Cuma, Şubat 07, 2020

22 KISA DONLUNUN OYUNU

Futbolun tüm dünyada olduğu üzere ülkemizde de genellikle toplumun yoksul kesimlerinde rağbet ve iltifat gördüğü herkesin malumudur. Çünkü, herkesin olanakları ölçüsünde teçhiz olarak oynayabileceği, bulunabilen her türlü alanda oynanabilen, var olan her kişi sayısı ile kurulabilen takımların birlikte hareket etme kabiliyet ve becerisi oluşmasına zemin hazırlayabilen, hülasa oyunun içinde teknik ve taktik manada iş birliği zemini oluşturan bir oyundur. Çünkü; futbol tüm diğer bireysel sporların aksine özünde belli bir teknik ve taktik disiplin içinde bir takım oyunu olarak, temelde büyük ve tılsımlı iş birliği çerçevesinde takım oyuncularının birlikte, birbirleri için ve dayanışma halinde muadil diğerlerine karşı oynadıkları, zaman ve zemine göre de bireysel kabiliyetleri arş-ı alaya çıkmış oyuncular ile ya da takım olabilme özelliği çok yüksek disiplin ve çalışkanlığın ve de yardımlaşmanın had safhaya ulaşmış olduğu ekiplerce icra edilir. Nihayetinde futbol, sosyalliği yanında bireysel kabiliyetlerin mevkiler düzeyinde en iyilerinin bir takım haline dönüşebilmesinin de diyalektiğidir hülasa, bireysel kabiliyetleri arş-ı alaya çıkan topçuların bir yandan kendileri, diğer yandan ise takımları için oynamalarının da bir çoğulculuk olduğu gözden asla ve kat’a kaçırılmamalıdırBurada futbolun felsefesine yönelik daha sayfalarca bu bab’ta kelamlar edebilirim, tıpkı Sn. Hocam Şair ve Yazar Fikri Çalışkan’ın benim için; “güzeller güzeli Türkçemize bin dereden su getirtip, bin bir takla attırarak” dediği üzere, lakin bu kadarla iktifa ederek daha güncel ve müşahhas tarafına geçmek istiyorum.

Elbette; futbol için yukarıda sıraladığım özüne ve felsefesine yönelik halismuhlis ve de teorik tespitlerin, pratik işleyiş içinde hayatiyet bulup bulmamasına yönelik aynı kelamı etmek mümkün mü? Zinhar… Gerek Ulusal düzeyde gerekse ve özellikle de enternasyonal düzeyde ve UEFA ve FİFA rumuzları ile maruf organizasyonlar marifeti ve delaleti ile kapitalizmin bu işin içini, hayatın tüm diğer alanlarında olduğu üzere kemirdiği ve çürüttüğü de herkesin malumudur ve kimsenin en azından aklı başında kesimin reddetmediği aşikardır. Futbol bir “temaşa sanatıdır” diye diye, günümüzde gerek sistem gerekse de abuk subukbireyler tarafından sanattan azade her şeye kadir bir enstrüman haline dönüştürülmüştür ne yazık ki.

1963-64 sezonunda Genç Takımında top oynayan Mahir Çayan’ın şampiyonluk yaşadığı Beşiktaş’ın bugün dillere destan “Çarşı Grubu”nu görmezden gelmek mümkün mü? Küba’ya ve sosyalizme gönülden bağlılığını, oraya sık sık seyahat ederek gösteren ve “Futbol, beni irade sahibi bir insan haline getirmesinin yanı sıra keyif, tatmin, savaşma ve mücadele ruhumun da kaynağı oldu” diyen futbolun devrimci çocuğu Sokrates’i unutmak mümkün mü? “Binlerce insanın katledildiği stadyumlarda top oynamam” diyerek 1978 Dünya Kupasına gitmeyen Alman futbolcu Paul Breitner’i nasıl unuturuz? Meksika’daki özgürlükçü Zapatista Hareketine açıktan yaptığı yardımlarla bilinen İnter’in Arjantinli futbolcusu Zanetti nasıl gözden kaçırılır? Che’nin ülkesine katkılarını hiç unutmayan, bunu da hem yazdıkları hem söyledikleri ile dile getiren Galatasaray’ın eski futbolcusu Nonda’yı hatırlamayacak mıyız?Bursasporlu İvan Ergiç’in “Neden hakemler gol sevinçlerinde formayı çıkartmaya sarı kart gösteriyor? Forma reklamı görülmüyor diye. Para futbolun dengesini bozuyor” tespitini unutalım mı? TİP’e (Türkiye İşçi Partisi) oy verdiğini korkmadan açıklayan, Denizlerin idam kararına karşı imza atan ve toplayan bir Metin Oktay ile gururlanmayalım mı? Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminde büyük bir zevkle oynattığı Beşiktaş’lı Yusuf Tunaoğlu unutulur mu? Futbolda sendikalaşmanın öncüsü, “Halka en yakın yer neresi? Çizgi. Ben de çizgide beklerdim. Antrenör ve idarecilerin olduğu tarafta oynamayı sevmiyorum. Kapalının önünde oynamamak için bir devre sağ açık, bir devre de sol açık oynardım” diyen Metin Kurt bu ülkenin gururu olmadı mı? Dahası, Metin Kurt’un anılarında bahsettiği üzere, Sovyetler Birliğine milli maça giderken oranın dondurucu soğuğunu düşünemeyen yöneticilere rağmen, maç içinde kendilerine çorap vererek sahada donmalarına engel olan rakip futbolcu nezaket ve dayanışmasını unutup, bugün artık “vur-kır parçala bu maçı kazan” şebekliğine evrilmesini şiar zannetmek ne kadar insaflı olur?  

