Cuma, Ekim 20, 2023

KİRAZ AĞACI

Gökçer Tahincioğlu’nun “Kiraz Ağacı” adlı kitabını okuduğumu gören bir dostum, genellikle kitaplar üstüne yaptığımız sohbetimiz arasında mezkûr kitap hakkındaki yorumumu sormuş idi, yazacağımı söyleyerek geçmiştik, işte şimdi yazıyorum, gecikmeli de olsa… Kitap; dayatılan her şeyin “bila kayd ü şart” kabul edilmesi ile muhataplarının reddi dilemması içinde tarihe “hayata dönüş” diye insanların boğazlanmaya çalışıldığı bir dönemin tekmili birden hikâyesidir. İlaveten de sanıklar/tanıklar; Hivda ve Deniz’in yaşanan bu “devletin kerim hali” dayatması sürecinde yakalandıkları amansız “Korsakoff” rahatsızlıklarının üstünden hatırlamanın kutsiyeti dün ile bugün arasındaki haliyle kaçınılmaz yaşanacak geliş gidişlerle yaşananlara büyüteç tutulması hikâyesidir bana göre…

Hatırlamanın, hatırlatmanın ve bunların üstüne düşünmenin ve konuşmanın zinhar bir yerlere de sığınmadan tüm bunların yapılması gereğinin tebarüzü gibi görünmektedir Gökçer Tahincioğlu’nun bu romanı… Kendine has üslup ve tarz ile okunası bir kitap… Kahramanların ve anlatıcının anılarının öncesi ve sonraları arasındaki münasebetin ayrışma ya da kesişmelerinin, esasen de bir “yok oluşun” neden ve nasıl bir “var oluşa” dönüşeceğinin metaforu kiraz ağacı tespiti ile gönendirilmesinin çok anlamlı bir anlatımıdır. Kiraz metaforu bir anlamda da hayatın devamının zımnen kiraz ağacı ile hayatın nihayetlenmesinin ise sakura Ağacı ile ifadesi gibi gelmektedir bana… Nihayetinde her ikisi de kiraz lakin fahiş fark devamlılık ve nihayetlenme…  

Kitaptaki kahramanlardan ikisinin, Hivda ve Füsun’un babaları Sadık’ın kızları için gecekondunun bahçesine diktiği kiraz ağacı için söyledikleri de ziyadesiyle manalı ve hayatı, sevmeyi hele de aşk üstüne yarattığı mecazı itibariyle… “Kiraz da güllerdendir. Biliyor musunuz kızlar? Gül ailesindendir kiraz. Açtı mı bahar geldi demektir. Kuşlar bunların çekirdeğini taşıya taşıya bütün dünyaya sevdirmişler kirazı. Gülün meyve halidir kiraz. Meyvelerin hası. Nazlıdır, ne çok soğuğu sever, ne çok sıcağı. Çok suyu bile sevmez. Öyle kırılgan. Kışın bunun üzerini kapatacağız, çok soğuk almasın. Yazın suyuna dikkat edeceğiz, çok kurumasın. Sonra baharda bırakacağız kirazı. Çiçeğe durduğunda bileceksiniz ki aşık oldu kiraz ağacı. O sırada yağmur yağmasın diye dua edeceksiniz. Aşk gibi işte, onu yaşarken kimse ilişmeyecek size. Ölenlerin ruhu geçermiş kiraz çiçeğine. Erken yaşta ölenleri… Beş-altı yıl sonra meyveye duracak bu fidan kızlar. Kirazlarını toplarken konuşacağız hayatı. Bakalım nasıl akmış hayat…”

Kitap, büyük kentlere göç, gecekondu iş ve işsizlik, devletin kanatları altına sığınarak hayatı idame ettirme itirazın ise nelere mal olacağının da bir tebarüzü gibidir. Esasen göç ve gecekondu ve sosyolojisi üstüne “Ancak taşra kentlerini gördüğünde anlamıştı bunun mümkün olabileceğini. Orada da birkaç ailenin ilk yerleştiği yer, kapanın elinde kalıyor, o aileler kendilerini güvende hissedebilmek için benzerlerini yanlarına getiriyorlardı. Başta birbirinden habersiz büyüyen sokaklar, mahalleler, diğer mahalleden haberdar olduğunda görülmez çitlerle ayrılıyorlardı. Herkes yerini biliyordu artık. Daha hızlı büyüyen, daha çok güçlenen ya diğerini yıkardı ya da olası bir saldırıya karşı koyabilirdi. Bu bitmez düşmanlık, zamanla birbirine bir kıvılcım çakana kadar ilişmemeye dönüşmüştü. Sonradan yapılan uzak mahalleler ise o iki mahallenin zenginlerini birleştirmiş, artık aynı apartmanın kapısından girip çıkmaya başlayan insanlar da birbirleriyle iyi geçinir hale gelmişlerdi. Hoşgörü dedikleri yalancı bir örtüydü.” diyerek benzerlerin polarizasyonu tespitini geliştirmektedir. Tüm bu gelişim ve sonuçlarının toplumu ve de bireyi adeta kuşatarak bazılarını alabildiğine duyarlı bazılarını ise her yol mübahçı noktaya sürüklemesi de kaçınılmazdır. Göç ve gecekondu gerçeğinin her çevrede farklı değerlendirmeye tabi tutulduğu toplumumuzda ise, tarif ve tespitlerinin sade birer aritmetik figür ötesine geçememesi gerçeği bir yana sonuçlarının günümüzde doğurduğu kentsel dönüşümler ise bahçeli ve tek katlı gecekondulardan çok katlı gecekondulara sıçrama platformudur. Eee bu da az bir şey değil tabii ki…

Esasen de; hala aydınlatılamayan ya da aydınlatılmak istenmeyen tarihin en karanlık sayfalarından biri olarak kayda geçirilen “hayata dönüş operasyonu” kitabın, göç, gecekondu, iş ve işsizlik, yoksulluk, devrimci mücadele, hak arama, düzen ya da düzensizlik sorgulaması, tutuklamalar, işkenceler, sürgünler, ağır hapishane şartları, direnişler, bastırmalar, sindirmeler, korkunç sonuçları ve görüntüleri olan direnişler, yeni cezaevi tipleri, devletin en önemli yatırımı yeni cezaevleri, bu yatırımlara sevinen canım yurdumun insanları, istihbarat çalışmaları ve çalışanları, tüm bunların üstünden yüksek politika oluşturulması gibi detaylar arasından öne çıkan ya da çıkarılan bölüm. Operasyonun siyasi karar vericilerinin bile, başta Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk olmak üzere, yıllar sonra nedamet göstererek “ölçünün kaçtığını” itiraf edenlerin bile olduğu bir kara düzen ve kapkara sonuçları, gözlerimiz dolarak izlediğimiz ve bugün hatırladığımızda bile yüreğimizi burkan görüntüler yaşandı… Ölenler, sakat kalanlar, psikolojisi bozulanlar, kalıcı rahatsızlıklara neden olan bu acımasızlığın, hoşgörüsüzlüğün dibine kadar yaşandığı sürecin bu abuk subuk “kerim devlet” dayatmasının mirasıdır ve bugün hala bu olumsuz izler silinmemiştir. Tüm bu yaşananları savunanların içeridekilerin silahlandıkları, başkaldırdıkları iddialarının bini bir para yalan dolanın haddi hesabı görülmedi görülemedi ve görülemeyecekte. Buna inananların bolca, gülen karakargaların da azca olduğu bu kocaman süreçte, yahu bu içeride silahlar vardı iddiasının bir türlü nasıl oraya girdiler, girmişler, kim aracı olmuşa evrilememiş hali gözümüzün önünde ve halen de kimseleri rahatsız etmemektedir. Oysa operasyona gelinceye kadar kocaman bir süreç yaşanıyor, içerideki insanlar o günkü siyasal inanış ve kavrayışın temsilcileri tarafından günahkâr tayini ile hiçbir insani haktan yararlandırılmama konusunda kararlı bir şekilde tehdit ve tenkil edilmektedir. Tüm bunlara da ilaveten böyle mi davranırsınız alın size daha da beteri denilip yarattıkları insanın yok edilmesinin aracı sayılacak F tipi cezaevlerine nakiller başlatılmıştır. O günün muktedirleri ve akıl daneleri başta da sosyal demokratların ya da demokratik solcuların piri muhterem olmak üzere mahkemelerin size verdiği cezalar azdır ilaveten biz de kafamıza göre cezalar vereceğiz dayatması ile yaktılar, yıktılar. Demokrat Solcuların piri muhterem “o operasyonları yap(a)masaydık IMF ile ikili anlaşmaları yapamazdık” diyerek adeta cezaevlerinin dışındaki muhaliflere de aba altından sopa gösteriyordu. Biz seyredenlerin çoğu da yahu devlet böyle intikam tarzı cezalandırmalar yapar mı diye sormadık zinhar… Ölen tutuklular, kolları, bacakları kopan tutuklular, bir daha asla iyileşemeyecek kadar sakat kalan tutuklular ve dahi ölen askerler olmuş kimin umurunda, varsa yoksa yağma hasanın böreği düzeni korunsun… Ve dahi dışarıdan tutuklu aileleri ve yakınları düşman hukukuna tabi, ya böyle bir şey var mı diyen bir avuç sanatçı ve bilim adamı dışında kimse yok ortalıkta…

Aslında kitabın ele aldığı dönemin olaylarını kronolojik olarak sıralamak mümkündür lakin gerek var mı diye baktığımda da; “hepimiz oradaydık” her şeyi tüm çıplaklığı ile gördük, ayıp olur şimdi bunları sıralasam hatırlayanlar için hatırlamayanlara da zaten yapacak bir şey yok, onlara iğne, ilaç ve doktor kâr etmez, övendire bile hatta Roma mızrağı bile az gelir…

Cuma, Ekim 13, 2023

ARDIMDAKİ YILLAR ve İYİ SAATTE OLSUNLAR

Yazar Yıldız Sertel’in “Ardımdaki Yıllar” adlı anı kitabını okuyorum, neredeyse tamamını okuyarak öğrendiğimiz ve bildiğimiz sosyal ve siyasal çalkantıların yazar tarafından görüldüğü biçimi ile anlatımı… Değerli bir kitap… Hele hele SSCB’nin her dönem en önemli isimlerinden olmuş Molotof’un anıları ardından taze taze okununca… Türkiye, İngiltere, Amerika, Çekoslovakya, Avusturya ve Almanya üzerine bölümlerinde enteresan gözlemler ve anılar olmakla birlikte ben kitabın Sovyetler Birliği bölümü üstüne yazılanlarını bu yazıda ele almak istiyorum…

