplerle, büyük bir ustalık ve serinkanlılıkla, sıkıca bağlıyorlar beni. Bu işlemler yapılırken bir başkası, aynı uyum ve sessizlikle gözlerimi bağlıyor. Bir anda kolları birkaç yerden bağlı olarak katranlık içinde kalıyorum. İşlerini o kadar ustaca yapıyor ve bir sonraki işleme o kadar seri geçiyorlar ki, yapacakları şeyleri düşünmekten çok bu profesyonel halleri kaygılandırılıp korkutuyor beni. Sonra birisi ayaklanma bir çelme takıyor ve ben sırtüstü yere, büyük bir gürültüyle düşünüyorum. Karanlık bir dünyada, elleri ve kolları bir çarmıha bağlanarak sırt üstü düşmenin bu denli korkunç olduğunu asla düşünemezdim. Sonsuzluk içinde, sonsuzluğa düşmeyi başka hiçbir yerde deneyemez insan. Kafamın hızla yere çarpmasını son anda bir el altına girerek önlüyor. Çarmıhın, omuz başlarıma gelen kısmı o kadar maharetle oyularak hazırlanmış ve haçın kısa sapı o kadar ustaca belime oturuyor ki, kıpırdayabilmem olanaksız. Yerde, bağlandığım çarmıhın şeklinde yatmaktan ve karanlık içinde bana yönelecek saldırıları beklemekten başka yapabileceğim hiçbir şey yok. Etrafımdakiler işlerindeki maharetlerini ve sessizliklerini hala koruyorlar. Bir şeylere ayaklarımı bağlayıp havaya kaldırıyorlar, aynı anda bir başkası cinsel organıma bir şeyler bağlıyor. Bir ıslaklık duyumsuyorum ve bir anda karanlık dünyamda kıvılcımlar çakıyor. Acı ve saldırı o kadar her yandan ve aynı anda oluyor ki, acının şiddetinden çok, uğradığım saldırının dehşeti içinde kalıyorum. Falaka ve elektriği birlikte uyguluyorlar. Ayaklarıma inen her sopanın iniş kalkış arasındaki her boşluğu, bir ucu cinsel organıma bağlanmış, diğer ucu serbest olarak dolaştırılan elektrikle dolduruyorlar. Bir ritim ustası aralığıyla tabanlarıma inen her sopanın acısının beynimde yarattığı patlamaya daha yeterince bağıramadan, cinsel organımla meme uçlarım arasında ya da cinsel organımla dudaklarım arasında çekilen ateşten bir telin yakıcılığına maruz kalıyorum.”
“O kadar şiddetle bağırıyor ve çırpınmaya çalışıyorum ki, kısa sürede karanlık dünyam sanal renklerle boyanarak başka bir boyuta sıçrıyor. Zaten iyice yıpranmış ses tellerim, tüm şiddetli haykırmalarıma rağmen, boğuk bir hırıltıdan başka bir şey çıkaramıyor. İşkencecilerim için fark etmiyor bu durum. Onlar, süresi daha önce belirlenmiş bir programı tam bir makine rahatlığı içinde uyguluyorlar…. Acının, şiddetin ve yerçekiminin geçerli olmadığı bir dünyaya yöneliyorum. Kendimi, yukarı doğru çekiliyormuş gibi hissediyorum. İlginç bir rahatlama yaşıyorum. Ve program süresi doluyor.”
“Su diyorum, gayri ihtiyari “bana su verin”
“Al sana su”
Ve kafamdan aşağı buz gibi, büyük olasılıkla buzdolabında soğutulmuş, ama gerçekten buz gibi bir suyu döküyorlar. O kadar ani ve hiç beklemediğim bir anda oluyor ki bu, yabanıl bir çığlık atıyorum. Sonra bir kez daha yapıyorlar aynı şeyi. Yine haykırıyorum. Buz gibi su, ateşler içinde yanan vücuduma her değdiğinde jiletle yarıyorlarmış gibi acı veriyor bana. Bir yandan da kafamdan aşağı süzülen suları, dilimle yalayarak, kavrulan içimin susuzluğunu gidermeye çalışıyorum.”
“İşkence yapan polisler bir kez daha takılıyor aklıma; ne kadar eğitim alırlarsa alsınlar, kurbanlarından ne kadar nefret ederlerse etsinler, sonuçta insan bunlar. Her gün bu denli yürek yakıcı çığlığı, bağırtıyı, insana ait olduğunu asla inanamayacağınız canhıraş sesleri onlarca, yüzlerce kez duyarak nasıl olur da normal bir yaşam sürebilirler? Hadi uyanıkken aldırmadığını gösterecek kadar iyi eğitiliyorlar diyelim, ama ya yatarken, uykularında, rüyalarında bu çığlıklar tekrarlanmıyor mu? Her gün yere yatırıp işkence ettikleri gencecik insanların gözleri, arkalarından gitmiyor mu hiç? Karısına, çocuklarına, komşusuna bakarken, kurbanlarının yüzünü; sokaktaki her seste onların çığlıklarındaki yürek parçalayıcılığını duyup, görmüyorlar mı? Nasıl olur bu? Nasıl bir maddeden yapılmış olabilirler? İnsan olup ta etkilenmemek olanaklı mı? İskenderun’daki bekçinin dediği gibi “devlete yazılır” bahanesi bu denli bir duyarsızlık yaratabilir mi gerçekten”
 