Hülasa, Büyük Usta’nın “bir harekete karakterini veren muhtevasıdır” sözü delaleti ile büyük yazar Yaşar Kemal’in ünlü şiirinde “güzel insanlar o güzelim atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık” tespitinden mülhem, siz hayatın hangi alanında başarılı oldunuz da hayat size alkış çalmadı diyerek, futbola karşı duruş şaklabanlığını mahkûm etmeliyiz. Asla ve kat’a muhteviyat ve olgular ile olanları karıştırma sefaleti içine düşmemeliyiz. Futbol sadece bir oyundur ve hayatın her alanı kadar ve bizim iznimiz ile kapitalizm tarafından kirletilmiştir, nokta…

Çocukluğumda, ailenin tarımsal faaliyetleri nedeni ile nisan ayı sonları ile temmuz sonuna kadar ağırlıklı zaman Çiftlik Köyünde geçerdi, bu sürede okula denk gelen günlerde Çeşme’deki okula çoğunlukla yürüyerek gidip gelirdim. O tarihlerde futbol oynamak için en müsait, daha doğrusu tek müsait alan Köy içindeki Caminin bahçesi idi, ne zaman oynamaya başlasak hemen yakında oturan mübadil dedemiz eline aldığı kocaman taşları bize fırlatarak; “tutni bacakni koparacakni” gibisinden ve bize göre de “yakalarsam sizin bacaklarınızı koparacağım” diye tehdit ederek, kâhsırtımıza kâh kafamıza aldığımız taş darbelerine rağmen kâh topu kaptırıp bağ testeresi ile kesilmesini acı içinde seyretmekle zaman geçirir idik. Bu sevgili ve rahmetle andığımız büyüğümüzün bugün artık tam anlamı ile komik sayılacak bir açıklaması vardı futbol karşıtlığının, Hz. Hüseyin’in kestikleri kafası ile gavurlar oynayarak başlattı bu oyunu” şeklinde bir izahı vardı. Hani zaten Padişah Efendimiz Hanlar Hanı Abdülhamit Han’da futbolu “haram” saymıyor muydu, zaten muhafazakâr Necip Milletimizin kahir ekseriyeti de bu oyunu “gavur” icadı görmüyor muydu? Gerçi; sonraları 7den 77 ye dünya genelinde pek çok kesim tarafından, izlenen ve sevilen bir oyun olması hasebi ile mezkûr görüşün sahipleri bile çaktırmadan görüşlerinden çark edip yobazlıklarını başka alanlarda devam ettirme kararı almışlardır. Bilahare de tam anlamı ile bu işe sahip çıkıp futbolun içine dalıp bu işe sahiplik, önderlik etmeye başlamışlardır. Ancak bu yobazların bile futbolun bu sihrini anlamalarına karşın hala anlayamayan daha da kötüsü ve fecisi anlamaya da hiç niyeti olmayan bir avuç muhterisin nihayetsiz komplekslerine teslim olarak karşı çıkmalarını ve bunu da yaparken “körün fil tarifi” mucibince sadece bir tarafından bakmalarını anlamak ne yazık mümkün değildir. Büyük çoğunluğun keyif alarak oynadığı, izlediği bu oyuna karşı olmak ile toplumdan ben farklıyım algısına dayalı bir sempati dilenip bir yerlerindeki hacm-boşluğu tatmine çalışmaktadırlar herhalde, bilemiyorum gayri. Bunlara ancak Allah selamet versin demek kalıyor geriye… Yani bunların zannettiği gibi, “futbol 22 kısa donlunun şebekliği değildir”, ciddi bir iş olup ciddi adamların ironiyi ve eğlenmeyi eksik etmeden konuşacağı bir konudurBir sonraki yazımda, futbol, kapitalizm ve diktatörler konusunu yazmak istiyorum.

Cumartesi, Şubat 01, 2020

ABD MUHİPLİĞİNİN DÖMİ ZİRVESİ CELAL İNCE ve TANGOSU


Şimdilerde moda ABD’ye salvo atışı görüntüsü ve bu minvalde pozisyon kapılıyormuş gibi fotoğraf vermek, maksat Rusya ile iyi ilişkiler oluşturmak mı? Rusya’ya parlak çekmek mi? ABD’den ilave bir şeyler koparmak mı? ABD’yi hizaya getirmek mi? ABD’nin düşük profil kredisini kullanmıyorum rüküşlüğü mü? Yoksa herkese farklı şeyler söyleyerek batmış bir dış ilişkiler reprodüksiyonu mu? Yoksa beni mum edip hizaya alma operasyonu mu? Yoksa hiçbiri mi? ya da hepsi mi? ben bunları bilemiyorum, muuu? aslında bal gibi biliyorum da, konu bu değil deyip kolları sıvayıp konuya dalalım…

Klasik manada, ABD’ye ve dünya çapındaki emperyalizm jandarmalığına bilimsel, tutarlı, tumturaklı, haklı ve de ahlaklı eleştirileri hep “devrimcilerin” yaptığını biliriz, görürüz ve duyarız da nedense, hak teslimine gelince de popomuzu döner gideriz. Oysa “devrimci olmayan” ekibin, her daim, emperyal jandarmalığın taht-ı ricalinin mukimi ABD’den yana olduğu, ABD hayranı olduğu hatta dümen suyunda bulunmayı bile bir marifet bellediği alenen bilinen bir durumdur. Mesela; ABD başkanı ile çektirdiği fotoğraf ile bile seçim kazanma başarısı göstermiş başbakanlar görmüştür, Necip Milletimiz. Mesela; ABD deniz piyadelerinin İstanbul ziyaretinde genelevleri baştan aşağı yeniden boyatmış yerel ve merkezi yönetimler görmüştür, azıcık görme yetisi olanlar. Mesela; Devrimcilerin ABD deniz piyadelerinin karaya çıkışlarını engellemek için protesto gösterisi yapanlara saldıran yobazları da görmüştür, buna rağmen ABD gemilerini haşa kıble tutup namaz kılanları da görmüştür, görmek isteyenler. ABD’ye kıyak olsun diye yerli ve milli yağımız zeytinyağı tukaka edilip, yerine “vita” yağı ithal ve ikame edilmiş ve üzerine de “zeytinyağlı yiyemem aman” diye türküler yaktırılmış mezkûr çevrelerce. Yine mezkûr vaka ile alakalı olarak, memnuniyete binaen PTT posta pulları basmış, TEKEL “Missouri” marka sigaraları satışa sunmuştur, yine benzer kafaların irade-i seniyyeleri ile… Teşkilat-ı Esasiye’yi rafa kaldırıp amir hüküm “meclis kararı” nakz’edilerek “Kore”ye asker gönderilmiştir yine aynı mağfillerce, sırf ABD’ye şirin görünüp, koltuk altlarına sığınıp himayelerine mazhar olmak adına… Kaskat sağcı halef-selef 4’lü blok Birleşmiş Milletlerde nerdeyse her oylamada ve kararda, el kaldırır iken ya da oy verir iken ABD delaletini  marifet saymıştır…

