Pazartesi, Eylül 30, 2013

MÜZEVİR


Yıllar önce Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeni oluşmuş bir cumhuriyette bulunduğum bir dönemde, bir vesile ile orayı ve halkını kısaca tanıtmam istendiğinde, şöyle demiştim; “Yarısı istihbarat örgütünde çalışıyor diğer yarısı da ilk yarısına yardım ediyor”. Bu yaklaşımım bazıları tarafından olumlu bazıları tarafından olumsuz karşılanmış idi ama bu görüşüm bir süre gözlemleme neticesinde oluşmuş ve ilk başlarda görüşümü olumlamayanların da bir bölümü orada yaşayınca kavramıştı durumu… Ha biri de çıkar bu yabancılara karşı idi yalnızca der çok fazla itiraz etmesem bile katılmam bu görüşe…

Uzun süre önce bir yazı okurken referansını oluşturan bir başka yazıda; Türkiye’de de ciddi bir nüfusun MİT’e (Milli İstihbarat Teşkilatı) başvurarak gönüllü ajanlık yapmak için başvurduğunu öğrenmiş ve emin olun ki şaşırmış ve kendi kendime “yahu bir insan emeğini satıyor yanlış ta olsa bu kurumda çalışıyorsa bu kabul edilebilir” ama bu gönüllü olanlarını anlamakta kabul etmekte mümkün değil demiştim… Yine yakınlarda basına yansımış bir haberi kaynak yaparak ilerleyelim, 2011 yılında MİT’e başvuranların %44 ü yardımcı olmak amacıyla bilgi aktarma gönüllüsü olmak istiyor, işte buna şaşmamak elde değil… Hangi bilgiyi vereceksin de yardımcı olacaksın ha be adam deseler, hadi onun yerine düşünelim, ne aktaracak ya da nasıl yardımcı olacak, işyerinde iş arkadaşları, kahvehanedeki muhabbet ya da oyun arkadaşları, mahalledeki komşuları özne ve hedef olacaktır herhalde, bu adam boş gezmediği varsayımıyla bunun dışında bir şey olma ihtimali çok azdır, değil mi …? Diğer taraftan mezkûr zevatın bu ilgisi zevk almak, tatmin olmak ya da maksat dedikoduculuk, ispiyonculuk, gammazlamak ya da arabozmak gibi fiillerle de açıklanabilir şüphesiz…

Türk Dil Kurumu (TDK) sözlük; Müzevir sözcüğünü, arabozan, laf getiren götüren, ispiyon, dedikodu yapan, gammaz, yalanı süsleyerek anlatan ve birinin sırlarını, davranışlarını, düşüncelerini gözleyip başkalarına bildirerek çıkar sağlayan anlamında kullanmakta olup, Arapça; “muzawwir” den türeyen, tezvir kökünden gelmekte ve tezvir eden, yalancı, sahtecilik yapan anlamında da kullanılmaktadır. Sık sık yapılan hatalardan birisi de “Müzevir” ile “Şikayetçi” nin karıştırılmasıdır ki, müzevirlik gizlilik, şikayet ise açıklık içerisinde yapılır. Avrupa’da yaşayan tanıdıklarımızın özellikle karıştığı 2 deyimdir bunlar, birisi kamu düzeninin yürümesi adına kurallara uyulmaması anında yapılan olup diğeri ise herhangi bir nedenle oluşan sempati ya da antipatiye dayalı, kanının ısındığı ya da ısınmadığı, yüksek mevkideki birinin aferinine mazhar olmak ya da olmamak gibi saiklerle yapılması halidir.

Şöyle bir etrafınıza bakın neler neler görecek ve duyacaksınız, inanılır gibi değil Vallahi… Şantiyecilik yaptığım dönemlerden bilirim, etrafınızda size bir diğerini kötülemek için dört dönerler, hele yanılıp ta bir dinleyin ve ilaveten anlatılanlara prim verin, yandı gülüm keten helva… Ancak ne yazık ki bu kabil çalışmanın en önemli davranış olduğunu varsayarak davrananları izleyerek inanılmaz tecrübeler edindim, inanılmaz fahiş hataların içine bir şekilde düşmektedir konuya özne teşkil edenler. İşyerinde ispiyoncu, Mahallede ispiyoncu, Mahkemede ispiyoncu, Önemli kademelerde ispiyoncu, Askerde ispiyoncu, Yatılı okulda ispiyoncu, aşağı ispiyoncu yukarı ispiyoncu… Yukarıda da belirtildiği üzere tarifine ya da sözlük anlamına karşılık gelen davranışları tam olmasa bile içeriyorsa eğer bir tutum, kesinlikle sağlıklı bir beyin fonksiyonu olamayacağı aşikârdır. Düşünsenize etrafınızda bir dolu hastalıklı beyine sahip insanlar dolaşıyor ve ne hoşuna gitmiyorsa, pasa ispiyon…

Çocukların en önemli duygusal gereksinimi her dönemde olacağı üzere beğenilmek ve ilgi odağı olmaktır, sevilen ve beğenilen çocuğun ruh sağlığı daha dengelidir, başarılı olmak bu ruh sağlığına önemli ölçüde bağlı olup, aksi durumda yani başarısız olma durumunda hayali başarılar yaratırlar iç dünyalarında, mezkûr dönemde iç dünyalarında at başı gelişen korku, öfke, kıskançlık ve neşe gibi farklılıklar gelişirken, aile ve öğretmen nezdinde ilgi ve beğeniyi kaybetmeme uğruna kendisine öğretilmeye çalışan kurallara katı bir şekilde uymaya çalışır ve dönem itibariyle paylaşma gereğinin de kavranmasına bağlı olarak çevresiyle dengeli ve tutarlı geçinmeye başlayacaktır. Çocuk kişilik olarak kendini gösterme çabasına girmesi nedeniyle zaman zaman da olsa itaatsizlikler ve ciddi inatçılıklar yaşanabilir, diğer taraftan yaş itibariyle etrafındaki büyüklerin her şeyi bildiği kanısı kendisini fark ettirme çabası ile birleşince sosyal davranış bozuklukları baş göstermeye başlar. İşte ileride kemikleşmiş bir sosyal davranış bozukluğu olarak tespit edilecek müzevirlik bu ahvalde tezahür edebilir. Ne yazık ki, her çocuk, kardeşleri ya da arkadaşları arasında büyüklerin çok değer verdiği bir nesneye zarar verilmişse ya da büyüklerinin uygun görmediği ya da görmeyeceği bir şey yapılmışsa, ispiyonculuk yapmıştır, buraya kadar normal gibi görünen bu durumda, asıl ve fahiş hata ise büyüklerin bu tür bilgi aktarılmasına kötü gözle baktığını söylememiş olmasıdır, sonuç ta da, taa çocukluktan alınan bir alışkanlık olan müzevirlik-ispiyonculuk ileri yaşlarda inanılmaz boyutlara ulaşıp bazen de ihanet ve entrika doğuracak facialara neden olmaktadır…

