Muğla geneli görünen o ki madencilerin hedefi haline gelmiş durumda, Labranda’ya bir kez daha gideyim dedim, yoldaki kamyon trafiğini görünce sinirlerim inanılmaz derece bozuldu, tansiyonum fırladı… Yol zaten daracık, kocaman kocaman maden kamyonları çok virajlı yolda, deyim yerinde ise şoför mahali virajdan çıkarken kamyonun kasa sonu yeni giriyor… Belki kamyon şoförleri de kotaya yetişmek uğruna “Allah ne verdi ise” tam gaz kullanıyorlar araçlarını… UKOME buralarda bu trafiğe bu şartlarda nasıl izin vermiş, inanılır gibi değil… Vazgeçtim Labranda’ya gidişten, döndüm, akaryakıt alır iken bu tespitimi istasyon görevlisi ile paylaştım, adam dedi ki; “burası ne ki sen asıl git Ören tarafını gör”… Kıyıkışlacık tarafına gittim, durum farklı değil… Laf bitti, demek ki… Görünen o ki merkezi otorite bu dağları maden lehine zeytin aleyhine gözden çıkarmış… Peki; yahu bu çılgın tüketime malzeme nereden bulunacak, boğaz tokluğuna çalışan büyük kitleyi bir kenara bırakır isek hani onlar da hiç çekinmeden ve düşünmeden noter görevi yapıyorlar ama ne yapalım ahali ahvali böyle. Sen bu kadar çok seramik, cam ve boya kullanmaz isen, feldspat ihtiyacı bu kadar çok olur mu? Sen bu kadar banyo, tuvalet ve mutfak yapmaz isen, yenilemez isen mermer ihtiyacı bu kadar olur mu? Sözde adına üretim deniyor ya esasen dünyanın tüketilmesi manasında… Kusur müteselsil, yok öyle bir tarafı suçlayarak kusurdan sıyırmak… Sınırsız ve görgüsüz kullanım ya da tüketim bir tarafı ile dünyayı tüketirken bir tarafı ile de hayat konforumuzu düşürüyor da, kimin umurunda… Dolomit, krom, kükürt, manganez ve dahi kum çakıl ihtiyacının bu kadar çok olmasının sebepleri nedir diye kimler düşünüyor, maalesef sadece bir avuç çevreci, diğerlerinin elinde ayna… Bir kez daha görünce içim burkuldu, sinirlerim bozuldu… Ocaklardaki kontrollü lakin sınırsız patlayıcı kullanımına karşı çıkan “ören yerleri kazı sorumlularının” itirazları duyulmuyor ve maalesef bu sınırsızlık sathı mailinde hayatını kaybeden işçilerin yakınları, “vade bu kadarmış” deyip geçiyor… Vallahi ne diyeceğimi bilemedim daha da… Allah selamet versin…
Milas, dahası Su Kemer kalıntıları, Baltalı Kapı, Euromos Antik Kenti, İasos Balık Pazarı diye bilinen Mozole, İasos Antik Kenti, Beçin Kalesi ve Osmanlı Taş Eserleri Müzesi, Macar Evleri bölümü, Hekatomos Anıtı gibi dolu dolu gezilecek yerlerin yanında Bafa’nın Gölyaka köyündeki “Yediler Manastırı” olsa olsa ancak keçi yolundan yürüme beklentinizi karşılayabilir. O kadar zor parkuru yürüyüp de vardığınız noktada gördükleriniz sizi hayal kırıklığına uğratabilir lakin emin olun ki yaklaşık gidiş dönüş 3 saatlik zor parkur yürüyüşünüz spor ihtiyacınızı karşılamış olacaktır. Kapıkırı köyündeki Heraklia ve cüzü Latmos ise gayet güzel bir ören yeri olup özellikle kayalara oyularak hazırlanmış mezarların görüntüleri sizi hayretler içinde bırakıyor.
Her antik kentin birer “Amfitiyatro”ya sahip olmasının bize başta gösteri sanatları, meşveret ve münazara ve dahi dayanışma ahlakının da ziyadesiyle yüksek olduğunu göstermektedir diye düşünürken, bir insan topluluğunun yaptıklarını bir başka insan topluluğunun işgali, talanı ve ganimet mütalaası ile yok etmesi üstüne de tefekkür etmekten alıkoyamıyoruz kendimizi… Maalesef talan, yıkma ve malzeme ile meşrebimize muvafık yeni bir şey yapma kültürü tarih boyunca aralıksız yaşanmış.
Hülasa;
arazilerin adeta bir zeytin denizi şeklinde göz alabildiğince yayılmış olduğunu
eskiden beri bildiğim Milas bu gözle gezilince de, bir derya deniz meraklısına,
lakin şu madencilere teslim olmuş yönetimi de görmezden ve şikâyet etmezden
gelemiyoruz. Hep aklımızda Kızılderili
Reisi Seattle’ın meşhur sözü, ne diyor; “Son Irmak kuruduğunda, Son
ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey
olduğunu anlayacak.”