Ama şimdilerde bakıyorum da, tüm bu süreçler ve kararlar “ke’en lem yekün” babında tasnif edilmiş olup hafızanın nisyanına ve de makarna ve kömürün kalorisine iltica etmektedir. Dün mevzuu mazruf iken bugün zarf olmuş ama kimin umruna… Ver mehteri gitsin…Sistemin ahlaksızlığı ihtiba edilmek sureti ile meselenin özü insanmış gibisinden kayıkçı kavgasına dönüştürülmüş ve kuşa bak şebekliği tam gaz devam ettirilmek suretiyle Göebbels e şapkası ters giydirilmektedir.

Bugün bu bağlamda, dönem itibari ile İngiliz Muhipleri cemiyetinden terfii temayüz ile ABD muhipliğine ilhak etmiş mülki erkanın ehemmiyetine rütbe katmak ve bu manada kendisine köşe kapmak konusunda bir hayli cevval ve cabbar bir muhteremden söz etmek istiyorum. Şüphesiz ki mezkûr zat-ı şahane bir şerda-i asildir, sadece. Buradan murat bir trendin zuhuratına taşeronluk yapan fikri müessesedir, başkaca da bir murat söz konusu değildir ve de olamaz da… Amerikan muhiplerinin hızlıca ürediği bir çağda, siyasi ve sosyal inkişafın tam gaz arşa ulaştığı zaman ve zeminde kültürel inkişafın buna ayak uydurmaması söz konusu değildir genellikle. Sinema, edebiyat, müzik bundan nasiplenecektir elbette aynı nispette… Dönemin ruhuna uygun “Halk müziği” açıktan olmasa bile hor görülür bir durumdadır, ne yazık ki, belki de kentleşmeye ve kentsoyluluğa evrilmeye ayak direyen köylülük temsil edilmekte idi ve de bu sebeple burun kıvrılmakta idi. Dönem itibari ile “Türkçe sözlü hafif müzik” ya da “tango” ya da “kanto” ya da “caz” vs gibi batı orijinli müzikler revaçtadır.

Bu tarz müziğin en önemli temsilcilerinden biridir, Celal İnce. 1921 Adana doğumlu olup “Musiki Muallim Mektebi” mezunu mezkûr muhterem zat besteler yapar ve orkestralarda tango ve caz şarkıcılığı gerçekleştirir. Ama kendisine ikbal kapılarını sonuna kadar kabiliyet ve becerisi kadar Amerikan Muhipleri payesi almasına vesile olan meşhur ABD sevici tangosudur. ABD o kadar memnundur ki bu plağın yapılmış olmasından tereddütsüz olarak, dönemin en önemli vitrinlerinden sayılan İzmir Fuarında, ABD pavyonunda ziyaretçilere mezkûr plağın bedava dağıtıldığı da kaydedilmiştir. Celal İnce kendi kabiliyeti yanında arkasına aldığı güçlü ABD rüzgârı ile de dönemin önemli şarkıcılarından biri olarak çok çeşitli orkestralarda şarkılar söylemiş, hatta ABD de kendisine konservatuar kapıları sonuna kadar açılmış ve oralara da yerleşme şansına da nail olmuştur. Celal İnce’den önce ve sonra da ABD muhipleri, siyasal, sosyal ve kültürel alanında zuhur etmiştir Canım Yurdumda ama bu alanda kendisinin eline su dökecek biri daha yetişmemiştir. Evet muhteremin en ünlü tangosunun sözleri ile, the end…

Amerika Amerika
Türkler dünya durdukça
Beraberdir seninle
Hürriyet savaşında

Bu bir dostluk şarkısıdır.
Kardeşliğin yankısıdır
Kore’de olduk kan kardeşi
Sönmez bu yangının ateşi

Azmimizdir hür yaşamak
Dünyada sulhü sağlamak
Kavgalar hep bu uğurda
İstiklal aşkı ruhumuzda

Senin New York’un
Yükselir göklere
Benim İstanbullum
Destandır dillere

Ankara ile Washington
İzmir’im San Francisco’n
Benzer derler birbirine
Doyulmaz güzelliklerine

O muhteşem beldelerin
Pınarların nehirlerin
Ünlü şelalen Niagara
Türkler dünya durdukça
Beraberdir seninle
Hürriyet savaşında

Pazartesi, Ocak 27, 2020

NOVODEVİÇİ MEZARLIĞI

“Kırgızistan Devlet Mezarlığı” başlıklı yazımda belirttiğim üzere, Nazım Hikmet ziyaretleri temelinde çok sık ziyaret ettiğim “Moskova Novodeviçi Mezarlığı” ile ilgili hatırladığımda bile beni farklı duygulara sevk eden gözlemlerimi ve anılarımı paylaşmak istiyorum. Bazı tanıdıklarımın ya da okuduklarımdan anladığım kadarı ile genel niteleme “Dünyanın en güzel mezarlığı” değerlendirmesine henüz gezemediğim çok mezarlık olması hasebi ile katılamayacağım ama tartışmasız çok güzel bir mezarlık hatta sadece mezarlık denmesi de beni üzüyor ve açıkcası fazlaca da hafif kalıyor, burası gerçek manada bir açık hava heykel müzesi durumundadır. Moskova’da gezilecek yerler listesinde mutlaka ilk 5 içinde olup, mezarlık Moskova Nehrinin hemen kenarında yer almaktadır. Etrafındaki kalın duvarlar kırmızı dolu tuğladan imal edilmiş olup hala orijinalliğini korumaktadır.
 
