Şimdi mezkûr güzelim “Ulubey Kanyonuna” giriyorsunuz, müthiş bir yatırım ile tıpkı diğer benzer yerlerdekilerin benzeri ve uzunluğu da tam hatırlamıyorum lakin muhtemel 400 mt.’ler civarında olan ahşap bir yürüyüş yolu yapılmış… Yürüyüş yolunun bitiminden itibaren de dar bir alandan karşıya geçilip, oradan da deyim yerinde ise keçiyolunu takip ederek yaklaşık 400 mt sonra “Asar Tepe” ve orada bulunan kale olduğu savlanan yapıya ulaşılıyor… Müthiş bir parkur, Kanyonu bir de bu taraftan tüm sürekliliği ve derinliği ile seyrediyorsunuz. Kanyonu olabildiğince derinlemesine görebilmek adına bir de “Cam Teras” inşa edilmiş, anladığım kadarı ile inşa edilirken de, işletilirken de para kazanmak maksadı ile… Çalışma saatleri konusunda asılan tabela, sadece tabela olarak kalmaya devam ediyor tıpkı benzer yerdekiler gibi…
Çarşamba, Ağustos 21, 2024
CANIM YURDUMU GEZİYORUM – ULUBEY KANYONU VE UŞAK
Cumartesi, Ağustos 17, 2024
ŞARK MİLLETLERİNİN ANTİEMPERYALİST BAKÜ ŞURASI
20. yüzyılın başlarında Emperyalizmin açık işgalleri altında inim inim inleyen 3. Dünya Milletleri “antiemperyalist savaşların” hazırlıkları içindedir, ilaveten 1. Dünya Savaşının nihayetlenmesi ile de oluşan yeni dengeler, yeni işgaller karşısında tepkiler çığ gibi artmaktadır. Diğer taraftan “Marksizmin analizlerinin” başta emperyal devletlerin bizatihi kendi coğrafyalarındaki yeni tezahürleri olmak üzere ezilen-sömürülen milletlerin antiemperyalist mücadeleleri üzerinde de Marksizmin yol göstericiliğinin güçlü etkisi özellikle de Sovyetler Birliğinin artık çok güçlü bir alternatif ve taraf olması ile siyasal ve sosyal dengeler değişmektedir. İşte bu ahval ve şeraitte Türkiye, İran, Hindistan, Afganistan, Özbekistan (Taşkent, Buhara-Semerkant), Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan başta olmak üzere Orta Doğu ve Afrika’dan başını da Müslümanların çektiği birçok milletten delegelerle “istiklal savaşlarının” fitilini ateşleyecek bir kurultay toplanır Bakü’de, “1. Şark Milletleri Kurultayı”… Şüphesiz ki; Sovyetler Birliği’nin Doğu Milletleri ile iyi ilişkiler oluşturmasının önemli adımlarından birisiydi aynı zamanda mezkûr kurultay… Sahip oldukları sistemin de ruhuna pek münasip bu açılım, tarihsel süreç içinde Sovyetler Birliğine, bazıları başka tanımlar yapsa dahi, çok önemli ittifaklar ve birlikteliklerin kapısını açmıştır. Mesela dünya sağ cenahının köpürttüğü “esir Türkler” iddia ve teorisi o günde, bugün de pek bir karşılık bulamamaktadır… Merak edenler, murat ve meramıma müteallik ipucu babında, Halife damadı sıfatı ile genelde Müslüman ülkeler ve hareketler üstündeki müspet sempatisine rağmen Enver Paşa’nın Türkistan hayallerinin ve Buhara Cumhuriyeti, Basmacı hareketi süreçlerini ve hayal kırıklığı dolu neticelerini okuyabilirler… Görülecektir ki; mezkûr kurultayın toplanma gerekçelerini oluşturan siyasal ve tarihsel süreç, iddiaların aksine, Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın her birinin ayrı ayrı birer Sovyet Cumhuriyeti olmaları ile nihayetlenecektir. Biz bu coğrafyadan bakarak ister beğenelim, ister beğenmeyelim… Nafile-i figan, nafile-i tirat…
Bilindiği üzere, Türkiye Bakü’de mezkûr kurultayda 3 farklı gurup ile temsil edilir. TBMM’ini Mustafa Kemal Atatürk’ün tespit ettiği grup, Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiye Komünist Partisi grubu ve artık oyunun dışında bırakıldığını bir tülü anlayamayan ya da kabul edemeyen Enver Paşa grubu… Enver Paşa’nın bir dilekçesi, önce kendisince okunması kararına rağmen bilahare kurultay üyelerinin emperyal savaşının bir parçası ve karar vericisi olması münasebetiyle yoğun itirazı neticesinde bir başkası tarafından okunur. Enver Paşa’nın, tüm hikâyesini herkes kabaca bilir, genç yaşında saraya damat olması ile Harbiye Nazırı ve Genel Kurmay Başkanı olduktan sonra yoğun Alman sevgisi ve dahi hesabı ile onların lehine İngiltere ve Rusya’ya karşı savaşa girişir… Netice malum…
Enver Paşa; sanki "Emperyal Güç Almanya" ile ittifak oluşturup savaşa giren kendisi değilmiş gibi, 2 Alman zırhlısını Karadeniz’e gönderen Rus Limanlarını bombalatan kendisi değilmiş gibi, şimdi de Sosyalist Sovyetler tarafındanmış gibi uyduruk bir temsilcilikle de antiemperyalist bu kurultaya katılıyor… Dilekçenin neredeyse tamamında antiemperyalist bir tavır içindedir, sığındığı yere hoş görünme telaşı göze çarpar her satırda, adeta kendini Komünist Enternasyonal dostu kabulü ile yazar ya da yazdırır ya da birileri onun adına yazar, Çarlık Rusya’sı yerine Sovyetler Birliği olmuş olsa idi, ne işimiz vardı Alman Emperyalistlerinin yanında, şüphesiz Komünist Rusya’nın yanında olurduk havasını vermeye çalışır, her paragraf “Yoldaşlar” seslenişi ile süslenmiştir.