Bilindiği üzere yazar Canım Yurdumun basın tarihi ve sosyal mücadeleler açısından yaşanmışlıkları çok önemli bir aileden gelmekte olup esasen de kitabın tanıtımında da yapıldığı üzere; “uzayan bir sürgünlüğün, sıkıntıların, anne ve baba acısının her anlamda tarihe düşülmüş notları… Entelektüelin gönüllü sürgünlüğünün yanına, siyasi baskıların, ayrılığın, yarım kalmış yaşamların acısını da katan bu kitap” ile, 1950’lerin başından 1990’lara kadar olan yaklaşık 40 yıllık sürgünlüğün bunun da yaklaşık 20 yılının geçtiği “sosyalist ülkelerdeki” şahit, muzdarip ve muhatap olduğu hayat ile muazzeb ve müteellim ademoğullarının tekmili birden hikayesi babından… Sovyetler Birliği anıları da çok uzun kendi içinde, Moskova, Bakü ve tatil yerleri olarak bölümlenmiş olmakla birlikte benim uzun yıllar sonra çalışmaya ve gezmeye başladığım bölümlerine kadar sarkmış boyutunu siz isterseniz tsunamisi deyin isterseniz tortusu deyin ben de mirası dediğim bölümü çok önemli benim için…

“Ardımdaki Yıllar”, bir bakıma sosyalizm, Sovyet Sosyalizmi ve TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile uygulamaya yönelik sonuçların üstünden bir kavga ve hesaplaşma görüntüsü vermektedir, adeta. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin fahiş bir bürokratizme dönüşmesinin şahitlikleri üstünden kendisinde oluşan hayal kırıklığı ve bu nedenle de bazı isimleri hedefe alarak buradan ciddi kızgınlıklar aktardığı bir süreç. Sadece Sovyetler Birliği değil, Demokratik Almanya, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan, Romanya ve Çin’e dair gözlemleri de vardır. Lakin özellikle de TKP ve TKP SSCB temsilcisi Marat (İsmail Bilen) üzerinden ülkeye yönelik yaratılmış cennet görüntüsü nedeniyle SSCB’ye gelmiş Türkiyeli komünistlerin yine Marat’ın sekter, kayırmacı ve gayri hümanist yaklaşımları sebebiyle yaşadıkları, özellikle de Sibirya sürgünlükleri konusu görünen o ki karşı mahallede ciddi tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur. Buradaki iddia o ki; Marat ile ters düşen herkesin yolu Sibirya’dan geçmiş… Artık doğrusu nedir, eğrisi nedir, tüm bunlar tarihçilerin, araştırmacıların vazifesi… İsteyen de “Gulag Takımadaları” kitabı yazarı Soljenitsin’e küfür etmeye istemeyen de alkışlamaya devam edebilir… Lakin sosyalizm ile çok erken yaşlarda tanışmış ve TKP saflarına katıldığı bilinen yazarın bu noktaya gelmesinin de hiç de öyle hafife alınacak bir yanı olmadığı aşikârdır. Öyle karşılıklı mevzilenip pasa “ver mermiyi” ile de bir noktaya gelinemediği yeterince sarihtir…

Kitabın “Erivan Radyosu’nun hikâyeleri” başlıklı bölümü benim açımdan enteresan çünkü çok çok sonra da olsa benzerlerinin kişilerde yarattığı alışkanlıkların halen devam ettiğine şahitlik ettim. “Türkmenistan’a Benzemek – 13 Altyn Asyr” başlıklı 28 Kasım 2021 tarihinde yayınlanan yazımda olduğu üzere “Türkmenistan’ın ne yazık ki; kamuyu ilgilendiren, kamunun ilgi gösterdiği hiçbir şeyin özgürce konuşulamadığı bir ülke olduğunu, vatandaşların “kulaktan kulağa” fısıldama konusundaki maharetinden kolayca anlayabilirsiniz. İlaveten yine bu mazlum vatandaşların “işaret dili” konusundaki mahareti hiçbir şekilde gözden kaçmaz. Mübarekler bir parmak ya da el işareti ile bir sayfalık meram ve murat ihzar eylerler ki evlere şenlik.” şeklindeki benzer tespitlerime istinaden derhal hafıza tazelemesini gerçekleştirdim. Ne diyor, Yazar kendisine anlatılan ve gayet hoş bir hikâye ile başladığı bölümde, evvelemirde hikâyeyi bir yazalım ki, konuyu anlamakta müşkülata düşmeyelim.

“Yaşlı adam bir birahaneye gitmiş. Tezgâhtaki adama sormuş:

-        Kaç fıçı biran var?

-        100

-        Kaç para eder?

-        500 Ruble

-        Al 500 Rubleyi. Kapıya bir ilan as: “bira bedavadır”

Adam ihtiyarın dediğini yapmış. Biranın bedava olduğunu duyan halk üşüşmüş. Kuyruklar büyümüş. Kavgalar olmuş, masalar devrilmiş, camlar kırılmış. Sonunda bira bitmiş, birahanede ne sağlam bir eşya ne bir bardak kalmış. Herkes çekilmiş. Birahane sahibiyle, ihtiyar karşı karşıya kalmışlar. Adam, ihtiyara sormuş;

-        Ben sana ne kötülük ettim ki, birahanemi bu hale getirdin?

-        Görüyorsun ki ben yaşlı bir adamım. Bu işin sonunu göremeyeceğim. Bilmek istedim, sosyalizm aşamasını geçip, komünizme (parasız topluma) ulaştığımız vakit, nasıl olacak.”

Bu hikâyenin anlatıldığı zaman orada bulunan bazıları “komünizm düşmanlığı yapıldığını” iddia etse de hikâyeyi aktaran adamın da “ben de komünistim” demesi ile görece yumuşamıştır ortam.

Yine kitabın aynı bölümünden devam edelim, “Bu kabil hikâyeler kulaktan kulağa dolaşıyordu. Buna “Erivan Radyosu” diyorlardı.”  “Erivan Radyosu’nun Kafkaslar’da dolaşan bir hikâyesi de şuydu: Türkiye’li bir Ermeni, Erivan’a gelmiş. Trenden inince cimadanini (bavulunu) yere bırakmış. Eğilip, toprağı öpmüş, “vatan” demş, başını kaldırmış, bavulu yok, Kahrolsun böyle vatan!” demiş.”

Bu bavulun kaybolması hikâyesi aklıma sözleşme imzaladığımız ilk iş için kurulan şantiye düzeneğinde, işçilerin sabah şantiye girişleri akşam çıkışları esnasında üst baş araması yapılmasını da görünce “insan haklarına aykırı” hatta “insana hakaret” ediliyor derhal bu uygulamayı terk edin demiş idim. Sonuçta uygulamayı başlatan arkadaşlarımın ne kadar haklı olduklarına şahitlik etmiş idim.

Neyse kitaptan “Erivan Radyosu” hikâyeleri aktarmaya devam ediyorum. “Moskova’da otobüste biletçi yoktur. Herkes, parasını atıp, biletini alır. Bir otobüste şöför yolculara seslenmiş:

-        Yurttaşlar, biletleriniz alın!

Bir yolcu sormuş:

-        Neden yurttaşlar diyorsun da, yoldaşlar demiyorsun?

Sovyetler Birliği’nde devrimden sonra, “bey”, “hanım” sözcüklerinin yerini “yoldaş” almıştı. Hemen de herkes birbirine “yoldaş” der. Bu bir nevi komünizm yolunda beraberlik, komünistlik anlamına gelir. Komünist partisine girmek bir imtiyazdır. Şöför cevap vermiş:

-        Yoldaşlar otobüse binmez de ondan.”

Bir başka hikâye; “Paris’te bir grup ermeni gidip Ermenistan’a yerleşmeye karar veriyorlar. İçlerinden bir tanesi evvel davranıyor. Ona tembih ediyorlar: “gidince, oradaki durumu bize bildir.” Sansürü, istediğini yapamayacağını düşünerek de, şöyle bir parola tertip ediyorlar. Mektup yazmayacak, fotoğraf gönderecek,. Eğer fotoğrafta, oturuyorsa durum fena, ayakta duruyorsa, durum iyi. Fotoğraf gelmiş, adam yatıyor.

Aaaaa, bunlar korkudan oluşan iletişim şekli değildir diye iddia edenler varsa da, onlara da bu muhteremler “kelimeleri lüzumsuz tüketmeden ekonomik” kullanıyorlarmış diye bir izah hakkı tanıyalım.  Bu manada artık bir yanı göçmüş dünyada, tek yanı ile yol bulmaya çalışan mazlumları zapt-ı raptı altında hizaya ve sigaya çekme uzmanı dünya liderlerine muhteşem bir örnek teşkil etmekte olanlara da bin selam. Nihayetinde oralarda her türlü abukluk âsâr-ı kudsiye artık”

 

 


Cumartesi, Ekim 07, 2023

İLK ŞİKEDEN BİR ÖNCEKİ ŞİKE YİNE MALUM TAKIMLAR

Futbolda ilk şikeciler diye bloğumda bir yazı yazmış idim oysa o günde bildiğim üzere bunun bir öncesi vardı lakin öyle yazmamış idim çünkü o gün yazdığım Fenerbahçe Beşiktaş şikesi 23 Mayıs 1943 yılının bir diyeti idi ve diyetinden başlayalım istemiştim. Bugün de ilk şikeye değinelim, Fenerbahçe o gün Beşiktaş’ı yen(e)meseydi Galatasaray şampiyon olacaktı ama “Galatasaray düşmanlığı” behemehâl devreye alınır “şike kardeşliği” tertip ve tesis edilir, sezon içinde 3 kez karşılaşıp 3 kez galip gelen Beşiktaş o gün sahaya yenilmek üzere tertip edilmiş bir takım ile çıkar ve 4-1 yenilir… Murad tesis edilmiş Fenerbahçe şampiyon olmuştur… Nasıl bir şampiyonluk… Nasıl bir şike… Şikeden sözde kim şikâyetçi bugün yıldız yarışında geride kaldıkları için şüphesiz Beşiktaş ve Fenerbahçe… Yalan dolan işler işte… Kendilerininki hep normal… Mesela Fenerbahçe’de, Beşiktaş’ta daha lig organizasyonu yapılmamış iken oynadıkları maçlardan bile “yıldız” devşirmeye daha doğrusu aşırtmaya çalışıyorlar, kaldı ki Beşiktaş bunu becerdi de… Buna alet olmaması gerekenler de dilsiz sağır rolüne abanmışlar maşallah… Tam bir kara propaganda misali…  

Döneminin playof’u niteliğindeki “Milli Kümenin” İstanbul Futbol Ligi’ni ilk 4, Ankara Futbol Ligi’ni ilk 2, İzmir Futbol Ligi’ni ilk 2 sırada tamamlayan takımların katılımıyla, toplam 8 takımın 10 haftada 14 müsabaka yaparak mücadele ettiği 1942-1943 sezonunda, Fenerbahçe şampiyon olur… Görünüşe göre zaten 14 müsabakanın 11’ini kazanma becerisi göstermiş, toplam 30 gol atmış, 6 gol yemiş, hali ile tabelanın birinci sırasına oturmuş… Evet, tabela böyle iken tek tek maçlara ve maçların hakem ve kadrolarına bakınca durum bambaşka bir hal alıyor. Mesela Beşiktaş İstanbul Bölgesel Liginde 14 maç 69 gol, Milli Küme maçlarında ise 14 maç 47 gol atma becerisi gösterdiği mezkûr sezon Fenerbahçe’yi 3 maçta da yenme becerisi göstermiştir.