 
16. Yüzyılda inşa edilmiş Novodeviçi Manastırına bitişik bulunan bu mezarlık, temelde ve öncelikli Manastırın bir müştemilatı ve aynı zamanda da bir semt mezarlığı gibi 1898 yılında Mimar İvan Maşkov tarafından tasarlanmış ve hizmete açılmıştır. Sovyetler Birliği döneminde ise dönemin ünlü kişilerinin hem de hiçbir ayrım yapılmaksızın defnedildiği bir yer olmuştur. Oluşturulan bir kurul marifeti ile ve şüphesiz ki ailenin olur ve rızası kaydıyla, defin yeri tahsisi yapılan pek çok ünlü yazar, şair, müzisyen, komedyen, aktris ve aktör, mühendis, bilim insanı ve askeri ve politik önderin pek çoğu burada yatmaktadır. Evet; altta toprağa yatırılmış pek çok ünlü var ve üstlerinde de pek çok ünlü heykeltıraşın önemli heykelleri bulunmakta olan güzel ve özel bir mekân, Novodeviçi mezarlığı. Heykellerde genellikle malzeme olarak granit tercihi yapılmış olmakla birlikte cesedinin yakılması vasiyeti vermişler için de duvarlarda küllerinin korunduğu “duvar mezarları” bulunmaktadır.
 
 
Mezarların ziyaretçisi hiç bitmiyor, günün her saatinde ister çok soğuk, ister kar yağışı olsun mutlaka birileri oradadır, ellerinde kendi beğenisi bir yana, ziyaret ettiğinin beğenisi olduğu her halinden belli olan rengarenk çiçekler sunulmaktadır. Bir açık hava heykel sergisi yanında bir de çiçek bahçesi denilirse kesinlikle abartılı bir yaklaşım olmaz. Bazı çiçek sunumlarının ise “devlet görevi” olduğu kanısı bende her daim oluşmuştur, örneğin Büyük Şair Nazım Hikmet’in tam mezarının karşısındaki boş alana adeta nispet olsun görüntüsü verecek şekilde defnedilmiş Boris Yeltsin için hep böyle düşünmüşümdür.
 
 
Anton Çehov, Gogol, Eisenstein, Mayakovski, Nazım Hikmet gibi dünyanın en ünlü edebiyatçılarının ebedi istirahatgahları olması yanında Ruslar için her daim “Büyük Vatanseverlik Savaşı” olarak nitelendirilen savaşta üstün yararlılıklar göstermiş ve Almanlar tarafından sırf ülkesini savunuyor diye idam ettikleri Zoya Kosmodemyanskaya’da bu mezarlıkta yerini almıştır. Hani Bursa cezaevinde yatarken kendisini hiç görmemiş, belki de sadece fotoğrafından görmüş ama vatan savunması için büyük bir direniş sergilemiş olan bu genç Komünist için, büyük Şair Nazım Hikmet takma adı “Tanya” adına muhteşem bir şiir yazmıştır ya, işte odur. Gerçi Almanlar vatan savunmasında yakaladıkları binlerce insanı katletmişlerdir ama idam edilirken ilmiğin içinden kolhozlulara seslenişidir besbelli Büyük Şairi ziyadesi ile etkileyen. “Kardeşler, üzülmeyin. Gün yiğitlik günüdür. Soluk aldırmayın faşistlere”. Ama şiirin tamamı insanın tüylerini diken diken edecek kadar duygu yüklüdür, deyim yerindeyse vatansevere tam damardan bir şiirdir. Bu şiiri Zoya’nın mezarı başında severek sesli okuyup, kaydederken enteresan ve yeni bir şey öğrendim, Zoya’nın mezarının daha önceleri öğrenciler tarafından kurumsal olarak ziyaret edilen bir yer iken şimdilerde heykelin göğsünün açık tasarlanmış olması hasebiyle kilisenin baskısı ile ziyaretlerde azalmalar olmuş.

 
Yabancı olduğunuzu anlarlarsa 300 Ruble (yaklaşık 5 ABD Doları) ödeyerek gezilen bir yer haline de geldi son birkaç yıldır, şehrin her yerinden ulaşım son derece kolaydır yeter ki metroyu kullanmayı bilin, gerçi artık o da çok kolay hale gelmiştir, eskiden sadece Kiril alfabesi ile yazılan yön bulma levhaları şimdilerde İngilizcesi de yazılarak daha enternasyonal hale getirilmiştir. Metrodaki kırmızı hatta “Sportivnaya” istasyonunu bulunca artık her şey çok kolaylaşıyor.
Bol miktarda işitiliyor olabilir hani “üst tabakaya ayrılmış bir mezarlık” ifadesi ama bidayette asla öyle değil bir semt mezarlığı ya da yanındaki kilise ve manastır ile alakalıdır sadece. Örneğin, Stalin düşmanlığı sınır tanımaz, halefi Nikita Kruşcev, neredeyse tüm mevkidaşları “Kremlin Duvar Mezarlığında” defin yeri bulmuş iken, o buradadır ve görece sade bir mezar anıtı vardır.
 
 
Ve, Nazım Hikmet mezar anıtı, rüzgara karşı yürüyen adam tasarısı ile oldukça sade düşünülmüş ama bir tarafı ile de kendisi gibi dev bir granit kaya üstüne oyma yapılmış bir heykeldir. Bazı müptezellerin abuk subuk kelam etmelerine rağmen son güne kadar yanından ayrılmayan, eşi ya da sevgilisi Vera da hemen yanı başındadır hala. Nazım’ın anıt mezarı her daim çiçeklerle dolu olur ve her renk çiçeğin bulunuyor olması tesadüf müdür yoksa büyük şair’in (şair ül azam) her renge ait olmasının ifadesi midir bilemem.
 
 
Yaklaşık 27.000 defin işleminin olduğu söylenen Novodeviçi Mezarlığını, çok farklı mevsimlerde ziyaret ettim ve hepsi çok güzeldi. Hele bir defasında, Kızım ile gittiğimizde, duvarın arkasından, yeni bölümden gelen müzik sesine gidince, yeni defnedilmiş mevtanın başında, hazırlanan her şey dahil açık büfe masa ve orkestrayı ve de dans eden törene katılanları görünce, çok farklı bir kültüre ait olduğunu anladık buraların, sanki hayat bura ile irtibatlı olarak orada da devam ediyor havası vardı.
 