Netice itibari ile Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve Türkiye İstiklal Harbi’nin desteklenmesi kararı alınması “mezkûr Kurultayın” en önemli sonucu olup tarihi değeri de tartışılmazdır bana göre… Son olarak Kurultay kararı “Türkiye, emperyalizmin istilacı çetelerine karşı harp yaparken kurultay ana fikir ve gönül birliği gösterecektir” şeklinde iken, Kurultay Başkanı Zinovyev’in “Kuvayı Milliyenin komünist olmadıklarını akıllarından çıkarmadan, antiemperyalist karakterinden ötürü desteklediklerini” özenle ve önemle bildirdiğini de yazayım.
Bu
bilgilerle yaptığım bu ziyaretler benim için duygu yüklü geçmekte ve eksiğim
çok olduğundan ötürü de bilgi ve görgü arttırmaya devam ediyorum…
Cumartesi, Ağustos 10, 2024
PETROZAVODSK
2. Dünya savaşı sırasında Almanya erketesi
Finlandiya tarafından 1941 senesinde işgal edilmiş 1944'e kadar devam etmiş bu
işgal... İşgalde ilk iş, şehrin adı değiştirilip Finlileştirilmiş, benim
söylemekte zorlandığım "Jaanislinha" halini almış. Şehrin sokakları
ve önemli meydanları da bu değişiklikten nasiplenmiş anladığım kadarı ile.
Finlandiya ordusunun yaptığı en önemli iş ise, hamisi ve abisi durumundaki Almanya'dan
eksik ve aşağı kalmamak adına, başta işgali kabullenmeyenler, muhalifler sonra
da Ruslar toplama kamplarında misafir ediliyorlar (!!!). Petrozavodsk'ta 7 adet
olmak üzere toplamda Karelya Cumhuriyetinde 14 adet kamp oluşturuluyor. Yani bu
toplama kampı organize etme işinin onuru sadece Almanya'ya ait değil, görüldüğü
üzere... Kayıtlı ve teyitli bilgiler çerçevesinde ölü sayıları detaylı verilmiş
tanıtım bilgileri ile ansiklopedik kayıtlarda lakin bunlara girmenin bir manası
yok şimdi bence... Şehrin kurtuluşunu ise Onega Gölündeki Deniz Kuvvetleri
gerçekleştirmiş, bunu da hayretle öğreniyorum, bu gölde bir deniz kuvvetleri
organizasyonu, hiç aklıma gelmezdi böyle olabileceği, belki asker olmamam
hasebiyledir... Diğer göllerde durum nasıldır bilmiyorum, ya da bu göllerin
birbirleri ile ya da deniz ile bağlantılarının ne olduğunu da...
Taksi şoförü dedim ya; meğerse adam Ermeni imiş
ve köken olarak Erivanlı imiş, benim Türk olduğumu öğrenince soğuk davranır
diye düşünmüş idim, yanılmışım, hatta sordum, burada Türkler var mı diye, evet
az da olsa Türk olduğunu lakin hiç de azımsanmayacak bir Azeri nüfusunun
varlığından söz etti. Yaşanan son Azerbaycan ve Ermenistan savaşlarından söz
edince de çok fazla renk vermeden aslolanın "barış" olduğunu söyledi,
ne kadar içten ne kadar değil bilemem...
Benim Karelya ziyaret tercihim nereden oluştu
birazda ondan bahsedeyim, gençliğimde Çeşme'ye gelen yabancı turistlerde
özellikle İsveçli ve Finlandiyalı olan erkeklerde bir hayli sık kullanılan "Hakan" adını hayretle
görmüştüm. O tarihte biraz merak edince de mezkûr coğrafyanın başta Ural
Dağları ve Orta Asya Steplerinden Türk göçü aldığını öğrenmiş idim. Hep bu
manada bir öğrenme duygusu içinde oldum. Planladığım son Rusya seyahatimi yaklaşık
1 hafta fazla tutarak buraları da göreyim istedim, biraz araştırma ile de
öğrendim ki, mezkûr göçün yeni topraklara taşıdığı "Şamanizm" ve
"şaman tapınakları" izlerini de bulmak mümkün... Lakin gerçek manada
ne tapınak ne de din adamı görebildim bu bilgiye bağlı, evet izler var lakin
fazla belirgin değil... İsimlere gelince de yine aklımda kaldığı kadar fazla
belirgin değil... Lakin yerleşim yer isimleri, katiyen Rusya havası vermiyor,
tamamen Finlandiya havası veriyor... Üstelik de ansiklopedik bilgilere göre
nüfusun çok azının Fin olmasına rağmen... Umarım bir gün vize konusunda "insan haklarını önde tutanlar"
konuştukları gibi davranırlar da fırsat bulur Finlandiya tarafında durumu görme
fırsatımız olur... Tur kapsamında bir köy ziyaretinde köylülerin bir gösterisi
kapsamında, kullanılan müzik aletleri ile yapılan müziğin bizim alışık
olduğumuz müzik tınısına çok uzak olmadığını da müşahede ettim... Hatta bu
gösterideki müzik aletleri ve müzik hakkında ve performansı video olarak kayıt
ettim... Keşke müzik bilgim de vasatın üstünde olsa idi ve yapabileceğim bir
değerlendirmeyi sizinle paylaşabilseydim. Enteresan anılar…
Çarşamba, Temmuz 31, 2024
LENİNGRAD KUŞATMASI
Hani tarihe, "Bad el harap ül-Basra" diye bir laf ile geçecek Moğolların Basra kuşatması ve istilasını ve dahi taş taş üstünde konmamış olmasını mumla aratacak günler yaşanır, Leningrad'ta... Yaklaşık 3 yıl süren bu vicdansız kuşatma sonunda geride 1.000.000 (yazı ile bir milyon) sivilin cenazeleri kalıyor, kimi saldırılardan, kimi kıtlık ve açlıktan, kimi salgın hastalıktan ölüyor lakin tablo vahim... İnsanların hayatta kalmak uğruna, ayakkabılarının köselelerini, atlarını, kedilerini, köpeklerini, fareleri yedikleri bilnir, hatta ölülerini bile...