Hani, Türkiye Futbol tarihine “şerefli ikincilik” deyimini sokanlar var ya, mezkûr müsabakada salt Galatasaray şampiyon olmasın diye “has” kadrosunu sahaya çıkarmayan esasen de dönemin Canım Yurdunun en önemli golcüsü Şeref Görkey’siz sahaya çıkıp ertesi günkü gazete manşetlerini de “Beşiktaş sahaya Şeref’siz çıktı” ibarelerinin eziciliğinin utancına bir baksınlar lütfen…

Şimdi denilebilir ki, bu kadar geriye gitmenin ne manası ve faydası var, bugüne bakalım… Bugün tabii ki bu adil ve ahlaki olmayan davranışlar kümülatif artış ile Türkiye Futbolunu yok edecek hale gelmiş gibi durmakta esasen de tüm Dünya Futbolunun temellerine dinamit koymaktadır. Diğer taraftan da dün ne olduğu, nasıl olduğu, kimler başrol aldı gibi soruları sormaz isek bugünü anlamakta zorlanır iken bize anlatılan masallara inanmaya devam ederiz, maazallah… Bugün bu konuda kim ne diyorsa, ben dâhil, her söylenen tetkike muhtaç durumdadır… Nihayetinde istedim ki; bilinen bu gerçeği herkes yeniden bir hatırlasın ve “şikeci” diye başparmağı ve işaret parmağı dışındaki üç parmağını kısıp işaret parmağı ileriye uzatmak suretiyle karşısındakini itham edenlerin “cemaziyelevvelleri” bir kez daha tespit ve tescil edilsin… Nihayetinde de kısılan o dört parmak da kendinizi göstermektedir derler adama maazallah…

Şimdi bugünlerden de, bahsedelim derken hemen akla “bir yıldız ilavesi” geliyor… Kayden ve hukuken Beşiktaş’ın şampiyonluk sayısı 14’tür. Bu manada formasının göğsünde ancak 2 yıldız olması gerekir, değil mi? Peki neden Beşiktaş formasında 3 yıldız var… Bana inanmayanlar açarlar 1959 kurulan “Milli Ligin” şampiyonlarını tek tek sayarlar… İsterseniz ben sayayım bilgi eksiği olanlar da tamamlasın. 1.(1959-60), 2.(1965-66), 3.(1966-67), 4.(1981-82), 5.(1985-86), 6.(1989-90), 7.(1990-91), 8.(1991-92), 9.(1994-95), 10.(2002-03), 11.(2008-09), 12.(2015-16), 13.(2016-17), 14.(2020-21)… “Milli Lig” de 1959 kurulmuş ve ilk şampiyon Fenerbahçe olmuş… Oradan itibaren parmak hesabı ile sayalım ki sağlam olsun dedik, ahada bulduğumuz, sonra da sağlaması için sondan başa bir kez daha parmak hesabı, hayret sonuç değişmiyor. Peki, her 5 yıl şampiyonluk 1 yıldıza denk geliyorsa Beşiktaş’ın yıldız sayısı nedir, basit aritmetik 2 diyor.  Acaba dönemin güçlü ismi MİT Bölge Başkanı, meşhur ajan Mahir Kaynak irtibat subayı Süleyman Seba’nın, dönemin ünlü TV programcısı Cenk Koray, ünlü polis şefi (adını vermeyeyim isteyen beni arayarak öğrenebilir) destekli propagandalar ile “hoooppppp bir yıldız ilave” mi oldu? Hani bir de istihbaratçılıktan emeklilik de olmaz düsturu kulaktan kulağa söyleniyorsa… Şimdilerde de alavere işleri kardeşliğinin öteki cephesi Fenerbahçe “elli bin dereden su getirerek” şu yıl şampiyonluğumuz sayılmadı, yok bu yıl da vardı, çocuksu mızıldanmaları ile yıldız sayısı arttırmaya çalışıyor… Beşiktaş’ın bu cingözlüğünü “yahu kardeşim ne oluyorsunuz, aritmetik var” demeden, aritmetik hata yapmış çocukların ruh haliyle itiraz etmeden karşılayan TFF yöneticileri hiç vicdan azabı çekmiyorlar mı? Dahası “haydi oradan kayıtlar sizi yalanlıyor” demeden gelen iddialara onay vererek basit aritmetik kurallarını dahi bilmediklerini zımnen kabul etmişlerdir, bana göre…

Evet, sonuç olarak Türkiye futboluna şikeyi soktukları konusunda fahiş karineler bulunan 2 takım ne yazık ki Beşiktaş ve Fenerbahçe’dir. Aaaa bu dediklerimi inandırıcı bulmuyor musunuz? Buyurun o tarihteki gazetelere bakın, futbol arşivlerini gözden geçirin her iki takımın da namus erbabı takipçilerinin anılarına bakın, ne dediğimi anlayacaksınız. Zinhar bu dediklerimden sadece bu iki takımı hedef aldığım anlaşılmasın bu kadar kontrolsüz ve ederinden çok fahiş paraların döndüğü, bahis olaylarının bu kadar prim yaptığı, hele hele de muktedirlere sosyolojik bakımdan katkıları bu kadar mühim iken diğer takımların bu bataktan azade tutulması düşünülebilir mi? Zinhar, meşhur deyim ile “hepiniz oradaydınız” ve dahi oradasınız derler adama… Lakin hız radarına yakalanmış sürücünün “abi herkes hız limitini aşıyor ama bizi yakalıyorsunuz” serzenişi benzeri, araba bagajlarında bavullarla para yakalanır, soyunma odalarında maç öncesi paralar dağıtılır iken de “ama diğerleri de şike yapıyor” haykırışları yükselir, işte meşhur “Mart mahlûku” davranışı… Netice itibari ile Türkiye Futbol Tarihi arşivleri bize şikenin Canım Yurduma duhul oluşunun müsebbipleri olarak bu iki takımı daima hatırlanacaklar listesinin başına koymamıza sebep olacak karinelerle doludur.

 

Cumartesi, Eylül 30, 2023

ÇEŞME FESTİVALİ ve DEVAMI

 Çeşme Belediye’sinin “Çeşme Festivali” spotu altında sunduğu ve andığı festival kendi program içeriği içinde gayet yoğun ve eğlenceli geçti. Ben gece programlarının tamamına katıldım, aksatmadan… Öncelikle festival için içerik, kapsam ve ilerleme açısından söylenecek çok şey olduğunu anlıyorum, yazılanlara ve söylenenlere bakınca… Diğer taraftan da organize edenlere de bakınca son derece başarılı, verimli, eğlenceli dolu dolu bir üç gün geçti. Bu konuda organize edenlerin tecrübelerine bakınca fazlaca söze gerek olmadığını söylemeliyim, ben bu işleri bilmeyen birisi olarak da fazlaca detaya giremeyeceğim. Lakin hemen şunu söylemeliyim ki, bu festivalden ziyade bir müzik şöleni denilebilecek kadar müziğin ziyadesiyle öne çıktığı diğer aktivitelerin maalesef gölgede kaldığı bir süreç oldu bana göre. Kendi adıma; Prof. Dr. Vasıf Şahoğlu’nun “Urla Liman Tepe ve Çeşme Bağlararası Kazıları” üstüne yapmış olduğu söyleşilere katılamamış olmayı ciddi bir eksiklik olarak not ediyorum amel defterimin günah bölümüne. Yeri gelmiş iken, daha önce defalarca yazdığım üzere eski Belediye Başkanı Nuri Ertan döneminde başlatılan “Çeşme Sempozyumlarının” devam ettirilememiş olmasını da ciddi bir eksiklik olarak gördüğümü de not düşeyim… Belki de gelecek dönemlerdeki Çeşme Festivallerinin omurgasını bu kabil çalışmaların oluşturacağı, dinlence ve eğlence faslından da araya müzik konserlerinin serpiştirilmesi düşünülebilir.

Belediye Başkanı Ekrem Oran’a göre Çeşmeliler “kendisinin büyük ailesidir” ve sağ olsun bizlere seslenirken de “Çeşme Ailem” diye kapsayıcı ve kucaklayıcı bir deyim kullanır. Kendisinin takdiridir şüphesiz hangi mekânda ve zamanda ve dahi hangi sayıda ve genişlikte Çeşmeliyi kast ettiği… Ama “aile” olmak kolay iş değil ve olmadığı da aşikârdır… Şimdi sen hepi topu ve dahi en fazla 5.000 kişilik bir amfinin hem de üç gece üst üste yaklaşık artılı eksili 4000 kişilik kısmının dolabildiği hatta gelenlerin de neredeyse %60’ının civar ilçelerden geldiği bir konserde bile ailenin bir kısmını esas ve bir kısmını üvey tayin eden separatörlerle yaklaşık 400 kişiyi bir tarafa ve diğerlerini de öte tarafa koyacaksın, nasıl izah edilecek bu aile düzeni gayri… Bu nedenle kimse bana “efendim protokol gereği” gibi hikâyeler anlatmasın, biz biliriz o protokol hikâyelerini ve unutulmasın ki protokol başkanlığı ve genel müdürlüğü ihdas eden bir ırkın ahfadıyız Alimallah… Esas aileye yönelik üstelik sadece separatörlerle değil ilaveten separatör üstü bantlarla da tahkim edilmiş bir ayrım… Oysa benim devamen gittiğim 3 gece de Başkanı sevenler ve destekleyenler oradaydı, ne vardı da hep beraber ve karışık oturma düzeni ihdas edilse idi. Tamam anladık, Belediye Başkanı erkenden gelip yer kapacak hali yok elbette “biz ötekiler” gibi, kendisine belki Kaymakama, belki Savcılık, belki Emniyet Müdürü, belki Jandarma Komutanlığı makamına bir sıra ayrılır gerisi karışık olsa idi ne kaybedilirdi, bilmiyorum. Gerçi ahir ömrümde Belediye Başkanının bu kabil bir şölende orta ya da arka sıralarda oturabileceği tevazuyu gösterebileceği ümidimi gayri yitirdim… Anlıyorum hayatının bundan sonraki bölümünde bizimle birlikte bir yerlerde oturmayacaksın lakin bizimle birlikte oturduğun yerlerden oralara gittin… Bu sadece Başkan için mi geçerli, hayır tabii ki, Kaymakam da, Emniyet Müdürü de, Savcı da aynı durumdadır bence… Belki bilmediğim işlere ziyadesiyle dalıyorum lakin benim gördüğüm bunlar ve de yazıyorum, belki doğru, belki eğri… Lakin aklıma şeytanın dediklerinin doğru olabileceği gibi şeyler gelince de, biz bu filmi hep izledik, izliyoruz ve izleyeceğiz, tebarüz bu… Aklıma hemen çok ünlü Beatles Grubunun çok çok ünlüsü John Lennon geliyor; hani İngiltere Kraliyet Ailesinin de bulunduğu bir konserde biraz da iğnelemek maksadı ile “siz arka koltuklarda oturanlar avuçlarınız patlayana kadar alkışlayın ama siz öndekiler mücevherlerinizi şakırdatın yeter” diyor ya, işte öyle…