Öyle bir noktada gelinmiştir ki artık, bırakın bu sosyal davranış bozukluğu karşısında set oluşturmayı, eğiterek düzeltme çabasını, ahir ömrümüz boyunca anlı-şanlı deve dişi gibi büyüklerimiz tarafından çıkarılan yasalarla özendirilen, kendini kurtarmak için başkasını da yakabilirsin mealindeki müzevir yasaları,  “Her şeyi devletten beklemeyin. Bu tencere tavacıları sizler yargıya taşıyacaksınız” diye konuşularak komşunuzu gammazlayın yaklaşımlı basın açıklamaları ile oluşturulduğu iddia edilen “sırdaş polis ihbar noktaları” ve yukarıda yazdığım MİTe yapılan başvurulardaki artış, ciddi önlemlerin alınması gerekmekte olduğunu göstermektedir, aksi takdirde yazımın başında büyük bir tiksinti ile bahsettiğim ülkenin durumuna düşme kaçınılmazdır.

Vatandaşların muhbirliğe özendirilmesinin “toplumsal güvensizliklerin oluşmasına neden olur” diyor konunun uzmanları, çok özensiz ve dikkatsiz davranılırsa telafisi olmayan noktalara varabilir bu gelişmeler… İç dünyasında inşa edilmiş bu güvensizlik duygusu insanı, yaranma duygusu ile memleketi kurtarıyorum telaşı içinde her türlü herze yemeğe itmektedir, işte bu ruhsal bozukluğun en rezil tezahürü müzevirliktir. Ne yazık ki bu topraklar bu açıdan oldukça mümbittir… İnanmayanlar etrafını önerim doğrultusunda gözlemlesinler bakalım neler görecekler…

Cumartesi, Eylül 21, 2013

ESTADIO VICTOR JARA


ESTADIO VICTOR JARA
(VICTOR JARA STADYUMU)
1970 li yıllarda Latin Amerika'nın en yoksul ülkelerinden Şili siyasal tarihi açısından önemli bir dönem yaşamaktadır, emek kutsallığı ve ulusal bağımsızlık, seçim beyannamelerinin en önemli başlıkları olan Unidad Popular (Halk Birliği) cephesi sosyalist lideri Salvador Allende seçimleri kazanmış ve hızlı bir biçimde radikal bir program uygulamaya başlamıştır, Şili’nin en önemli ihraç maddesi olan bakır madenleri kamulaştırılır ama dönem itibariyle Şili’deki “Amerikanın çocukları” başta faşist genelkurmay başkanı Augusto Pinochet olmak üzere, bir benzeri 7 yıl sonra 12 Eylülde canım yurdumda “Amerikan çocukları” vasıtasıyla yaşanacak, 11 Eylül 1973 tarihinde kanlı bir darbe gerçekleştirirler. Artık, ulusal bağımsızlık ve emekten yana, Şili’nin yoksul halkından yana kim varsa hedeftir, bu faşist sürülerince, başta başkent Santiago olmak üzere tüm Şili sokakları sürekavına sahne olmaktadır, tüm devrimciler, Üniversite öğrencileri, Sendikacılar, İşçiler, Sanatçılar, Bilim adamları, büyük ölçüde tutuklanmış, o kadar büyük tutuklamalara sahne olmuştur ki, karakolların, askeri ve sivil cezaevlerinin kapasitesi yetersiz kalmış stadyumlar, spor ve konferans salonları ve okullar adeta birer cezaevi, birer işkencehaneye dönüşmüştür. Şili’nin de her türlü baskıya, katliama karşı direnen, bağımsızlıktan yana emperyalizme ve faşizme karşı devrim sevdası ile akıl ve gönülleri dolmuş çocukları vardır, tıpkı canım yurdumdaki gibi, bu devrim sevdalıları büyük kırımlara uğramalarına rağmen, tıpkı bizim Mahirlerimiz, Denizlerimiz gibi Şili’nin de Zapataları görev başındadır, ayrıca bizdeki “halk ozanlarına” karşılık gelen “cantador” ları da görev başındadır…

Stadyumlar, artık Şili’de spor müsabakalarından başka işlere de yaramaktadır dedik ya, seyircilerin adeta büyülenmiş gibi, sanki trans halindeyken müsabaka izlenen alanlar olmaktan bir hayli uzaklaşmış, artık büyük konsantrasyonlarla itinayla insanları yok etme adresi konumundadır, başta Estadio Nacional de Chile (Şili ulusal stadyumu) olmak üzere…
 
Radyoda askeri marşların çalındığı, sokağa çıkma yasağının olduğu bir anda, işçi mahallelerine yağdırılan bombaların patlama sesleri arasında, Amerikanın çocuklarının yaptığı faşist darbeye direnen arkadaşlarının yanında olması kararını alan, İnka, Aztek kültürlerinin harmanı olan protest müzik çalışmalarının önemli temsilcisi Şilili Kızılderili Devrimci şarkıcı Victor Jara, üniversitedeki çalışma aslında direnme adresinde tutuklanır ve adeta bir toplama kampı olan, “Estadio Nacional de Chile”ye getirilir. Onu ne yazık ki çok hazin bir son beklemektedir. Şili'de görev yapan Sovyetler Birliği Pravda gazetesinden Vladimir Çernisev, Victor Jara'nın son anlarını şöyle anlatır; “Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, askerlerin ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor'un parmaklarını kırdılar. Artık gitar çalamıyordu, ama büyük acılarına rağmen zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.”

Victor Jara, tıpkı şiirlerinden besteler yaptığı dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Pablo Neruda gibi “Amerikanın çocukları” faşist general Agusto Pinochet’in emir-kumanda zinciri içerisinde yaptığı darbe döneminde katledilmiştir. Askerlerin büyük tehdidi neticesinde büyük bir sessizliğe bürünmüş stadyum, kadife sesli Victor Jara’nın Sergio Ortega’nın “venceremos” yani “kazanacağız” adlı parçasını söylemesi ile sessizliğini yırtmış ve stadyum dalga dalga onbinlerin müzik fırtınasına dönüşmüştür, faşist subayların cevabı ise, önce gitarı sonra Jara’nın parmaklarını kırmak ve bilahare de otomatik tüfeklerle taramak şeklinde olmuştur, bu tarama neticesinde Jara’nın vücudundan 44 adet mermi çıkarılmıştır, onbinlerin gözleri önünde katledilen Jara’nın cesedi ise birkaç gün sonra kolları ve dili bıçakla kesilmiş vaziyette Santiago’nun kenar mahallelerinin birinde, bir çöp bidonunda bulunur. Victor Jara’nın önce gitarıyla, parmaklarının tek tek kırılmasından sonra da sesinin çıkabildiği kadarıyla seslendirdiği “venceremos” adlı parçanın bir bölümü aşağıdadır.