 
Büyük Ustanın mezar ile ilgili şiiri ile nokta.

 
“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...”
 

Cumartesi, Ocak 18, 2020

MİTOMANİ

“Mitomani” günümüzde çok sık rastlanılan, nedeni konusunda doktora, psikoloğa, feylesofa ve halkımıza göre izahı çok farklı ve çok çeşitli, tıp dünyasında ise “yalan söyleme hastalığı” olarak adlandırılıyormuş. Hastalıktan mütevellit olunca insanoğlu bir nebze anlayış gösterebilir, hatta gülüp geçebilir, yeter ki yalanı söyleyen sıradan biri olsun, hem zararı da yok ki. Burada sıkıntılı durum, mitomani hastalığına yakalanmış insanın, yalan söyleme alışkanlığı edinmesi ve bir vade sonra da söylediği yalanlara kendisinin de inanıyor hale gelmesidir, düşünsenize bu muhterem bir de yetkili birisi ise, yandı gülüm keten helva…

Ama bizim konumuz; bilerek, isteyerek, önceden düşünüp tasarlayarak, bilinçli ve istekli ve de çok arzulu biçimde, karşısındakileri yanıltmaya ya da kandırmaya yönelik planlayarak yani “tahammüden” söylenen yalanlar olacaktır hatta daha da tehlikelisi adeta iltikaama muntazır bir memleketin başına bir han-ı iştiha mülahazası ile diz kırıp, yalanı “bir bebek çikolatası” sunuyurmuşçasına hayasızca derç ediyor olanlar olacaktır. Yani; yalana dayalı propaganda. Bunu da söyleyince bu işin piri, babası hatta duayeni olan Joseph Goebbels, hemen herkesin aklına kolayca gelecektir, gerçi bu muhteremin ardılları kendisine pabucu ters giydirme konusunda ordinaryüslük mertebesine ulaşmış olsalar da biz kendisi ile iktifa edeceğiz bu yazıda… Yani; Göebbels Efendi bir mitomani olmayıp saydığımız ikinci türe dahil olup, asli meşguliyeti halkı kandırmak için yalan söylemek iken büyük bir ustalıkla “Halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” ilan edilmiştir, sunumdaki şatafata bakar mısınız Allahaşkına. Şahsı ile arş-ı alaya ulaşmış yalanla yürütmek ve yönetmek sanatı karşısında maalesef herkes nefretle şapka çıkarmıştır. Şahsım olarak değerlendirmem odur ki yalanın en zirve yaptığı kelam ise “Yalan ne kadar büyük olursa inananı o kadar çok olur” … Haydi buyurun, daha kudretli ve cafcaflısı var ise siz söyleyin… Almanya gibi bir ülkede tüm dünyaya örnek teşkil etmesi gereken işler yaşanıyor ama ne yazık ki kimseye de örnek teşkil etmiyor, Göebbels tarafından sarf edilen şu sözler ile; “İnsanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediğimizi yapabiliriz”, yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır. olmazsa, yalana devam edin”, “bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırlar”, “bir insana yalan olsa bile bir söylemi sürekli tekrarlarsanız, o söylemin nereden geldiğini unutur ve kendi fikri gibi benimser ve savunur”, “söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması da o kadar kolaylaşır”, “halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır”, vs vs, velev ki yalanınız deşifre oldu o zaman prensip; hatalı olduğunuzu ya da yanlış yaptığınızı asla kabul etmeyin” ya da “asla kabahat ve suç üstlenmeyin”, sizi doğru konuşmaya ve davranmaya davet eden bir rakibiniz de olursa prensip; “asla rakibinizin üstün bir yanı olduğunu kabul etmeyin” ya da “sadece bir rakibinize odaklanın ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yıkın”, tam saha pres ile tüm alanları kapatmak gerekirse de prensip; “halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin” ya da “asla kendinizden başka birine hareket alanı bırakmayın”, tüm bunların gerçekleşmesi için hedef 12’lik atış; ve nihayet “bana vicdansız bir medya verin, size bilinçsiz bir halk sunayım”, tüm yaşananlar özetlenebilir, gerisi laf-ı güzaf…

Biri çıkar da “yahu bunların tamamı uydurma, palavra ve karalama” da diyebilir ya da milleti bu kadar ahmak yerine koyan sözleri şiddetle reddediyorum da diyebilir, saygım var ama alınan sonuca bakarsanız da fazlaca tartışmaya mahal bir durum yoktur. Haaa tüm bu safahat sadece bu insancıkların, şahsi kapris ve hesapları neticesi mi ortaya çıkar, zinhar… Kapitalizm ve emperyalizm çıkarları, planları ve hedefleri doğrultusunda bu kabil maharet ve beceri sahibi insancıkları bulur, destekler ve allar pullar, yönetimin başına ya da daha doğru ifade ile perde önüne yerleştirir. Nokta hatta üç nokta.

Vedat Türkali 1970’li yılların başından 12 Eylül faşist askeri darbesine kadar geçen dönemdeki sosyal ve politik ortamı ele aldığı Yalancı Tanıklar Kahvesi adlı romanında yalan söyleme becerisinin tabana nasıl yayıldığını ve ne kadar profesyonelce yapıldığını muhteşem bir saptama ile fıkra tarzında aktarır. Romanın bir yerinde Vedat Türkali, kitabın kahramanlarından birinin ağzıyla şöyle üslup bir içinde anlatır ki, şahsıma göre muhteşemdir:
“Anadolu’da bir kentte, Adliye Sarayının hemen karşısında bir kahve varmış. “Yalancı tanık” arayan iş sahibi gidip biriyle anlaşıp, duruşmaya çıkarırmış. Adam girmiş kahveye, bakınırken biri sokulmuş hemen; “Yardımcı olabilir miyim? Nedir sorun?”
“Bir alacak davası” demiş adam.
“Hâlâ vermedi değil mi, o namussuz herif paranızı?”
Adam biraz çekinerek
“Para benden isteniyor, borçlu benim” demiş.
Hemen yetiştirmiş herif: “Kaç kez vereceksiniz beyefendiciğim, kaç kez vereceksiniz?”