Almanlar öylesine kızgındırlar ki Ruslara o kadar kızgındırlar ki şehrin su kaynaklarını bile zehirleyecek kadar gözleri dönmüş, akılları dumura uğramış durumdadır. Gerçi savaşı kaybettikleri haberi Hitler'e verildiği zaman "teslim olalım, sivil halk ölüyor" diyen generale "onlar bizi seçerek kaderlerini tayin etmişlerdir" diyecek kadar zalim anlayışın başkaları için bu kararı vermesi şaşırtıcı sayılmaz. Efendim onlar Nazi imiş, faşist imiş de, vs vs... Bugünkü Almanya'nın pozisyonu ne... O gün de Almanların destekcisi ABD idi bugün de ABD...
Bilindiği üzere; Leningrad kuşatması için Almanların hızlı hareketi karşısında Sovyet yöneticiler, şehrin askeri olmayan kişi ve değerlerini tahliye etmeye başlarlar, mesela meşhur "Hermitage Müzesi" Ural Dağlarına taşınırken, bilim insanları ve sanatçıların da tahliyesine karar verilir. Bu tahliye kararına uymayan, kızıl orduya katılmak için büyük sanatçı Dmitri Şostakoviç da girişimde bulunuyor lakin sağlık sorunları nedeni ile bu talep red ediliyor. Yoğun bombardıman altında bulunan şehirde sürekli çıkan yangınları gözlemek için itfaiyeci olarak görev üstlenirse de bilahare başta siper kazma işleri olmak üzere milis teşkilatında yer alır. Bu zor günlerde "Leningrad Senfonisini" besteler ve kuşatmanın 1. yılında sonuç vereceğini hesap eden Hitler ve Kurmaylarının Leningrad'ın önemli Otelinde vereceği kutlama gününde de yayınlamaya karar verir. İşte o gün derme çatma bir orkestra organize edilerek eser seslendirilir ve en önemlisi de Leningrad Radyosundan ve şehir hoparlörlerinden yayınlanır. Direnişin Senfonisi olarak anılan mezkur senfonide insanlığın barbarlıkla mücadeleisini anlatacak ve kuşatma altındaki halka cesaret ve umut verecektir. Eser şöyle bir sunuş ile çalınmaya başlayacaktır; "Yoldaşlar! Şehrimizin kültürel tarihinde yer alacak büyük bir olay gerçekleşmek üzeredir. Birkaç dakika içinde, harikulade vatandaşımız Dmitri Şostakoviç’in ‘Yedinci Senfoni’sini duyacaksınız. Kendisi bu müthiş besteyi düşman Leningrad’a delicesine saldırdığı esnada yapmıştır… Faşist domuzların bütün Avrupa'yı bombaladığı ve Avrupa’nın da Leningrad'ın sonunun geldiğini düşündüğü esnada. Ama bu performans ruhumuzun, cesaretimizin ve savaşa hazır olduğumuzun şahididir. Dinleyiniz, yoldaşlar"
Cuma, Temmuz 26, 2024
EYLÜL KARANLIĞINDAN
Asırlık çınar, canım yurdumun yüz akı bilim insanı, yazar, çevirmen, hukukçu, sosyolog, siyaset ve iletişim bilimci Prof. Dr. Nermin Abadan Unat üçüncü baskıya yazdığı önsözünde; “Birçok ülke belli bir zaman kesitini, acı, haksızlıklar, işkence ve ölümlerle geçirmiştir. Alime Mitap ülkesinin geçmişine de damgasını vurmuş bir kesiti seçmiş; sanatını fırçası, kalemi ve gerçekçi bir hafıza ile toplumsal hafızaya nakşetmiştir.
12 Eylül döneminde gerekçesiz nedenlerle yakalanmış çocuk, kadın, erkekleri tuvaline aktarmıştır. Yüzünün çizgilerini bile göremediğiniz bir erkekte bu en dokunaklı dünyasını görmeyi yeğlemiştir. İnsanın aklına bir zamanlar Fransa’da Dreyfuse davasında Zola’nın “J’accause” feryadı geliyor. Mitap da sessiz kalmadı.” şeklinde bir takdim yapıyor…
Yine “Tablolar” bölümünde; “gözleri bağlı adam” ile karanlığın ortasında gözler bağlanarak, bağlayanları gizleme, bağlananı daha da karanlığa itmenin resme aktarılma hali, “havalandırma” adı altında yepyeni ve yaygın ve dahi toplu saldırının tespiti, “Mamak’ta görüş” ile de görüş mü, aile boyu işkence mi, sorusuna cevap, “Desenler” bölümünde “acının derinliklerinde” resminde tel örgü, penceresiz cezaevi, görüşememenin acısı ya da görüş sırası beklemenin dayanılmaz işkencesinin bir ananın yüzünü kaplamış hali, “artakalanlar” resminde tam bir yürek burkulmasının en yalın vesilesi hali; kol saati, ayakkabı, giysiler ve gözlük, adeta “gördün de ne oldu, sonun böyle” tebarüzü veçhiyle, “haykırış” adlı desende ise işkenceci olabilmenin adeta abc’si olma halinin tebarüzü, “Yemek su yasak” ilave cezalandırmasının “Y.S.Y” rumuzu ile tekrar hatırlatılmasının müthiş özeti, “Hücrede ölüm” ile ölümün sıradanlaşmasının tebarüzü, “yeniden sorguya” deseni ile asla bitmeyen işkence süreci öne çıkarılmış… Hülasa bir zulüm döneminin, zalimlerinin daha da kararttığı ortam… Ve dahi, işkencecisinin bile milli ve yerli eğitimden geçirilememiş halini de beynelmilel düzeyde yaşananları okuyunca, öğrenince anlıyor, tüm ezilenlerle ve katledilenlerle birlikte kahrolma, yok olma sürecinin yaşıyoruz, işte bu dayanılmaz acılarla yaşamayı öğreniyoruz.