Yırtıyor fırtına sessizliği
Ufuktan bir güneş doğuyor
Gecekondulardan geliyor halk
Tüm şili türküler söylüyor
Venseremos, venseremos!
Kıralım zincirlerimizi.
Venseremos, venseremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos.

Şili’de halk bugün savaşıyor
Cesaret ve halkın gücüyle.
Kahrolsun halkın katili cunta
Yaşasın "unitad popular"!
 
Venseremos, venseremos!
Kıralım zincirlerimizi.
Venseremos, venseremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos.
Faşist Pinochet ve avenesinin “stadyum katliamı”ndan sonra, stadyum kanlarından henüz temizlenmiş iken, Şili Ulusal Stadyumu’nda tarihin en ilginç maçlarından biri oynanacaktır, 1974 yılında Dünya Şampiyonası elemeleri için Şili milli futbol takımı Sovyetler Birliği ile karşılaşacak, ilk maç golsüz sona ermiş, rövanş maçı Şili’de yapılacaktır, eli kanlı darbecilerin de bastırmasıyla Şili Futbol Federasyonu, rövanş maçının Ulusal Stadyum’da oynanması için FIFA’ya başvurur, Amerikanın da fırıldak çevirmesiyle FIFA da başvuruyu kabul eder. Artık onbinlerce devrimci ile birlikte Victor Jara’nın da kanının döküldüğü bu stadyum, bunların hiçbiri yaşanmamış gibi, Şili-Sovyetler Birliği maçına ev sahipliği yapacaktır. Ancak, Sovyetler Birliği, büyük bir basiret gösterir, onbinlerce devrimcinin işkence gördüğü, katledildiği Stadyumda maç oynamayacağını FİFA ya bildirir ve maçın başka bir sahaya alınmasını  bir yazıyla ister, “Şili’de faşist bir ayaklanma sonucunda yasal hükümetin devrilmiş olduğu ve ülkede kanlı bir terör ve baskı rejiminin hüküm sürdüğü herkesçe bilinmektedir. Santiago Stadyumu futbol müsabakası oynanabilecek bir mekân olmaktan çıkarılmış, Şilili yurtseverlerin işkence gördüğü bir toplama kampına dönüştürülmüştür. Sovyet sporcuları Şili’li yurtseverlerin kanıyla bezenen bir stadyumda spor karşılaşmasına çıkmayı reddeder”. FIFA stadyumu bir heyet marifetiyle inceler ve “Stadyumun çimlerinin futbol oynamaya elverişli; sahanın ölçülerinin teknik standartlara uygun ve seyircilerin tribünlerinin düzenli ve temiz” ve Stadyumda “politik tutukluya rastlanmadığını, sadece hüviyetleri tespit edilememiş olan bazı şahısların alıkonulduğu”nu belirten bir rapor düzenlenir. Sovyetler Birliği maçı oynamak için gelmez, dünyada da bir örneği yaşanmamış ve yaşanmayacak bir rezalet ile Şili milli takımı maça çıkar ve rakip olmamasına rağmen gol bile atılır.
Victor Jara’nın “venceremos” diyen sesinin yankılandığı Şili Ulusal Stadyumu'na, Eylül 2003'te,  alçakça katledilişinin 30. yıldönümünde, “Estadio Víctor Jara” (Victor Jara Stadyumu) ismi verilir.
Ölümsüz anısı önünde saygıyla eğiliyoruz…
 

Salı, Eylül 17, 2013

İrfan Özbek - Yürü Bre Hızır Paşa

3F ( FADO – FİESTA – FUTBOL)

Canım Yurdumda, 2013–2014 futbol sezonu her türlü şaibeyi barındırarak ve bir türlü de bu durumdan kurtulmayı beceremeden sürüp gideceği haliyle başlamıştır. Canım yurdumda durum bu da sanki diğer ülkelerde durum farklı mı, kesinlikle hayır, çünkü futbolun bu kadar öne çıkarılması sistem zaaflarının kapatılması, yaşanan her türlü hayâsızlıkların gözlerden uzak tutulması çabası olup “cambaza bak yönteminin” en güzel ve etkili aracıdır. Kavli beladan beridir, büyük büyük stadyumlar yapılıp içine doldurulan yüz binlerce insana grup terapisi kabilinden afyondan geçirilme seansları düzenlenmekte olup, en büyük sıçramayı ise, bu formülün babaları İspanya’daki Faşist Franco ve Portekiz’deki faşist Salazar gerçekleştirmiştir.

Futbol; spor olmaktan ne yazık ki çıkarılmış ve işin içine milyonlarca doların girdiği bu kabil her müsabakada olabileceği üzere toplumları afyon terapisine tutulmuşçasına etkisi altına almaktadır, çünkü işin içinde artık büyük bahisler vardır büyük paralar vardır, aaa gerçi biri de çıkar, yahu amaç milleti uyutmak ise futbolla uyumazlarsa bu sefer basketbolu öne çıkarırlar, tıpkı ABD de olduğu üzere derse de buna itirazımız olmaz, maksat hâsıl olsun yeter muktedirler açısından diyerek… Bir diğeri de kardeşim biraz da bu toplum uyanık olsun hemen uyutulmaya hazır beklemesin der ise, bakın buna da itiraz edemem Vallahi… Ama nihayetinde bazı düşünürlerin söylediği üzere futbol kitleler üzerinde adeta bir din etkisi yaratmakta ve her geçen gün dini ritüel sayısı ile maç oynama sayısı neredeyse eşitlenmektedir…

Aslında yedekleri ile birlikte bakıldığında en fazla elemanı barındıran spor dalı olarak çok büyük kitleler tarafından izlenen ve ihtiyaç duyulan araçların ise harcıâlem olması nedeni ile de yapılması kolay ve izlemesi çok zevklidir futbol, bu yüzden büyük kitleler tarafından izlenir. Belki de bu yüzden para ve şovenizm bu kadar oturmuştur merkezine bu sporun…

Faşizmin ve Diktatörlerinin toplumları yönetirken, toplumun hayatın gerçeklerinden olabildiğince uzakta durmaları, toplumların gerçekleri görmesini değil rüyalar görmesini istedikleri için sıkça başvurdukları yöntem; Faşist diktatör Salazar Portekiz’inde Fado Fiesta Futbol, faşist diktatör Franco İspanya’sında Fiesta, Festival, Futbol formülü olmuş ve hayat bu bakış açısıyla şekillendirilmeye başlanmış ve bu formülde ilk 2 F si Fado müziği, fiesta eğlenceyi ifade etmektedir. Başkaları da çıkar ve 3F yi Fuhuş, Faşing ve Futbol diye de ifade ederse fazlaca itiraz etmem açıkçası. Hatta biri çıkar artık 3 F değil 4F vardır, hadi bakalım ekleyin Facebook’u da derse bu da makul bir önerme olarak kabul görür bence… Gerçek olduğu söylenen bir hikâyeden bahsedilir hep, faşist diktatör Salazar avenesine bir gün, “Bana onbinlerce insani uyutabileceğim bir beşik yapın” demiş ve bu talimat üzerine, derhal başkent Lizbon’da büyük bir stadyum yapılmış ve kendisine ülkeyi nasıl yönettiğini soranlara da bu büyük stadyumu göstererek “Futbol olmasaydı ben Portekiz’i yönetemezdim” dermiş… Bugünlerde ülkemizde de hiç te gereği yokken bu kadar çok ve büyük stadyum yapma girişimleri de bu fasıldan değerlendirmeli mi acaba? Kesinlikle ve tartışmasız doğru olan bir şey var, bir insanin, aylık ücretinin yarısını yakınını hafta sonları izleyeceği maç için bilet ve seyahat bedeli olarak harcamasının kolay kolay izah edilemeyeceğidir. Ne yazık ki, zaman zaman kendim de dâhil, insanlar futbol ile yatıp kalkmaktadır adeta, mezkûr insanlar arasındaki tek fark ise, bazıları uyanmayı becerebilmektedir…