Hele sağlık raporu almak için sürekli başvurdukları doktorun olmaması üzerine diğer bir doktordan sağlam raporu alamayacaklarını anladıklarında o doktor için söylenen “Hepsi komünist piçleri, hepsi vatan haini bu ibneler. Kıstırıp bir yerde sıkacaksın kafalarına”  laflarında da topyekün nasıl bir Türkiye yaratıldığının fotoğrafı verilmektedir.
 
İşte; yukarıda verilen ve kitaptan alıntılanan kısacık bölümlerin yazarın ve diğer insanlar üzerinde yüzlerce kez tekrar edilen işkencelerin ve bunları yürekleri kabarmadan ki biz okurken yüreğimiz kaldırmıyor, yapan işkencecilerin teker teker açığa çıkarılması ve yargılanması en büyük dileğimiz olup, canım Yurdumun bu yüzleşme neticesinde de büyük bir esenliğe çıkağı da açıktır. Yapılanların unutulacağını zannederek her türlü herzeyi yemiş olanların ya da yiyenlerin de buradan çıkaracağı dersler olduğu açıktır, bu günden bakıldığında tüm unutturma çabalarına ve girişimlerine rağmen hiçbir şeyin unutulmayacağı aşikardır…


Cumartesi, Aralık 22, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR – 4

NECDET ADALI
Eski mücadele arkadaşlarından Yazar Turgut Türksoy Necdet Adalı tarifini şöyle yapmaktadır; “kişi olarak çok müthiş çalışkan, enerjik, arkadaş canlısı, halkını seven bir insandı. Çevresindeki insanların ve uğrunda öldüğüne inandığı halkın inanç değerlerine çok dikkat ederdi. Çok iyi futbol ve voleybol oynardı, hiç yorulmazdı. Kitap okumayı çok severdi. 1.85 boylarında sarışın, mavi gözlü aslan gibi çocuktu.” O herkesin ortak kanısı olarak ta; “Altındağ'ın Altın Saçlı Çocuğu Necdet Adalı” dır.
 
Necdet Adalı 1977 yılında Ankara'da Yıldırım Beyazıt Lisesi'nde öğrenciyken Ankara İsmetpaşa'da bir kahvehanenin taranması olayıyla ilgili olarak tutuklanır ve yargılanır, yargılama safahatinde ise “suçsuz olduğunu”, bilinçli ve planlı bir biçimde üzerine bir suç atıldığını yılmadan tekrarlar ve bu süreçte Ulucanlar Cezaevi'nde gerçekleştirilen bir firar eylemine de “nasıl olsa suçsuzluğunun anlaşılacaktır” diyerek katılmaz,
 
Mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç’in tüm karşı çıkmalarına ve yazılı şerh düşmesine rağmen, mahkeme safahatı esnasında ortaya çıkan, anlaşılan ve görünen o ki MİT içindeki bir hesaplaşmanın faturasının bu devrimci gence kesilmesi neticesinde, ayaküstü sayılacak kadar uyduruk ve 12 Eylül zulüm imparatorluğunun yönetici çetesi tarafından verilen talimatlar neticesinde yapılan yargılamalar sonucu 8 Ekim 1980 tarihinde Ankara Ulucanlar cezaevinde sabaha karşı idam edilmiştir. Mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç'in Necdet Adalı'nın suçsuz olduğunu ileri sürmesine ve şerh düşmesine karşın, mahkeme heyeti tarafından oy çokluğuyla suçlu bulunmuş ve koyduğu şerh nedeniylede Mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç, 12 Eylül askeri faşist yönetiminin ceza vermesine kızarak ordudan istifa etmiştir.
 