Bu baskıya ilave edilen, gerek sergilerle gerekse de kitapla ve içindeki resim ve desenlerle ilgili yorumlar ve izlenimler bölümü daha da enteresan tespitlerle dolu, tam da gözler nemlenerek okunacak türden… Benim açımdan daha da öne çıkan ünlü yazar ve şair Gülten Akın’ın “Ankara Sergisi” üzerine kısa değerlendirmesi; “Bir dönemi ne güzel resimlemişsin. Bu gerekliydi de. Aşacağımızı iyi tanıyacağız. Onu resimle, şiirle, yazıyla saptayacağız. Cesaret bile gerekmeyecek artık. Bu ürettiklerimizle ortaklaşacağız. Bizi birleştirecek yeniden. Direncimizi arttıracak. Korkmuyoruz diyeceğiz. İlk insanın o koşullarda becerdiğini biz niye beceremeyelim. Üstelik bizim savaşımımız doğayla da değil. Bizim benzerimiz, yapısını iyi tanıdıklarımızla.”
Mezkûr sergiler basında da yer aldı, Ragıp Zarakolu; “12 Eylül cezaevleri ile ilgili ilk görsel sanatsal yapıt… Eylül karanlığında” başlığı ile yazdığı yazıda, “Sonra Onur Çarşısı’nda kitap verdiğimiz tanıdık bir kitapçıya uğradım. Ada’ydı galiba adı. Orası da karanlıktı. Zafer Çarşısı’nda kitaplarımızı alan Doğu Kitabevi’ne gittim, orası da karanlıktı. İnsanlara ne olduğunun bile sorulamadığı, her gün çevremizden bir insanın kaybolduğu soğuk ve karanlık günlerdi. Kızılay’da insan avı vardı. Tutuklananlar sivil polisler tarafından Kızılay’a çıkarılıyor. Kim onlara selam veriyorsa, apar topar gözaltına alınıyordu. Gözaltı süresi Evren Paşa tarafından, ırkçı Güney Afrika’da olduğu gibi 90 güne çıkarılmıştı. İnsanların başına ne geldiği bilinmiyordu. Öldürülüp, kimsesizler mezarlığında bir çukura mı atıldılar (Demokrat Gazetesindeki sürücümüz Ali gibi, komşuları tesadüfen gömüldüğü mezarlıkta görmeselerdi, haberimiz bile olmayacaktı), işkencelerde mi, zindandalar mıydı, bilinmiyordu. Aileler umutsuzca kovuldukları emniyet, sıkıyönetim, Mamak Askeri Cezaevi kapılarını aşındırıyorlardı.” Kitabın resimlerinin, desenlerinin konusunu oluşturan tam da böylesi bir ortamdı, o günleri ziyadesiyle yaşayan biri olarak eksiği olduğunu bile iddia edilebilir bulurum tüm bu tariflemelerin…
İşte, o Eylül yaşandı ve ondan sonra gelen bütün aylar Eylül oldu. İçerik öyle valla, siz hala, yıl 12 ay ve adları şöyle farklı, böyle farklı deyip durun gayri, içerik aynı, yaşananlar aynı olduktan sonra…
Cumartesi, Temmuz 20, 2024
BÜYÜK ŞAİRİN ADINI TAŞIYAN KÜTÜPHANEDE
Daha önce planladığım, yayınlanmış kitabımı da Kütüphane envanterine kayıt edilmek üzere hediye etmek istiyorum... Lakin içimde de "kitap bağışı kabul etmiyoruz" tepkisi ile karşılaşma korkusu ve çaresizliği daha önce benzer şahitliklerimden ötürü maalesef vardı... Yeri gelmiş iken hemen yazayım, son hayalkırıklığımı bu konuda... Çeşme Belediyesinin geçmiş dönemde ünlü Gazeteci, Yazar Yaşar Aksoy adına isabetli bir girişim ile Alaçatı'da gerçekleştirdiği "Yaşar Aksoy Kitap Kafe" için kitap bağış isteğimizin reddi karşısında şaşırak, Yeni Çeşme Gazetesi Sahibi ve Yazar Aydın Korkmaz ile birbirimize bakarak, donup kaldığımızı da anımsayınca... Hani Belediye Başkanı babasının bahşettiği imkan ve kabiliyetler ile bunu yapmış olsa kapıyı kapatsa anlarım... Özel mülktür girilmez, diyeceğim. Lakin, imkanlar Belediye'nin sen aracı oluyorsun değil mi? Neyse, şimdi Moskova Nazım Hikmet Kütüphanesinde yaşadıklarım umarım ders olur, diyeceğim lakin olamayacağını da adım gibi biliyorum... Çeşme eski Belediye Başkanı, hem de iyi ilişkilerimizin olduğu biri, en azından nizalı değiliz, üstüne üstlük de bizim mahallennin çocuğu iddiası olan biri, kendi makamına götürüp randevumuza rağmen yerinde olmadığından, sekreterine bıraktığım kitabım için, üstelik de kitap Çeşmeliler ve Çeşme'nin değişik mekanları üstüne, arayıp nezaketen teşekkür etmesi bir kenara lütfedip bir sms ya da whatsapp mesajı ile bile teşekkür etmedi... Belediye Başkanı böyle iken, her biri adına tek tek imzalayıp takdim edilmek üzere Meclis Sekretaryasına, Dönemin Meclis Üyelerine takdim edilmek üzere bıraktığım kitaplar için herhangi bir meclis üyesinden bir teşekkür geldi mi, şüphesiz hayır, peki bu sürpriz oldu mu benim için, kocaman bir hayır...
