Cuma, Temmuz 12, 2024

BÜYÜK ŞAİR'E ZİYARET

Ruslar genellikle dertleri, tasaları, kaygıları, sevinçleri, hayat beklentileri ile bir taraftan bize çok benzeyen diğer taraftan da hiç benzemeyen, otobüs beklerken tıpkı biz, tiyatroda ise tıpkı onlar gibi, yüksek sesle konuşurlar iken tıpkı biz, duyamayacağınız kadar sessiz iken tıpkı onlar, diye sınırsız örneklenebilecek kadar bize benzerlikler ve bizden ayrılıklar yansıtan bir ulus... Moskova bir başka, Petersburg bir başka, Kazan bir başka, lakin her biri görülecek hatta tekrar tekrar görülecek kadar güzel yerler bence, etrafa bakar iken bizim alışık olduğumuz detayları kaçırmıyoruz da alışık olmadığımız detaylar kaçıyor tam da bu yüzden tekrar gerekebiliyor... İlaveten mevsimler mutekamilen yaşandığı için de her birisinde bir ayrı güzellik yansımaktadır. Bazen de bu yoğun detaylar içinde bazı şeyler kaçıp gidiyor, bir bilgi bir yerde başka zikredilirken bir başka yerde bir başka zikredilebiliyor... Bazen bir yere gidiyorsunuz, ben burayı daha önce gördüm duygusunu yoğun bir şekilde hissedeken bir bakıyorsunuz ki bir küçücük detay var sizi bu tekrarlanmış duygusundan çıkarıveriyor... Sonuçta bu ülkede gezilecek, görülecek yerler hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor insana lakin ülkenin büyüklüğü ve çok milletlilik göz önüne alınınca böyle olmasının da son derece anlaşılabilir olduğunu görüyorsunuz...

Dünyaca ünlü nadir insanımızdan biri olan büyük usta Nazım Hikmet'i Moskova'ya her gelişimde, Novodeviçi'deki mezarında ziyaret ederim, uzun kalıyorsam da birkaç kez oluyor bu ziyeretler... Bu defa da her ne kadar ziyarete kapalı olduğunu bilsem de evini ziyaret edeyim dedim. Ve evin civarında gezdim... Moskova Metrosunun Yeşil hattındaki Sokol istasyonuna gelip, istasyon çıkışından Leningrad Bulvarından sağa ilerliyor hemen tekrar sağa dönüp daracık bağlantı yolundan son derece bakımlı ve büyük bir park içerisinden ilerleyip, Fidel Kastro Meydanını geçip hemen sola dönüp biraz ilerleyine sağdaki 2. blokta bir tanıtım levhası sizi karşılıyor... Tam karşısında da hatırı sayılır büyüklükte, bakımlı bir park var. Tabela aynen şöyle düzenlenmiş; "bu evde, 1952 yılından 1963 yılına kadar, Dünya Barış Ödülü sahibi Türkiyeli Devrimci Şair Nazım Hikmet yaşamış ve çalışmıştır"... Binalar tipik kooperatif tarzında dizayn edilmiş, kalitesi tartışılsa bile insana yakışırlığı tartışılmaz biçimde düzenlenmiştir. Bloklar bir adanın dış kenarına yerleştirilmiş, büyükçe bir parkı aratmayacak biçimde iç avlulu olarak düzenlenmiş olup her boşluk iklimin de desteklediği bir biçimde yemyeşildir. Genelde bölge, parklar, yollar son derece bakımlı görünmekte, binaların fasadına o binalarda yaşamış ülkeye yararı dokunmuş önemli kişilerin isimlerini yad etmek adına büyükçe metal plaketler yerleştirilerek görüntü daha şirin hale getirilmiş... Ahde vefa böyle tecelli etmiş...

Nazım Hikmet'in evine yaklaşık 400 mt uzaklıkta, "Nazım Hikmet Adına düzenlenmiş Kütüphane" bulunmaktadır. Kapısında yeni düzenlenmiş bir levhada "24 nolu Kütüphane" yazar iken halinden çok eski olduğu anlaşılan bir başka tabelada ise "59 nolu Kütüphane" yazmaktadır. 1952 yılında açılan bu kütüphane mezkur yıllarda "111 nolu Kütüphane" olarak anılmaktaymış. Anladığım kadarı ile Kütüphanenin temeli "Büyük Vatanseverlik Savaşı" sonrası atılmış mahallenin sakinlerinin biraraya gelerek kitap okumaları ve yine sakinlerin kitap bağışları ile atılmış oluyor. Nazım Hikmet'in evine çok yakın olması sebebiyle burada düzenlenen edebiyat günlerine katıldığından bahsediliyor. Kütüphane mahalle sakinlerini yazar ve sanatçılarla buluşturma mekanı olmasının yanında aynı zamanda her türlü sergi ve müzik faaliyetlerine de ev sahipliği yapmış olduğu ifade edilmektedir. Kütüphane esasen bir bölge/mahalle kütüphanesi iken 1973 yılında Kütüphane Yönetimi, Yazarlar Birliği Moskova Teşkilatı Yönetimi ve tabii ki okuyucular bir dilekçe vererek kütüphanenin adının başına "Nazım Hikmet" yazılmasını önerirler, nihayetinde 1981 yılında bu talep münasip bulunup, gereği yerine getirilir. Karar vericiler koca 8 yıl boyunca neyi araştırdılar ise, neyi düşündüler ise, ne kadar çok işleri vardı da ancak sıra geldi, gayri... Nazım Hikmet'in kitapları ile onu ve onun eserlerini anlatan eserlerin bulunduğu özel bir koleksiyon yanında sürekli güncellenen geniş bir kitap kolleksiyonu olarak bilinmektedir. Ayrıca; Kütüphanede 2018'den beri Yunus Emre Türk Kültür Merkezi ile birlikte Nazım Hikmet adına seminerler, sergiler, festivaller ve toplantılar tertip edilmekteymiş. 

Sokol Bölgesine, Nazım Hikmet Kütüphanesi ve evine son ziyaretim, yeşilin, serinliğin sıcak ile birlikte tam manası ile hakim bir dönemde olduğu için civardaki parkların ve düzenlemelerinin ne kadar değerli olduğunu bir kere daha anladım. Kütüphanenin kapısına sırtınızı döndüğünüzde hemen sağ tarafta CSKA Futbol Kulübünün futbol stadını görüyorsunuz ki bilindiği üzere mezkur kulüp "Kızıl Ordu" tarafından kurulmuş bir kulüptür. Esasen CSKA adı da, "Центральный спортивный клуб армии" (Centarlniy Sportivniy Klup Armiy) kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur. Bilindiği üzere CSKA adını taşıyan bir Bulgaristan futbol takımı bulunmaktadır. Dışarıdan görüldüğü kadarı ile büyük bir çok katlı iş merkezi inşaatı ile desteklenmiş büyükçe bir kompleks görüntüsü vermektedir, CSKA Arena... Arena burada da yerini almış maalesef... Demek ki bu işler tüm dünyayı bu boyutu ile etkilemiş durumda...

Sokol Metro İstasyonundan sonra daha önce değindiğim büyük ve düzenli park ki adını içinde bulunan 1. dünya savaşı kahramanları için yapılmış anıttan alarak, "1. Dünya Svaşı Kahramanları Parkı" ile adını içinde bulunan "Moskova Halk Milisleri Meydanından" alan aynı adlı Nazım Hikmet'in de evinin karşısına denk gelen güzel düzenlenmiş büyükçe bir park arasındaki Bulvarların kesiştiği alan çok eskilerde "Fidel Kastro Meydanı" diye düzenlenmiş iken Kastro'nun ölümünden sonra ilaveten bir de anıtı dikilerek yeniden düzenlenmiştir. 

Bölgenin/Mahallenin 2. Dünya savaşından sonra düzenlenmiş olmasını gözönüne alarak rahatlıkla denilebilir ki, günün şartlarının çok üstünde bir plan, cadde genişlikleri, parkların lokasyonları, binaların her yönden geniş ağaçlıklı alanlarla kaplanarak düzenlenmiş olması açısından... Zaten yollarda yürürken bina blok duvarlarına yerleştirilmiş olabildiğince büyük ve dikkat çekici metal levhalarda tanınmış, edebiyatçılar, sanatçılar, akademisyenler ve askerlerin buralarda yaşamış olduğunun beyanından da bölgenin önem verilen bir yer olduğu anlaşılmaktadır. 


Cumartesi, Temmuz 06, 2024

KAPALI HEMŞERİM YASSAK


 

Pozantı'yı geziyoruz, İbrahim Paşa Tabyalarından, Meşhur Varda Köprüsüne, Pozantı Şehitliği, Alman şehitliği ve Mezarlığı, Çakıt Çayı ve Vadisi, Şekerpınarı Membası, Şekerpınarı Köprüsü ya da Akköprü, Belemedik İstasyonu ve Meşhur Demiryolu Alman Şantiyesi, birkaç yayla ve dahi birkaç köy... Derya deniz, gez gez bitmiyor, geriye de belki en önemli taraf yaylalar kalıyor lakin o da bir başka bahara deyip geçiyoruz. Peki, konumu, tarihi ve başta otoyol olmak üzere sahip olunan çok güzel manzaraları ile maruf "Gülek Kalesini" hangi sebeple sayamıyorum. Pozantı Merkez'e otomobil ile 15 dakikalık bir mesafede olup son 3 km'si de stabilize bir yoldan varılabiliyor... Geldik Gülek Kasabasına, stabilize yolda ilerliyoruz hatta yolu yarıladık, Jandarma yolu trafiğe kapamış, durduk "derdimizi anlatıyoruz, çok uzak yoldan geldiğimizi vs vs." emir büyük yerden, Vali ziyarette imiş, bu sebeple Gülek Kalesi ziyarete kapalı... Kale kocaman bir alan, Vali'nin Korumaları var, rahatlıkla ayrı ayrı alanlarda dolaşabiliriz... Yok, "kapalı hemşerim yasak"... Çaresiz geriye gideceğiz, lakin müthiş de sinir yaptım, sen kalk taaa İzmir'den gel, Gülek Kalesini ziyarete niyetlen, Vali'nin geleceği tutsun ve ziyarete kapansın... Evet sonuçta geri vites, ben de jandarmaya dönüp, şaka yollu "bakın şimdi filan yere gidiyoruz, vali'ye söyleyin sakın gelmesin biz de onu içeriye almayacağız" dedim, karşılıklı gülüştük... Yahu bari, daha baştan yolu kesseniz de, bu kadar yolu haybeden gelmesek, değil mi? Yok, olur mu, sen kimsin de sana haber verilecek... Evet, ben bunu anlamam, asla da anlamayacağım, Vali geldi, kapalı, giremezsin, Bakan geldi, kapalı, giremezsin, Kaymakam geldi, kapalı, giremezsin... Gelmesin efendim, sen burayı mülkün asıl sahibi halka, sen ziyaret ediyorsun diye ne hakla kapatırsın, değil mi? Yahu, bunların her yerde ilan edilmiş, genellikle de haftanın ilk çalışma günü kapatıldığı biliniyor, hatta bu programı siz yapıyorsunuz, madem ki ayaktakımları ile birlikte buraları gezmek istemiyorsunuz, madem ki onlarla birlikte aynı zamanda aynı mekanda bulunmak istemiyorsunuz, ilan edilmiş kapalı günü tercih etsenize, değil mi? Zinhar olmaz... Canım ne zaman isterse, güneş yüzüme ne zaman vurursa, gelirim ya da giderim... Şüphesiz böyle bir gücünüz var ve onu kullanıyorsunuz lakin bunun asla ve kat'a doğru olduğunu düşünmeyin... Sadece gücünüze istinaden kullanıyorsunuz bu hakkı... Aynı şekilde, ana yolda gidiyorsunuz, "Dikkat kamyon çıkabilir"... Çıkmasın efendim... Neden çıkıyor, kontrollü çıksın, yok... Yahu siz ayı mısınız ki "dikkat ayı çıkabilir" benzeri bir levha ile korumaya alıyorsunuz kendinizi... Bunları anlayan varsa beri gelsin...