Ancak muktedirler açısından bu sporun izleyicilerine yönelik, büyük bir hoş görü ile karşılanan her türlü saldırgan tavırlarının afyon terapisi konusunda aşama kaydettikleri aşikâr olup, normal hayatta olsa kesinlikle hapis cezaları ile sonuçlanacak her türlü hakaret, saldırı ve yaralama hatta öldürme fiilleri bile cezasız kalmaktadır. Buradan cesaretle maçlardan sonra mikrofon uzatılan küfürbaz ve saldırgan seyirciler “ne yapalım bu şekilde dejarj oluyoruz” deme cesareti gösterebiliyorlar, üzerine de TV lerin en önemli saatlerini işgal eden egoları gazlanmış ve şişirilmiş aslında kocaman birer hiç olan malum zevat tarafından da “seyirci haklı kardeşim” gibi subuk yaklaşımlarla topluma şirin gösterilmeye çalışılmakta, her bir gereksiz detaya müdahale etme gereği gören RTÜK denen sansür kuruluşundan ise ses çıkmamaktadır. Adeta 50 TL verip bilet alan herkes, karşısında olan herkese, beğenmediği hakem, yönetici, futbolcu, seyirci ayırımı yapmaksızın her istediğine küfür edebilme, saldırabilme ruhsatı/yetkisi almıştır. Tüm bu rezalete göz yumanlar işi o kadar uçuk noktalara getirmişlerdir ki, bir ambulans geçişi konusunda haddinden fazla geniş ve rahat davranan yetkililer, herhangi bir maç kutlaması için oluşan konvoylara adeta eskortluk yapılmasına prim vermektedirler. Bakıyorsun inanılmaz bütçelerle kurulan güvenlik ve izleme tesisleri neticesinde bu her türlü herzeyi yemiş zevat yakalanıyor, zannedersiniz ki ceza hukuku çalışacak nerde adeta dağ fare doğuruyor, “2 hafta maçlara girememe cezası”, komedi… Bu kutsanmışlık içinde bu kabil insanların bu kadar saldırganlıkla yetinmesini de bir kar olarak görmekten başka bir şansımız kalmamaktadır. Maçların yaratılan atmosferlerde oynanması esnasında normal hayatta son derece sakin, sessiz ve akıllı görünümlü deve dişi gibi insanların adeta kendilerini kaybedercesine illizyona kapılmaları ve örneğin 2 samimi arkadaşın karşıt takımların taraftarı olması halinde birbirlerine karşı takındıkları tavır mide bulandıracak noktaya tırmanmaktadır. Futbolun kendisinin afyon etkisi yaratmasının yanında asıl etkisi diğer olaylara türban geçirilmesine yol açabilmesi, muktedirler tarafından en fazla desteklenen ve köpürtülen yanıdır. Milli maç dönemlerinde, bu milli görevdir yorumu yapıp alkış bekleyen aktörlerin işin paraya döküldüğü prim tartışmaları tarafında milli görev yorumunu bir kenara bırakıp, şundan aşağı olmaz, bundan yukarı olmalı pazarlıklarına kolaylıkla girebilmeleri bile konunun ne türden bir milli görev algısına tekabül ettiğini göstermektedir. Futbolcuların çok büyük paralar ile transfer edilebildiği, Canım Yurdumda bile naklen yayın ihalesinin 2 milyar dolar civarında bir bilançoya ulaşabildiği, Rıdvan Dilmen gibi spor yorumcularına yıllık 5 milyon dolar ödenebildiği, kaldı ki bu zat gibi bu ülkede en az 25 milyon insan vardır, ortamlarda sporun toplumsallığı illizyon yaratmanın dışına asla ve kata çıkamayacaktır. Hiç unutmuyorum, Sovyetler Birliği döneminde katıldıkları 1982 dünya kupası finallerinde turnuva gol kralı olan futbolcusuna tebrik ve takdir için gönderilen 100 doları duyan bizim önemli zevatımızın hor görmeleri gazetelerin spor sayfalarını günlerce işgal etmişti, bu ekip etik, ahlak ve sporun erdemi üzerine koca koca laflar ettiklerini hemen unutabilmişlerdi… Şimdilerde bakıyorum da aynı zevat ortaya saçılan şike kayıtlarına, iddialarına ve mahkeme kararlarına karşın hala ve utanmadan “aman dikkat futbol çöker” gibi abuk subuk laflar etmekte, adeta aman futbol çökmesin de isterse toplumun tüm ahlaki değerleri çöksün demektedirler, ahlaksızlığın bu kadarı da ancak futbol yorumculuğu ile gerçekleşebilmektedir adeta… Ama bu işin de cılkı çıktı artık, eskiden bir maç izlemek için hafta sonu beklenirdi, şimdilerde her gün, her saat herhangi bir TV kanalında maç seyredilmek mümkün, buna paralel olarak ta afyon alma seansları uzamaktadır.

Artık dünya tek kutuplu dünya da oldu ya, sömürünün ve baskının artışına doğru orantılı bir biçimde daha da öne çıkarılıyor futbol haliyle, peki bu şişirilmiş ve abartılmış bütçelere dayanması mümkün mü, peki bu gidişle futbol çöker mi, bilemiyorum ama gelen sinyaller hiç te olumlu değil…

Son olarak; yıllar önce Devekuşu Kabare’de geceler oyununda duyduğum müthiş, “insanların rüya görmesini engellemeyin yoksa gerçekleri görürler” ile yakınlarda kaybettiğimiz futbol emekçisi Metin Kurt’un “Futbol borsada değil arsada oynanır” sözleri ile konuyu bağlayalım. Anlayana…