Cuma, Temmuz 12, 2024
BÜYÜK ŞAİR'E ZİYARET
Ruslar genellikle dertleri, tasaları, kaygıları, sevinçleri, hayat beklentileri ile bir taraftan bize çok benzeyen diğer taraftan da hiç benzemeyen, otobüs beklerken tıpkı biz, tiyatroda ise tıpkı onlar gibi, yüksek sesle konuşurlar iken tıpkı biz, duyamayacağınız kadar sessiz iken tıpkı onlar, diye sınırsız örneklenebilecek kadar bize benzerlikler ve bizden ayrılıklar yansıtan bir ulus... Moskova bir başka, Petersburg bir başka, Kazan bir başka, lakin her biri görülecek hatta tekrar tekrar görülecek kadar güzel yerler bence, etrafa bakar iken bizim alışık olduğumuz detayları kaçırmıyoruz da alışık olmadığımız detaylar kaçıyor tam da bu yüzden tekrar gerekebiliyor... İlaveten mevsimler mutekamilen yaşandığı için de her birisinde bir ayrı güzellik yansımaktadır. Bazen de bu yoğun detaylar içinde bazı şeyler kaçıp gidiyor, bir bilgi bir yerde başka zikredilirken bir başka yerde bir başka zikredilebiliyor... Bazen bir yere gidiyorsunuz, ben burayı daha önce gördüm duygusunu yoğun bir şekilde hissedeken bir bakıyorsunuz ki bir küçücük detay var sizi bu tekrarlanmış duygusundan çıkarıveriyor... Sonuçta bu ülkede gezilecek, görülecek yerler hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor insana lakin ülkenin büyüklüğü ve çok milletlilik göz önüne alınınca böyle olmasının da son derece anlaşılabilir olduğunu görüyorsunuz...
Sokol Bölgesine, Nazım Hikmet Kütüphanesi ve evine son ziyaretim, yeşilin, serinliğin sıcak ile birlikte tam manası ile hakim bir dönemde olduğu için civardaki parkların ve düzenlemelerinin ne kadar değerli olduğunu bir kere daha anladım. Kütüphanenin kapısına sırtınızı döndüğünüzde hemen sağ tarafta CSKA Futbol Kulübünün futbol stadını görüyorsunuz ki bilindiği üzere mezkur kulüp "Kızıl Ordu" tarafından kurulmuş bir kulüptür. Esasen CSKA adı da, "Центральный спортивный клуб армии" (Centarlniy Sportivniy Klup Armiy) kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur. Bilindiği üzere CSKA adını taşıyan bir Bulgaristan futbol takımı bulunmaktadır. Dışarıdan görüldüğü kadarı ile büyük bir çok katlı iş merkezi inşaatı ile desteklenmiş büyükçe bir kompleks görüntüsü vermektedir, CSKA Arena... Arena burada da yerini almış maalesef... Demek ki bu işler tüm dünyayı bu boyutu ile etkilemiş durumda...
Bölgenin/Mahallenin 2. Dünya savaşından sonra düzenlenmiş olmasını gözönüne alarak rahatlıkla denilebilir ki, günün şartlarının çok üstünde bir plan, cadde genişlikleri, parkların lokasyonları, binaların her yönden geniş ağaçlıklı alanlarla kaplanarak düzenlenmiş olması açısından... Zaten yollarda yürürken bina blok duvarlarına yerleştirilmiş olabildiğince büyük ve dikkat çekici metal levhalarda tanınmış, edebiyatçılar, sanatçılar, akademisyenler ve askerlerin buralarda yaşamış olduğunun beyanından da bölgenin önem verilen bir yer olduğu anlaşılmaktadır.
Cumartesi, Temmuz 06, 2024
KAPALI HEMŞERİM YASSAK
Pozantı'yı geziyoruz, İbrahim Paşa Tabyalarından, Meşhur Varda Köprüsüne, Pozantı Şehitliği, Alman şehitliği ve Mezarlığı, Çakıt Çayı ve Vadisi, Şekerpınarı Membası, Şekerpınarı Köprüsü ya da Akköprü, Belemedik İstasyonu ve Meşhur Demiryolu Alman Şantiyesi, birkaç yayla ve dahi birkaç köy... Derya deniz, gez gez bitmiyor, geriye de belki en önemli taraf yaylalar kalıyor lakin o da bir başka bahara deyip geçiyoruz. Peki, konumu, tarihi ve başta otoyol olmak üzere sahip olunan çok güzel manzaraları ile maruf "Gülek Kalesini" hangi sebeple sayamıyorum. Pozantı Merkez'e otomobil ile 15 dakikalık bir mesafede olup son 3 km'si de stabilize bir yoldan varılabiliyor... Geldik Gülek Kasabasına, stabilize yolda ilerliyoruz hatta yolu yarıladık, Jandarma yolu trafiğe kapamış, durduk "derdimizi anlatıyoruz, çok uzak yoldan geldiğimizi vs vs." emir büyük yerden, Vali ziyarette imiş, bu sebeple Gülek Kalesi ziyarete kapalı... Kale kocaman bir alan, Vali'nin Korumaları var, rahatlıkla ayrı ayrı alanlarda dolaşabiliriz... Yok, "kapalı hemşerim yasak"... Çaresiz geriye gideceğiz, lakin müthiş de sinir yaptım, sen kalk taaa İzmir'den gel, Gülek Kalesini ziyarete niyetlen, Vali'nin geleceği tutsun ve ziyarete kapansın... Evet sonuçta geri vites, ben de jandarmaya dönüp, şaka yollu "bakın şimdi filan yere gidiyoruz, vali'ye söyleyin sakın gelmesin biz de onu içeriye almayacağız" dedim, karşılıklı gülüştük... Yahu bari, daha baştan yolu kesseniz de, bu kadar yolu haybeden gelmesek, değil mi? Yok, olur mu, sen kimsin de sana haber verilecek... Evet, ben bunu anlamam, asla da anlamayacağım, Vali geldi, kapalı, giremezsin, Bakan geldi, kapalı, giremezsin, Kaymakam geldi, kapalı, giremezsin... Gelmesin efendim, sen burayı mülkün asıl sahibi halka, sen ziyaret ediyorsun diye ne hakla kapatırsın, değil mi? Yahu, bunların her yerde ilan edilmiş, genellikle de haftanın ilk çalışma günü kapatıldığı biliniyor, hatta bu programı siz yapıyorsunuz, madem ki ayaktakımları ile birlikte buraları gezmek istemiyorsunuz, madem ki onlarla birlikte aynı zamanda aynı mekanda bulunmak istemiyorsunuz, ilan edilmiş kapalı günü tercih etsenize, değil mi? Zinhar olmaz... Canım ne zaman isterse, güneş yüzüme ne zaman vurursa, gelirim ya da giderim... Şüphesiz böyle bir gücünüz var ve onu kullanıyorsunuz lakin bunun asla ve kat'a doğru olduğunu düşünmeyin... Sadece gücünüze istinaden kullanıyorsunuz bu hakkı... Aynı şekilde, ana yolda gidiyorsunuz, "Dikkat kamyon çıkabilir"... Çıkmasın efendim... Neden çıkıyor, kontrollü çıksın, yok... Yahu siz ayı mısınız ki "dikkat ayı çıkabilir" benzeri bir levha ile korumaya alıyorsunuz kendinizi... Bunları anlayan varsa beri gelsin...