Türkmenistan'da çalıştığımız günlerde, döneminde önemli büyüklükte olan Mizan Oteldeki merkez ofisimiz, bir anda kim olduklarını sonradan anladığım bir sürü sivil tarafından basıldı, hepsi sivil polis idi ve hemen ofisi boşlatmamızı ve 2 gün boyunca da ofise gelmememizi istiyorlardı... Nedir, ne oluyorz, dediysek de "davay, davay" nidaları ile kışkışlandık... Sonradan Otel yönetiminden öğrendik ki, 2 gün sonra Terkmenbaşı'nın da katılacağı bir toplantı düzenlenecekmiş... Ve 2 gün boyunca tüm otel didik didk edilerek aranmış, nihayetinde de toplantı gerçekleşmiş... Yahu, tüm otel neden boşaltılır, neden kimse yetkililer dışında 2 gün boyunca otele giremez... Anlaşılır gibi değil... Mesela, Türkmenbaşı'nın geçişinden önce, geçeceği güzergahtaki otobüs durakları boşaltılır, yola bakan açık pencereler kapattırılır, vs vs... Geçme değil mi kardeşim, zaten zırhlı araç içinde son derece lüksün ile geçiyorsun, etrafa ve ahaliye de zulmün kalıyor... Çıkma evinden, evinden çalış, ya da bırak o vazifeyi...

Mesela, Suudi Arabistan'da ezan okundu ve sokakta yürüyorsunuz, yandı gülüm keten helva... Derhal atletik bir saldırı ile derdest edilip camiye getiriliyorsunuz, haydi namaza... Efendim namaz kılmamanın, kaçırmanın bir günahı varsa öteki dünyada verilecek tüm bu günahların hesabı, değil mi? Sana ne oluyor, Allah, nerede diyor ki, namaz kılın, kılmazsanız mutavvalar sizi zorla camiye namaza götürecek ? 

Moskova'da gayet güzel düzenlenmiş, son derece iyi peyzaja sahip bir parka gitmek üzere yola çıktık, hemen yanındaki Metro Durağından dışarı çıktık, bir telaş hemen yol ve geçiş kapatıldı, görevli anons ediyor, parka gitmek isteyenler yolun karşı tarafından geçip biraz ilerden parka gidebilirler, hoşnut değiliz lakin durum değişmiyor karşıya geçiyoruz, epey bir yürüyüşten sonra parkın kapısının karşısındaki alt geçite geliyoruz. Kapalı, yasak... Hayda, yahu oradan dediler ki buradan giriş yapabilirsiniz, kimin umurunda, emir verilmiş... Vazgeçtik... Döndük... Neden kapatıyorsunuz, bu sefer Vali mi?, Kaymakam mı?, Bakan mı? onu bile öğrenemedik çok şükür... Hani, öğrensen ne olacak demeyin, kimi hedef alacak sinirli halimiz, onu bilelim... Yanlış yere kızmayalım...

Şimdi bunu anlattığınız zaman mezkur yetkililere, özellikle de güvenlik uzmanlarına, "kardeşim her türlü saldırıya açık gezmenin manası yok" gibi kelamlar duyuyorsunuz... Ne yapalım terörizme karşı tedbirli olmalıyız... Başlarlar size, Sırp Prensinden, İsveç'li Olof Palme'ye kadar binlerce misal sıralamaya... Bende her zaman derim, yahu bu insanları kim terörize ediyor, hangi sebeple insan katline varan gözü kararmışlık ortamı yaratılıyor, kim yaratıyor, hangi sebeple yaratılıyor...

Kimseye sataşmadan, herkesin uluorta kullandığı bir disiplin üstünden misal vereyim... Fenerbahçe eski başkanlarından birisi vardı, kim, nerede ve kiminle maç yaparsa yapsın, oynayanları, seyredenleri, yönetenleri bırakıp bu değerli başkana basarlardı küfürü... O da derdi ki; "neden bu insanlar her yerde, her şartta bana küfrediyorlar"... Hiç bakmazdı kendisine, ağzından çıkanları kulağı duymazdı şüphesiz... Herkese, her şartta ve çekinmeksizin hakaret etmesini, küfretmesini, Fenerbahçe Başkanı olduğu için ruhsata bağlanmış kabul ederdi... Lakin iade-i küfür olunca da feryat figan... 

Neyse, biz konumuza dönelim, toparlayarak bitirelim, sevgili ve çok değerli yetkililer, yöneticiler, valiler, kaymakamlar, bakanlar, lütfen, korkuyorsanız gitmeyin, gidyorsanız da korkmayın... Lütfen sizin bu programsız, önceden bildirmeden ve korku dolu ziyaretleriniz bizim planlarımızı bozuyor, bilin ki bizim zamanımız sizinki kadar geniş değil, bilin ki bizim bütçemiz sizinki kadar sınırsız değil, kapısından döndürüldüğümüz yere gelene kadar harcadığımız zaman ve parayı helal etmeyiz öteki dünyada biliniz, lütfen... 


 

Cumartesi, Haziran 29, 2024

HATAY BENİM BÜYÜLÜ SEMTİM

Heyamola Yayınları; “Kentler Dizisi” adı altında, edebiyatçılar, sinemacılar, şairler, gazeteciler, tiyatrocular, tarihçiler, şehir plancıları ve arkeologlar tarafından, birlikte ya da ayrı ayrı olmak üzere yazılmış, mezkûr kentin, doğup-büyüdükleri semtlerinin, başta ve öncelikle kendi anıları olmak üzere çocukluk, gençlik ve öğrenim hayatlarını ve semtin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sportif ve demografik hayatı üstüne gözlem, söyleşi, hatıra, beklenti ve özlemlerini yansıttıkları bir dizi kitap yayınlamışlar. Okurken müthiş keyifli bir iş olduğu kararına vardığım bir kombine çalışma, ilaveten tam da benim tarzım… Mezkûr seriden haberim, ilk önce dostumuz Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy’un “Soğukkuyu ve Bahariye” kitabını okuduğumda olmuş ve devamının olduğunu görünce hemen “İzmirim” serisinin diğer kitaplarını da edinmiş idim sonra bir baktım ki diğer kentlere de yönelik benzer çalışmalar var behemehâl “Adana” serisini de edindim. İzmirim serisinden de Yazar Selim Çetin tarafından kaleme alınan “Hatay Benim Büyülü Semtim” adlı yenilerde okudum, müthiş…

“Bir kentin tarihini, coğrafyasını, toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, insan tiplerini, atmosferini, doğal güzelliklerini, unutulan değerlerini, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini, herkes kendince görür. Tarihçi başka, coğrafyacı başka, turizmci başka, asker başka, öğretmen bambaşka bir gözle görür ve kendi bakış açısıyla yazmak ister. Ama bir yazar-edebiyatçı, kendince bir duyarlıkla yaklaşır kentine. Çevresine gönül gözüyle bakar. Kendisini değişik insanların yerine koyar, onların yüreğiyle de hissetmeye çalışır, öylece yazar… Yazar yazdığı zaman, birçok kimse o yazıda kendi duygularını, düşünüp de söyleyemediklerini bulur. Kendisinden önce yazılmış olanları da anımsamak ister…” tanıtımı ile arz edilen kitap serileri gerçekten müthiş, hatırlıyorsunuz, öğreniyorsunuz, duygulanıyorsunuz, anılar gözünüzde canlanıp dalıp gidiyorsunuz… Aynı öğelerden sizde kalanlar, size hatırlattıkları ile mutluluktan ya da üzüntüden dalıp gidiyorsunuz…
 
Bir dönem birkaç sene yaşadığım “Hatay” semtine de biraz o gözle baktım bende… Özellikle, Üçyol, Betonyol, Askeri Hastane civarı başta olmak üzere… Çocukluğumdan, gençliğimden, sonra da bir süre yaşadığım semte yazarın gözünden baktım, inanılmaz gözlem ve hatırlama eksiklerimi fark edince hem sevindim hem de küçük hayal kırıklıkları oluştu…

Kitabın daha başlarında yazar; “Peki, Kemeraltı’na gidip düğün alışverişinden sonra, dünürlerin döner yemeye oturdukları esnada çocuklardan birinin kaybolup bulunması hikâyesi hiç dinlemediniz mi? Ya öğleden sonra buraya uğrayan yazarlar; Cevat Şakir, Nahit Ulvi, Suat Taşer, Salah Birsel, Şükran Kurdakul, Cahit Tanyol, Rüştü Şardağ, Özdemir Hazar, Kemal Bilbaşar… Şimdilerden Hüseyin Yurttaş, Hidayet Karakuş, Yaşar Aksoy, Veysel Çolak, Namık Kuyumcu, Aydoğan Yavaşlı, Turgay Günenç… Sonra meyhaneler, Yasef’in Meyhanesi, Bodrum, Veysel çıkmazı, Şükran Lokantası…” diye yazıyor ya… Her bir detayında benim de benzer hatıralarım var… Ben kendim babamın elinden kopup kayboldum, bilahare kendi oğlum kayboldu, lakin hepsinde buluşmanın ortak mekânı “Kemeraltı Polis Karakolu”… Her birini tek tek bilmeme rağmen tekmili birden olunca da, başta Tarık Dursun K. ve Attila İlhan olmak üzere listenin eksik olmasına rağmen ne kadar çok yazar, çizer yetişmiş İzmir’den diye düşünüyorsunuz…

Yazar; “Hatay semti 1930’lu yıllarda kurulmuş. İlk kurulduğunda 2. Karantina diye isimlendirilmiş. Sonra Suriye sınırında bulunan Hatay ilinin ülkemize katılması süreci yaşanırken (1936) o rüzgârla “Karantina” gitmiş “Hatay” adı gelmiş.” diye yazarak semtin adının tescillenmesini belirliyor. 