Çarşamba, Eylül 11, 2013

12 EYLÜL HUKUKU

(DÜN İYİ İDİ DİYENLERE)
Zulüm İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri; genelde Dünyaya özelde de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik tek hükümranlık politikaları çerçevesinde oluşturduğu “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde kuşağın coğrafyasına denk gelen ülkelerinden Türkiye’de 12.Eylül 1980 de; “içimizdeki Amerikan çocukları” ve tarihe eli kanlı 5’li çete olarak geçen ve tüm dünyada bir avuç destekçileri hariç nefretle kınanan faşist cunta tarafından bir darbe gerçekleştirilmiş ve Amerikan çıkarlarına hizmet etmede kusur yapmayacağı taahhüdünü yenilenerek, içine düşülen ekonomik krizden çıkmanın anahtarı gibi sunulan 24 Ocak kararlarının katıksız uygulanabilmesi için mıntıka temizliği yapalacağı sözü verilerek islamist politikaların ve politikacıların önü açılmıştır. Kemalizm bile hedef tutularak başlanan ve esasen de solun tüm renklerine kadar geniş bir yelpazede, inanılmaz bir intikam saldırısı olarak bilinen ve bugün ülkemizde yaşanan tüm sorunların temelini oluşturan bu faşist darbe, bugün temsilcileri konumundaki iktidar sahiplerine dikensiz gül bahçesi bırakan bu cunta ve başındaki faşistler bu ülkenin insanları tarafından asla ve kata unutulmamalıdır, unutulmamalıdır ki, ülkemizin son yüzyılda yaşadığı bu en büyük siyasi ahlaksızlık ve travma iyice anlaşılabilsin ve gelecek kuşaklara da anlatılabilsin. Yarattıkları tenkil, tedhiş ve tedip ortamı ile emperyalist talan, soygun ve yağmaya daha uygun alan açan “içimizdeki ABD’nin çocuklarından”, darbecilerinden, kontrgerillacılarından, gladiocularından hesap sorulmalıdır ve bugünkü ardılları olanlara da gerekli cevap verilip muhtemel gelişmeler için cesaretleri kırılmalıdır.

Bu baptan özetle anlaşılacağı üzere; bugün ülkemizde ne varsa 12 Eylül de kurgulanmış ve planlanmış olup, sendikal ve işçi hakkı daralmasından, özgürlük daralmasına kadar akla ne musibet geliyorsa mesnet ve gerekçe oluşturmuştur. Kısaca 12 Eylül halen devam etmektedir, günün gerekleri ve uluslar arası beklentiler bu yönde olduğu sürece de uzunca bir süre devam edeceği de anlaşılmaktadır.

Şimdi bakıyorum da bir kesim, bugün yaşananların canım Yurdumun geçmişinde hiç görülmediğinden dem vurarak sanki örtülü ve zımni bir 12 Eylül unutturmacasına çanak tutmaya çalışıyor, oysa dün de kötü idi bugün de kötü ve korkarım ki ahir ömrümüzde sosyal politikasını öne alan bir iktidar görmeyeceğiz herhalde. Ancak özellikle 12 Eylül döneminin, kelle avına çıkılmış paranoyasının bu kadar çabuk unutulması gelecek adına hepimizi açıktan korkutmalıdır, o günlerde yaşanan ve maalesef mecelleden bu yana hukuk nasibinin toplum adına hiç yaşanmamışları sahnelendi.

O dönem bir konuşmasında kendilerine muhtemel bir istihbarat ya da plan tatbikatı diktesi mucibince, eğer “5 Lİ ÇETE” yani MGK üyelerinden birine herhangi bir suikast yapılması halinde suikastı yaptığına karar verilen örgüt üyelerinin cezaevlerindeki tüm üyelerinin öldürüleceğinin kararını aldıklarını televizyondan tüm dünyaya açıklamıştı. Sonraları, dizginlerin uluslararası tertibin sözcüleri tarafından, taleplerine binaen görece serbest kalması ortamında da, ilk önce MHP milletvekillerinden Rıza Müftüoğlu’nun gündeme yeniden taşıması ve bilahare de sözde gazeteci Ali Kırca ile bir röportajında da hiç korkmadan tekrarlamıştır aynı görüşleri, “evet, Genelkurmayda böyle bir karar aldık ve bunu açıkladım ki, korksunlar, netekim bu yüzden de böyle bir şey de olmamıştır” diyerekten, ancak bir insanın cinnet halinde alabileceği bir kararı heyet olarak aldıklarının altını çizerek nasıl bir katliamı göze aldıklarını tekrarlamıştır. Peki, bunlar diğer tüm faşist diktatörler gibi böyle bir katliama hazır oldular diyelim, bunların gözünü kan bürümüş diyelim, çetenin başı Kenan Evren’e, hem de canım yurdumda hukuk adına ne varsa ayaklar altına almasına rağmen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2 Aralık 1982 tarih ve 4943 sayılı kararınca “Fahri Hukuk Doktoru” unvanının verilmesini hem de ittifakla alınan bir kararla verilmiş olmasını ve aynı gün her fakültenin dekanın, birer öğretim üyesinin, yüksekokul müdürlerinin ve rektör yardımcılarının katıldığı İstanbul Üniversitesi Senatosunca da hukuk doktorluğu yetmezmişçesine oy birliğiyle “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu (Honoris Causa)” verilmesini nasıl izah edeceğiz. Hani bugün adalet ne hale geldi diye hayıflanan, dövünen ve bağıranlara göre bu durum nasıl izah edilebilir acaba? Aman kimse bana o dönem başkaydı demesin lütfen, dün ile bugün arasındaki fark sadece şekildir… Hem de şimdilerde hukukçu diye ortalıklarda vızır vızır dolaşanların önemli bir bölümü bu rezalet paye taltifini öneren ve hazırlayanların rahle-i tedrisatından geçmişken, nasıl olurda bu görmezden gelinir, anlamak mümkün değil… Hele bir de kararın gerekçesine bir bakım, “Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren'e ilmi kıymet ve meziyetlerinin tebcili için "fahri profesörlük" payesinin tevcihine karar verilmiştir.” Tam bir rezalet…

Peki, hiç hukuk öğrenciliği yapmamış olanların bile kolayca bilebileceği üzere, örneklerinin yüzlerce yıl gerilerde kaldığı, hukukun en önemli düsturu suçun kişiselliğinin ayaklar altına alındığı bu davranışı bir üniversite hocası olarak, deve dişi kabilinden olan koca koca Prof lar, Doçentler bilmez mi idi? Bilmemeleri mümkün mü, bilirler hem de domuz gibi bilirler, ama yağcılık ve yalakalık unvanı kazanılma karşılığında düzenlenen bu kâğıt parçasının ne önemi vardır bu zevat için. Nasıl olsa kimse onlardan bu rezaletin hesabını soramazdı hatta sormayacaktı. Yaklaşık 5 yıldan beri, o dönemdeki İstanbul Üniversite’si Hukuk Fakültesi Fakülte kurulu üyeleri ile İstanbul Üniversitesi Senatosunu oluşturan bu zevatın kimler olduğunu öğrenme konusundaki tüm girişimlerim maalesef olumlu sonuçlanmamıştır. Çok merak ediyorum acaba bu heriflerden arta kalanlar kimler ve bunlardan hangileri nerelerde hangi paye ve unvanlarla görev yapıyorlar ya da akıldanelik ediyorlar, acaba geçmişte katkı verdikleri bu subuk karar için pişmanlık duyuyorlar mı vs. vs. görüşüme göre bunların her birinin adı unutulmamalı ve unutturulmamalı… Eğer yaşamıyorlarsa da mirasçılarından özür dileyerek tüm bu kelamları ediyorum, aralarında aklı başında insanların varolma ihtimalini göz önünde tutarak tabii ki. Tarihin her döneminde İstanbul Üniversitesi bu kabil gerici ve faşizan görüşlerin etkisi altında kalmıştır, ama bu seferki bu kadar da kolay açıklanacak cinsten değil Vallahi. İstanbul Üniversitesi alnındaki bu kara lekeden kurtulmak için behemehal, bu unvanı geri alma kararı almalıdır, aksi takdirde bu kamburla anılacaktır hep…