Sermayenin umdelerini Joseph Göebbels ağzından, Canım yurduma yansımalarının Vedat Türkali kaleminden aktardıktan sonra gördüm ki, Sülün Osman’a ve ardılları ile siyasi sponsorları için yer kalmadı… Aaa mitomani mi, onu da Mazhar Osman’ın ardıllarına soracağız gayri…

Büyük Usta Nazım Hikmet’in bir şiirinden bir bölüm ile nihayetlendirelim bu haftayı…
İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
Antenler yalan söylüyorsa,
Yalan söylüyorsa rotatifler,
Kitaplar yalan söylüyorsa,
Duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
Beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
Dua yalan söylüyorsa,
Ninni yalan söylüyorsa,
Rüya yalan söylüyorsa,
Meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
Yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
Ses yalan söylüyorsa,
Söz yalan söylüyorsa,
Ellerinizden başka herşey
                    Herkes yalan söylüyorsa,
Elleriniz balçık gibi itaatli,
Elleriniz karanlık gibi kör,
Elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
                                    Elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
            Bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
            Bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.

Pazar, Ocak 12, 2020

BİTMEZ TÜKENMEZ KANAL PROJESİ TALEBİ

Canım yurdumu bitmez tükenmez tartışmaya gark eden çılgın proje “Kanal İstanbul” yarattığı vasattan hareketle, bilinen öncülleri marifetiyle de ademoğlunun her daim başının ağrısı olmuştur, taaa namı diğer Büyük İskender’den, Kanuni Sultan Süleyman’a, oradan da Recep Tayyip Erdoğan’a...

Orta Asya hedefli inşaat işleri gerçekleştirdiğimiz dönemde, Türkmenistan’da üstlendiğimiz bir projenin ikmali için nakliye araştırmaları döneminde, karayolu ve demiryoluna alternatif Azerbaycan üzerinden denizyolu nakliyesi olabilir mi diye bakarken anladık ki, bırakın Azerbaycan’ı direk İstanbul’dan denizyolu nakliyesi gerçekleştirilmesi mümkün idi, gemi Karadeniz üzerinden Azak Deniz’i ve Don Nehri ve Sovyetler Birliği döneminde Stalin’in delaleti ile 2 nehrin bir kanal ile bağlanması marifetiyle Volga Nehrine oradan da Hazar Denizine ulaşmak söz konusu idi. Evet yepyeni birşey daha öğreniyordum, belki bilenler vardı ama ne yazık ki benim çevremde bilenlerden kimse yoktu.

Bilindiği üzere; devri Osmani’de mezkur toprakların; Kırım Hanlığının hakim olduğu coğrafyayı kontrol ederken, mücavir alan Kazan ve Astrahan’ın Rus Çarlığı tarafından işgaline önlem olarak hattın tahkimatı ve Orta Asya Müslüman dünyası ve Ticari hatların ihdas ve kontrolu kabilinden, dönemin ünlü ve güçlü kişisi Sokollu Mehmet Paşa tarafından, Don ve Volga; ki Volga devri Osmaniye’de “İdil” diye anılır, nehirlerinin bir kanal marifeti ile birleştirilmesi planlanır ancak Kanuni’nin vefatı nedeni ile plan aşamasında kalır. Bilahare tahta oturan II. Selim de bu kanalın realize edilmesi adına irade beyanında bulunur, gerekli askeri ve teknik mobilizasyon ziyadesi ile tamamlanır ancak bazı kaynaklara göre Kırım Han’ının basiretsizliği ve isteksizliği bazı kaynaklara göre de tahtın sahibinin Rus Çarı ile farklı ve gizli ilişkileri neticesi “Osmanlı’ya Çağ Atlatacak Çılgın Proje” hitama erer.  Mezkur dönemde Rus Çarlığı henüz Kazan ve Astrahan hattına gelmiştir ve Kafkasya yolu kendilerinin önünde açılmıştır ve çok muhtemel ki o dönemde Kırım Hanlığına vergi verir durumdaki halinden sıyrılması için askeri durumu münasip değildir ama münasip hale getiriliyor. Elin oğlu buluyor manasip hale getirmenin yolunu bir şekilde... Bir rüya da sona eriyordu Osmanlı açısından, Orta Asya’ya hakimiyet, Müslümanlara destek, Osmanlı hinterlandını ipek yolu üstüne bina etmek, hatta kuzeyden bir yeni ticaret yolu oluşumu ihdası ve yatırımını yapmak gibi kendisine birkaç gömlek büyük gelmiştir. Siz bakmayın uyduruk tarihçilerin, yok efendim teknolojik durum uygun değil idi, yok efendim görevli Kasım Paşa yetersiz idi, yok efendim çok soğuk coğrafyada çalışmanın zorluklarının sayılmasına, yok efendim Kırım Han’ının işi savsaklamasına, diye tepinmelerine, Osmani Ali’nin hayali ciddi manada kısa kalmıştır politikada, nokta. Hülasa “Osmanlının Çılgın Projesi” the end, nefes bu kadar koşmasına yetmiştir. Oysa bir gerçekleşse, neler olabilecekti, belki gerçek manada Kafkasya, Hazar Denizi Osmanlı kontrolüne geçip, sonraki yüzyıllara daha başka miraslar bırakacaktı, ama olmadı. Osmanlı tarih ve coğrafya konusu başta olmak üzere birçok konuda yazılar yazmış mütefekkir Kâtip Çelebi’nin konu ile ilgili tespitlerine bakınca bazı konularda hiç de yanılmadığımı görmekteyim. Ne diyor üstad; “Öğrenme ve öğretme hususunda ilim kurumlarında büyük karışıklıklar baş gösterip; talebe, ders kitaplarından ancak bir-iki faslı yalan yanlış okumakla yetinip, bütün gayretlerini bir an evvel mevkii kapmaya sarf ederek ilim ve irfanın seviyesi düşmüştür” genel tespitine binaen kelamı dolaştırmadan kanalın yapılamamış olmasına getirir ve Kıssadan hisse budur ki, küçük adamla büyük işe mübaşeret (girişmek) caiz değildir. Maslahatın münasib ser-kârı (ustabaşı ve mimarı) gerek. Zikrolunan hususa bir Padişah varıp zamanıyla mübaşeret etse (işi bizzat yürütse), ancak uhdesinden gelebilir ve bu çeşit işler sahib-himmet Padişah işidir, vüzera ve serdarlar kârı değildir.” tespitini yapar.