Bu yazının bir kitap tanıtımı olmasını tercih etmememe rağmen kitaptan küçük küçük alıntılar yaparak hem hatırlayacağım hem de hatırlatacağım, tekmili birden ise kitapta şüphesiz. “Bu semtte de güzellikler vardı; sözgelimi Reşat Nuri Güntekin’in Dudaktan Kalbe romanını yazdığı yıllardan (1940’lı yıllar) kalan şimdi Çalıkuşu Mahallesi’nde bir parkın içindeki “Reşat Nuri Çocuk Kitaplığı”. Kitaplığı çevreleyen ağaçlar..” diyerek güzellikleri aktarmaya çalışırken, “Kültürel etkinliklerin çapı büyüdü. Bir semte göre düşünülen etkinlikler şehrin geneline göre planlanmaya başlandı. Sanatın ve kültürün halka aktarılma yöntemi de değişime uğradı, ortaklaşa kotarılan, imece usulü paylaşımın yerini profesyonel şirketler aldı. Liberal düzen her şeyin içinde paranın olmasını istiyordu artık. Para girince rekabet ve sunum reklam dilini içermeye başladı. Sanatın içindeki yaratıcılığın yerini sahneye nasıl yansıtılacağı ile nasıl görüneceği almaya başladı. Kısaca büyü bozuldu.” diyerek sitem içinde, size dayatılarak yaşadığınız, vıcık vıcık liberalizm, gitti paylaşım, gitti imece, gitti yardımlaşma geldi para ve onun yarattığı malum ilişkiler…

“Başarılarla dolu sportif bir öyküdür Metin Oktay’ın yaşamı. Bu sportif başarılarının yanında başka bir şey daha yapmıştır. Sporcularda az görünen, toplumsal yaşama dönük tutum ve davranışlara sahip olmak.”  diye takdim ettiği ünlü sporcunun heykelinin yeri konusunda yaşanan süreci, irade beyanına rağmen, kentler öyle bir hale getirilmiş ki küçücük de olsa bir kamu arazisi bulmanın adeta imkânsız oluşundan bahisle Damlacık’tan başlayarak arana tarana bulunabilen yer ancak Hatay Bahçelievler Parkı oluyor…

Kitapta ilk kez karşılaştığım bir bilgi ise, Halikarnas Balıkçısı olarak yaygın bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın bu semtte uzun süre yaşadığı ve halen çocuklarından ve torunlarından bir kısmının yaşadığına dair olanıydı… Bilindiği üzere Cevat Şakir Kabaağaçlı hayatı doludizgin gitmiş, sadece yazar olmamış aynı zamanda okur da olup, ressam, halk adamı, filozof, şair, tarihçi, rehber, tercüman olabilmiş ve dahi 8 lisanı layığı ile kullanmış bir abidedir… Hatay Semtindeki Sevgi Sokağı “Merhaba Apartmanında” uzun bir dönem yaşamış, şimdilerde de mezkûr sokağı büstü ile onurlandırmıştır. Babasının deyimi ile “İsmetula” olan kızı İsmet Kabaağaçlı Noonan’ın kitapta da yer alan söyledikleri ile biz de saygı ile analım Halikarnas Balıkçısını…
“İyi ki mahallemizde böyle anılıyor, iyi ki bize bu kadar yakın sevgili Balıkçımız. Babamdan bana gelen bir “Merhaba’yı” sizinle paylaşmak istedim. Her zaman sevgi ile benden de Merhaba!”

Konu İzmir olunca, kitapta da yer olan Pastoral Şairimiz Cahit Külebi’nin bir şiirinden küçük alıntı ile bitirelim.
İzmir’in denizi kız,
Kızı deniz
Sokakları hem kız hem deniz kokar… 

Cuma, Haziran 21, 2024

UZAKLARIN ÖTESİNDE

 Gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film, görüntü yönetmeni ve de önemli bir yazar Güneş Karabuda’nın “Uzakların Ötesinde” adlı 1996 tarihli basımı kitabını okuyorum. Yaşar Kemal’in deyimi ile “dünyanın öbür ucundaki adam” Güneş Karabuda, Eşi Barbro Karabuda ile gezi ve belgesel çalışmaları üzerinden çok güzel bir kitap hazırlamış ve eşine ithafen de yayınlamış… Ben çok keyif alarak okudum, adeta elimden bırakmamacasına… Kitapta özellikle Güney Amerika’daki darbelere ve darbecilere şahitlik var iken, ABD’nin “arka bahçem” dediği bu coğrafyada çevirdiği fırıldaklara detayları ile nazik dokunuşlar yapılmış, Endonezya’da yine ABD’nin plan ve sınırsız desteği ile yaşanan ve yaklaşık 1.000.000 insanın katledilmesi ile nihayetlenen insanlık dramına değinmeler gibi çok önemli siyasal olaylar yanında enteresan coğrafyalar ve insanların hayatlarına da değinilmiş…  

Kitapta; enteresan yerlere notlar koymuşum, Amazon ormanlarındaki tropikal yaratıklara, “kelle avcıları” Jibaro yerlilerine, Nazım Hikmet dostu dünyaca meşhur şair Pablo Neruda’ya, Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro ile tanışmalarına, Arjantin kökenli Tangonun doğuşu ve gelişimine, İpek Yolu güzergâhı çerçevesinde Karakurum Dağlarında yaşananlara, Polo sporunun gerçek merkezine, Şaman törenlerine, Kuzey Kore’ye, Hindistan’a ve daha yüzlerce yer ve olaylara, değindiği noktalara… 

Benim ziyadesiyle etkilendiğim Hindistan Kalküta hatıratı oldu, benim de çalıştığım yıllarda Hindistan’da emeğin bolluğu, rekabeti ve son derece ucuzluğu konusunda benzer şahitliklerim ve hatıralarım olması herhalde bu konuda etkili oldu. Bu bölümü aynen aktarmak istiyorum.

“Great Eastern Oteli’inden içeri girdiğimizde, başı türbanlı, beli kuşaklı yalınayak adamlar koşuşup bavullarımız alıyorlar. Otel, İngilizler zamanından kalma görkemli günlerin izlerini taşıyan Kalküta’nın, en eski binalarından biri. Geniş salonları, yüksek tavanı, “chesterfield” denen artık aşınmış İngiliz deri koltuk ve sofalarıyla Great Eastern’de zaman durmuş gibi. Resepsyon’dan geçip odamıza çıkıyoruz. Yolculuk ve sıcaktan yorulmuşuz. Bir duş alıp dinlenelim biraz diyoruz. “Anahtar” diyor Barbro.

Ceplerime bakıyorum, yok. Kapının üstünde de yok. Sonra hatırlıyoruz, resepsyonda kimse bize anahtar vermedi. Aşağıya iniyor, soruyorum. Hintliler’in o kendilerine özgü, biraz dişlerini gıcırdatarak konuştuğu İngilizcesi ille anahtarın yukarıda olduğunu söylüyor adam. Söylene söylene gene yukarı çıkıyorum. Kapımızın önünde türbanlı, ak sakallı, yalınayak bir adam oturuyor. Adama yaklaşıp, “siz kimsiniz” diye soruyorum. Aldığım cevaptan ağzım açık kalıyor. “I am your key sahip” (ben sizin anahtarınızınım sahip). Sonra bakıyorum, koridorda müşteri olan odaların kapılarının önünde canlı birer anahtar (!) oturuyor. Hindistan’da bir insan, bir anahtardan daha ucuza geliyor! İnsanlık adına üzülmemek elde değil. Meğerse insanlık adına o kadar üzülecek, utanacak şey görecekmişiz ki Kalküta’da…”

Hindistan gerçekten dünyanın bir ucuz emek deposudur, ister yerinde ister yerinizde… Siz bakmayın söylenen “uçtuk, uçuyoruz, uçacağız” edebiyatına, yaşananlar hiç de öyle değildir. Uzun süre çalıştığım, işim nedeniyle neredeyse tamamını gezdiğim Hindistan gerçekleri, değişik tarihlerde değişik basın organlarında çıkan “küresel piyasaların parlayan yeni yıldızı” spot haberlerine hemen hemen hiç uymamaktadır. Peki, uyabilir mi, vallahi “peynir gemisi lafla yürümez” atasözü mucibince zinhar… Tüm bu yazılanlar reklam olmanın ötesine zinhar geçemeyecek vasatlıkta yaklaşımlardır. Esasen “derin sefalet ve engin zenginlik” adına muhteşem çelişkiler dünyasıdır, burası… Bir taraftan otomobillerin, bir kapısından girdiği diğer kapısından çıktığı malikânelerin yer aldığı küçük ve bakımlı alanlar, diğer taraftan da ne yazık ki atık suların sokaklarında açık kanallardan def edildiği büyük ve bakımsız alanlar… Zannedilmesin ki bahse konu alanlar öyle köşe bucak dağ bayır arazilerde, maalesef başkent Yeni Delhi’de de… Lakin Ülkede çok büyük bir çoğunluk uluslararası basında çıkan bu “gaz verme” kabilinden haberler ile övünüp dururlar… Her “uçulacak yılın” ilan edilmesinden en geç bir yıl sonra revize edilerek “yeni bir yıl” tayini yapılıyor olmasına rağmen vatandaşların çok büyük çoğunluğu “şevk-ü iştiyak” ile bu savrulmaları görmezden gelip verilen yeni hedefe kilitlenmiş edası ile hayata devam ediyorlar. Kimse bunu küçümsemesin lütfen bu kadar büyük bir nüfusu olan bir ülkenin yoğunlaşması gereken şeyleri de farklı olmalıdır, tıpkı Devekuşu Kabare Tiyatrosunun “Geceler” oyunundaki müthiş söz mucibince “insanların rüya görmesini engellemeyin maazallah gerçekleri görürler”…

Yaklaşık resmi nüfus 1.500.000.000 (yazı ile birbuçukmilyar) ve nüfusa kayıt edilmeyen de yaklaşık 300.000.000 olduğu öne sürülen bir ülke ise söz konusu, neler akla gelmez ki… Dünyanın en çok çocuk işçisinin varlığına, yaklaşık 10.000.000 çocuğun okul kapısı görmediğine, nüfusun yaklaşık %35’inin okuma yazma bilmediğine, asker ve polis dışında çalışanların herhangi bir sosyal güvenlik kapsamında olmadığına, sadece yıllık yaklaşık 3.000.000 üniversite mezunu insanın olabildiği onun da sadece uluslararası arenaya çıkabilenlerinin görece hayat seviyesi yükseltebildiklerine dair çeşitli görüşler, yazılar hemen her gün basında yer almaktadır. Söylenecek çok fazla söz yoktur bu konuda, bilen biliyor… Özetle, yoksulluk ve açlık sürekli ve kaçınılmaz koşuttur ve tehdittir… “Yoksulluk yeterince güçlü olamamaktır, yoksulluk özgür olamamaktır, yoksulluk mücadele gücünü kaybetmek, yoksulluk daha fazla inanmak demektir” öngörüsünün en çıplak gözlemleneceği bir coğrafyadır buraları… Yani burada da “gemisini kurtaran kaptan”… Ve kaptan sayısının azlığı…

Neyse, “ucuz emek cenneti” değerlendirilmesi yapılmış idi ya, Güneş Karabuda tarafından… Benim de çok enteresan tanklıklarım vardır, konuyu teyit bakımından… Bunlardan bir tanesi, gerçekten inanılmaz… Hindistan’da da “duble yol” ve “otoyol” yapımı son derece popüler olup hızlı bir biçimde devam etmekte, işim gereği ben de sürekli eyaletler ve şehirler arası seyahatler yapmaktaydım… Her yol inşaatında, özellikle yerel kıyafetleri içerisinde kadınların ellerinde ağır çekiç ve balyozlarla taş kırmakta olduğunu görünce çok şaşırmış idim. Oysa teknolojisinin geldiği nokta itibariyle, taşın temin edildiği kaynakta muhteşem hidrolik makineler marifetiyle proje öngörüsü çerçevesinde istenilen evsaf ve çaplarda kırılarak tasnifi mümkündür. Gelinen noktada bırakın yer üstüne çıkarılmış madeni, taşı kırmayı artık yerin belli bir derinliğindeki taşları bile kırabilme kabiliyetine sahip olunmuştur. Peki, nasıl ve neden oluyor da, Hindistan’da bu işler hala daha insan marifeti ile yapılmaya devam ediliyor. Evvelemirdeki değerlendirme; makine ile kırma yerine insan ile kırmanın daha ekonomik olduğu diğer taraftan ise en büyük ihtiyaç istihdam sorununun çözümüne destek olunduğu için de teşvik mevzuudur… Bir taraftan kâr marjı artar iken diğer taraftan da istihdam yarattı diye pohpohlanmakta olan bir iş hayatı… Çift taraflı katmerli bir ekonomik hayat tabii ki çalışma hayatını domine edenlere…