Neymiş demek ki, suç ile hiçbir ilişkisi olma ihtimali olan binlerce insanın katli için karar almış, diktatörlerin başı için örnek hukukçu anlamı da taşıyabilecek paye taltif kararı veren hukukçular da varmış geçmişte, şimdi de bol miktarda örneği olduğu üzere… Aslolan, demokratik, ahlakı yüksek ve hiçbir zaman utanç ve pişmanlık duyulmayacak kararlar üretebilmek, namusu asla tartışılamayacak karar üretecekleri yetiştirebilmek, aksi sadece ve sadece utanç müzelerinde resim olarak kalacaktır geleceğe… Üstelikte artık faşist askeri darbenin üstünden yaklaşık 1,5 yıl geçmiş artık, işkence de ölenler, sokakta sürek avı neticesinde öldürülenler, tutuklu sayılarının milyonu aşmış olması, idamların durmadan gerçekleşmesi gibi gayri hukuki keyfi uygulamaların ayyuka çıkmasına ve yok ben duymadım, yok ben görmedim demenin mümkün olmadığı bir ortamda olmasına rağmen bu rezalet yaşanmıştır.

Pazar, Eylül 08, 2013

MUTAVVA

Suudi Arabistan'da günlük yaşam içerisindeki tüm faaliyetlerin İslam dininin Vahabi yorumuna uygun olup olmadığını denetleyen din polisinin bilinen adı “Mutavva”dır ve genellikle 2 şerli ekip halinde, sakallı, cüppeli ve değnekli aynı zamanda asker ya da polis korumalı bir biçimde gezerler, insanların ve de özellikle kadınların ve yabancıların şeriat kurallarına uygun yaşayıp yaşamadıklarını denetlemek ve gerektiğinde ya da uygunsuzluk tespit edildiğinde derhal müdahale etmekle görevlidirler. Kısaca görev tanımları ne olursa olsun, pratik olarak, kadınların çarşaf giyip giymedikleri veya giymişlerse dahi kurallara ne kadar uygun giyindikleri, mutavva tarafından projektöre yakın gözlerle itina ile izlenir bu zındık, münkir ve münafık soylarının davranışı, ilaveten tam anlamıyla bir erkek toplum olsa bile, görev sadece kadına müdahale etmekle sınırlı olmayıp, namaz vakti sokakta gezenleri yakalayıp camiye namaza getirmek, vakit kaçmışsa da kaza namazı eda edilmesinin şartlarının yaratılmasından sorumludurlar. Hele hele Laikliğin kalesi diye adlandırdıkları Türkiye’den biri iseniz ve hafifte olsa kural ihlali yaptıysanız hele namaz kaçırdıysanız bunun burnunuzdan fitil fitil geleceği aşikârdır ama başta yabancılar olmak üzere kuralların sıkılığına itiraz eden yerlilerde işin kolayını bulmuşlar, hemen namaz vakti biniyorlar arabaya “seferi” duruma geçerek durumu savuşturuyorlar… Bir boyutu ile de, Osmanlının “istemezük” diye başkaldıran yeniçeri ocağı gibi dayatma sahibidirler, yönetime bile müdahale hakları vardır bir dereceye kadar, genel yönetimi fazlaca hedef tutmazlarsa “hacı kıran baş kesen” rolünü oynamalarına her daim müsamaha ile bakılmıştır. Bildikleri en önemli 2 kelime ise; “Hijappp” ve “Sela” olup, bu ülkede yaşanacaksa herkesin evvel emirde bilmesi gereken 2 kelimedir de aynı zamanda, biri örtün diğeri ise ezan anlamındadır.

Arapçada, itaat ettirmek, boyun eğdirmek kökünden üretilen “Mutavva” kelimesi ile bilinen bu dini polis ekibi, Suudi Arabistan’da “Fazileti yükseltme ve günahı önleme komisyonu” resmi adı ile anılmaktadır. Bu kelimelerin sihirli kıvrımına bakarak Suudi Arabistan’da çalışıp oranın cennet olduğunu düşünenler de din polisi diye bir şey yoktur olamaz da, diyorlar ama tabii ki bu itiraz “zevahiri kurtarmaya” yetmiyor…

Son dönemde basını sıklıkla işgal eden Suudi Arabistan mahreçli fetvalara bakılırsa, “Fazileti yükseltme ve günahı önleme komisyonu” nun görevleri sadece kadın-erkek ilişkilerine sıkışmış kalmış gibi görünmektedir, sanki bu komisyonun anayasasında; kadınlar edepsiz, hayasız, sadece erkek düşünürler ve düşkünüdürler, onları nasıl ayartırım, nasıl yoldan çıkarırım dışında bir şey düşünmezler, erkekler ise Alimallah korumasız(!!!), yolda yalnız yürüyen bir kadın görürlerse hemen saldırırlar, bir kadın ve bir erkek kamuya açık bir yerde dahi bir araya gelirlerse zina yapılır yaklaşımı, bulunmaktadır. Nedir bu kadın ve erkek ilişkisi üzerine bu saplantı pek anlaşılmaz ama kadın üzerine bu kadar titizlenmelerine rağmen her Suudi erkeği çok eşlidir, ne yaman çelişkidir… Bir de bu durumu savunurken “canım ne var onlarda sevgilileri ile gizli gizli benzer hayatı yaşıyorlar” demezler mi, gülermisin ağlarmısın… Nasıl bir algılama oluşuyor bu kafalarda acaba, kadın ve erkek söz konusu ise eğer, varsa yoksa cinsel ilişki, bir toplumun böyle düşünme saikiyle bu kabil örgütler oluşturuyor olması asla ve kata makul olamaz, çok muhtemel ki sıkıntılı bir ruh hali ya da anlaşılamayan bir dünyanın dışa vurumudur… Gerçi canım yurdumda da benzer manzaralar fazlaca yaşanıyor ama görmek isteyene, kadın kameramanın görünen topuklarından tahrik olan milletvekillerinden başlayan, aynı denize giren kadın ve erkek zina yapmaktadırlar görüşüne kadar subuk düşünceler basında sıkça boy göstermekte ancak önemli bir kitle bu durumu görmek istememektedir ya da makul karşılamaktadır.