Türkmenistan'da çalıştığımız günlerde, döneminde önemli büyüklükte olan Mizan Oteldeki merkez ofisimiz, bir anda kim olduklarını sonradan anladığım bir sürü sivil tarafından basıldı, hepsi sivil polis idi ve hemen ofisi boşlatmamızı ve 2 gün boyunca da ofise gelmememizi istiyorlardı... Nedir, ne oluyorz, dediysek de "davay, davay" nidaları ile kışkışlandık... Sonradan Otel yönetiminden öğrendik ki, 2 gün sonra Terkmenbaşı'nın da katılacağı bir toplantı düzenlenecekmiş... Ve 2 gün boyunca tüm otel didik didk edilerek aranmış, nihayetinde de toplantı gerçekleşmiş... Yahu, tüm otel neden boşaltılır, neden kimse yetkililer dışında 2 gün boyunca otele giremez... Anlaşılır gibi değil... Mesela, Türkmenbaşı'nın geçişinden önce, geçeceği güzergahtaki otobüs durakları boşaltılır, yola bakan açık pencereler kapattırılır, vs vs... Geçme değil mi kardeşim, zaten zırhlı araç içinde son derece lüksün ile geçiyorsun, etrafa ve ahaliye de zulmün kalıyor... Çıkma evinden, evinden çalış, ya da bırak o vazifeyi...
Mesela, Suudi Arabistan'da ezan okundu ve sokakta yürüyorsunuz, yandı gülüm keten helva... Derhal atletik bir saldırı ile derdest edilip camiye getiriliyorsunuz, haydi namaza... Efendim namaz kılmamanın, kaçırmanın bir günahı varsa öteki dünyada verilecek tüm bu günahların hesabı, değil mi? Sana ne oluyor, Allah, nerede diyor ki, namaz kılın, kılmazsanız mutavvalar sizi zorla camiye namaza götürecek ?
Moskova'da gayet güzel düzenlenmiş, son derece iyi peyzaja sahip bir parka gitmek üzere yola çıktık, hemen yanındaki Metro Durağından dışarı çıktık, bir telaş hemen yol ve geçiş kapatıldı, görevli anons ediyor, parka gitmek isteyenler yolun karşı tarafından geçip biraz ilerden parka gidebilirler, hoşnut değiliz lakin durum değişmiyor karşıya geçiyoruz, epey bir yürüyüşten sonra parkın kapısının karşısındaki alt geçite geliyoruz. Kapalı, yasak... Hayda, yahu oradan dediler ki buradan giriş yapabilirsiniz, kimin umurunda, emir verilmiş... Vazgeçtik... Döndük... Neden kapatıyorsunuz, bu sefer Vali mi?, Kaymakam mı?, Bakan mı? onu bile öğrenemedik çok şükür... Hani, öğrensen ne olacak demeyin, kimi hedef alacak sinirli halimiz, onu bilelim... Yanlış yere kızmayalım...
Şimdi bunu anlattığınız zaman mezkur yetkililere, özellikle de güvenlik uzmanlarına, "kardeşim her türlü saldırıya açık gezmenin manası yok" gibi kelamlar duyuyorsunuz... Ne yapalım terörizme karşı tedbirli olmalıyız... Başlarlar size, Sırp Prensinden, İsveç'li Olof Palme'ye kadar binlerce misal sıralamaya... Bende her zaman derim, yahu bu insanları kim terörize ediyor, hangi sebeple insan katline varan gözü kararmışlık ortamı yaratılıyor, kim yaratıyor, hangi sebeple yaratılıyor...
Kimseye sataşmadan, herkesin uluorta kullandığı bir disiplin üstünden misal vereyim... Fenerbahçe eski başkanlarından birisi vardı, kim, nerede ve kiminle maç yaparsa yapsın, oynayanları, seyredenleri, yönetenleri bırakıp bu değerli başkana basarlardı küfürü... O da derdi ki; "neden bu insanlar her yerde, her şartta bana küfrediyorlar"... Hiç bakmazdı kendisine, ağzından çıkanları kulağı duymazdı şüphesiz... Herkese, her şartta ve çekinmeksizin hakaret etmesini, küfretmesini, Fenerbahçe Başkanı olduğu için ruhsata bağlanmış kabul ederdi... Lakin iade-i küfür olunca da feryat figan...
Neyse, biz konumuza dönelim, toparlayarak bitirelim, sevgili ve çok değerli yetkililer, yöneticiler, valiler, kaymakamlar, bakanlar, lütfen, korkuyorsanız gitmeyin, gidyorsanız da korkmayın... Lütfen sizin bu programsız, önceden bildirmeden ve korku dolu ziyaretleriniz bizim planlarımızı bozuyor, bilin ki bizim zamanımız sizinki kadar geniş değil, bilin ki bizim bütçemiz sizinki kadar sınırsız değil, kapısından döndürüldüğümüz yere gelene kadar harcadığımız zaman ve parayı helal etmeyiz öteki dünyada biliniz, lütfen...