Enrico Macias’ın performansı bir harika idi müziği ve kalitesini değerlendirecek durumda değilim şüphesiz, değerlendirme işini uzmanlarına bırakıyorum ki zaten onlarda yeterince değerlendirmiş durumdalar, adamın 84 yaşında yaklaşık 1,5 saatlik sahne performansı bir küçük takılma dışında muhteşem idi… Esasen 1970’li yıllardan itibaren başlayan söylentilere bakılırsa bize zaten çok da yabancı değildir ablamız tarafından akrabamızdır kendileri. Mesela konseri sonuna doğru organizasyon tarafından misafir sanatçı babından Ajda Pekkan’ı da beklemiş idim. Ne de olsa yakın geçmişte Ajda Pekkan’da Çeşme’de sahne almış idi. Ama Allahtan kimin aklına geldiyse, kutluyorum, kâğıda bakarak da olsa Türkçe ve Ajda Pekkan tarafından ziyadesiyle meşhur edilmiş bir şarkı ile final yapıldı… Enrico Macias’ı beğenerek dinlemekle birlikte, ne gençliğimde, ne de şimdi “ne çalalım abimize” diye bir soru gelse müzisyenlerden, “J’ai quitté mon pays” (ülkemi terk ettim) diye başlayan “Adieu mon pays” gibi acı, duygu ve hüzün dolu parçası çok güzel olmasına ve çok seviyor olmama rağmen, ne yazık ki ilk olarak aklıma gelmez… 

Bizim Sevgili Başkanımız, Müzik Festivali için Akdeniz temalı dese de pek öyle ol(a)madığı açık bence, daha çok Fransız baharı temalı olmuş gibi, hani iyi mi, kötü mü manasında değil sadece tespit etme adına yazıyorum. Başkan’ın çok iyi Rusça, İngilizce ve Yunanca konuştuğunu biliyordum lakin Fransızcası da varmış ve her ne kadar ben bu konuda ölçme değerlendirme yapacak durumda olmasam da bende iyi bir Fransızcası olduğu yönünde kanaat oluşturacak kadardı… Esasen de final gecesinde “Chico and Cypsies” grubu ile konuşurken Fransızca yerine “Romanca” konuşmuş olsa idi en azından benim gözümde tam “polyglot fenomen” olacaktı. Neyse ilerleyelim önceki minvalde… Akdeniz teması olunca şüphesiz organizasyonu yapanlar daha iyi biliyordur, engelleri, zorlukları, maliyetleri de, mesela Yunanlı neden yoktu, İtalyan neden yoktu, Mısırlı neden yoktu, Lübnanlı neden yoktu, gibi gibi…

Sevgili Başkan Ekrem Oran hangi gece olduğunu şimdi hatırlamıyorum lakin bir takdim konuşması içinde; ki her sanatçı performansı öncesi bir takdim ve hatırlatma konuşması yaptı, bu hitapların birinde “bu organizasyonları sizin paralarınızla” yapıyoruz gibi bir kelam edince, değerli Başkanın affına sığınarak ve dahi bundan da cesaret alarak bakıyorum ve soruyorum güzel mi oldu bu işler diye… Evet, bence güzel oldu mu sorusuna verilecek yegâne cevap, “evet, çok güzel oldu hatta muhteşem” peki bu ekonomik şartlarda hele hele de Belediye bütçesinin gelir kalemlerinin detaylarını birazcık bilen birisi olarak da “ne gereği var idi bu harcamaların” demeden de edemiyorum. Aaaa şüphesiz ben gördüğümü söylüyorum, belki de bizim belediyemizi “çok sevenler” finanse etmişlerdir, belki de sanatçıların hiç birisi hiçbir bedel almadan sahne almışlardır, bilemiyorum, ne de olsa Başkanın her bir sanatçı ile 14 yaşından beri tanışıklığı var, şimdi de 52 yaşında olduğuna göre, dile kolay 38 senelik bir tanışıklık… Buna burun kıvıranlar olabilir lakin ben Başkanın kabiliyet ve maharetlerinin bu konserleri bu şekilde de düzenleyebileceği kanaatını taşımaktayım… Eğer öyleyse de kocaman bir alkış, eski Çeşmelilerin klasik deyimi ile “alkışım alasın”… Değilse de bir sonrakini iptal ederek telafi edilebilir bir durum oluşmaktadır, çok da fazlaca dert etmemek gerek… Ayrıca karar merciinde de O var, saygı… Yine de Belediye bütçesinin münasip ve fazlada olduğu dönemlerde düzenlenmesinin lakin içerik, kapsam ve sanatçı seçimleri ile sürelerinin yeniden gözden geçirilmesinin hülasa gerçek manada “festival” tadının ortaya çıkarılmasının güzel olacağı kanaatımı korumaktayım.

Finalde seyircilerden “2024’te de birlikte festivali düzenleyecek miyiz sorusunu” hararetle sorarak yeniden adaylığına bir vurgu yapsa da izleyicilerin tepkilerine bakınca Başkanın niyeti subliminal mesaj olarak yerine ulaşmış gibi göründü bana… Zaman zaman basın üstünden kendileri ile tatsız diyaloglar yaşamış olmasına rağmen önceki dönem Belediye Başkanları Nuri Ertan ve Faik Tütüncüoğlu’na da teşekkür etme nezaketini göstermiş olmasına da ayrı bir mim koymamız gerekmektedir. Sonuçta fena mı oldu, koskoca Erkan Özerman geldi ve organize etti, Enrico Macias, Dany Brillant ve Chico and Gypsies söyledi, millet eğlendi…

Şimdi de 8. si düzenlenen “Ovacık Tarım Ve Sakız Koyunu Festivali” var, orada daha başarılı sonuçların çıkacağı şüphesiz benim açımdan çünkü söylemine, iddiasına, yerel faaliyetlere yönelik sunumuna mütenasip bir yerlilik söz konusudur. 


Cumartesi, Eylül 23, 2023

BİRA AĞACI ve INCREDIBLE INDIA

Hindistan’da çalıştığım yıllarda, Palmiye ağaçlarının o güne kadar bilmediğim bir özelliği ile karşılaştım, benim için inanılmaz bir şey idi, Palmiye ağacının bu türü burada “Bira Ağacı” diye biliniyor ve kullanılıyordu. Şüphesiz ağaç bira ağacı değil lakin palmiye ağacının tepesindeki bölümde yeni oluşan filizlerin uçları kesilmekte ve kesikten gelen sıvı uygun kaplarda biriktirilmekte, biriken bu meyve suyu görünümlü sıvı esasen hemen tüketilirse iç açıcı, ferahlatıcı ve hafif bir içecek olup, içilirken de son derece serinletici bir duygunun oluşmasına neden olan şekerli bir tada sahiptir… Biriktirilen bu sıvı biraz bekletilince muhtemelen bir fermantasyon süreci yaşıyor ve ekşiyor ve de taze ve ham bira tadına erişiyor. Bu yüzden bizler de bira içen yöre insanının söylediği üzere bira ağacı diyoruz. Bu sıvıdan mezkûr alkollü içeceğinin temin edilmesi faaliyetinin antik çağlardan bu yana yapıldığını ve bir ağaçtan iyi bakımlı olmak koşulu ile yıllık 400-500 lt’ye kadar ulaştığını öğrenmiş idim. Lakin yasal olarak engellenmiş olmasına rağmen kaçak ya da “yarı yasal” olarak yaygın kullanmakta idi, muhtemelen şimdi de öyledir. 

İlk kez bunu Yeni Delhi yakınlarında inşaat malzemeleri için bir piyasa araştırması yapar iken uğradığımız bir fabrikanın bahçesinde bize ikram edilen bu serinletici sıvının aynı zamanda keyif verici bir içecek olduğunu hayretle görerek öğrendik. Palmiye ağaçları ile kaplı bahçede ağaçların gölgesinde hayli sıcak geçen mevsimde serin bir ortamda oturur iken yetkili muhteremin teklifi ile bu tılsımlı sıvıyı denemek istedik. Teklifi kabul beyanımız üzerine hemen bir ilgili çağırıldı, kendi dillerinde talimatı alan kişi de hemen yüksek ve dalları sadece tepede bulunan ağaca elindeki şişelerle birlikte tırmanmaya başladı. Bir maymun çevikliği, çabukluğu ve güveni içerisinde tırmanan kişi ağacın tepesinde gerekli kesme ve akıtma ve akan sıvıyı toplama işlemlerini tamamlayıp aşağıya indi. Yaklaşık 1 saat sonra tekrar tırmanıp sıvıların toplandığı kapları alarak aşağıya gelen muhterem kaplardaki sıvıyı, mezkûr ağacın yapraklarını bir tas gibi kıvrılmış halinin içine servis ederek ikram etti… Müthiş, biraz beklemiş içecek tüm kural ve kurumları ile taze bira…

Türkiye’ye dönüşümde bu hatıraları anlatınca galiba da biraz süsleyerek anlatmış olmama istinaden, ziyadesiyle abarttığımı beyan etti, başta çocuklarım… Fazla abartmadın mı diye yapılan bu eleştirilere cevabımız mezkûr içeceği tattırmak olmalı idi… Ve en kısa zamanda bu fırsat doğdu…

Çocukların ilk gelişlerinde, klasik Hindistan faaliyetleri dışında behemehâl bira ağacı ziyareti ve tadımı yapılmalı idi ki dozu kaçan eleştirinin cevabı olsun. Hemen bildiğimiz yer olan mezkûr fabrikanın oraya gidildi, gerekli olan her şey gereğince gösterildi, ispata istinaden artık konu biranın tadı, kokusu, rengi, alkol derecesi vs gibi teknik detaylara geçildi nihayetinde… Artık abartıyorsun ya da abarttın gibi ifadeler geride kalmıştı.