Necdet Adalı’nın idamından uzun yıllar sonra İsmetpaşa’daki kahvehanenin taranması ile ilgili yeni bulgular, tanıklar ve delillerin ortaya çıkması neticesinde yeni sanıklarla yeniden yargılamalar yapıldı, Necdet Adalı’nın idamına gerekçe gösterilen eyleme katılmadığı ortaya çıkmış ve maalesef bir “adli hata” olmuştur denildi ve dosya kapatıldı.
 
ABD’nin, ikinci dünya (paylaşım) savaşı sonunda emperyalist-kapitalist sistemin lokomotifi durumuna gelmesi neticesinde, diğer ülkeler üzerinde ekonomik-siyasi-askeri bağımlılık yaratmak için “gizli işgale” dayanan bir sömürge tipi geliştirmiştir. ABD’nin yeni uygulamaya başladığı,  Truman Doktrini, Marshall Planı ve yeşil kuşak projeleri çerçevesindeki yeni sömürgecilik yöntemleri ile hedef ülkeler Emperyalist blok karşısında diz çökertilmeye zorlanmış, bu yeni yöntemin doruk noktası ise NATO yapılanması içine 1951 yılında giren Türkiye artık, başta CIA olmak üzere emperyal gizli ve açık kuruluşların cirit attığı ülke haline gelmiştir. Emperyalist blok’un önüne siyasal anlamda koyduğu planlar çerçevesinde, bağlaşık ülkeler içindeki, devrimci hareketleri bastırmak, bağımsızlıkçı hareketleri boğmak üzere “Stay-behind” genel adıyla ama her ülkede farklı adlarla anılan gizli ordular eliyle, ülkeyi istikrarsızlığa sürüklemek için her türlü provokasyona ve şiddet eylemine başvurmuştur. Bu eylemlerin en önemlilerinden biri olan 12 Eylül faşist darbesinin halkın ve devrimcilerin dirençlerinin kırılması için uyguladıkları, sadece şeytanın aklına gelebilecek cinsten akıl ve insanlık dışı uygulamaları, tarihe 12 Eylül hukuku olarak geçecek ve sözüm ona anayasa profesörü Orhan Aldıkaçtı ve ekibi eliyle ve Kenan Evren’in abuk subuk fikirlerine dayalı hazırlanan anayasa ve yasalar ile garabet bir ortam içinde legalize etmişlerdir. İşte bütün idamlar, işkenceler ve zulum bu hukuksal ortamda gerçekleştirilmiştir.
 
Necdet Adalı; kendisi ve diğer devrimcilere yaşatılan ahlakdışı, insanlık dışı, işkence ve zulüm dolu süreci anlatmak adına bir kısmı aşağıda bulunan, duygulu ama bir o kadar da gerçekçi olan bu mektubu yazar;
 
“sevgili anneciğim ve babacığım, Sizleri ve ezilen halklar adına mücadeleyi, erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm, ancak bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamım içerisinde hiçbir şahsi çıkar gözetmeden ezilen halklar adına verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve bundan dolayı gurur duyuyorum. Hakim sınıfların göstermek istediği gibi bizler hiçbir zaman savunmasız insanlara karşı katliam girişiminde bulunmadık.”
 
Şair Nevzat Çelik’in yazdığı ve bilahare de Ahmet Kaya tarafından bestelenen “şafak türküsü” şiiri adalı için yazılmıştır.
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice
 
Mezar taşında “adalılar türkü söyler, susar darağaçları” yazdığı söylenen bu yiğit devrimcinin anısı önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz.