Cumartesi, Haziran 29, 2024
HATAY BENİM BÜYÜLÜ SEMTİM
Cuma, Haziran 21, 2024
UZAKLARIN ÖTESİNDE
Gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film, görüntü yönetmeni ve de önemli bir yazar Güneş Karabuda’nın “Uzakların Ötesinde” adlı 1996 tarihli basımı kitabını okuyorum. Yaşar Kemal’in deyimi ile “dünyanın öbür ucundaki adam” Güneş Karabuda, Eşi Barbro Karabuda ile gezi ve belgesel çalışmaları üzerinden çok güzel bir kitap hazırlamış ve eşine ithafen de yayınlamış… Ben çok keyif alarak okudum, adeta elimden bırakmamacasına… Kitapta özellikle Güney Amerika’daki darbelere ve darbecilere şahitlik var iken, ABD’nin “arka bahçem” dediği bu coğrafyada çevirdiği fırıldaklara detayları ile nazik dokunuşlar yapılmış, Endonezya’da yine ABD’nin plan ve sınırsız desteği ile yaşanan ve yaklaşık 1.000.000 insanın katledilmesi ile nihayetlenen insanlık dramına değinmeler gibi çok önemli siyasal olaylar yanında enteresan coğrafyalar ve insanların hayatlarına da değinilmiş…
Benim ziyadesiyle etkilendiğim Hindistan Kalküta hatıratı oldu, benim de çalıştığım yıllarda Hindistan’da emeğin bolluğu, rekabeti ve son derece ucuzluğu konusunda benzer şahitliklerim ve hatıralarım olması herhalde bu konuda etkili oldu. Bu bölümü aynen aktarmak istiyorum.
“Great Eastern Oteli’inden içeri girdiğimizde, başı türbanlı, beli kuşaklı yalınayak adamlar koşuşup bavullarımız alıyorlar. Otel, İngilizler zamanından kalma görkemli günlerin izlerini taşıyan Kalküta’nın, en eski binalarından biri. Geniş salonları, yüksek tavanı, “chesterfield” denen artık aşınmış İngiliz deri koltuk ve sofalarıyla Great Eastern’de zaman durmuş gibi. Resepsyon’dan geçip odamıza çıkıyoruz. Yolculuk ve sıcaktan yorulmuşuz. Bir duş alıp dinlenelim biraz diyoruz. “Anahtar” diyor Barbro.
Ceplerime bakıyorum, yok. Kapının üstünde de yok. Sonra hatırlıyoruz, resepsyonda kimse bize anahtar vermedi. Aşağıya iniyor, soruyorum. Hintliler’in o kendilerine özgü, biraz dişlerini gıcırdatarak konuştuğu İngilizcesi ille anahtarın yukarıda olduğunu söylüyor adam. Söylene söylene gene yukarı çıkıyorum. Kapımızın önünde türbanlı, ak sakallı, yalınayak bir adam oturuyor. Adama yaklaşıp, “siz kimsiniz” diye soruyorum. Aldığım cevaptan ağzım açık kalıyor. “I am your key sahip” (ben sizin anahtarınızınım sahip). Sonra bakıyorum, koridorda müşteri olan odaların kapılarının önünde canlı birer anahtar (!) oturuyor. Hindistan’da bir insan, bir anahtardan daha ucuza geliyor! İnsanlık adına üzülmemek elde değil. Meğerse insanlık adına o kadar üzülecek, utanacak şey görecekmişiz ki Kalküta’da…”
Hindistan gerçekten dünyanın bir ucuz emek deposudur, ister yerinde ister yerinizde… Siz bakmayın söylenen “uçtuk, uçuyoruz, uçacağız” edebiyatına, yaşananlar hiç de öyle değildir. Uzun süre çalıştığım, işim nedeniyle neredeyse tamamını gezdiğim Hindistan gerçekleri, değişik tarihlerde değişik basın organlarında çıkan “küresel piyasaların parlayan yeni yıldızı” spot haberlerine hemen hemen hiç uymamaktadır. Peki, uyabilir mi, vallahi “peynir gemisi lafla yürümez” atasözü mucibince zinhar… Tüm bu yazılanlar reklam olmanın ötesine zinhar geçemeyecek vasatlıkta yaklaşımlardır. Esasen “derin sefalet ve engin zenginlik” adına muhteşem çelişkiler dünyasıdır, burası… Bir taraftan otomobillerin, bir kapısından girdiği diğer kapısından çıktığı malikânelerin yer aldığı küçük ve bakımlı alanlar, diğer taraftan da ne yazık ki atık suların sokaklarında açık kanallardan def edildiği büyük ve bakımsız alanlar… Zannedilmesin ki bahse konu alanlar öyle köşe bucak dağ bayır arazilerde, maalesef başkent Yeni Delhi’de de… Lakin Ülkede çok büyük bir çoğunluk uluslararası basında çıkan bu “gaz verme” kabilinden haberler ile övünüp dururlar… Her “uçulacak yılın” ilan edilmesinden en geç bir yıl sonra revize edilerek “yeni bir yıl” tayini yapılıyor olmasına rağmen vatandaşların çok büyük çoğunluğu “şevk-ü iştiyak” ile bu savrulmaları görmezden gelip verilen yeni hedefe kilitlenmiş edası ile hayata devam ediyorlar. Kimse bunu küçümsemesin lütfen bu kadar büyük bir nüfusu olan bir ülkenin yoğunlaşması gereken şeyleri de farklı olmalıdır, tıpkı Devekuşu Kabare Tiyatrosunun “Geceler” oyunundaki müthiş söz mucibince “insanların rüya görmesini engellemeyin maazallah gerçekleri görürler”…
Yaklaşık resmi nüfus 1.500.000.000 (yazı ile birbuçukmilyar) ve nüfusa kayıt edilmeyen de yaklaşık 300.000.000 olduğu öne sürülen bir ülke ise söz konusu, neler akla gelmez ki… Dünyanın en çok çocuk işçisinin varlığına, yaklaşık 10.000.000 çocuğun okul kapısı görmediğine, nüfusun yaklaşık %35’inin okuma yazma bilmediğine, asker ve polis dışında çalışanların herhangi bir sosyal güvenlik kapsamında olmadığına, sadece yıllık yaklaşık 3.000.000 üniversite mezunu insanın olabildiği onun da sadece uluslararası arenaya çıkabilenlerinin görece hayat seviyesi yükseltebildiklerine dair çeşitli görüşler, yazılar hemen her gün basında yer almaktadır. Söylenecek çok fazla söz yoktur bu konuda, bilen biliyor… Özetle, yoksulluk ve açlık sürekli ve kaçınılmaz koşuttur ve tehdittir… “Yoksulluk yeterince güçlü olamamaktır, yoksulluk özgür olamamaktır, yoksulluk mücadele gücünü kaybetmek, yoksulluk daha fazla inanmak demektir” öngörüsünün en çıplak gözlemleneceği bir coğrafyadır buraları… Yani burada da “gemisini kurtaran kaptan”… Ve kaptan sayısının azlığı…