Güney Hindistan eyaletleri Andhra, Tamil Nadu başta olmak üzere birçok eyalette, Palmyra Palm” (bilimsel adının da Borassus olduğunu öğrendiğim) “Bira Ağaçlarına” yaygın biçimde rast gelinmektedir. Taze sürgünlerin kesilerek akıtılan sıvının taze iken iç açıcı ve keyif verici ve de kısa sürede fermante olmasını müteakip bira olarak içilmesinin yanında palmiye meyvesi de değişik sunumlar ile tüketilmektedir. Bu sıvı bazı yerlerde kristalize edildikten sonra şeker, sıvı halde iken de su ilavesi ile şurup gibi hazırlanmakta olduğunu da beyan ettiler. Kahveye ve çaya tatlandırıcı olarak kattıklarına da şahit oldum birkaç kez. Her bir parçasının farklı farklı amaçlara yönelik kullanılmasından ötürü yerel insanlar bu ağaç için “Tanrının bir lütfu” değerlendirmesi yaparlar ve göründüğü kadarı ile bu değerlendirmede herhangi bir abartı görünmemektedir. Yörede dinlediğim kadarı ile mezkûr ağaç yaklaşık 700-800 farklı alanda kullanılabilir bir ağaç imiş… Lakin yaygın olarak yaprakları hasır, sepet, yelpaze, şapka ve şemsiye hatta liflerinin uygun olması hasebiyle de ip ve urgan yapımında kullanılmakta olup çok eski devirlerde de papirüs benzeri üzerlerine yazı yazılmakta imiş. Palmyra palm ağacının hindistan cevizine benzer meyveleri de 10 ila 15 cm çapa kadar erişebilmekte olup kabukları siyah renkli ve muz hevenkleri gibi kümeler halindedir. Meyveler üst kısımlarından kesilmek suretiyle açılır içinde yine Hindistan cevizi benzeri beyaz etli bir bölüm ve içerisinde lezzetli ve içilebilir bir sıvı bulunmaktadır. Palmyra palmın meyvelerinin lifli dış kısmı da çiğ, haşlanmış ya da kavrulmuş olarak yenebiliyor. Ayrıca meyvenin orta kısmında jelimsi bölümden de bazı yerlerde tatlılar ve tatlımsı yemekler de yapılmakta imiş… Kâğıt olarak kullanılmasını fiilen görmedim lakin anlatıldığı ya da benim anladığım kadarı ile de uygun şekil, boyut ve olgunluğa erişmiş yapraklar toplanıyor tuzlu suda kaynatılıp koruyucu olarak da zerdeçal tozu sürülüyor müteakiben de kurutuluyor. Yeter miktarda kurumuş yapraklar “ponza taşı” ile parlatılıyor şekil düzeltmesi manasında kesiliyor ve düzeltiliyor, yaklaşık her yaprağın dört sayfaya denk gelir şekilde bir araya getiriliyor ve sonra demetler haline getirilerek bağlanıyor. Diğer taraftan ağacın gövdesinden elde edilen kereste ise sert, ağır ve hayli dayanıklı olup bu yüzden inşaat sektörü açısından oldukça değerlidir. Bazı bölgelerde bu dayanıklı gövdelerden “kano” yapıldığını da duydum ama görmedim.

Hindistan’a yurtdışından gelir iken havaalanı çıkışına kadar birkaç yerde kocaman panolarda “incredible İndia” diye sizi karşılayan bu ülke esasen de tam da bu spot ile anlatılmaya çalışıldığı üzere “inanılmaz” bir yerdir. Çalışma hayatımın Mısır’dan sonra benim açımdan bir şans olarak değerlendirilebilecek bu ülkede neler gördüm neler…

İlk gelişimde, havaalanından bir taksi ile ayrılıp önceden rezervasyon yaptığım otele giderken, gerek içinde bulunduğum taksi gerekse de diğer tüm araçların hiç durmadan fasılasız “korna” çalmasının ne gerekçesi olabileceğini anlayamadım. Hatta varıp varmadığımı kontrol için beni arayıp ilk izlenimlerimi soran patrona, “Hintliler gelişimden son derece memnun oldular, sürekli korna çalıp, kutlama yapıyorlar” demiştim de karşılıklı katıla katıla gülmüş idik… İstisnasız taşıt trafiğine çıkan her aracın arkasında “Horn please” ya da “blow horn” yazılarının o günde bugün de yoğun ve resmen keşmekeş denilebilecek trafiğin dikkate alınması uyarısının dışında ne anlama geldiğini anlayamadım. Bunun içinde bu kadar yaygaraya ihtiyaç var mıdır, bilmiyorum…

Bir de sokağa “idrar tahliye” geleneği var ki gerçek manada “incredible”… Her Hindistan yetişkin erkek vatandaşı açısından dayanılmaz bir haz ya da faaliyet olduğu çok aşikâr olan bu eylemin hele de yeni bir yapılmış bir duvar olursa abartarak söylüyorum emin olun önünde sıra oluşur… Bir gün İsviçre’de eğitim görmüş bir Hindistan vatandaşı ile sohbet ederken bunun neden böyle olduğu ve nasıl izah edilmesi gerektiğini sorduğumda, aldığım cevap ciddi mi şaka mı anlayamadın lakin “bir özgürlük işaretidir” demiş ve ben de “desene sadece erkekler özgür burada” deyince konunun değişme sırasının geldiğini anlamıştım.

Sonuç itibari ile; başta Taç Mahal, Agra Kalesi, Jaipur kenti, Red Ford, Akshardham Tapınağı, Lotus Tapınağı, 20 binden fazla tapınağı olduğu söylenen Varanasi olmak üzere daha yüzlerce gezilecek, tarihi, kültürel, doğal ve fantastik güzellikleri olan bu ülkenin “ölmeden önce görülmesi gereken yerlerden” olduğunu söylemek gerekir.

Cuma, Eylül 15, 2023

GÜRCİSTAN’DA HAYATIN TENAKUZU

Yolumuzu Gürcistan’a düşürdük, maksat eksiğimiz kalmasın diye… Batum’dan girip, Poti, Kutaisi, Gori, Tiflis, Borjomi ve Ahıska ziyaretleri sonrası Türkiye’ye dönüş… Genel manada yeşili korunmuş ya da yeşil kalmış bir ülke görünümünde. Hele Batum’da şehrin içinde bulunan ziyadesi ile uzun plaj yanında geniş ağaçlık bir bant uzanıyor ki, şimdi burun kıvırılan dönemin tercihi olmuş bu peyzajlar, nereden mi biliyoruz, tıpkı Bulgaristan’daki Varna, tıpkı Ukrayna’daki Odesa sahil düzenlemesi gibi… Yine Batum’da eski dönemden kalmış lakin restorasyon ve bakımları tamamlanmış klasik binalar ile ABD’ye öykünen yeni tarz ve cam giydirme cepheli çok yüksek binaların yan yana bulunması insana eski ile yeni kıyaslaması için ciddi bir fikir ve bilgi vermekte…

Özellikle Batum tarafında kime Rusça uzun uzun cümlelerle soru yöneltti isek aldığımız cevaplar uzun uzun İngilizce oluyor. Demek ki gayet güzel Rusça anlıyorlar ya da biliyorlar… Peki, bunu nereden anlıyoruz, Rusça söylediğimizi soruyu anlamış biçimde İngilizce cevaplıyorlar da oradan şüphesiz… Aslında tavır, “tarafı beyan etme” modunda, hani diyor ya karınca tarafımız belli olsun diye, maksat bu…

Ukrayna ve Gürcistan bayraklarını dostluk ifadesi babında sık sık görüyor olmanın yanında inanılmaz miktarda Rus turistinin bulunuyor olması da enteresan bir tenakuz tezahürü gibi. Batum’da sahildeki uzun plaj mesai saatleri bitince inanılmaz bir Rus turist ya da yerleşmeci akınına uğruyor… Şüphesiz bu durum siyasal otoritelerin savaşlarının insanlar tarafından fazlaca önemsenmediği ve desteklenmediği görüşü oluşmasına neden oluyor bende… Bana ne senin aptal savaşından silkinişini görüyor insan bu tavırlardan… Her ne kadar sık sık yan yana yapıştırılmış bayraklar ile subliminal mesajlar yaratılmışsa da günlük hayatın hayhuyu ve akışı içinde taraflara çok büyük bir engel oluşturmuyor demek ki… Yukarıda dediğim üzere tam tersini tebarüz ettirmeye çalışan yaygın bir grup olmasına rağmen Rusların ve Gürcülerin genel manada sessiz ve derin bir anlaşmaları var yine de, öyle anlıyorum…

Tiflis’in önemli mevkii “Rike Parkta” ise “Ronald Reagan” heykelinin varlığı beni nedense hiç şaşırtmadı emin olun… Hele hangi dönemde yapıldığı ve açıldığı konusunda bilgi edinince bu gerçekleşmeyi sağlayanlara çok yakışmış olduğunu düşündüm. Ne zaman ve kimin dönemi, tabii ki 2011 yılı ve başkan Mikheil Saakashvili dönemiAçılış töreninde ne diyor Başkan; “heykel Gürcistan ile kuzey komşumuz arasındaki ideolojik farkı simgelemekte olup Ronald Reagan tarafından çökertilen SSCB’nin tarihin çöplüğüne gidişini temsil etmektedir.” Sanki ideolojik tercihleri farklı imiş gibi kuzey komşusu ile. Bu tercihe saygı göstermek gerekir tabii ki lakin Saakashvili’nin serencamını da bilen birisi olarak bizatihi kendisi adına fazlaca üzülemediğimi söylemek zorundayım. Kendisi “Gül devrimi” olarak tarihe geçen sözde barışçıl gösterilerle esasen de ABD destekli “Soros Vakıflarının” sınırsız ve sorumlu ve de planlı destekleri ile taraf tespit ve tayini yapmıştır. Sonrası malum, ABD’nin sınırsız desteğine rağmen adı yolsuzluklara ziyadesiyle karıştığı için ülkesini terk etmek zorunda kalmış sığındığı 2. ABD üssü görüntüsü veren Ukrayna’da “turuncu devrime” tecrübeleri ile katkı vermiş Ukrayna’da aktif siyasi hayatını malum merkezlerden aldığı sınırsız destek ile parti kurarak sürdürmüş “yolsuzluklarla mücadele” sözü vermiş olmasına rağmen Odesa Valiliği esnasında gırtlağına kadar yolsuzlukların içinde bulunmakla suçlanarak tasfiye edilmiş sonra da kaçak olarak döndüğü ülkesinde mahpushanenin yolunu tutmuştur. Mikheil Saakashvili’nin Rusya ile girdiği gereksiz ve amansız mücadele sonucunda Gürcistan hem Abhazya’yı hem de Güney Osetya’yı kaybetmiş durumdadır şimdilerde… Vatandaşlar bu kabil insanların nesinde ne görürler de seçerler anlamak da mümkün görünmüyor… Saakashvili’nin ardılı Zelensky’de benzer bir yol tutturmuş görünmekte… Biz de anlayamamaya devam etmekteyiz, mezkûr tercihleri… Neyse asıl konumuza ricat, Ronald Reagan heykeli yanında karşılaştığım Türkiye vatandaşlığı almış bir muhterem yoğun aksanlı Türkçesiyle Reagan ile fotoğrafını çekmemi istedi sonra da istemem halinde kendisi benim Reagan ile fotoğrafımı çekebileceğini söyledi ben de tarafım belli olsun diye bu adamla neden fotoğraf çektireceğim ki dedim. Burada daha da anlaşılmaz bir şey “Белый мост /beliy most) – White Bridge - Beyaz Köprü”, “Мост Мира (most mira) The Bridge of Peace– Barış Köprüsü” adlarıyla anılan bu köprünün, Tiflis’in eski ve yeni iki yanını birleştirme iddiasının yanında, savaşın ve işgalin temsilcisi Ronald Reagan heykelinin hemen yanı başında yer almasıdır, bana göre…