Cumartesi, Haziran 15, 2024

KURBAN

Tarih; 17 Şubat 1959, dönemin başbakanı Adnan Menderes ile birlikte, İngiltere yolunda ve 5’i mürettebat olmak üzere toplam 14 kişinin hayatını kaybettiği elim bir uçak kazası yaşanıyor, Menderes uçak kazasından sağ salim kurtuluyor, yaklaşık 2 ay tedavi gördüğü İngiltere’den geriye dönüyor, mucizevî kurtuluşun hem kendisinde hem de vatandaşta yarattığı sevgi patlamaları tüm yurtta ve tüm yıla yayılarak devam ederken, 5 Ocak 1960 tarihinde çıktığı Tarsus gezisi sırasında kendisini karşılayan büyük kalabalık içerisinden Ali Bayat adındaki kişi“Başbakanın uçak kazasından kurtulması şerefine” 7 yaşındaki oğlunu kurban etmek üzere hazır vaziyette olduğunu herkes gibi şaşkın gözlerle izleyen başbakan hızlı bir hamle ile küçük çocuğu sapık adamın elinden kurtarır… Hatıralarını yazanların aktardıklarına bakılırsa, yaşanan bu şok karşısında başbakan aylarca yaşananların etkisinden kurtulamamıştır, hatta birkaç yurt dışı seyahatini bile ertelediğinden bahsedilir…

Tarihin en eski devirlerinden bu yana insanlar, anlamlandıramadığı, akıl yoluyla izah edemediği, karşı koyamadığı doğanın gücü karşısında her çaresiz kalışlarında, bu güç karşısında korunma içgüdüsü içinde, sıkıntılarından arınabilmek, şükür etmek, berekete mazhar olabilmek, fırtına, deprem, sel ve afet gibi doğa olaylarından korunabilmek için ve inandıkları dinin gereği tanrılarına adaklar adamışlar, kurbanlar kesmişlerdir. Her toplumun kendi inanışına uygun adak-kurban adetleri, ritüelleri olup, karşı karşıya kalınan olayların şiddetinin yarattığı değişik inanışların değişik ritüellerine binaen, başta genç kızlar, çocuklar olmak üzere insan ve çok çeşitli hayvan kurban olarak kullanılmıştır. Bu çok tanrılı sınır tanımayan kurban etme inanış ve ritüelinin bugün bile yansımalarını “başımdaki şu sıkıntıyı bir def edeyim, hemen bir adak-kurban keseceğim” şeklinde uzantıları devam etmektedir, beğensek de beğenmesek de… Görüldüğü üzere tarihin en eski devirlerinden gelen bir ritüel olan kurban olayı, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani tabiat dinlerinde yılın muayyen aylarında bayram kutlama ve kurban kesme tezahürü olarak Müslümanlıktan çok önceki devirlere uzanmaktadır. Günümüz insanına bugünkü akli filtreleri ile çok vahşice görünen, savaş tutsaklarının, bakire kızların ve genç erkeklerin kurban edilmeleri Aztek uygarlığının çok önemli bir davranışı olduğu bugün yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anadolu’nun büyük uygarlıklarından Frigya’da hasat mevsiminde kafa keserek insan kurban edildiği, Sami ırklarında ve özellikle Araplar’da sabah tan ağarmadan deve yanında insan kurban edildiği ve bu ritüellerin kefaret ödeme, gönül alma, şükranların sunulması, af ve mağfiret dilenmesi gibi amaçlara dayanmaktadır.

Türk Dili’nin yüksek kültürünü yansıtan ve en eski sözlüklerinden Divan-ı Lügati’t-Türk’te “kurban” karşılığı olarak “yağış” sözcüğünün geçtiği,  “Yağış’ın, İslam’dan önce Türkler’in adak için, yahut tanrılara yakınlık elde etmek için putlara kestikleri kurban” olarak anlamlandırıldığını anlıyoruz ilgili eserlerden araştırma yapanların aktarımlarına dayanarak.

Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise:

1. isim, din b. (***) Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan

2. ünlem, İçtenliği belirten bir seslenme sözü

3. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse

4. Bir kazada veya felakette ölen kimse

5. Maddi ve manevi bakımdan felakete sürüklenmiş, insani değerlerini yitirmek zorunda kalmış veya bırakılmış kimse

6. din b. (***) Müslümanlarda Kurban Bayramı

Şeklinde geçmekte olup, kısaca insanın tanrıya yakınlık elde etmek için adadığı candır, dersek fazlaca bir hata yapmış sayılmayız.

Ancak İnsanlık tarihinde en fazla konuşulan, referans verilen, yazımın başındaki olaya da kaynaklık eden kurban olayı, şüphesiz ki Hz İbrahim’in oğlu İsmail’i keserek kurban etmeye teşebbüs etmesidir. Sami ırkında, bir iman ve inanç gösterme seviyesi ya da kriteri gibi görünen çocukların kurban edilmesi, Hz. İbrahim Allah’a olan inancının seviyesini göstermektedir. Bilinen öykü; Hz. İbrahim oğlu İsmail’i gördüğü bir rüya üzerine kurban etmek üzeredir, ama bıçak her türlü çabaya rağmen kesmemekte ve aynı ayna rüyasının bu sadakatine istinaden Allah tarafından gökten kendisine büyük bir koç kurban edilmek üzere indirilir.

Kuran’da Saffat suresinde; “104. Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. 105. “Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” diye referans verilmektedir, kurban…

Görüldüğü üzere; hayvanların kurban edilmesi ile nihayet insanoğlunun çocuklarını kurban etmesinden, ister kimileri için dini bir emir isterse de kimileri için âdemoğlunun yarattığı uygarlığın sayesinde kurtulalım, her halükarda, görece daha iyi bir sonuca gelinmiştir. İyi ki İbrahim Peygamber vakası yaşanmış da, artık bu gerçekten böyle midir, değil midir demeden, her nasıl olmuşsa olmuş, çocuklarımızı kurtardık bu sapık çocuk kurban etmek isteyen babalardan…

Mısır’da çalıştığım yıllarda, uzun bir kurban bayramı tatili nedeniyle ailem de yanıma gelmişti, gezilecek çok yer olması nedeniyle yoğun geçen gezi programını takip ettiğimizden, bayramın 1. günü de erkenden kalkıp, 3. katta ve birkaç dairenin aynı merdiven sahanlığına açılan oturduğumuz evin kapısını açtığım anda, gördüğüm manzara karşısında irkilmiş ve hemen kapıyı çocukların da aynı manzarayı görmemesi için kapatmış idim, çünkü kapı komşumuz maalesef kurbanını hemen kapı önünde kesmiş, kanlar her yana dolmuş, merdivenlere akmış ve tiksindirici bir koku her yanı sarmış idi, hemen telefonla birkaç yere ulaştık, gerekli temizliklerden sonra çıkabilmiştik apartmandan, ancak koku aylarca devam etmişti…

Her kurban bayramında, gurbetçilerimizin kurban kesimlerinden büyük rahatsızlık duyan Avrupalıları basına yansımış halleri ile görünce, yukarıda yaşadığım hikâyenin benzerini hissettiklerini düşünerek hep üzülürüm. Ancak, kim ne derse desin, kim hangi dini emir ve söylemlerin arkasına sığınırsa sığınsın bu kurban kesme ritüellerinin çok yavaş da olsa, daha bir düzen ve özen içerisinde yapıldığı aşikârdır. Tarihi gelişimi içerisindeki kurban evriminin bu gidişatla, bugünkü trendlere ve iddialı söylemlere rağmen önümüzdeki yüzyıllarda devam etmeyeceği tahmini dar bir çevrede yapılıyor olsa da, gerçekleşecek gibi görülmektedir…

Eskiden tüm futbol takımları sezonu açarken kurbanlar kesilir, akıtılan kan parmakla futbolcuların alınlara sürülür, futbolcular sahaya koşarlardı, gerçi çok şükür, şimdilerde bu ritüel azaldı ya da yapılsa bile basına konu olmamaktadır, gerçi bu sefer de havaalanlarında deve keserek kutlamalara da rastlansa, giderek bu işin rahatsızlık verdiği insanlarımız tarafından kabul edilmektedir.

Cumartesi, Haziran 08, 2024

CANIM YURDUMU GEZİYORUM – MİLAS

Daha önce, özel olarak Labranda Antik Kenti gezisi ve farklı farklı sebeplerle birkaç defa gezdiğim Milas’ı bu kez daha derli toplu bilgiler edinerek gezeyim dedim. Bilmediğim o kadar şey çıktı ki, inanılmaz… Osmanlı döneminde adı Melasso olarak bilinen Milas, Karya döneminde ise Mylas olarak adlandırılmış… Halikarnasos’ta (Bodrum) Dünyanın Yedi Harikasından biri kabul edilen ve Karya Kralı Mausolos adına  “Mausoleion” adıyla maruf bir anıt mezar (mozole) yapılır, sonraları başta savaşların yol açtığı yağmalar, doğal afetler ve nihayetinde de “medeniyetin temsilcisi zannedilen” hırsızlar tarafından önemli parçaları Londra Müzesine götürülen bu eseri biliyordum. Bu sefer daha önce bilmediğim, Kral Mausolos’un babası Hekatomnos’a ait aynı boyutlarda bir anıt mezar (mozole) ve Kutsal Alanı, Menandros Onur Sütunu olduğunu öğrendim. Müthiş bir mozole, oğlunun mozolesinden daha sağlam kalabilmiş ve oğlunun mozolesi için ciddi manada fikir vermektedir.