Pazartesi, Aralık 17, 2012

İNADIN, TELAŞIN ve HAYALKIRIKLIĞININ LİDERİ FATİH TERİM

İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir Fatih TERİM, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur ama ne yazık ki bunun ne kendi farkında nede aklı bir karış havada olan ve imparator yaratıp önünde diz çökmeye hazır basın mensuplarından, siyasetçilerden ve işadamlarından oluşan taraftarları farkında. Ama asıl şaşılası durum ise, bir insan şansıyla, lobisiyle ve siyasi yardakçılarıyla da olsa bu kadar çok başarı elde eder ve bu kadarda gündemde kalır da, nasıl hala olgunlaşamaz, hoşgörü sahibi olamaz, işte bunu anlamak mümkün değil… İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur, dedim ya, Milli takımı çalıştırırken kendi takımlarında oynamayan oyuncuları milli takıma seçerek, şimdi de Galatasaray’da formsuzları, hadi diyelim seçti güvendiği için ama her maçta şapkadan tavşan çıkarmak uğruna onlara sonuna kadar katlanıyor olması hiçbir zaman anlaşılmamıştır hatta anlaşılamayacaktır. Galatasaray’da çalıştığı 2 dönemde de teknik direktörüne güvenen aslında kendilerine güven(e)meyen yönetimlerin büyük bedeller karşılığında kendisine teslim ettikleri büyük ve geniş kadroları yönetme konusunda son derece etkisiz birisi olduğunu dünya aleme ispatlamış ama ne gam Canım Yurdumun iş adamları kendisini “liderlik” paneline çağırıyor, neyin liderliği ise bu, toplamda 24 futbolcuyu yönetmekte zaaf göstermektedir.
Aslında okuma yazma kursuna göndermeli onu, Galatasaray yönetimi, sahaya bir takım sürüyor tuttu tuttu, tutmazsa yapacağı ve yaptığı bir şey yok, oyunu okuduğunu yalaka basın bize yutturmaya çalışsa da okuma bilmediği sırıtmaktadır, yaptığı oyuncu değişiklikleri de tesadüfen sonuç getirince basında ki Terim goygoyları başlıyor tılsımı anlatmaya, yahu kim bu takımı sahaya sürse bu sonuçları alır diye düşünen yok… Hele maçlardan sonra, sanki bindirilmiş kıtalar görüntüsü veren basındaki ekipten gelen ve genelde yenilgilerden sonra futbolcuların aslanlara atılmasının çanağı durumundaki sorulara cevap verirken futbolcuları korur görünen ve adaletli baba edasıyla asıl iplerini çekmesi yok mu, insanı çileden çıkartır cinstendir vallahi…
Kendisinden çok şey beklenen ve arkasına sığınılarak yöneticilik yapılabileceği inancındaki yönetim; 2002 yılında deyim yerindeyse kulübün anahtarları teslim edilerek koca bir takımı olduğu gibi değiştirerek büyük bir ekonomik krize neden oldu, şimdi de tüm takımı değiştirdi sanki bu çocukları kendi transfer etmemiş gibi yeniden transfer istiyor, Terim’in GS yi sokacağı kaos “yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir” in ispatıdır ama Allahtan bu sefer yönetim para ve borsa oyunlarını iyi bilenlerden oluşuyor da, bir denge görüntüsü oluşturuluyor.
Adam harcama konusunda bir uzman olan; üretmekten çok yıpratmayı iyi bilen bir taktisyen, tıpkı siyasetteki benzerleri gibi şişinip duruyor, neymiş penaltı çalıştırmazmış, istatistiklere inanmazmış, seçilmezmiş seçermiş, ders almazmış ders verirmiş, Vallahi haklı ne diyelim!!!
Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, hadi bu çok uzun geçmiş, daha geçen sene ne dedi, tam da Orduspor maçından önce, “Arda’nın gideceğini bilseydim, Culio’yu göndermezdim” peki sonuç, kadroda değişen bir şey yok, o kanada yeni oyuncu da alınmadı ama Culio yine gönderdi…
4 yıl şampiyonluk konusunda eski bir yazımda bahsettiğim detaylar üstüne kısa bir hatırlama yapalım;
1. 1996-97 sezonun 30. haftasında Beşiktaş – Galatasaray maçında son dakikalarda Beşiktaş kalecisi Fevzi topu ayağının altından kaçırıp maç 1-1 berabere biter ve Galatasaray şampiyon olur. Fatih Terim  şampiyon olur, kahraman olur, imparator olur. Peki Fevzi o golü yemese idi ve Beşiktaş şampiyon olsa idi, eminim ki bu basın mensuplarına göre Rasim KARA imparator olacaktı.
2. Bülent Korkmaz, Ulrich Van Gobbel, Iulan Filipescu, Georghe Hagi, Gheorghe Popescu, Taffarel, Tugay Kerimoğlu, Okan Buruk, Ümit Davala, Hakan Ünsal, Suat Kaya, Ergün Pembe, Ufuk Talay, Hakan Şükür, Adrian Ilie, Arif Erdem, Adrian Knup gibi dönemin müthiş futbolcuları olmamış olsa idi, tıpkı Ankaragücünde elde ettiği başarıları elde edebilirdi ancak…