Suudi Arabistan’da çalıştığımız dönemde bir akşam bir AVM de dolaşırken, birden yanındaki askerlerle birlikle bodozlama üzerimize gelen mutavvalardan, pasaport kontrolü sonrasında neden durdurulduğumuzu sorunca “kadınlara bakıyorsunuz” gibi yanıt alınca, gülermisin ağlarmısın, bir şey de diyememe noktasında, ülkeye henüz giriş yapmamızın hoşgörülme gerekçesi oluşturması hasebiyle, sert uyarılarda bulunarak yanımızdan ayrılışlarını müteakip arkadaşlarla etrafımızda kadın olup olmadığı sorusunu birbirimize sorarak gülmüştük, oysaki etrafımızda bulunan kadınların hiçbir taraflarının açıkta olmaması nedeniyle, genç mi, yaşlı mı, çocuk mu ya da gerçekten kadın mı olduklarını bilebilmek için müneccim olmanın kaçınılmazlığı ortadayken… Ayrıca bu mutavva’ların bir başka ulvi görevi daha var, ülkeye yabancı menşeli gazeteler bunların denetimde girmekte ve büyük bir özenle ve üşenmeden, kendi kurallarına uygun giyinmemiş kadınların poz verdikleri gazete haberlerinin boyanarak sansürlenmesi, eskaza boyanmamış mezkür fotolardan birinin olması durumunda bu işle görevli kişilerin cezalandırılması bu baptan olup, bu ahvalde gel de gazete okumaktan keyif al, gazeteler bir geliyor önemli bir bölümü boyanmış, boya başka taraflara da bulaşmış, ne gam…

Suudi Arabistan’da öğrenebildiğimiz kadarı ile yaklaşık 25.000 Mutavva’nın varlığından bahsedilmektedir sayının azlığı önemsenmelerini hafifletmez yaklaşık 5.000 prensin olduğu bir ülkede bunların etkinlikleri inanılmazdır. O kadar etkindirler ki, 2002 yılında Mekke’de bir kız okulunda çıkan bir yangından kurtulmaya çalışan 15 genç kızın, dini kurallara uygun giyinmedikleri yani çarşaf ve başörtüsü giymedikleri gerekçesiyle, dışarıya çıkmalarına izin verilmemiş hatta çıkmaya çalışanları da döverek içeriye tekrar sokmuşlar ve hatta itfaiye ekipleri tarafından kurtarılmaları da engellenmiş, itfaiye ekiplerine “kızlar uygun giyimli değil içeriye giremezsiniz, onlara dokunamazsınız” diyerek ölümlerine yol açılmıştır.  Peki, sonuç ne oldu derseniz çocukların ailelerinden az biraz tepki o kadar. Tıpkı bizdeki Konya yatılı kurs misali, konu kapandı gitti…


Suudi Arabistan’da Vahabi öğretisinin getirdiği katı kurallar toplumsal yaşamın en önemli damgası olup mahremiyet çok büyük öneme haiz olup, restoranlar, AVM’ler, kafeler mutlaka aileler için ayrı bir alan düzenlemekte hatta bir kısmı ayrı giriş kapılarına sahiptirler. Canım Yurdumun bir dolu kentinde benzer görüntüler yaşanmakta ve korkarım ki bu görüntüler durmadan da artacaktır çünkü katı ve metodik dinsel yorumlara dayalı, hayata bu cenahtan nizam verme iştah ve arzusu arttıkça benzer tanıklıklarda artacaktır. Muktedirlerin her gün her an herhangi bir şeyleri bahane ederek yeni düzenlemelere yönelmesi de ne yazık ki kanıksanır hale gelmekte ve şeriata pupa yelken rota tutturma konusunda toplumsal fren oluşturması beklenen bariyerlerde birer birer aşılmaktadır. 