Muğla geneli görünen o ki madencilerin hedefi haline gelmiş durumda, Labranda’ya bir kez daha gideyim dedim, yoldaki kamyon trafiğini görünce sinirlerim inanılmaz derece bozuldu, tansiyonum fırladı… Yol zaten daracık, kocaman kocaman maden kamyonları çok virajlı yolda, deyim yerinde ise şoför mahali virajdan çıkarken kamyonun kasa sonu yeni giriyor… Belki kamyon şoförleri de kotaya yetişmek uğruna “Allah ne verdi ise” tam gaz kullanıyorlar araçlarını… UKOME buralarda bu trafiğe bu şartlarda nasıl izin vermiş, inanılır gibi değil… Vazgeçtim Labranda’ya gidişten, döndüm, akaryakıt alır iken bu tespitimi istasyon görevlisi ile paylaştım, adam dedi ki; “burası ne ki sen asıl git Ören tarafını gör”… Kıyıkışlacık tarafına gittim, durum farklı değil… Laf bitti, demek ki… Görünen o ki merkezi otorite bu dağları maden lehine zeytin aleyhine gözden çıkarmış… Peki; yahu bu çılgın tüketime malzeme nereden bulunacak, boğaz tokluğuna çalışan büyük kitleyi bir kenara bırakır isek hani onlar da hiç çekinmeden ve düşünmeden noter görevi yapıyorlar ama ne yapalım ahali ahvali böyle. Sen bu kadar çok seramik, cam ve boya kullanmaz isen, feldspat ihtiyacı bu kadar çok olur mu? Sen bu kadar banyo, tuvalet ve mutfak yapmaz isen, yenilemez isen mermer ihtiyacı bu kadar olur mu? Sözde adına üretim deniyor ya esasen dünyanın tüketilmesi manasında… Kusur müteselsil, yok öyle bir tarafı suçlayarak kusurdan sıyırmak… Sınırsız ve görgüsüz kullanım ya da tüketim bir tarafı ile dünyayı tüketirken bir tarafı ile de hayat konforumuzu düşürüyor da, kimin umurunda… Dolomit, krom, kükürt, manganez ve dahi kum çakıl ihtiyacının bu kadar çok olmasının sebepleri nedir diye kimler düşünüyor, maalesef sadece bir avuç çevreci, diğerlerinin elinde ayna… Bir kez daha görünce içim burkuldu, sinirlerim bozuldu… Ocaklardaki kontrollü lakin sınırsız patlayıcı kullanımına karşı çıkan “ören yerleri kazı sorumlularının” itirazları duyulmuyor ve maalesef bu sınırsızlık sathı mailinde hayatını kaybeden işçilerin yakınları, “vade bu kadarmış” deyip geçiyor… Vallahi ne diyeceğimi bilemedim daha da… Allah selamet versin…

Bu kadar eleştiriden sonra gelelim kendimce ziyadesiyle başarılı bulduğum “Milas Müzesi Kompleksi” organizasyonuna, bence çok değerli, birçok eser bir arada meraklılarına takdim edilmiş, “Uzunyuva Hekatomneion Arkeoparkı” adı ile… Etnografik dizaynı gerçeğe yakın seçilmiş, “Milas Konağı” ile başlıyorsunuz ziyarete, “Hekatomnos Mezar Yapısı”, “Sunak”, “Kutsal Alan Duvarı” ve arkeolojik buluntuların sergilendiği alan, “Milas Halıları Müzesi” başta olmak üzere tam bir etnografik ve arkeolojik şölen… Kompleks iyi düşünülüp tasarlanmış, hülasa… Emeği olanlara kocaman bir alkış… Esasen büyük çaplı ve farklı zamanlarda kurdukları ya da antik devirden kalan İyon kentlerini yeniden ihya ettikleri ve zamanla onların birleşerek meydana getirdikleri “Karya Hanedanlığının Kentlerinin” bir kısmını gezmiş idim, Afrodisias, Alabanda, Labranda, Alinda, Halikarnasos başta olmak üzere… Lakin Milas’taki mozole ve diğerleri konusunda ilk kez haberim oldu, bu nasıl bir eksiklik, tamamlamayı bırak, hatta azalmayıp artıp duruyor…

Milas’ın daracık sokaklarında, eski Çarşı’da, Çöllüoğlu Hanı dolaşılıp, biz muhacirlerin ziyadesiyle beğendiği ciğer kavurmayı bir de “Ciğerci Mehmet ve Oğullarından” yiyelim dedik, pek meşhur olmakla birlikte rakı içemedim, hem araç kullanacağım hem de çok sıcak hava sebebiyle… Eski çarşıda artık bir hayli moda olan grafiti tarzı duvar yazıları ve asılı tabelalar dikkatimizi çekti, en enteresanı da “CCCP” tabelası oldu… Hele Müze yakınlarında bir sokaktaki, Küba’nın efsanevi lideri ile Dünya Devrim Tarihinin şanlı sayfalarına notlar düşen Fidel Castro’nun resmi vardı ki, taaa buradan kahraman İsmail’e mesaj veriyordu, adeta… Eski Milas Sokaklarındaki evlerin dış boyaların seçimi ile bina yapımındaki malzeme seçimleri de adeta bir renk ve mozaik cümbüşü… Hele evlerin yapım tekniklerindeki harmoni, Türklerin tercihi iç avluya dönük Bağdadi tarz ile Rumların tercihi taş binaların bir arada sokaklar ile bütünleşmesi çok güzel, benzerlerine kent rantı hücumundan sıyrılmış hemen hemen her Ege kentinde rastlayabileceğimiz tarzda… Tarihi bir Camiyi gezmek istediğim bir anda, sinirli, kibirli ve dahi özgüven patlaması yaşayan terbiye ve aklı kıt, hatta ziyadesiyle cahil bir cami görevlisi ile ayakkabı nerede çıkarılmalı üstüne yaşadığım gereksiz ve anlamsız diyalog özel muhabbetlerde anlatılacak biçimde tarafımdan arşivlendi…

Milas ve civarına, Yörük ve Türkmen yerleşmesini müteakip gelişen halı ve kilim dokuma sanatının oluşturduğu kültür hazinemizin sergilendiği “Milas Halıları Müzesi” en fazla vakit geçirdiğim yer oldu, lakin bu konuda hem Milas halıları, hem halıcılık, hem halıcılık ile ilgili 1970’li yılların ortasındaki faaliyetim ve bana bu fırsatı tanıyan, beni affetsin şu anda soyadını hatırlayamadığım Çeşme’de “Antik Arif” adıyla maruf abimiz üstüne yazmayı düşündüğüm bir yazı nedeni ile şimdilik uzun uzun değinmeyeceğim.

Milas, dahası Su Kemer kalıntıları, Baltalı Kapı, Euromos Antik Kenti, İasos Balık Pazarı diye bilinen Mozole, İasos Antik Kenti, Beçin Kalesi ve Osmanlı Taş Eserleri Müzesi, Macar Evleri bölümü, Hekatomos Anıtı gibi dolu dolu gezilecek yerlerin yanında Bafa’nın Gölyaka köyündeki “Yediler Manastırı” olsa olsa ancak keçi yolundan yürüme beklentinizi karşılayabilir. O kadar zor parkuru yürüyüp de vardığınız noktada gördükleriniz sizi hayal kırıklığına uğratabilir lakin emin olun ki yaklaşık gidiş dönüş 3 saatlik zor parkur yürüyüşünüz spor ihtiyacınızı karşılamış olacaktır. Kapıkırı köyündeki Heraklia ve cüzü Latmos ise gayet güzel bir ören yeri olup özellikle kayalara oyularak hazırlanmış mezarların görüntüleri sizi hayretler içinde bırakıyor.

Her antik kentin birer “Amfitiyatro”ya sahip olmasının bize başta gösteri sanatları, meşveret ve münazara ve dahi dayanışma ahlakının da ziyadesiyle yüksek olduğunu göstermektedir diye düşünürken, bir insan topluluğunun yaptıklarını bir başka insan topluluğunun işgali, talanı ve ganimet mütalaası ile yok etmesi üstüne de tefekkür etmekten alıkoyamıyoruz kendimizi… Maalesef talan, yıkma ve malzeme ile meşrebimize muvafık yeni bir şey yapma kültürü tarih boyunca aralıksız yaşanmış.

Hülasa; arazilerin adeta bir zeytin denizi şeklinde göz alabildiğince yayılmış olduğunu eskiden beri bildiğim Milas bu gözle gezilince de, bir derya deniz meraklısına, lakin şu madencilere teslim olmuş yönetimi de görmezden ve şikâyet etmezden gelemiyoruz. Hep aklımızda Kızılderili Reisi Seattle’ın meşhur sözü, ne diyor; “Son Irmak kuruduğunda, Son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Cuma, Mayıs 31, 2024

YENİ ÇEŞME; BİR EFSANE DAHA SONSUZLUĞA UĞURLANDI

Yaklaşık 14 yıldır her hafta yazdığım makalelerin yayınladığı sıcak bir birliktelik maalesef sona erdi… 975. sayısını 34 yıla yayarak yayınlayan haftalık bu gazete, esasen 34 yıla sığamayacak kadar da eskidir, asildir, birikimlidir, onurludur. Kendinden başkasına ve dahi kendi fikrinden başka bir fikre açık olmakla birlikte asla angaje olmamıştır. Kendine biat etmemişi, yandaş olmamışı, ister yerel, ister genel basın olsun sevmeyen muktedir tayfasını anlamak çok kolaydır da “özellikle yerel basın desteklenmeli” teraneleriyle ortalığı deyim yerinde ise 56’ya veren aslan sosyal demokratların yerel basını çaktırmadan boğma faaliyetlerini anlıyor olsak da, sindiremiyoruz… Mesela bu aslan demokratlardan yerelde en önemlisi gazeteye telefon edip, “o kadın yazmasın”, olmayınca memurunu gönderip “bak son defa diyoruz o kadın yazmasın” deme cesaretini gösterebilmiştir. Sonra da acımasız son gelince de şok oldum deme hakkını kendinde görebilmiştir. Ne diyelim darbe tek taraflı olsa atlatılacak lakin Temel Kaptan’ın dediği gibi bu kadar farklı yönden ve aynı zamanda esen fırtınaya direnmek çok zordur… Evet, 34 seneye sığmayan bir geçmiş dedim ya… 26.03.1976 tarihinde yayınlanmaya başlayan İbrahim Önol (Sıhhiyeci İbrahim) büyüğümüzün sahibi olduğu “Çeşmenin Sesi” gazetesinin de geleneğine ve arşivine sahip olabilme imkân ve ehliyetine sahip olması hasebiyle Yeni Çeşme Gazetesinin hayatı neredeyse 50 yıllık bir geçmişe dayanmaktadır. Peki, İbrahim Önol nam-ı diğer Sıhhiyeci İbrahim nasıl bir miras aktarmıştır, gazetecilik faaliyeti adına, daha önce yazmış olduğum bir yazıda onun için “Bir hayat, bir tarih, bir tecrübe, bir örnek, bir yüzakı, Sıhhiyeci İbrahim… Canım Yurdumun, sancılı yıllarının ezdiği insanlarından biri, dış denge ve illiyetlerin şekillendirdiği hukuk nizamının gadrine uğramış kuşağının örneklerinden…” diyerek özetlemiştim. Evet, Yeni Çeşme Gazetesi böylesi bir zaman dilimi ve fikri telakkinin varisidir işte… Hülasa kusurları dışında daima vakur kalabilme başarısı göstermiş asla ve kat’a garazkâr, garabet ve gabavet tutum sergilememiştir.