“Özgürlük Meydanı” diye bir meydanları var belli ki buralarda bağımsızlıklarını kutlama ya da destekleme mitingleri yapmışlar, hakları tartışmasız, kim ki bağımsız ve özgür olmak istiyor yanında idim, hala yanındayım ve ömrüm oldukça da yanında olmaya devam edeceğim… Lakin nazire olsun diye mi, gıcık olsun diye mi, yoksa inadına mı, bilemem, taraf belli etme babından meydanın en muhkem mevkiinde “Information Center on NATO and EU” diye bir ofis yerleşmiş… Hani geçtim iddia edildiği üzere ayrı ve bağımsız kuruluşlar olduğu bahsinden, tam da biz biriz ve mütemmim cüzüz tebarüzü kabilinden NATO ve EU’nun birlikteliği tam da dosta ve düşmana teşhir… Esasen de bizim mahallede bu ve benzer tüm kuruluşlar açıktan ABD, gizliden ise İngiltere kuruluşu olarak tanınır ve tanımlanırlar… Evet; çok eskilerde “Erivan Meydanı”, SSCB döneminde “Lenin Meydanı” şimdilerde de “Özgürlük Meydanı” olarak adlandırılmış bu alanın önemini ABD Başkanı George Bush’un Saakashvili ile birlikte karşı mahalleye meydan okumak adına büyük bir miting tertip etmeleri ile birlikte bir kat daha arttırmışlardır. 

İlaveten gezilmeye değer yerlerden birisi de, “Avrupa Meydanı” ki buradan inşa edilen teleferik ile Sololaki Tepesine çıkılabiliyor, burada bulunan Narikala Kalesi, Kartlis Deda Heykeli yakından görülebiliyor, Kura nehri ile iki yakaya bölünmüş Tiflis kentinin harika manzarası izlenebiliyor diğer taraftan da Tiflis Botanik Bahçesi kuşbakışı izlenebiliyor. Avrupa Meydanın bir kenarında kurulmuş Teleferik İstasyonu, diğer tarafında Rike Parkı bir diğer tarafında Metekhi St. Virgin Kilisesi bulunmakta olup tüm bu değerli ünitelerin arasına bir de “tüm duvarlar yıkılır” spotu ile meşhur Berlin Duvarından bir beton blok yerleştirilmiş, tüm bu yerel ve milli ünitelere bir de meydanın adına da mütenasip manada olmak üzere yeniden tercih edilen taraf kafalara çakılıyor, yeni duvarlar örülerek...

1970’li yıllarda sağ-muhafazakâr kesim karşı mahalle sakinlerini “Amerikan kaşığı ile Rus necaseti kaşıklıyorlar” diye tahkir ederlerdi, galiba mezkûr muhteremler bugün hala böyle düşünüyorlarsa bu deyimi şimdi bu hale getirirlerdi “Rus kaşığı ile Amerikan necaseti kaşıklıyorlar”… Bunu da nereden çıkardın demeyin, ben çıkarmadım vallahi, onlar çıkardı… Buraya da öyle laf olsun diye aldım…

Sonuç itibari ile; Gürcistan eşsiz doğa güzellikleri özellikle de dünya çapında ünlü mağaraları, etnik çeşitliliği siyasi renkliliği nedeni ile de Kafkasya’nın görülmesi gereken yerlerinden birisi olarak göründü bana ve hiçbir gezginin hayal kırıklığı yaşamayacağını da anladım…


Cuma, Eylül 08, 2023

ZENGİN KÜTÜPHANEDEN ATOMİK BOMBA HAYRANLIĞINA

Dünyanın tarihe kaydı düşmüş en önemli ve yaygın bilinen kütüphanesi Mısır’ın ünlü “İskenderiye Kütüphanesidir”… Antik dünyanın bu çok bilinen ve en önemli bilgi deposu yaklaşık yedi yüzyıl boyunca entelektüel ve kültürel merkez olmayı başarabilmiş ve dönemin çok önemli düşünür, araştırmacı ve bilginlerine eğitim ve öğretim mekânı olmuştur. Esasen de öğrenebildiğim kadarı ile Atina’daki bir okul ve kütüphane ile yarışabilmek adına dönemin komutanına önerilerek başlar bu görkemli kütüphanenin yapımı. Kütüphane gelişiminin zirvesinde artık bünyesinde konferans salonları, toplantı salonları, laboratuvarlar, yemekhaneler ve hatta hayvanat bahçesine kadar bir dolu faaliyet mekânlarını toplamıştır. 

İskenderiye Kütüphanesinin bu kadar büyük bir çekim merkezi olması üzerine mezkûr kütüphanenin bir benzeri de sonraları “Bergama Krallığı” tarafından gerçekleştirilir. Bergama Kütüphanesi bulunduğu coğrafi konum itibari ile de bu manadaki merkezlere yakın ve irtibatlı olması önemini bir kat daha arttırmış olmakta ve kendisine sonradan girişilecek rekabette avantaj sağlamaktadır. Dönemin hükümdarlarının atfettiği öneme ve şahsi ilişkilerine istinaden rekabet kısa sürede Bergama Kütüphanesi lehine fark oluşturmaktadır. Gerek Atina’daki kütüphanelerden bağışlar ve satın almalar yolu ile gerekse de oluşturulan “alternatif düşünce okulları ve kursları” marifeti ile oluşan cazibe merkezi yazar, yazıcı ve düşünürlerin merkezi haline gelmiştir Bergama… Bergama Kralı şimdi adını hatırlayamadığım bir kaynaktan okuduğum ve aklımda kaldığı kadarı ile döneminde kütüphaneye verilmek üzere Atina’daki bir düşünürün önemli miktardaki kitabını satın almış, yeterince sarihtir ki o dönemde bile kitap çok değerli ve satın almaya değer ürün… İşte barbar denilen kavimlerin kütüphaneye verdiği önem ile sonradan kitaplar zararlı fikirler neşrediyor ve zerk ediyor iddiası ile de toplu kitap yakma törenlerine kadar gelebilmiş Ademoğlu, inkişafın böylesine de ancak şapka çıkarılır… Hatta kitap ve kütüphanede rekabet öyle boyuta gelmiş ki, dönemin yegâne kâğıdı “papirüs” imalat ve temin merkezi Mısır behemehâl Bergama’ya kendilerine rakip diye cezalandırmak adına papirüs ihracını da durduruyor… Bu nedenle bu uğurda geride kalmak istemeyen Bergama yeni bir icada imza atıyor, “parşömen”, bugünkü parşömen kâğıdının prototipi sayılabilecek olan deriden yapılan bu kâğıtlar kullanılmaya başlıyor ve papirüs gibi rulo halinde kalın ve ağır olmaları nedeniyle stoklanamıyorlar ve bu yüzden sayfalar halinde ilk defa dizilme işlemi başlamış oluyordu. Neymiş rekabetin adı kitap, peki kimler rakip bu kitap konusunda, çok tanrılı dinin mensupları bir manada da barbarlar… Allah Allah… 

Sonunda Bergama Kralı gerekçesi anlaşılabilecek nedenler ile krallığını bağış yolu ile Roma İmparatorluğuna bırakır, Roma İmparatoru âşık olduğu Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya hediye eder tüm bu basılı eserleri, İskenderiye Kütüphanesi daha zengin ve görkemli olsun diye… Sonra kütüphane sahibi olmanın manası gerçekleşmeye başlıyor, insanlık aydınlanma burcuna giriyor, giriş o giriş, hemen bu fikir karşıtını da üretmeye başlıyor ve çok tanrılı dinlerin tek tanrılı dinler karşısına eksik kadrolar ile çıkıyor olmasının da etkisi ile kitap ve kütüphaneler artık gözden düşüyor… Sonuçta İskenderiye ve Bergama kütüphaneleri, her ikisinin de, o eşsiz yazılı ve basılı eserleri öyle ya da böyle artık yok… Artık, karşıt düşünce ile rekabet ve eleştirme yeni bir boyut kazanır, gerçi insanlık kaybeder ama olsun onlar kazanır… Taa oralardan, Hitler Almanya’sının “arındırma” ya da “ateşte temizlik” adındaki toplu kitap yakma törenlerine nail olan insanlık treni hala durmadan ilerliyor, kitap yakmalar artık gizli yapılmakta, yasak yayın gibi abuk subuk terimler ortalarda… Kitaplar gizli yakılır iken insanlar açıktan ve aleni törenlerle yakılmaya başladı ya, yaşasın medeniyet…

“Zenginliğin Kütüphane oluşturmak adına” kullanılmasının bu nadide ilk örnekleri maalesef dünyada fazlaca uzun sürmez, süremez… Ademoğlunun “avcılık ve toplayıcılık” ile başlayan süreci maalesef bir türlü başka bir boyuta geçemiyor, toplayıcılık ve avcılık biçim değiştire bile özünü koruyor, hala birinin birikimine el koymak en gözde faaliyet olmaya devam ediyor. İster bireysel, ister grupsal isterse de devletsel düzeyde durmadan ve artarak devam ediyor… Şimdi, aaa nasıl olur diyenler çıkabilir, haydi izah edelim bakalım Bergama uygarlığının en önemli parçası Zeus Tapınağının Berlin’de olmasını, mafiozi yöntemler ile çıkar gruplarının siyasal etkinlikleri nasıl izah edilebilir, nasıl izah edilebilir kulun kula köleliğinin ekonomik ifadesi artı-değer sömürüsü…

Evet, ortaçağın mezkûr karanlık yüzünün aydınlık tarafı ve dönemin aydınlanma merkezi olan kütüphaneler sadece İskenderiye ve Bergama kütüphaneleri ile mi sınırlıdır? Kocaman bir hayır… Efes Antik Kentindeki “Celsus Kütüphanesi”, Asur Krallığının “Asurbanipal Kütüphanesi”, Roma “Trajan Kütüphanesi”, Atina “Lyceum Kütüphanesi” başta olmak üzere küçüklü büyüklü daha yüzlerce kütüphane veya kitaplık bulunmaktadır antik dönemde, kayıtlar böyle diyor… Yine mezkûr kayıtlara göre bu kütüphaneler arasında mesafe ve dönem farkları olmasına rağmen “fiziken ve namen” birbirlerinin önüne geçme yarışı hiç küçümsenmemelidir.