4. 1996-97 sezonu Galatasaray’ın şampiyonluğu ile sonuçlanınca; hemen yukarıda röntgeni verilen basın tarafından 2. yarıya 9 puan geriden başlayan Fatih Terim, Türkiye’ye takımı 9 puan geriden alıp şampiyon yapmıştır diye servis edildi; sanki 9 puan geriye de bir başka teknik direktör düşürmüş gibi hayret… Faruk Süren ve ekibini, Mehmet Ağar faktörünü, o dönemdeki rakiplerin kötülüğünü kimse hatırlamak bile istemiyor ya, hayret vallahi…
Geçmişte kendisini; Milli Takımı çalıştırırken başarısız sonuçlar üzerine eleştiren bir basın mensubunu telefon ile arayarak, “senin bıyığını s….…” demiş ama kendisine basın mensubu denilen, ama canım yurdumun durumunu yansıtan, bu güruhtan ses çıkmamıştır.
Son olarak ta, Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamış, mezkûr gazeteci başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır. İsviçre ve Belçika maçlarında yaşanılan utanç sonunda yapılması gereken buydu ama nereden başlanırsa erkendir lafı öngörüsüyle şimdi zamanıdır.
Şimdi merakla bekliyorum başta spor basını olmak üzere tüm basın kuruluşları bu olay karşısında nasıl davranacaklar, olayı görmezden gelip ya da gak guk diye mideden konuşarak unutacak ya da unutulmasına mı hizmet edecek, yoksa basın mesleğine hakaret kabul ederek, Terim’in peşini bırakmayacak mı? Peki; Futbol Federasyonu ne yapacak acaba yaşanan bu ayıp hatta ahlaksızlık karşısında? Peki, Galatasaray kulübü ne diyecek? Ne yapalım o da insandır sinirlenebilir, onun da sabrı sınırsız değildir diyerek savuşturacak mı, yoksa ahlakın spordaki vazgeçilmez kuralını hatırlayıp, Terim hakkında gereğini yapacak mı? Bu spor yazarları nasıl adamlarmış be kardeşim, adam hepsini çocuk azarlar gibi azarlar bir Allahın kulu bir şey demez, yazıklar olsun vallahi… Bunu bir kenara koyun, tam tersine yalaka basının yalaka üyeleri 2. yarıda kazanılan maçlarda özellikle “devre arasında soyunma odasında ne dediniz de takım iyi oynadı”, o da kasınarak “ne korkuyorsunuz, korkmayın arkanızda ben varım” diyerek kendine pay çıkarıyor, ha be adam madem senin bu lafın bu futbolcular üstünde çok etkili maça başlarken söylesen bu lafları da kimse ekranları başında ölüp ölüp dirilmese demiyor, yazıklar olsun vallahi… Terim’e bakıyorum artık 60 yaşının olgunluğu beklenirken normal olarak, üslup, tavır, çalım, kasınma aynı, o öfkeyle karşılık veren öfkeyle yaşayan birisine çok benziyor, ondan alınan ilham ve feyzle, eleştiriye öfkeyle karşılık veriyor, önüne gelen herkese ders vermek sanki kendisine ilahi bir görev…
Hele Avrupa Kupası finalleri sırasında “biz liyakatı halktan aldık” demez mi? tam bir rezalet ve daha büyük rezalette kendisine ne yapıyorsun diyemeyenlerden gelmekteydi, “yahu Fatih sen seçimle mi geldin de liyakati halktan aldık” diyorsun diyemeyenlerden. Kendisini besbelli ki çok fazla şişinmesinden olsa gerek haddinden fazla önemsemektedir, ama bilmiyor mu ki liyakati Futbol Federasyondaki lobisinden aldığını dünya âlem biliyor.
Belki birileri çıkar ve benim Galatasaray düşmanlığı yaptığı söyleyebilir ama asla ve kata böyle değildir, ama Fatih Terim Galatasaray’a gelmeden önce de Galatasaraylıydım şimdi de, ama onun Galatasaray’a gelmeden önce Galatasaraylı olmadığını tanıyan herkes bilir.
Bütün bunları neden Fenerbahçe galibiyetinden sonra yazdığımı insanlar merak edebilirler, şimdi kompleksler imparatorunun maçı nasıl kazandığı üzerine, bir sürü koca koca adam destanlar yazacak ya da anlatacaklardır, ben de şimdi soruyorum, eğer Fenerbahçe’yi Fatih Terim yendiyse, acaba 1461 Trabzon’a kim yenildi? Kardemir Karabükspor’a kim yenildi acaba? Kurtlar vadisi dizisinden fırladığı her halinden belli olan felsefesinin sığlığının ifadesi olarak basın toplantısında söylediği sözdür; “büyüdükçe küçülmesini bilmeliyiz”. Gülüyoruz ve yemeye de devam ediyoruz üstüne de hemencecik unutuyoruz… Böyle başa böyle tarak işte, ne diyelim…