Osmanı Ali’nin bir diğer kanal projesi de “Süveyş Kanalı”dır maalesef bu kanal da benzer sebeplerle gerçekleştirilemez, bunu da bir başka yazı konusu yapalım deyip geçiyorum. Süveyş’te de nefes, politika, akli derinlik yetmez öyle “Osmanlıda oyun bitmez” demekle peynir gemisi yürütülemiyor, siz bakmayın vakanüvis ruhlu ulemanın nakli kelam eder iken tamtam çalmasına, çaldıkları boş varili geçemiyor. Tarihi gerçekler ortada.  

 
Hazar Deniz’ini Azak Denizi üstünden Karadeniz’e bağlayan “Волго-Донской судоходный канал имени В. И. Ленина”, (Türkçesi: V.I. Lenin Volga-Don Geçiş Kanalı) olan ve bugün de hizmet veren kanal, Rusların “Büyük Vatanseverlik Savaşı” dedikleri II. Dünya Savaşı hemen öncesinde Stalin’in talimatı ile “Su İşleri Projesi Enstitüsü” tarafından projelendirilir ve inşaatına başlanır ancak 1941-1945 yılları arasındaki “Büyük Vatanseverlik Savaşı” nedeniyle durdurulmuştur. 1948 yıllında başlanan kazı 1952 yılında nihayet tamamlanmış ve 1 Haziran 1952'de kullanıma açılmıştır. Volga-Don Kanalı'nın toplam uzunluğu 101 kilometre olup 45 kilometrelik çaylar ve suni gölleri de içermektedir. Kot farklarından ötürü, tıpkı “Panama Kanalındaki” gibi terfi havuzları inşa edilerek, gemileri istenilen seviyeye çıkarmak üzere kapaklar kapatılır oluşan havuza su pompalanarak seviye yükseltilir, bu kapsamda bildiğim kadarı ile 13 adet suni havuz oluşturulmuştur terfi amaçlı pompa istasyonları oluşturulmuştur. Kayıtlara göre; 900.000 işçinin, 100.000 Alman Savaş esirinin ve 100.000 mahpusun çalıştırıldığı ve araya birkaç gölün de eklenerek kullanılması neticesi ortaya 101 km. lik (63 mil) bir su yolu çıkmış ve bunun yaklaşık 56 km.si (35 mil) inşa edilerek oluşturulmuş kanaldan ibarettir. Senenin birkaç ayı donar ve hizmete su yolu yerine, oluşan buz tabakası adeta bir karayolu gibi hizmete devam eder, Rusların konu ile ilgili maharetini bilmek adına, Alman yoğun kuşatmaları altında geçen günlerde, gerek Leningrad (Petersburg) gerekse de Stalingrad (Volgagrad) direniş döneminin hikayelerini okumak kafidir. Kanalın girişinde; yapımına irade buyurması hasebi ile büyük bir “Stalin Heykeli” inşa edilir, bilahare yaşanan değersizleştirme süreci sonucunda heykel sökülür ve yerine halihazırda da bulunan ve emsallerine göre bir hayli de yüksek olan bir “Lenin Heykeli” yerleştirilir. Buradan çıkarılan doğru değerlendirmeler neticesinde, SSCB Karadeniz’i Don Nehri üzerinden Leningrad’a (Petersburg) bağlar, bugün yaz aylarında “Nehir Cruise Gemileri” ile turistik turlar düzenlenmektedir. Görüldüğü gibi sıcak deniz bağlantısı sadece Karadeniz üstünden değildir Rusya’nın…

Kanal bağlantılı en önemli kentlerden biri kabul edilen ve Büyük Vatanseverlik Savaşı dönemindeki büyük direnişin anısına “Stalingrad” adı verilen ancak bugün adı değiştirilerek Volgagrad haline getirilen şehir bulunmaktadır.

 

Cuma, Ocak 03, 2020

KIRGIZİSTAN ve DEVLET MEZARLIĞI


Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te dönem itibariyle önemli görülen ya da önemsenen insanların defnedilmesi maksadına matuf büyük bir “Devlet Mezarlığı” inşa edilmiştir. “Ata Beyit” adı verilen bu mezarlığa anladığım kadarıyla da zaman içerisinde bir de müze inşa edilecektir. Mezarlıkların da şeref tribünü sayılacak bu kabil mezarlıklar birçok ülkede bulunmaktadır, burada da olsun tabii ki. Son Kırgızistan gezimizde, ziyaret saatini de kaçırmamıza rağmen yanımızdaki hatırlı kişilerin tavassutuna binaen kapılar açıldı, girdik. Yeni organize edilmeye başladığı her halinden anlaşılan mezarlıkta, en önemli alan ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un babası ve kendisine ayrılmış, bu da çok kolay anlaşılır bir şeydir. Kırgızistan Sovyetinde baba Törekul Aytmatov önemli bir şahsiyet, anne de önemli bir tiyatro oyuncusudur. Bilahare, kendisini önemli makamlara getiren devletin merkezi politikası ile ters düşer, gözden düşer, gerçi dönemin ruhuna aykırı “Kırgız Milliyetçiliği” depreşmiştir ve sadece fikri düzeyde kalmaz, kalmadığı gibi Türk Birliği diye yola çıkan bir organizasyon içinde olur ve bilahare birlikte yola çıktığı arkadaşları ile ölüm cezasına çarptırılır. Daha önce bilinse bile öne çıkarılmayan bu hayat öyküsü artık öne çıkarılabilirdi ve de aynen tecelli eder. Babanın bu makus kaderine rağmen, önceleri gazeteci olarak “Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsünde” yer alan, bilahare “Pravda” Gazetesine geçen, bu yükseliş ve başarılı yazarlık hayatı sayesinde “Sovyet Yazarlar Birliği”ne seçilme imkânı bulan oğul Cengiz Aytmatov, artık Sovyetler Birliğinde önemli biridir ve Sovyetler Birliği adına önemli uluslararası kongrelere katılır, ünü tüm dünyaya yayılır. Ben kendisinin “Elveda Gülsarı” adlı eserini 70’li yıllarda okumuştum ve kırsal hayat, insan-tabiat ilişkileri üstüne Bolşevik Devrimin katkılarını coşkulu bir dil ile anlatmıştır. Dönem itibari ile canım yurdumda komünist yazar olarak bilindiği için milliyetçi-mukaddesatçı çevreler tarafından pek sevilmez idi. Orta Asya Cumhuriyetlerinde dünün komünistleri artık değişmiştir, hak yol bulunmuştur, tam da bu yüzden günün trendine mütenasip bir vaziyette yine önde dururlar ve önemli şahsiyetler kabulü ile VİP muamelesine tabidirler. Sadece bu iki muhterem zatı kastedersek ciddi bir haksızlık olur bu gözler her ülkede bunlardan binlercesini gördü. Bu ülkelerin ve yönetimlerinin takdiridir, bizim kelam etmemiz yakışık almaz ve karışamayız da. Her şeye rağmen; Kırgızistan ve Kırgızlar benim gözümde son derece aktif yaşam içindedirler, olumluyu destekler iken olumsuza da alabildiğince karşı koyarlar, tam da bu yüzden hepsinden fazla da saygıyı hak ederler benim gözümde.