Evet, geçmiş ve barbar (!!!) dünyanın yarıştığı kütüphanecilikten gelinen nokta itibari ile “atomik bomba” sahibi olmanın yarıştırılmasına evrilmiştir, dünyamız ne yazık ki… “güçlü ordular savaşın caydırıcısı, barışın teminatıdır” gibisinden abuk subuk fikirler ile dünyanın bir silahlanma yarışına girmesi yetmiyormuş gibi dünyanın top yekûn sonunu hazırlayacak nükleer savaş hazırlıklarına evrilmesi de tam tamına bir felakettir bana göre… Hele hele başta sosyal demokrat Tony Blair yönetimindeki İngiltere ve avenesi ABD’nin tüm başkanlarının Irak’ı “nükleer bomba” sahibi olmakla suçladıkları koro asla ve kat’a unutulmayacak… Her önüne gelen ABD karşıtı ülkeyi “nükleer bomba” kullanacak yalan ve propagandası ile suçlayan ve zaman zaman da havadan günlerce bombalayıp yerle yeksan eden ABD’yi kimse hedefe koymuyor, koyamıyor, hele ortalıkta bel kıvıran “Amerika muhipleri” yok mu? Yahu, bu propagandanın karşısında hiçbir aklı kâmil, insan-ı kâmil, imanı-ı kâmil ve kemal-i akıl çıkıp da demiyor, “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalı” düsturu mucibince “efendi güzel de dünyada yaklaşık 80 yıldır tek nükleer bomba kullanan ABD’dir”. Kimse demiyor ki, bu ABD Irak’ta hem de resmi orduları marifeti ile müzeleri ve kütüphaneleri talan etti…

Evet, Kitap rekabetinden silah rekabetine dair söylenecek çok şey var lakin söyleyip de zayi etmenin manası da yok…

Cumartesi, Ağustos 26, 2023

ÇİZGİ ROMANDAN ÇİZGİ FİLME İLLAKİ BAĞIMSIZLIK

Çocukluğumuzun en önemli aktivitelerinden biri de “çizgi roman” okumak idi, hatırladığım kadarı ile ilk başlarda “Tommiks”, “Teksas” var iken sonradan inanılmaz çeşitlendi ve sayıları arttı… Baltalı ilah Zagor, Kaptan Swing, Tom Braks, Kızıl Maske, Teks gibi daha niceleri… Türkiye versiyonları da oldu tabii hem de gayet başarılı, Karaoğlan ve Tarkan gibi… Bizim için görünürde sınırsız bir eğlence kaynağı gibi dururken hissettirmeden ciddi bir okuma alışkanlığı için temel oluşturmuş olması esas kazancımızdır. Esasen de bugün bile yapılan araştırmalar göstermektedir ki çocukların çizgi romanlar okumaları, okuma alışkanlığı ve okuma yazma becerileri üzerine çok olumlu katkılar yapmaktadır… Bilindiği üzere okuma alışkanlığının oluşumu, 10-12 yaşlar arası ilkokul dönemlerinde başlangıç ve sevme, 12-15 yaş aralığı ortaokulda gelişim ve dönüşüm, 15-19 yaş aralığında ise yön ve tercih şekillenmesi şekli ile ilerler… Daha ileri analiz ve görüşler için uzmanlarına başvurmak yeterlidir…

Bilindiği üzere “Teksas” Çelik Bilek çizgi romanı, 1770 yıllarında Kuzey Amerika’da üzerinde güneş batmayan imparatorluk “Birleşik Krallık” İngiltere’ye ait kolonilerindeki bağımsızlık savaşını konu edinmektedir. Bağımsızlık savaşı olur da bizim ilgi alanımıza girmez mi? Okul öncesi eğitimde aile içi muhabbetlerde Türkiye İstiklal Harbi ile “bağımsızlıkçı” ruhu geliştiren ve kutsallaştıran, dönem itibari ile okula da başlayınca devleti yönetenlerin katılmasalar dahi müfredat olarak reddedemediği “istiklal” mefhumu ve duygusu üst seviyededir. İşte bu duygu ile bağımsızlık mücadelesinin nerede ve kime karşı olursa olsun desteklenmesi gereği bize artık bir düsturdur…

“Teksas”taki bağımsızlık mücadelesi temelde üç başrol oyuncusu ile ilerler, aynı saflarda Amerika Kıtasının kadim yerli halkları “Kızılderililer” vardır, bu mücadelenin kıta üzerinde emelleri olup irtibatları olmayan Fransızları da ilgilendiren ve bu sebeple destekledikleri bir boyut vardır. Üç başrol oyuncusu, “esas oğlan” Çelik Bilek, daha tüyü yeni bitmiş genç ve korkusuz ve dahi girişken Rodi, bu mücadeleye uygun fiziği olmamasına rağmen uygun akıl ve ruhu olan Profesör Oklitus’tur. Çizgi romanın adının Teksas olmasına rağmen mücadele alanı Teksas değildir, Kuzey Amerika’nın Boston, Portland ve New England eyaletleridir. Teksas’ın başrol kahramanları Çelik Bilek ve mücadele arkadaşları Rodi ve Profesör Oklitus bir avcı kasabasında yaşamaktadırlar ve “kırmızı urbalı” İngiliz kuvvetlerine karşı mücadele yürütürler. Bu mücadelede kahramanlara en büyük destek bazen düzenli birlikler halinde organize olmuş köylüleri avcılardan gelir iken Fransız Askeri Birlikleri de zaman zaman çatışmalara dâhil olmaktadırlar. Temelde Amerikan Bağımsızlık Savaşı cüzü gibi bir pozisyonu konu edinen çizgi roman bir kurgu olmak ile birlikte yer yer tarihi gerçeklerle örtüşmekte ve kesişmektedir. Mesela Amerikan bağımsızlık savaşının lideri ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk Başkanı George Washington ile gene Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucularından aynı zamanda bir bilim insanı olan Benjamin Franklin bu çizgi romanın bazı maceralarında anılarak tarihi gerçeklere temas edilmektedir. Bağımsızlık savaşının siyasi kanat sorumlusu ya da sözcüsü durumunda Boston’da mukim avukat Konoli bulunmakta olup zaman zaman İngilizler tarafından gözaltına alınır ise de kahramanlarımızın insanüstü çaba ve mücadeleleri neticesinde her seferinde kurtulmayı başarır. Çelik Bilek, cesur, gözü kara, becerikli, kabiliyetli, kuvvetli, akıllı ve ziyadesiyle cesur iken Profesör ve Rodi sürekli bir şeyler yiyen doymayan özellikle turta yiyici rolündedirler. 

Teksas’ın kahramanları her daim iyinin ve doğrunun yanında, kollayıcısı ve destekçisi olarak, hak-hukuk tanırlar, yalan dolan ile işleri olmaz, gayrı nizami faaliyetler içinde bulunmazlar, şan, şöhret, para asla ve kat’a önemli olmaz, doğa cinayetleri işlenmesine karşı olurlar, her türlü hayvanat ve nebat ile uyumlu hayat yanlısıdırlar, hülasa her şeyin iyisi ve güzeli öne çıkarılırdı… İşte bu kaynaklardan beslenen bir neslin ahfadı olarak büyüdük bizler… Bu çizgi romanlarda yine hatırladığım, debdebe, şaşa, gösteriş, zenginliğin kutsanması yapılmaz bugün olduğu üzere cinsellik ve belden aşağısı söz konusu bile olmazdı…  

Teksas’lar, okununca yeni maceralarından haberdar olmak için hemen yenisini satın almanın bir tarafı ile satın alınacak yerin yakın olmaması diğer tarafı ile de parasal nedenlerle bir hayli zor olması hasebiyle arkadaşlar arası değişim işi öne çıkar. Sonraları bu değişim işi bazı kişiler için ticari bir girişim olarak geliştirildi ve ilerletildi… Halen de “bitpazarı” gibi eski ve kullanılmış ürünlerin satıldığı yerlerde teksasların izine rastlamak olasıdır.

Bazılarına, veteran yaşlarda bile akıl baliğ olamayıp, Amerika’nın kadim halkları “Kızılderilileri” katleden, kadim kültürlerini talan eden otoritenin koçbaşı durumundaki “kovboy” hayatı ve maceraları filmleri izler iken bizler daha çocuk yaşlarda “bağımsızlık” mefhumunu öne çıkaran ve önemseyen çizgi romanlar ile tanışmış idik… Diğerlerini bilemem lakin ben de okuma alışkanlığının temelini oluşturan bu alışkanlık ile yaşa ve meşguliyete esas performans düşüklüğü yaşasam da hala okuyorum ve okuyacağım… Diğer taraftan da bu yazdıklarıma itiraz edenlere de, sanat sanat için değil sanat halk içindir deyiminin önemini hatırlatırım… Mesela biz bu yüzden Knut Hamsun’u değerli bulamayız, yoksa adamın edebi yanı çok güçlüdür, sanatsal zekâ ve duygusu üst düzeydir, vs vs. fazlaca kelam edemeyiz, lakin tercih hakkımızı kullanırız.