Salı, Aralık 11, 2012

AKHİSARIN YUNANLILARCA İŞGALİ

11 HAZİRAN 1919
Kayışlar köyü yunan jandarma karakol komutanı ve bir grup askerin, davet üzerine Akhisar’ı işgal etmeleri sinirleri çok bozmuştur.Çerkez Ethem burnundan solumaktadır, hükümet konağının önüne öyle bir hışımla gelirler ki, toz bulutundan göz gözü görmez olur...
Ortam çok gerilmiştir; Çerkez Ethem adamlarına emir verir:
“Kaymakamı alın!...”
Kaymakam merdivenlerden indirilirken Çerkez Ethem atından inmeden bekliyor, hırsından şaplağını çizmelerine vurarak çizmelerinde şaklatıyordu; sonra arkasına dönerek üç adamını görevlendirdi:
Şu kopil gavur komutanı “halaskar gibi...” karşılamaya giden Müslüman gavurlarını da getirin...
“Bir masa üç tanede sandalye bulun...” bulundu. Sonra atından indi...
Kaymakamlık binasının önünde, çınar ağacının gölgesindeki taş sekinin üzerine divan kuruldu. Karşılama kafilesine katılan on beş müslim kişi yakalanarak getirildi, içlerinde Akhisar Müftüsü de vardı. Rumların hepsi ortalıktan çekilmişti. Yanlız  Rum!un biri fotoğraf çektirmek için getirildi. Oldukça kalabalık Müslüman ahali ise izleyici olarak toplanmıştı...
Çerkez Ethem masanın üzerine çizgisiz, sarı yapraklı tozlu bir defter koydu...
Bizi de harp divanına almasınmı(!)
Ethem Ağanın boyu iki metre, önde Akhisar Kaymakamı!nı sorguladı?
Ona tepeden bakıyordu, eliyle çenesinin ucundan kaldırarak gözlerine baktı:
“ Kaymakam... Sen hangi milletin kaymakamısın?...
Kaymakam titriyordu:
“Osmanlı... Osmanlı tabii, ne diyeyim? E...”
“Osmanlı kaymakamı ha... Hizmetin Yunan’a...”
... Kaymakam asıldı(.) Halktan bir alkış koptu...
Eşraftan bir başefendi:
“sen ne iş yaparsın efendi?”
“Ticaretle iştigal ederim...”
“Ticaretinde vatan satmak da varmıdır?”
“Ben onlara uydum... ne bileyim?...”
...Eşraftan başefendi asıldı ve halktan çok alkış geldi...
Müftü Efendi’ye sıra gelince:
“Biz hiçbir papaz görmedik ki Müslüman!a müftü’ye temenna etsin...”
“Sen papazlara niçin temenna ettin?...”
Müftü Efendi başını hiç kaldırmadı; yere bakıyordu, hiç cevap vermedi... O suçlu bulundu; asıldı; fakat bir sessizlik oldu...
Bu idam için alkış olmadı...
Çerkez Ethem, sırada korkuyla bekleyenlere dönerek baktı; onlara sordu:
“Bir daha yaparmısınız?...”
hayıııır!...
“ İyi ... hadi gidin...” dedi.
Parti pehlivan sonra şöyle demişti:
“Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...”

Yukarıdaki satırlar; A. Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler  –  Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabından alınmış ve Dedesi Parti Pehlivan’ın anılarına dayalı bu kitabın tarihsel eksenini 1919 – 2008 dönemi, sosyolojik eksenini ise “egemenliğimizin paylaşılmasında beis yoktur” oluşturmaktadır. Ayrıca “Necip Türk Millet’inin” kişisel tecrübelerimizden de hareketle “güçlüden yana olma” şiarının dünyadaki en önemli ve nadide örneği olduğunu da göstermektedir ve umarız tüm güç ve iktidar sahipleri buradaki bu önemli detayı atlamazlar.
 