Neyse düşündüğüm konunun yazımına devam etmek için hemen bu tarafa geçiyorum. Kırgızistan’a ilk kez 1994 yılında bir iş gezisi münasebetiyle gitmiş idim, 2019 yılına kadar fasılalar ile defalarca daha seyahat ettim. İlk gittiğim de yol kenarlarındaki mezarlıklarda, mezar başlarındaki heykeller ya da mezarların bizzat kendilerinin alışkın olduğumuzdan çok farklı olduğunu gördüm. İlk fark etmemin nedeni mezar başlarındaki geyik boynuzları olmuş idi. Hemen izahını da 4 tarafı dağlarla çevrili olması hasebi ile geyik avcılığı ile irtibatlandırarak yapmış idik arkadaşlar ile. Sonraları da başka mezarlarda tek odalı hatta kemerli yapılar bile gördüm, bunun da izahı, zengin ve başarılı geçen hayatın enstrümanları ile vedalaşamayan mevtanın arkasından değer verdiği eşya ve aletlerinin de hemen yanı başında yer almasının istenmesi gibi yapılmakta idi. Bazen de bir tepenin başında bir türbe edası ile organize edilmiş bir mezar görebilirsiniz adeta tepenin ya da dağın ıssızlığının bağrına çekilmiş bir münzevi yerleşkesi gibi. Anlaşılan o ki; Kırgızlar, kaybettikleri yakınları için hayatlarına mütenasip bir büyüklük, mimari tarz ve biçimde kalıcı yapılar yapılmasını yaygın olarak tercih ediyorlar ve sanki bundan da içten içe gururlanıyorlar. 2019 Kasım ayında arkadaşlar ile yaptığımız son seyahatte kendilerine de bahsettiğim ve yaptığımız bir kabristan ziyaretinde onların da gördükleri üzere benzer davranışlar devam ediyor idi. Daha önceki bir seyahatimde öğrendiğime göre; belki de Şamanizm’in etkisinin devamı niteliğinde, insanlar ölünce ruhları dünyayı terk etmezler bu nedenle bu tür yapılara sığınma maksadı ile gerek bulunmaktadır. Bilindiği üzere Kırgızistan İslam dini ile 9. Yüzyıldan itibaren tanışmış olup İslam’a davet burada yoğun biçimde karşılık bulmuş ancak yine bilindiği üzere İslam’ın süslü ve abidevi mezara karşı olmasına rağmen burada mezar yapımı eskisi gibi devam etmiştir, bunda artık dediğim gibi Şamanizm’in mi yoksa göçebe kültürünün mü etkisi vardır bilemem… Ağırlıklı olarak bugün de devam eden, oba ya da yurt çadırı ya da kurgan höyük biçimi mezar yapımı tercih edilmiştir, son ziyaret ettiğimiz kabristanda sıkça gördüğümüz yapılara benzer şekilde. Gerçi şimdilerde çok yaygın olmamakla beraber mezar taşlarına mevtanın fotoğrafını da yerleştirme işine rastlanılıyor tahminim bunun da Ruslarla temas neticesinde gelişmiş olduğu yönündedir. Bu kabil organize edilmiş kabristanların adeta tepede kurulmuş bir köy edası ile ölüler şehrini çağrıştırmaktadır.  Bazı mezarlarda ölen kişilerin büstleri ya da küçük heykellerini de görmek mümkün iken bazen ziyaretçilerinde oturup dua ya da gerekli ibadetlerini gerçekleştirmeleri için banklar bulunmaktadır.

Mezarlıkların “şeref tribünü” diye nitelendirilecek 2 mezarlık daha biliyorum, birisi Moskova’daki Novodeviçi Mezarlığı ve Paris’teki Pere Lachaise mezarlığıdır, gerçi burada sağlığında şeref tribününde maç seyretmemiş olanlar da bulunmakta olup çok yaygın bir kitleye tahsis edilmiştir. Devlet mezarlıkları gibi sadece çok önemli (dönemine göre değişen) şahsiyetlere ayrılmaz. Mesela Moskova’da Nazım Hikmet yatarken Paris’te Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya yatmaktadır. Bir de Kahire mezarlığı vardır ki; burası çok farklı bir hayatiyettedir. Kimine göre 1 milyon kimine göre 2,5 milyon insanın yaşadığı, her yönüyle şehir içinde mezarlık ya da daha doğru ifade ile mezarlıklarda organize olmuş şehircikler. Bu 3 önemli mezarlığı da görmüş birisi olarak bu satırları yazdım ve Kırgızistan’dakileri de görünce hep aklıma bunlar gelmektedir.