Bazı dostlarımız, kendi aramızda sıklıkla konuştuğumuz lakin geciktirdiğimiz, direndiğimiz bu arzu edilmeyen sonun yarattığı hüznü dağıtmak için tüm samimiyetleri ile üzüntümüzü paylaştı, kimileri yarım ağızla da olsa üzüldüklerini beyan ettiler ve maalesef kimileri görmezden geldi, kimileri ise içten içe sevince boğuldu, kimileri ise içlerindeki fitne fesadı dolambaçlı yollardan kustu, vs vs… Kimileri de Gazetenin Sahibi Aydın Korkmaz’a üzüntülerini beyan etme yolu olarak Aydın ile kader birliği etmişlere günah yükleme çalışmaları yaptılar. Birkaçı ise direk müptezel ve hastalıklı ruhlarının en irin ve cerahate bulaşmış fikirlerini çok farklı kelimeler ile kustular… Diline en uzak organının ifrazatını, dilini adeta sıva malası niyetine kullanarak sağa sola saçana da rastlanıldı, maalesef… Şimdi biz diline def-i necaset aracı olarak bakana ne diyelim… Deli desek, deliye ayıp, neyse, o sıfatta bende kalsın… Samimi üzülenlere teşekkürlerimizi esirgemeden yaşanan bu ağır travmayı atlatmaya çalışacağız… Bizim geleneğimize göre başkalarının, hastalıkları, rahatsızlıkları, altüst oluşları ile sevinmek yoktur, olamaz da… Lakin Yerel basını desteklemeliyiz teraneleri ile nurlu nutuklar atan bir ırkın ahfadı olanların ellerinde kazma kürek kuyu kazmasını da asla ve kat’a unutmayacağız, unutturmayacağız…

Yaşananlar karşısında Ulusal Basının önemli isimlerinden Yaşar Aksoy ve yerel basının faal ve başarılı ismi İsa Atagöz’ün yazıları geniş yankı buldu sanırım… Ama makûs kader değişmeyecek…

Peki, bu yaşananlar sadece Yeni Çeşme Gazetesinin başına mı geldi? Keşke öyle olsa idi, memleket sağ olsun der geçerdik… Konu birkaç esbâb -ı mucibe ve mücbire ile izah edilebilmekten ıraktır ne yazık ki. Zaten öyle olması hali sayfalar dolusu alt detay sıralaması gerektirir…  Mezkûr sektörde en genel manada; Politik, Siyasal, Ekonomik, Sosyal, Moral, Teknolojik, Hukuki ve Örfi gerek ve ihtiyaçların, beklentilerin tespit, tayin ve tasnifi muvacehesinde görünen o ki sınırsız destek almayanların hayatta kalma ihtimalinin olmadığı aşikârdır. Haydi diyelim Yeni Çeşme bu kategorilerin her birinde tek tek ya da toplamda, patron ya da yazarlar ya da okurlar açısından karşılıklı destek, teşvik manalarında kişisel ve dahi yönetsel hatalarının kurbanı oldu… “Böyle olmamalı idi” diye yaklaşım gösteren, hayatta öğrenebildikleri ve halen kullanabildikleri tek formül ile hayatı izah eden bazı andavüllerin değerlendirme istiap ve ehliyetleri göz önüne alınıp tam da bu sebeple tasnif dışı bırakıldığı vaziyette görülecektir ki mevzuu Yerel’in Çeşme ölçeği değil, tüm Vatan sathıdır… Mesela; “Yeni Adana Gazetesi” mezkûr andavüllerin dikkat buyurdukları mazeret ile nasıl izah edilecektir. Bilindiği üzere “Kuvayı Milliye” gazetesi olarak bilinen ve 1918 yılında Adana’nın Fransız işgaline mukavemeti ile hayata başlayan “Yeni Adana” Temmuz 2023’te yayın hayatına son vermiştir. Öyle 3.000 nüfuslu bir kıyı kasabasında başlayan hikâyesi de yoktur, benzer vakalar da atlatmamıştır, işgalcilere direnişin bayrak olduğu meşhur kaçkaç dönemlerinin yaşandığı Adana’nın gazetesidir, hem de mezkûr andavüllerin bilmediği üzere, 105 sene boyunca, sahibi Ahmet Remzi Yüreğir başta olmak üzere, ünlü şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Orhan Karaveli, Çetin Altan gibi yazarların da kadrosunda olduğu halde… Adana’nın 2 dönem Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanmış esasen de okul arkadaşım “Kuvayı Milliyeci” bilinen aslan sosyal demokrat Zeydan Karalar bu konuda ne düşünmektedir, her şeye müdahil olduğu bilinmesine rağmen neden acaba bu konuda rol almamıştır, çok merak ediyorum doğrusu… Bu mezkûr andavüllere etraflarında neler oluyor konusunda irade, inayet ve hidayet niyaz etmekten başka ne gelir elden, Allah şifalar versin… Acılarımızı ve üzüntülerimizi kalbimize basıyoruz ve susuyoruz, abuk subuk konuşanları da şiddetle kınıyoruz… Öyle ceplerinde üç kuruş para ile dolaşıp, kendilerini zengin zannedenlerin, meyhane köşelerinde malumatfuruşluk taslayanların, cepleri boş lakin akıl ve hafızaları dolu olanları anlamalarını beklemiyoruz şüphesiz, zaten tarih boyunca kimse de şahitlik etmemiştir bu anlamalara… Bu kabil andavülleri “elin sopasını görmediklerinden kendirlerinkini mertek zannederler” atalarsözü ile paketleyip geçeyim fazla uzadı…

Gazeteler de insanlar gibi imiş meğerse ve maalesef doğdukları gün ölmeye başlıyorlarmış ve nihayetinde bir gün sesiz sedasız ebediyete intikal ediyorlarmış. Gazete haberlerinden anladığım kadarı ile Canım Yurdumun değişik bölgelerinde, değişik büyüklükte, değişik görüşte, değişik amaçlarla yayınlanan daha birkaç sene öncesine kadar yaklaşık 2.000 (yazı ile iki bin) gazetenin varlığı bilinmekte iken şimdilerde 800 adet gazeteden bahsedilmekte… Sabah haberlerinde ünlü gazeteci İsmail Küçükkaya yerel basın özellikli haberleri ziyadesiyle gündemine taşımakta olup yaşanan trajedinin büyüklüğünün altını çizmektedir, görmek ve anlamak isteyenlere her daim…   


Cuma, Mayıs 24, 2024

CHATHAM HOUSE DİREKTÖRÜ ALİ KOÇ VE ÖNCÜLERİ

70’li yılların sonlarında Erol Toy’un “İmparator” adlı özellikle döneminde çok ses getirmiş kitabını okumuştum, artık aramızda olmayan Vehbi Koç’un hayatını muhtemelen de korku belasına Fehmi Çok adlandırmasıyla yazmış, esasen de, Türkiye Cumhuriyetinin TBMM ile temellerinin atılması, Türkiye İş Bankası’nın kuruluş süreci ve devamında ülkenin kalkınma hamleleri, Ticaret Odaları ve Sanayi Odalarının kuruluşları, beynelmilel şirketlerin mümessilliği, montaj sanayi, siyasi ilişkiler, sosyal pozisyon almalar üzerinden Canım Yurdumun yazar gözünden takdimi babında… Orada anlatılan olayların ve mezkûr olayların başrol oyuncularının ayak ve el izlerini sonraları okuduğum Canım Yurdumun siyasi ve sosyal tarihinde hep gördüm… Mesela; Almanya Faşizminden kaçan Yahudileri taşıyan meşhur “Struma” adlı gemiden kurtarılan Amerikan Standart Oil Romanya müdürü muhteremin kurtarıcısı olarak Vehbi Koç’un adını, Hakan Akdoğan’ın “Struma karanlıkta bir ninni” ve Halit Kakınç’ın “Struma” adlı kitaplarında bir şekilde hep gördüm ve daha bir dolu kitap ve belgede olduğu gibi… Keşke tüm insanların hayatlarını kurtarabilse idi, alkış gerekir bir durum olurdu bence, lakin böylesine seçkinci ve talimata dayalı olunca konu, bu kabil yargılar da gayet isabetlidir. Bilindiği üzere “Struma” adlı gemi Romanya üzerinden Filistin’e kaçan Yahudileri taşıyan bir gemidir, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Almanya ile olan iyi ilişkilerinin özellikle de krom ihracat rejiminin bozulmaması adına ne bu insanların karaya çıkmalarına izin verilmiş ne de Boğazları geçerek gemi ile Filistin’e ulaşmalarına… Sonuçta, mezkûr gemi 72 gün bekletildiği Boğaz girişinde içindeki 769 yolcusu ile birlikte, kimilerine göre bir Alman denizaltısı tarafından kimilerine göre de Karadeniz’in azgın dalgalarına dayanamayarak batmış ve 1 kişi hariç tamamı hayatını kaybetmiştir. Üstüne üstlük tamir edeceğiz numarasıyla da motoru alınmış halde idi mezkûr gemi, yani motorsuz… Gemiden, ABD’nin araya girmesi ile Vehbi Koç delaleti ile bir aile kurtulmuştur, şimdiki Mobil Oil, o zamanki Standart Oil Company Romanya müdürü… Peki, o tarihte Türkiye’nin Almanya ile olan Krom ticaretini kim üstlenmiştir, Vehbi Koç… Bu ticaret sebebiyle ABD tarafından yaptırım uygulanan kimdir, Vehbi Koç… Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kadar yüksek güvenlikli tedbirler ile karşıladığı bu gemiden kurtarılan Standart Oil Company Romanya müdürünün kurtarılması operasyonuna, Vehbi Koç hangi gücü ile aracılık etmiştir… Esasen ABD direk kendisi girişimde bulunmayıp da Vehbi beyden ricacı olmuştur… Ayrıca Vehbi Bey “kara listede” ise eğer hangi sebeple ABD onu seçmiştir, vs vs…

Şimdilerde de, Can Dündar’ın hazırlayan olarak takdimi “Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç” adlı kitabı okudum. Kitap aslında Erol Toy’un isimleri değiştirerek de olsa yazmış olduğu kitaptaki söz konusu olayların bu taraftan anlatılması, eğer Toy iddialarında doğru ise ki ben öyle hissediyorum Koç’un anlattıkları “suçsuzum, beraatımı talep ediyorum” tarzında… Mesela Toy; bidayette daha bakkal iken kayıtlara “kurtlu peynir vakası” diye düşen vakada, Koç’u peynirleri temizleyip aklayıp paklayıp satmak, Dündar ise esasen bu peynirler kurtlu olması gerekir iken gereksiz kurt temizliği yaparak satmış şeklinde anlatmaktadır. Artık hangisinin doğru olduğuna ahali karar verecektir, ne diyelim… Lakin taaa o günlerden bugünlere bazen Tarım Bakanlıklarının bazen Gıda Bakanlıklarının pasa “tağşiş” kararnameleri yayınlamalarına bakılınca da konu bal gibi ortadadır. 

Hani bir de bize CHP’lidir diye anlatılması var ya, tam evlere şenlik… Evet, doğru CHP kaydı var, lakin faaliyet yok, para yardımı dışında… Peki, ne zaman bu yardımlar, tek parti döneminde, sonra çok partili dönemde ne var, şüphesiz para yardımları var, kimlere var diye bakıyoruz, Yassıada Mahkemelerine de yansımış biçimi ile Demokrat Parti’den, Millet Partisine ve tabii ki CHP’ye… Yani klasik iş adamı taktiği riskleri yaymak, yumurtaları aynı sepete koymamak uyanıklığı… Valla ben demiyorum, anılarında öyle diyor, mahkeme kayıtlarını belge olarak gösteriyor, vs vs… Diğer taraftan Demokrat Parti lideri Adnan Menderes’in ABD nezdinde Vehbi Beye kefaletleri ve bu uğurda yazılan kefalet mektupları, mezkûr kitabın sayfalarında da yerini almış… CHP’den istifasının talebi üzerine nasıl başarılı savunma yaparak Başvekil’i istifa baskı ve talebinden vaz geçirdiğini görüyoruz yine… Ayrıca mezkûr muhteremin CHP kaydı konusunda çok baskı yaptığı söylenen DP’lilerin başta da Adnan Menderes olmak üzere tamamı CHP’lidir, dönem itibari ile… İnanmayanlar, Yavuz Ergun’un “CHP’li Menderes” kitabına başvurabilirler. Peki, CHP’li diye dışlandı ise başta Bayındırlık Bakanı Medeni Berk olmak üzere tüm Bakanlar ve Başvekil ile her daim ve dahi sıra dışı bir sıklıkla görüşmüş olmaları nasıl izah edilecek… Hani Başvekilin düşman tayin ettiklerini nasıl bertaraf ettiği konusunda yaygın kabullerin olduğu bu dönem zarfında… Mesela, bir dolu Amerikan firması mümessilliği dönemindeki en önemlisi olan Standart Oil (Mobil Oil) önce Ankara Mümessilliği bilahare İstanbul dışındaki tüm Türkiye mümessilliği döneminde adının Başvekillik nezdinde bile “Akaryakıt Kaçakçısına” çıkmasına nasıl yaklaşılmalı, iddialar ve savunmalar ve dahi neticeler karşısında ne demeliyiz? Mesela, Demokrat Parti, bu muhtereme çok karşı diye takdim ediliyor ya, haydi soralım peki çok karşı idi de “Ereğli Demir Çelik Sanayi İdari Meclisine” neden seçiyor kendisini? 