Peki; Teksas ve avenelerinin hayali maceraları üzerinden anlatılan Amerika Birleşik Devletlerinin bağımsızlık savaşının bu kadar romantik, didaktik ve hakiki olmasının yanında bugün gelinen noktada dünyanın deyim yerinde ise canına okuyan ve o dönem savaşan tarafların teşrik-i mesaisi nasıl izah edilecek… Tek izahı var, kapitalizm ve dünya nizamı ve nihayetinde de emperyalizm…

Gariptir, biz hala şarabı çok sevmemize rağmen üzümün ezilmesine karşı oluruz, bu yüzden… Biz zaten tam da bu yüzden ipini koparıp kaçan “boğadan” yana olmaya başladık ve halen yan olmaya devam etmekteyiz. Biz hala güçlünün güçsüzü ezmesine dayanamayız, tam da bu yüzden. Biz hala kısa çöpün uzun çöpten hakkını alacağı umudu ile yatıp kalkmaktayız… Biz hala büyük balık küçük balığı yutar umdesine şiddetle bu yüzden karşıyız.

Evet, çizgi romandan, çizgi filme, oradan bir disiplin dâhilinde ilkeli ve düzenli okuma ile bilgilenme ve aydınlanma ve taraf olma, taraftar olma süreci en azından bizde böyle gelişti, diğerlerinin sefaletine bakınca, iyi ki de böyle olmuş, diyoruz…


WHY SOCIALISM WORKS

Geçenlerde bana bir kitap hediye edildi, Harrison Lievesley tarafından kaleme alınmış demeyi çok isterdim lakin yazılmış bir şey yok… Muhtemelen dalga geçmek adına, kapitalizmin bu manadaki desteği ve de sosyalizmin de hoşgörüsü ile  “hap yap para kap” uyanıklığı çerçevesinde dizayn edilmiş bir kitap. Güzel dizayn edilmiş bir kapak, kırmızının hâkim olduğu bir zemine sarı renkli bir orak-çekiç, sayfanın üst kısmında “Why Socialism Works” ve alt tarafında bu abuk subuk dizaynın müellifi Harrison Lievesley… Sonra sayfayı açıyorsunuz, sayfa ortasında kocaman bir “it doesn’t” ibaresi ve maalesef takip eden 169 sayfanın her birisinde sayfa ortasında aynı terane… Dalga geçmek için uygun ortam ve uygun zaman… Sanki yaşanılanların cesareti ile vurun abalıya… Sanki kapitalizm harika işlemekte imiş… Öyle mi, nerde, olsa olsa bu tür uyanıklıklar ve uyanıklar için harika bir ortamdır, kapitalizm… Kitabın hediye edilişinin de hediye edilen kişi ve düşünceleri ile dalga geçmek olduğu çok aşikâr lakin benim bunlardan alınacağımı zannedenler yanıldılar, yanılıyorlar ve yanılacaklar… Uygulama ve sonuç alma yanlışlıklarını göz ardı eden muhteremlere sadece, doğru tıbbi yöntemlerin yanlış uygulanması halinde nasıl ölümcül sonuçlar zuhurdan bahisle iktifa etmek gerekir diye düşünmekteyim. Çok merak edenler için dünyayı kasıp kavuran “Covid-19” pandemisinde ve sonrasında yaşananlar yeterince öğretici olabilir… Bu kabil düşünce üreten muhteremler bilemez şüphesiz, şimdilerde sosyalizm adına örnek verilecek ise akla gelen Sovyetler Birliği’nin nasıl bir süreçte sosyalizmi öğüttüğünü, taaa 1970’li yıllarda hararetle iddia ettiğimizi… “Böyle gidişin varışının nere olacağını” söyleye söyleye dilimizde tüy bitmiş ama bu toz duman içinde kimin bunu görmesini bekliyoruz ki…

Şimdi birileri çıkar der ki; öyleyse hangi sebeple ancak 70 yıl dayanabildi? Neden çok farklı ülkelerde sahne alamadı? Bu soruların cevapları çok basit ve net lakin cevaplar insanları ikna eder mi? Zinhar… Çünkü insanlar yoğun propagandanın etkisi ve hayatın bizatihi kendisinin bir piyango olduğu sistem olan kapitalizmi “aradan sıyrılıp kendimi kurtarabilirim” beklentisi ile tercih etmektedirler. Kapitalist sistem adına Umut’un iyi pazarlanması bu sonuçta çok etkilidir. Kapitalizmin başkenti kabulü ile Amerika’ya bakan insanlar, parlak hayatların sürdürüldüğü dizilerde gösterilen debdebeli hayatları herkesin yaşadığını zannederek tercih oluşturuyorlar… Tıpkı bugün tarihi ve hayatı benzer dizilerden öğrendikleri gibi… Oysa bir bilseler, Amerika’nın “kurdun kuzuya boğdurulduğu yer” olduğunu, nüfusun %15’ini oluşturan “siyahların” birkaç örnek dışında yok sayıldıklarını, yine nüfusun %12’sini oluşturan Asyalılar ve Güney ve Orta Amerikalıların oluşturduğunu ve yok hükmünde olduklarını… Bu yazdıklarıma inanmayanlara, uzun yıllardır, siyahların sokak ortasında öldürülmelerine rağmen mahkeme fasıllarının nasıl sonuçlandığına bakmalarını tavsiye ederim, dünyada en çok sokakta insanın yaşadığı bir ülke olduğuna insanları inandırmak zordur… Dünyada kişi başına en fazla antidepresan satılan ülke olduğunu kimse görmek istemez… Dünyada en fazla silah ile tasarlayarak ya da sapıtarak en fazla insanın katledildiği ülkedir aynı zamanda ABD… Sokaklarda yaşayan insan sayısının neden çok fazla olduğu ülkenin ABD olduğunu kimse görmek istemez… Olumsuzlukları say say bitiremezsin… Lakin insanlar sadece Steve Jobs’a, Bill Gates’e, Elon Musk’a bakarak hayal kurmayı çok sevmektedirler ve sürekli yegâne örnek onlardır… Borsa’da para batıran çoğunluk yerine para kazanan 3-5 kişiyi örnek almak kolaydır… Bazı ülkelerde de “Allah isteseydi herkesi zengin yapardı, demek ki istemiyor” güçlü propagandası da bunda çok etkilidir… Gerçeklerden ziyade propaganda etkilidir maalesef, üstüne de cehaleti ilave edin, üstüne de dinlerin müesses nizamdan yana olma tavırlarını da koyun, daha bir sürü etken var şüphesiz lakin en önde gelenleri bunlardır. Mesela; ABD dünyanın dört bucağında “Nükleer bomba” konusunu öne çıkararak kendisine biat etmeyen ülkeleri “nükleer bomba kullanacak” iddiasıyla, yerle yeksan eder, aylarca yıllarca havadan hedef gözetmeksizin bombalar, herkes bunu ABD’li “Conilerin” dünyaya demokrasi getirdiğini zanneder, tıpkı daha önceleri dediğim üzere nükleer bomba kullanımında olduğu gibi… Yalan dolan… Sonuç olarak dünyada ilk ve tek nükleer bomba kullanan ülke neresi, ABD… Başka bir şey ilaveten demeye gerek var mı?

Yaşanan gerçekler ile kurgulanan gerçekler arasında ne yazık ki tercih hep kurgulanan gerçekten yana olmuştur, Âdemoğlu… Kurgusal gerçeğin kurbanı dünya nüfusunun büyük bölümü olup bunlar için arayış yoktur, kabulleniş vardır… Güçlü ne buyurmuş ise o doğrudur, fabrikada müdür, askerde komutan, evde ebeveyn, vs. vs… Son dönemin flaş sözü ile kolay ve zahmetsiz olan nedir; “biat et rahat et”… Nokta…  

Mesela; “vergi kutsaldır” spotu ile toplanan vergilerin ve çaktırmadan yaratılan dolaylı (gömülü) vergilerin âdemoğluna “yol, su, elektrik olarak dönecek” spotu ile köpürtülüp süslendiğini de hep biliriz ve dünyanın her tarafında da aynı tempoda söylenir durur… Peki, dönen hangi su bedava, hangi elektrik bedava, hangi yol bedava… İşte Harrison gibi nereden pohpohlandığı meçhul zevatın önemsemediği konulardır bunlar, o şahsi gelirine bakıyor… Dünya da neden %1’lik bir kesim zevk-ü sefada, %5’lik kesim iyi yaşar iken, yaklaşık %30’luk kesim iyi-kötü geçinir iken, yaklaşık %65’lik kesim neden açlık sınırın altında hayatlarını sürdürürler… Bu kabil zevatın umurunda değildir bu veriler… Onun için “uyanıklık ederek, fırsatı büyük kâra çevirmek” günün kârıdır.

Harrison gibiler işgal ettiği yer açısından şişirilmesine rağmen yine de fazla önemli değildir kanaatimce, mesela bu zat, lütfedip dünyaca ünlü bilim adamı Albert Einstein’ın “neden sosyalizm” adlı makalesini okusa idi, fikri değişir mi idi acaba? Zannetmiyorum… Ne diyor Einstein, Benim görüşüme göre kötülüğün gerçek kaynağı kapitalist toplumun bugünkü ekonomik anarşisidir. Önümüzde, üyeleri kaba kuvvetle olmasa da yasal olarak tesis edilmiş kanunlara tam uyum üzerinden birbirlerini kendi kolektif emeklerinin meyvelerinden mahrum bırakmak için durmaksızın çabalayan koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz. Bu açıdan üretim araçlarının, yani tüketim mallarının ve sermaye mallarının üretilmesi için gerekli olan bütün üretim kapasitesinin yasal olarak bireylerin özel mülkiyetinde olabildiği ve çoğunlukla da olduğu gerçeğini görmek gerekiyor. Basitleştirmek açısından, takip eden açıklamalarımda, sözcüğün alışılmış anlamına pek uymasa da üretim araçlarına sahip olmayan kişilere “emekçi” diyeceğim. Üretim araçlarının sahipleri, emekçilerin işgücünü satın alabilecek bir konumdadır. Üretim araçlarını kullanan emekçi, kapitalistin malı olacak yeni mallar üretir. Bu süreçte önemli olan nokta, gerçek değeriyle ölçüldüğünde emekçinin ürettiği ile karşılığında aldığı para arasındaki ilişkidir. İş sözleşmesi “özgür” olduğu sürece, emekçinin aldığı parayı, ürettiği malın gerçek değeri değil, en düşük düzeydeki ihtiyaçları ve kapitalistin iş için yarışan emekçilerin sayısıyla bağlantılı olan işgücü ihtiyacı belirler. Emekçinin ücretinin teoride bile ürettiği malın değeriyle belirlenmiyor olması çok önemli bir noktadır.” Artık isteyen Harrison’a, isteyen Einstein’a hak verir… Ben mi kime hak veriyorum, bariz değil mi?

Ünlü Devrimci Önder, Che Guevara’nın bir sözü ile bitireyim. “Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise; bana komünist diyorlar.” Bu kadar basit bir feylosofiya tercihi işte…