Pazartesi, Eylül 02, 2013

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

DEJAVU
Dünya kaynaklarının sömürülmesi için ABD ve AB tarafından kurgulanan ve yürütülen politikaların acımasızlığı ve kaynak daralmasına paralel acımasızlığın daha da artmasına tepki olarak sömürüye ve baskıya direnen unsurlara rağmen savaş, katliam ve soykırımlar ne yazık ki devam etmektedir. Emperyalizmin yeni sömürgecilik evresinde oluşturduğu talan ortamında, talep edilen barış ve demokrasinin de anlamı, geniş kitleler tarafından yoğun savaş histerisinin yarattığı kara propaganda karşısında pek anlaşılamamaktadır. Uyuşmazlıklara, sömürüye karşı duruşlara, emperyalizmin kendi ekonomik gerçeklerinden ötürü adaletli olması ya da en azından hoşgörülü olması, anlaşmazlıklara barışçıl ve adil çözümler araması gibi bir şık hiç olamamaktadır ve de bu düzen sürdüğü sürece de olamayacaktır. Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları, uyuşmazlıklara, anlaşmazlıklara, adaletli ve barışçı çözüm taleplerine karşı, tüm dünyada silahlı güce dayalı baskı, şiddet, savaş ve yok etme yöntemlerine, sömürünün devam edebilmesi adına sürekli başvurmaktadır. Salt bu yüzden; barış, demokrasi, eşit ve adil paylaşım, sömürüye karşı durma, insan hakları söylemi; Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları tarafından hoş görülmeyecek ve yok edilecektir.
Bugünlerde de; canım yurdumun muktedirleri tarafından da yürütülen BOP eşbaşkanlığının, Savunma Sanayi destekleme fonu, Milli Savunma Bakanlığı bütçesinden direk ve endirekt, örtülü ödeneklerden gerek iç savaşa gerekse de dış savaşlara aktarılan, hem de yoksulluk ve yolsuzluklar içindeyken, mali büyüklükler barış adına moral bozucu noktalardadır ne yazık ki… Bu duruma bakmaksızın eşbaşkanlığın görevi adına önce Tunus, sonra Libya daha sonra Mısır şimdi de Suriye’de her türlü katakulliye yatıp, savaş çığırtkanlıkları yapmaktadırlar, hem de öyle bir çığırtkanlık ki, adamları sınırlı operasyon bile kesmiyor, sonuna kadar taş taş üstünde, baş baş üstünde kalmasın edasıyla bağırıp duruyorlar.  Emperyalistler ve bu coğrafyadaki yalakaları Irak’ta kimyasal silah vardır diye ortaya attıkları yalanlara benzer yalanlarla adeta hepimizi keriz yerine koyarak şimdi de Suriye’yi “kimyasal silah kullandı” palavralarıyla, yakmanın, yıkmanın idmanlarını yapıyorlar. Bir yandan “BM’in Kimyasal Silahları Araştırma Heyetinin raporunu bekliyoruz” deyip aynı anda içerideki terör faaliyetlerine destek verip diğer yandan saldırı hazırlıklarını tamamlıyorlar ve bizim niyetlerini anlamadığımızı varsayarak bize de hikâye anlatıyorlar, yok kongreden karar çıkacakmış, yok BM güvenlik konseyinden karar çıkacakmış vs. vs. yahu be adamlar bizimkilerin ne dediğini görmüyor musunuz sizin adınıza…  Türkiye dış işlerine hakim zihniyetin batılı mahfillerin fikirlerine angaje olmuşluğu bu seviyede olunca, yapılacak bir şey kalmıyor geriye…
Bu yazı kaleme alınırken “1 Eylül dünya barış günü” etkinlikleri sona ermiş, belki de emperyalist güçler ve bu topraklardaki işbirlikçileri tarafından komşumuz Suriye’ye büyük bir saldırı başlamış ta olabilecektir.
Canım Yurdumun çok uzun yıllardır kaderine hakim olan batılıların çıkar ve saldırı politikalarına angaje zihniyet, hep kendini bir önceki dönemin devamı ve takipçisi diye adlandırmıştır ve adeta noter görevi yapan vatandaşımızın da teveccühüne mazhar olmuştur. Mevcut muktedirlerin öncül tayini yaptıkları 1980’lerin muktediri Turgut Özal’ın Irak’a karşı nasıl husumet gösterdiği uluslar arası sömürü çarkının jandarmasının saldırgan politikasına nasıl eklemlendiğini herkesin dün gibi hatırlayacağını bildiğimden, mevcutların en önemli öncül saydıkları Adnan Menderes’in bu konudaki nasıl bir öncül olduğunu gösteren “Kore Savaşı”nı yazmak istiyorum.
Demokrasi, özgürlük ve insan hakları vaat ederek 1950 yılında iktidar olan DP (Demokrat Parti) ve Adnan Menderes, sanki iktidara gelişinin 2. ayını kutluyormuşçasına bir skandal karara imza atmış, Büyük Millet Meclisine danışmadan, üstelikte anayasa emri olmasına rağmen meclis kararına ihtiyaç duymamış, hatta muhalefet partilerine bile görüş sormaksızın, savaşa dâhil olma kararı almıştır.
Dünya halklarının emperyalizmin sömürüsü altında bulunmayı ret etmeleri her zaman olduğu üzere, emperyalist jandarma ABD nin gadrine uğramaları için yeterli bir neden oluşturmuştur. 2. paylaşım savaşı sonuçlandığında mağluplardan Japonya işgal ettiği Kore topraklarından çekilmekteydi, benzerlerinin Avrupa kıtasında da yaşandığı üzere Kore Korelilerin tüm karşı çıkışına rağmen ne yazık ki Kuzey ve Güney Kore diye 2 ye bölünmüştü, Güney Kore’nin Amerikan, Kuzey Kore’nin de Sovyetler Birliği desteği aldığı aşikâr olup, Kuzeyde 1948'de Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nin oluşması ve izlenen sağlıklı politikalar ile Güney Kore’de aynı politikaların cazibesi artmıştır. Bu bağlamda yaşanan iç savaşa, ABD önderliğindeki emperyalist takım mezkûr coğrafyaya müdahale etmek ve olası politik ve psikolojik sorunları oluşmadan boğmak ister. Bu uğurda da bu olay öncesinde ve sonrasında, her daim ABD’nin bir bakanlığı gibi çalışmakta olan Birleşmiş Milletler “Güvenlik Konseyi” daimi üye Sovyetler Birliğinin katılmadığı bir toplantıda Kore’ye asker gönderme kararı alır ve savaşın resmen tarafı olur.  ABD ve Müttefiklerinin savaşa katılması ile artık savaş uluslar arası bir hal almıştır, bir tarafta ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Filipinler, Fransa, Hollanda, Türkiye, Yeni Zelanda, Belçika, Lüksemburg, Yunanistan, Tayland ve Güney Afrika, diğer tarafta ise Çin ve Sovyetler Birliği savaşın aktif savaşanlarıdır. Skandal karar neticesi savaşa katılan Türkiye ise; 4.500 kişilik kuvvetle katılır ve ne yazık ki 37 subay, 26 astsubay, 658 er olmak üzere toplam 721 şehit, 2147 yaralı, 346 hasta, 234 esir ve 175 kayıp vererek savaşı tamamlar.
Muhalefet ise savaşa katılma kararının alınma şekli dışında herhangi bir şeye itiraz etmez sadece Meclis kararı alınmadı diye gensoru verilir, ama bugünkülerin benzeri bir tablo o günde hâkimdir ve Başbakan Adnan Menderes; yeni güvenlik konsepti gereği Türkiye’nin NATO’ya girmesinin kaçınılmazlığı iddiasıyla, girişi hızlandırmak ve kolaylaştırmak için bu kararı aldıklarını ve bunun için Meclis kararı almaya lüzum görmediklerini açıklarken; “Kore savaşına katılma kararı Bakanlar Kurulunun ittifak kararıyla alınmış, anayasanın ihlali söz konusu değildir, biz gördük ki ülkemizin selameti uzun vadede sayısız riski göze almada ve dış politikadaki inisiyatiflerimizi korumada yatmaktadır” demiş ve üslubu ve içeriği bugüne aynen miras bırakmıştır.
Diğer taraftan tıpkı bugün olduğu üzere aktif olarak barışı savunanlar ağır saldırılara hedef olmuşlar, Barışseverler Cemiyeti bildiriler dağıtarak ciddi biçimde gizlenmiş olan bu kararı halka duyurmuşlar ve Barışseverler Cemiyeti üyeleri “kararı tenkit etmek, milli mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici beyanname neşretmek” ile suçlanırlar ve Askeri mahkemede yargılanırlar ve sonuçta da 3 yıl 9 ay hapse mahkûm oldular; askeri temyiz mahkemesinin kararı bozması ile 15 ay hüküm giydiler.
Büyük şair Nazım Hikmet; Kore’de şehit olan bir subayın Menderes’e söyledikleri diye aşağıdaki şiiri yazar.
DIYET
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki gözünüzle bakarsınız,
İki kurnaz,
İki hayın,
Ve zeytini yağlı iki gözünüzle
Bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
Ve topraklarına çiftliklerinizin
Ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki elinizle okşarsınız,
İki tombul,
İki ak,
Vıcık vıcık terli iki elinizle
Okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
Dövizlerinizi
Ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
İki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
Ve bütün kaygınız
İki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
Halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
 
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
Vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
Ve ben al kan içinde ölürken
Çığlığımı duymamanız için
Kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
Ölüler otomobilden hızlı gider,
Kör gözlerim,
Kopuk ellerim,
Kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum Adnan Bey,
Göze göz,
Ele el,
Bacağa bacak,
Diyetimi istiyorum,
Alacağım da.