Mesela, Koç Şirketler grubundan birinde genel Müdür olan birinin Demokrat partiden milletvekili adayı olması nasıl izah edilecek bu düşmanlık iddiaları içinde… Mezkûr kitapta, Yassıada Mahkemelerinde bir soru cevap bölümü var ki tam da benim muradıma tercüman; Sanık eski Bakan tarafından tanık sıfatlı Vehbi Bey'e sorulması talebiyle Mahkemeye iletiliyor, “Hükümette bulunan şahısların işlerine zarar iras edebileceğini mülahaza ettiği bir piyasada yeni teşebbüsler kurup veya henüz kurulmuş teşebbüslere ortak olabilir mi?”… Peki demokrat Parti döneminde teşebbüs edilen işler, tesis edilen ortaklıklara bakılınca sorunun ne kadar mühim olduğu zuhur etmez mi?

Nihayetinde, kapitalizmin kurallarını layığı ile hatmetmiş ve amel etmiş bir işadamıdır Vehbi Koç, beğeniriz, beğenmeyiz, Canım Yurdumun Cumhuriyet devrinin en önemli figürlerinden biridir… Küçük bir bakkal dükkânından ekonomik-politik bir imparatorluğa tırmanışın ekseninde, beynelmilel güçlerle mümessillik ve yatırım ilişkileri, ülke ve toplumun içinden geçtiği politik dönemeçlerin tarihsel gelişiminin destanıdır adeta.

Şimdi gelelim torun Ali Koç’un "Kemalist’liğine", hani Kemalizm’in en önemli umdesidir diye bize anlatılan, “Tam bağımsızlık benim karakterimdir”, peki o zaman dünyanın en etkili 2. Think-tank kuruluşu seçilen Chatham House mütevelli heyeti üyeliği ve direktörlüğü nasıl izah edilecek… Bu Chatham House, politik çevrelerde “Dünya Derin Devleti” diye bilinmektedir açıklaması yapmama gerek yoktur sanırım… İlaveten Türkiye’nin parçalanma projesi “Sevr Antlaşmasının” telifini elinde bulundurduğu iddiası kanıtlanmayan lakin asla nihayetlenmeyen beynelmilel emperyal bir kuruluştur. Konuyu anlamak ve bilmek için azıcık okumak kâfidir, ama araştırmak yerine anlatılan masallara inanmak daha kolay ve daha az maliyetlidir.  Ali Koç için “Kemalisttir” bilgisini harika şekilde mütemadiyen yayma görevlisi, Kenan Evren’in “bizim Uğur” diye takdimi muhterem Uğur Dündar’dır, esasen bu muhterem kendisinden menkul kerametle kim Kemalist, kim değil tespit ve tayin yetkisine haizdir ya... İlaveten bize duayen araştırmacı diye takdim edilir de, bir türlü yıllanmışlığı dışında duayenlik gerektiren bakkal, fırın, lokanta harici ne araştırdığı pek anlatılmaz… Gemiye helikopterle iner, teröristlerle konuşur, helikopteri kim tahsis eder, uçuş yetkisini kim verir, teröristler herkesi rehin almış iken ona hangi sebeple bir şey yapmazlar, meçhul oğlu meçhuldür. Netice itibari ile duayen araştırmacıdır, burada isteyenler tıpkı benim gibi gülebilir… Peki, muhteremin anlattıklarının bir geçerliliği var mı? Maalesef yok… İnanan var mı, maalesef çok… İnananların bir kısmı Galatasaraylı olsa bile çoğunluğu da maalesef Fenerbahçeli… Ne diyelim “algınız” bol olsun…

  

Cuma, Mayıs 17, 2024

48 YILLIK ARKADAŞLIKLAR

 

Arkadaşlıklar, her daim saklanır âdemoğlunun kalbinin, beyninin hatıralar bölümünde, geçen zamana direnir, gözyaşları ve olanca tazeliği ile de hatırlanır ve aktarılır… Mezkûr hatıralar sizden hep fırsat bekler ki onları güne taşıyasınız, yâd edesiniz diye… Taşıyınca da arkadaşlık ortamında yüzler güler taaa gözlerin en derin noktalarına kadar… Uzun yıllara dayalı arkadaşlıkların belli dönemlerde bir araya gelerek hatırlanması, dolayısıyla güncellenmesi, arkadaşların yaşları ilerlemesine rağmen hatıraların tazeliğini korumasının yegâne yoludur bana göre… Tazelenme ve güncellenme yolu bazen tesadüflere dayalı kısacık anlar olur, bazen de planlı görece uzun buluşmalara ve tanışmaların ilk günlerine kadar uzanır. Benim Üniversite döneminden sınıf arkadaşlarım uzunca bir süredir, bu kabil planlı buluşmaları senelik ve düzenli olamasa dahi becerebilmiş durumdalar, kendisini şaka yollu “Oymak Başı” diye andığım Hamdi Satır bu işin neredeyse tüm yükünü taşıyarak yürütmüş durumdadır. Ben nihayet ilk defa bu seneki buluşmaya katılabildim, muhteşem geçti bana göre… Bu manada buradan “Oymak Başı’na” teşekkürlerimi bir kez daha iletiyorum. Şüphesiz; yerin, tam tamına 48 sene önce tanıştığımız Adana olması da bu muhteşem durumun en önemli amili idi bence… İlk tanışılan yer “Eski Baraj” diye bilinen regülatör baraj manzaralı iken şimdiki buluşma “Yeni Baraj” diye bilinen Seyhan Baraj Gölü manzaralı olması dışında her şey aynı, tekmili birden baraj manzaralı… 48 sene öncenin İnşaat Mühendisi adayı iken birçoğu artık emekli kimileri torun sahibi her biri 44 senelik sürecin sonunda kaldırım mühendisi… Gerçi halen çalışanlar da var, çalışmaya doyamamışlar, evet, Cem Karaca’nın 70’li yılların ortasında Pazar günleri TV’de yayınlanan öğleden sonraki kuşakta dediği gibi “gençler ve daima genç kalanlar”… Evet, o gençler ve hala genç kalanlar, genellikle de yaşlarına münasip olarak değişiklikler göstermekle birlikte ortak değer olarak demokrasi, hümanizm, tabiat tutku ve sevgisi, insan hakları, düşünce ve ifade hürriyeti, emeğin kutsiyeti, velhasıl insan olmanın gereği her sıfatı içselleştirmiş birey olarak evrensel kültüre açık devam etmektedirler, bunu tekrar ve yakinen müşahede ettim. Buna rağmen siyasi yelpazenin her tarafında dengesiz dağılmış olmakla birlikte çoğunlukla da çıkış noktasındaki pozisyonlar en azından fikri düzeyde korunarak bugünlere gelinmiş… Seneler önce yola çıkan bu nadide ekip, bidayette din, ırk, etnik köken, cinsiyet ayrımını şiddetle men ederken bugün bu sıfatlar arasında bazı seçilimler ve tercih öncelikleri oluşturmuş, bazıları azalırken bazıları çoğaltılmış gibi durmaktadır… Galiba tılsımlı kelimeler de “hangimiz değişmedik ki” noktasındadır.

Peki, arkadaş görmek, onlarla kana kana muhabbet etmek, tartışmasız çok güzel vallahi en azından ruh dinginliği ve zenginliği babında… Bu buluşmaların en dinamik günlerinizin geçtiği, adeta her taşında, her ağacında hatıra kabilinden bir şeylerin, hattı zatında çok şeylerin yaşandığı mekânlar ise, duygusallıklar daha da vites arttırıyor… Bizim de, buluşmamız aynen böyle oldu, meslek sahibi olmaya hazırlandığımız mezkûr günlerde, aynı zamanda kişilik sahibi olma ve dahi dünya görüşü edinme mülkiyetine, hatıraların canlanması marifetiyle dönüp dönüp, ahlamak, vahlamak, sevinmek, gülmek babında… Adana’da 2 gün dolu dolu, eskiyi yâd ederken, güzelim yeni kebaplar, lezzetine doyulmaz yeni ciğerler yenilerek, Büyük Saat, Küçük Saat, Çakmak Caddesi, Kazancılar, Taş Köprü, Vilayet başta olmak üzere önemli yerler gezilerek, geçirildi… Gerçi ben Adana’yı hiçbir zaman unutmadım, her fırsatı değerlendirdim, oradaki arkadaşları ve mekânları görmek için… Zaten öğrencilik sonrası 90’lı senelerde iş hayatımın bir bölümü de oralarda geçti. Benim için Adana her daim özel ve güzel olmuştur. Şikâyet ve sızlanmalarım Adanalılar kadar olmamıştır hiç bir zaman… Evet, Adana öğrenciliğimizde de “Dünyanın en büyük köyü” idi, maalesef şimdilerde de… Siz bakmayın Adana’yı yönetenlerin iddialarının büyüklüğüne, değişen bir şey yok… Bana sorulursa da zaten Adana böyle daha güzel… Her şeyi değiştireceğim iddiası ciddi manada şehrin karakterinin de bağlantılı değişime uğrayacağını hesap edemeyen bir yönetici grubuna denk geldi insanlık, galiba bu da bazılarına göre şans bazılarına göre de şanssızlık… Ya biri bana izah etsin Allahaşkına, ne muradınız vardı da, güzelim “Adana kız Lisesini” Adana Valiliğine tahsis ettiniz, güzelim “Adana Valilik Binasını” da Seyhan Kaymakamlığına… Akıl almaz ve dahi tüm kural ve kurumlarıyla gereksizlik… Allahtan da bazı güzel restorasyonlar da var, geç de olsa, durumu bazıları için fazla itici kılmıyor lakin benim için maalesef hala yapılanlar münasip değil ve muvafık değilim…

Nasıl hatıralar canlandı derseniz de, gözünü sevdiğimin tılsımlı şalgamı ve erketesi rakı, anlatmakla bitmez. Bir dönem annesi ile kapı komşuluğu yaptığımız Muzaffer Ongun ile annesinin “gariptir şu çocuklara şu yemeği götür” demesi özellikle de dolma yemekleri verme ile başlayan DDY yemekhanesinde yine kendisinin himmeti ve hikmetine binaen yenilen mükellef öğle yemekleri, hafta sonları Adana Şehir Stadında oynanan futbol müsabakalarını bilet gişesinde çalışması yüzü suyu hürmetine de beleş seyretmeler… Müthiş hatırlamalar…