Kıssadan hisse varsa, hele de bedavaysa hepimiz alırız… Ancak; özellikle bu hisseye ihtiyacı olanlar, vatan üzerindeki egemenliğin paylaşılmasında beis görmeyenlerdir, 12 Eylül faşist cuntası karşısında, biz hukukun ayaklar altında paspas edilmesi karşısında feryat figan ederken bize gülenler örneğinde olduğu üzere, dün bu demokrasi size de gerek olabilir, hukuk ve demokrasiyi uluslar arası ilişkilerinize kurban etmeyin deyip uyardıklarımıza bugün nasıl hukuk ve demokrasi gerek olduysa, yarında egemenliğimizi paylaşmakta beis görmeyenlere egemenliğin ne kadar gerekli olduğu anlatılırken kendilerine hukuk gerekli olabilir…

Salı, Aralık 04, 2012

3 ARALIK DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ

3 Aralık; Birleşmiş Milletler tarafından 1992 yılında “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan edilmiş, bu günde Dünya genelinde ve de Canım Yurdumda çeşitli etkinlikler düzenlenerek konunun önemine vurgu yapılır, gerek genel gerekse de yerel yönetimlerim, düzenleme ve hizmetlerinde dikkatli olmaları istenirken genelde de toplumun duyarlılığı arttırılmaya çalışılır. Kolayca anlaşılacağı üzere; engellilik kavramı, zihinsel veya fiziksel, akraba evlilikleri başta olmak üzere doğuştan veya sonradan geçirilen hastalık veya yaşanan doğal felaketler, savaşlar, yoksulluğa ve ekonomik sıkıntılara dayalı ruhsal bunalımlar, iş ve trafik kazaları, yanlış tedavi veya ilaç kullanımları başta olmak üzere trajik bir tablo ortaya çıkar ve bu tanımdan da net anlaşılır ki her engelsiz bir gün; istenmez ve dilenmez ama, işlev yitimi, yeti yitimi kaybı ile karşılaşmaya potansiyel bir adaydır, özellikle de trafik canavarının ve kuralsızlığın fink attığı ve yaklaşık 30 yıldır düşük yoğunluklu savaş (iç savaş) koşullarındaki bir ülkede yaşıyorsanız eğer…
 
Dünya Sağlık Teşkilatının; engelli olma durumunu tarifte çok nazik, çok kibar ve çok duyarlı bir şekilde sarfedilen “yeti yitimi” tanımını kullanmayı önerdiğini biliyoruz ama ne yazık ki hayatın birçok alanında laftaki bu özen sağlanan ortam ve koşullarda gösterilmemektedir. Engelliler; gerek toplum gerek yönetimler nezdinde, vücutlarının duyu, işlev, zihin ve ruhsal farklılıklarından ötürü gayri ihtiyari çeşitli kısıtlamalar ve engellemeler ile karşılaşabilirler, söylemdeki olgunluk icraattaki olgunluğa ne yazık ki tahvil edilememiştir, henüz. Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere Dünyadaki birçok merkez; def-i bela kabilinden gün tayin ederler, durumun vahametinin yarattığı ruhsal sıkıntıdan sıyrılma inceliğidir herhalde bu da, canım Yurdumda da nerdeyse hergün bir başka konuda anma, kutlama vs. yarışı yaşanır ama, sonuç ortadadır. Bir taraftan çok iyi niyet taşıdığı her halinden belli olan yasalar, yönetmelikler ve kararnameler yayınlanır ama Canım Yurdumun 10 milyon civarında olduğu bilinen engellilerinin; ki aileleri ile birlikte yaklaşık 30 milyonluk sessiz çoğunluktur bahse konu, nerdeyse % 40 ı hala okuma yazma bilmezler, iş gücüne katılabilir olan kesimin ise ancak % 20 istihdam edilebilir, bu istihdam kadınlarda ise sadece % 5 lerdedir, eee hani uygulamada iyi niyet, yoksa durumu şöyle mi izah edeceğiz; eskiden moda duyarsız davranmak iken şimdi yasa yapmak ama gereğini yerine getirmemek mi modadır acaba?
 
“Gözleri görmeyen biri olduğun halde sana iş veriyoruz, buna şükretmen gerekirken şikâyet ediyorsun” diyen bir zihniyetimiz varken, böyle bir zihniyet yoksa da bu zihniyeti onaylarken, onaylamıyorsak ta karşı koymazken, umutlu olmak için daha çok fırın ekmek yenilmesi gereği ortaya çıkmıştır, gayri… Şimdi bakıyorum her tarafta açıktan bu günkü muktedirler tarafından tek tek bir dolu halt ve herze yeniliyor, bunlar çarşaf çarşaf yazılıyor, ama kimse şöyle zannetmesin bu işler eskiden çok güzel kotarılıyor idi şimdi kotarılmıyor, zinhar ve hâşâ böyle değildir ve böyle değerlendirilmemelidir de, çünkü konu ve gerekçe kapitalizmdir ve bu konuda olumlu girişimler ve işler yapmanın önündeki yegâne engeldir. Mevcut Hükümetin 2005 yılında çıkardığı yasa ile 2012 yılına kadar engellilerin karşılaştığı sorunların başında gelen kamu alanlarının ve binalarının ve toplu taşıma araçlarının erişime ve kullanıma uygun hale getirilmesi amir hükmünün, kısa bir süre önce meşhur “torba yasa” uygulamaları içinde bir yere sıkıştırarak duyuna bırakılması da yasa koyucunun siyasi tercihleri gereği çok anlaşılabilir ama asla ve kata kabul edilebilir değildir. Engellilerin raporlarının yenilenmemesi, uzatılmaması ya da artık geçerli kabul edilmemesi ile engelli sayısını aşağılara çekme çabası gibi görünen uygulamalardan da behemehâl vazgeçilmesi gerekmekte olup, bu kabil davranışlarla da uluslararası bir takım kuruluşlara şirin görünme çabası da çok komik olmakta ve sırıtmaktadır, hani kolu olmayanın kolumu uzadı gibi Aziz Nesinlik öykülere sebebiyet verilmektedir, benden söylemesi hani yaranmaya çalışılan mahfiller var ya popolarıyla gülüyorlar vallahi… Ama tecrübe ile sabittir ki, ahir ömrümde izlediğim kadarıyla Canım Yurdumun muktedirleri her daim, yeter ki emperyalist cenahtan gelsin önüne gelen her uluslararası sözleşmeyi hiç tereddüt etmeden imzalarlar ve iç hukuk hükmündedir haline getirirler, ancak, yükümlülükleri konusunda hiçbir sorumluluk hissetmezler ve taşımazlar görüntüsünden de kurtulamazlar. Birleşmiş Milletler “Engelli İnsan hakları sözleşmesini” de bu kabilden bir davranış içinde imzalamışlardır, nasıl olsa sorumluluk hissedilmiyor ya… Her toplumda olduğu ya da olacağı kadar rastlanılacak istismar ihtimalleriyle o güzelim ve iyi niyetlerle, en azından bu konuda öyledir, hazırlanan yasalar ile verilen haklar tesis edilen faydalar, kraldan kralcı bürokratlar eliyle inanılmaz cinliklerle ve kurnazlıklarla hazırlanan yönetmeliklere dönüşüyor ki, haklar oluyor size karşı taraftan beklenen vazife, yahu Allahtan korkun be, bu kadar vehim ve vesvese kafa yemişliğe delalettir, istismar edeni yakala cezalandır, bırak bu istismar edilir gerekçesi ve zannıyla davranmayı… Denetleme mi, hak getire, ne gam, ne tasa… Maksat kapitalizmin hâsıl olması ya, artı değer yaratmıyor mu, yok say, o kadar… Sonuçta sorunların çözülmesi beklenirken tam tersine katlanıyor ve çözülemez hale geliyor, tıpkı Canım Yurdumun diğer sorunları gibi…
 
Tüm Dünyayı ve Canım Yurdumun insanlarını; engellilere karşı, gerek görmezden gelerek gerekse de vicdani gerekçelerle, vahim tabloyu savuşturma ve ruh dinginliğine erişme isteğinin yarattığı hile ve desiselerden behemehâl sıyrılmaya ve arınmaya ve işlenen bu insanlık ayıbı ve suçundan vazgeçmeye çağırıyorum.
 
Evet, toplum olarak biraz empati yapar hale gelebilirsek, hele bir de öteki dediğimiz her türden insanı sevmeyi, hadi vazgeçtim sevmeyi de en azından sayabilmeyi becerebilirsek, hatta ilaveten karşımızdan gelen olumsuz dahi olsa her türlü davranışı anlayışla karşılayabilirsek, inanıyorum ki Dünya çok güzel ve yaşanılır olur. (Vallahi bu daveti kendime de yapıyorum)
 
Bende yazımı; günün anlam ve önemini hayatın her alanında da geçerli olabilecek şekilde, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü için basın açıklaması yapan Türkiye Sakatlar Derneğinin sloganı ile bitiriyorum, “Sorunsuz, engelsiz bir dünya bu kadar zor mu?” .