Evet, 48 sene önce tanıştıklarımızla bir araya geldik, bir şeyleri yâd ettik, birlikte sabah erken saatlerde Kazancılar’da ciğer yedik, rakı içmedik lakin rakı içenleri imrenerek seyrettik, esasen ciğerin içecek şeriki de şalgam suyu oluyor tartışmasız, onu da ben çok sevmeme rağmen tansiyon problemi sebebiyle içmiyorum, muhteşem bir ortam… Ciğer kebabı işleri adeta bir endüstri haline dönüşmüş, “iğne atsan yere düşmez” darb-ı meselinin adeta çıkış yeri, koca bir masada birkaç kişi tarafından soğan kesiliyor, bir taraftan sumakla diğer taraftan da kırmızı toz biberler hemhal ediliyor, bir diğer kocaman masada domates kesiliyor, kaşık salata hazırlanıyor, kocaman kocaman mangallardan dumanlar yükseliyor lakin en baskın ve en keyifli tarafı da mis gibi ciğer kebap kokuları… Mangal, bilindiği üzere Adana için adeta “yangında ilk kurtarılacak malzeme” listesinin başında yer alır, hemen hemen her Adanalının otomobilin bagajında dahi demirbaş niteliğinde bir mangal bulunması da sürpriz sayılmamalıdır. Bir önemli değişiklik da öğrenciliğimizde “çartlak kebabı” iken şimdilerde asri döneme adaptasyon babında “ciğer kebabına” evrilmiş bulunan ciğer yemenin artık tam anlamı ile bir ritüel haline dönüşmüş olmasıdır. Esasen bu iş bizim yaşlı gençlerin yaptığı gibi saat 9’da gidilmesi ile tam manası ile hissedilecek bir şey değildir, millet sabah sat 5’te başlıyor akın akın gitmeye…

Yıllar önce çok geniş katılımlı bir buluşmada dönemin belediye başkanı meslektaşımız Aytaç Durak, gezilerimiz için otobüs ve Baraj Gölünde gezi için de bir gezi teknesi tahsis etmiş idi üstelik de karşı mahallenin çocuğu olmasına rağmen… Şimdiki Başkan bizim mahallenin çocuğu gibi görünmesine rağmen de bu kabil şeyleri hiç önemsemez görünüyor, eee biz bilmiyor, anlamıyor olsak dahi çok önemli işleri vardır şüphesiz kendisinin…

Cuma, Mayıs 10, 2024

RASİM ÇELEBİ

Tartışmasız bir beyefendi, Rasim Çelebi Abimizi hatırlıyorum. Hatırladığım bembeyaz gömleği, muhtemelen de kolalı yakaları ile sürekli takılı deyim yerinde ise fıstık gibi kravatı ile ve de olmazsa olmaz sinekkaydı tıraşı… Her yere kravatlı gider ya da ben öyle hatırlıyorum, bu abi evde de sadece kravat ile mi dolaşır diye sorardım kendime… Eeee tabii bizde kravat alışkanlığı yok ki, ilaveten de takmak bir zül, ne bu kadar sık görürüz, ne bu kadar sık kullanırız, ortaokulda bile mecburiyetine binaen def-i bela kabilinden, okula geliş ve okul çıkışlarında kravatlar derhal cebe kaydıyla.

Rasim Abi aynı zamanda; şimdiki “Çeşme Kent Belleği Müzesinin” bulunduğu binadaki Adliye’de görev yaparken bile çok sevdiği ve ziyadesiyle de başarılı olduğu olta balıkçılığını yaz kış devam ettirmiştir. Onun olta attığı yerde bugün hala olta atan amatörler bulunmaktadır. O tarihlerde hatırladığım kadarı ile olta atıldıktan sonra misinanın karaya sabitlenen tarafı deniz kenarlarından özenle seçilmiş olan şekli, büyüklüğü ve yüzey düzgünlüğü münasip taşlar marifeti ile yapılır üstüne de yeter büyüklükte bir cam parçası yerleştirilir ve beklemeye geçilirdi. Kaymakam Evi Denizinden kepçe sürütülme marifetiyle yakalanmış “tekesakal” yemleri oltalara özenle yerleştirilir, uygun şeklide ve mesafede olta fırlatılır, “rastgele” diye beklemeye geçilirdi. Balıkların yemi yemeye çalışmasının izlenmesine matuf yerleştirilen cam sesi gelince anlaşılırdı ki, balık yemi yemiş oltadan koparmaya çalışıyor ve o hareketle cam taşın üstünden düşerek ses çıkarıyor, hemen koşulur, olta ele alınır işaret parmağının son boğumunun aya tarafındaki hassas bölge ile balığın büyüklüğü ve dahi cinsi tahmin edilir, ona göre kalama verilir ya da çarptırılırdı. Hele misinanın, balığın büyüklüğüne göre çekilme ritüeli vardı ki, işte Rasim Abi marifeti orada farkını gösterirdi. Dönem, kurşun (misinayı suyun dibine çökertme ağırlığı), misina, olta, petektari (misinanın sarıldığı mantar ya da ağaç parçası), envai çeşit suni yem, kamış, yem kutusu, zil ya da çan bulunulabilen bir dönem değildir. Bazen Çeşmenin meşhur rüzgârının etkisi altında, misina denizden çekilir iken bir nesneye ya da aparata otomatik sarılamadığı dolayısıyla yere olabildiğince düzgün döndürülerek serilirken, tüm misina bir karışık yumak haline gelir, ayıkla ayıklayabilir isen, düzelt düzeltebilirsen… İşte Rasim Abi, gerek başta da kurşun dökmek olmak üzere alet edevat üretiminden tutun da, gerekse de karışıp yumak olmuş misina çözümüne kadar bir mahir adamdı ki, müthiş… Oğullarından arkadaşım Latif Çelebi ki daha önce hatıralarımı güzel hatırasına binaen yazmış idim, babadan devir alınan olta balıkçılığında mahir birisi idi…

Parafani; bilenlerin iyi bildiği, yapabilenlerin az olduğu, senenin sadece maksimum 1,5 ayı yapılabilen o da sadece “ay karanlığı” dönemlerindeki 15 gün içinde, şimdilerde yasaklandığını öğrendiğim, doğaya balık yumurtlama alanlarına ve balık popülasyonuna bilebildiğim kadarı ile hiçbir kötü etkisi olmayan bir balık yakalama yöntemidir. Diğer deniz kenarı ilçelerinde durum nasıldır bilemem lakin bizim Çeşme’de Ekim ayı ortasından Aralık ayı başına kadar, o da sadece Ege Denizinin ya da Marmara’nın soğuk sularından Akdeniz’in sıcak sularına mezkûr aylarda göç yapan balıkların gece saatlerinde muhtemelen dinlenme ve beslenme amaçlı olmak üzere diz boyu sığ sulara geldiği ve sadece Ayın parlak ışık yaymadığı dönemlerde yapılan bir aktivitedir. Daha önceki yazılarımda bahsetmiş olduğum bu aktivite minimum 2 kişi ile yapılan bir uğraşı olup Çeşme’de bunun bizden önceki kuşaktan erbapları Rasim Çelebi ve Cemal Işık büyüklerimizdir. Hatırladığım her ikisi de serpme ağ atmada ileri düzeyde mahirdiler…

Rasim Abinin parafani becerisi ne kadar idi kiminle çıkardı ava, şimdilerde çok net hatırlamıyorum. Ama parafani’deki becerisi ve kabiliyetinin oğlu Latif’e ziyadesiyle geçmiş olduğunun yaşayarak tanığıyım, çünkü biz de parafani’de 3’lü bir ekip idik, Latif’te bizim ekibin takım kaptanı serpme ağ atıcısı idi… Gerçi ben bizim takımın en yeteneksizi olarak yakalanan balıkların konulduğu torbayı taşımaktan başka bir şey yapamazdım. Rasim abimizin avlanma alanının “Yedi İğdelerden” başlayıp bugünkü “Altın Yunus Oteli” plajı dâhil olmak üzere boydan boya Boyalık Plajı ile bugünkü “Ilıca Karabina Otelinden” başlayıp “Balin Otele” kadar boydan boya Ilıca Plajı olduğunu hatırlıyorum. Yine hatırladığım kadarı ile Rasim Abimizin ezeli ve ebedi dostu ve rakibi nam-ı diğer Hafız Ahmet’in Cemal Abimiz (Işık) idi… Bu abimiz de, Çeşme’nin o günlerine müvecceh nevi şahsına münhasır, bir tarafı ile zahid, bir tarafı ile sufi diğer tarafı ile de muganni bir başka tarafı ile mugallit ve dahi say say bitmez özellik ve güzellikle teçhiz bir büyüğümüzdür. Bir başka yazımda da, her önüne gelen Çeşmeliyi “babaannesinin adı” ile çağıran bu abimizi yazmaya çalışacağım, bendeki hatıraları ile…

Parafani yasaklanmış dedim ya; bunun hangi güvenlik ya da korumacılık saikiyle yapıldığını doğrusu ben bilmiyorum, dahası da anlamıyorum… İlaveten de anlayan ya da anlayabilen olduğunu da zannetmiyorum. Olsa olsa “Yassağ hemşerim” kültürü ikame ve idamesi olsa gerek… Hani malumdur, meşhur hikâye, komutan yeni boyattığı “bankın” başına boya kuruyana kadar nöbetçi koyar da tam o sırada tayini çıkar, neden oraya nöbetçi konulduğu bilinmez ve yıllarca sürer bu uygulama, ta ki, biri bunu sorana kadar… Galiba, bu hususta da durum böyle, korkarım… 

Tarım ve Orman Bakanlığı bir tebliğinde “bilimsel, çevresel, ekonomik ve sosyal hususlar göz önüne alınarak su ürünleri kaynaklarının korunması, sürdürülebilir işletilmesinin sağlanması için su ürünleri avcılığına ilişkin yükümlülük, sınırlama ve kuralları düzenlemektedir denilerek amatör balıkçılıkta “avlanma amaçlı her türlü ışık kullanımı yasaklanmıştır. Can ve mal güvenliği açısından 50 watt’ı geçmemek şartıyla tekne içerisinde ve kıyıda aydınlatma amaçlı ışık kullanılabilecektir”. diye konuya açıklık getiriyor. Aynı tebliğlerde gırgır ve trol teknelerinde de 8.000 watt’lık enerji kaynakları kullanılabilecektir yönünde bir irade buyrulmaktadır… Gel de Neyzen Tevfik’i rahmetle yâd etme bir kez daha… Yahu kardeşim güvenlik ise mevzuu, aynı insanlar çalışıyor bu yerlerde, ne güvenliği… Balık yumurtlama ve tespit edilen ölçülerde yakalama ise konu, söylenecek çok şey var da söyleyip zayi etmenin manası yok… Kıyıdan lüks ile balık avlamanın nasıl bir sakıncası var, biri izah etmeli bence… Neyse büyüklerimiz daha iyi biliyorlardır, deyip geçeyim…

Yasakların da yasaklanması gerekir inancıyla, yasaklarını sevdiğimin memleketini ne kadar sevdiğimizi bir kez daha tekrarlayalım. Bu vesile ile artık aramızda olmayan, başta Rasim Çelebi, Cemal Işık büyüklerimiz ve Latif Çelebi arkadaşımız olmak üzere, tüm büyüklerimizi ve küçüklerimizi saygı ile bir kez daha yâd edelim…