Neyse, “ucuz emek cenneti” değerlendirilmesi yapılmış idi ya, Güneş Karabuda tarafından… Benim de çok enteresan tanklıklarım vardır, konuyu teyit bakımından… Bunlardan bir tanesi, gerçekten inanılmaz… Hindistan’da da “duble yol” ve “otoyol” yapımı son derece popüler olup hızlı bir biçimde devam etmekte, işim gereği ben de sürekli eyaletler ve şehirler arası seyahatler yapmaktaydım… Her yol inşaatında, özellikle yerel kıyafetleri içerisinde kadınların ellerinde ağır çekiç ve balyozlarla taş kırmakta olduğunu görünce çok şaşırmış idim. Oysa teknolojisinin geldiği nokta itibariyle, taşın temin edildiği kaynakta muhteşem hidrolik makineler marifetiyle proje öngörüsü çerçevesinde istenilen evsaf ve çaplarda kırılarak tasnifi mümkündür. Gelinen noktada bırakın yer üstüne çıkarılmış madeni, taşı kırmayı artık yerin belli bir derinliğindeki taşları bile kırabilme kabiliyetine sahip olunmuştur. Peki, nasıl ve neden oluyor da, Hindistan’da bu işler hala daha insan marifeti ile yapılmaya devam ediliyor. Evvelemirdeki değerlendirme; makine ile kırma yerine insan ile kırmanın daha ekonomik olduğu diğer taraftan ise en büyük ihtiyaç istihdam sorununun çözümüne destek olunduğu için de teşvik mevzuudur… Bir taraftan kâr marjı artar iken diğer taraftan da istihdam yarattı diye pohpohlanmakta olan bir iş hayatı… Çift taraflı katmerli bir ekonomik hayat tabii ki çalışma hayatını domine edenlere…
Cumartesi, Haziran 15, 2024
KURBAN
Tarih; 17 Şubat 1959, dönemin başbakanı Adnan Menderes ile birlikte, İngiltere yolunda ve 5’i mürettebat olmak üzere toplam 14 kişinin hayatını kaybettiği elim bir uçak kazası yaşanıyor, Menderes uçak kazasından sağ salim kurtuluyor, yaklaşık 2 ay tedavi gördüğü İngiltere’den geriye dönüyor, mucizevî kurtuluşun hem kendisinde hem de vatandaşta yarattığı sevgi patlamaları tüm yurtta ve tüm yıla yayılarak devam ederken, 5 Ocak 1960 tarihinde çıktığı Tarsus gezisi sırasında kendisini karşılayan büyük kalabalık içerisinden Ali Bayat adındaki kişi, “Başbakanın uçak kazasından kurtulması şerefine” 7 yaşındaki oğlunu kurban etmek üzere hazır vaziyette olduğunu herkes gibi şaşkın gözlerle izleyen başbakan hızlı bir hamle ile küçük çocuğu sapık adamın elinden kurtarır… Hatıralarını yazanların aktardıklarına bakılırsa, yaşanan bu şok karşısında başbakan aylarca yaşananların etkisinden kurtulamamıştır, hatta birkaç yurt dışı seyahatini bile ertelediğinden bahsedilir…
Tarihin en eski devirlerinden bu yana insanlar, anlamlandıramadığı, akıl
yoluyla izah edemediği, karşı
koyamadığı doğanın gücü karşısında her çaresiz kalışlarında, bu güç karşısında
korunma içgüdüsü içinde, sıkıntılarından arınabilmek, şükür etmek, berekete
mazhar olabilmek, fırtına, deprem, sel ve afet gibi doğa olaylarından
korunabilmek için ve inandıkları dinin gereği tanrılarına adaklar adamışlar,
kurbanlar kesmişlerdir. Her toplumun kendi inanışına uygun adak-kurban
adetleri, ritüelleri olup, karşı karşıya kalınan olayların şiddetinin yarattığı
değişik inanışların değişik ritüellerine binaen, başta genç kızlar, çocuklar
olmak üzere insan ve çok çeşitli hayvan kurban olarak kullanılmıştır. Bu çok
tanrılı sınır tanımayan kurban etme inanış ve ritüelinin bugün bile
yansımalarını “başımdaki şu sıkıntıyı bir def edeyim, hemen bir adak-kurban
keseceğim” şeklinde uzantıları devam etmektedir, beğensek de beğenmesek de…
Görüldüğü üzere tarihin en eski devirlerinden gelen bir ritüel olan kurban
olayı, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani tabiat dinlerinde
yılın muayyen aylarında bayram kutlama ve kurban kesme tezahürü olarak Müslümanlıktan
çok önceki devirlere uzanmaktadır. Günümüz insanına bugünkü akli filtreleri ile
çok vahşice görünen, savaş tutsaklarının, bakire kızların ve genç erkeklerin
kurban edilmeleri Aztek uygarlığının çok önemli bir davranışı olduğu bugün
yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anadolu’nun büyük
uygarlıklarından Frigya’da hasat mevsiminde kafa keserek insan kurban edildiği,
Sami ırklarında ve özellikle Araplar’da sabah tan ağarmadan deve yanında insan
kurban edildiği ve bu ritüellerin kefaret ödeme, gönül alma, şükranların
sunulması, af ve mağfiret dilenmesi gibi amaçlara dayanmaktadır.
Türk Dili’nin yüksek kültürünü
yansıtan ve en eski sözlüklerinden Divan-ı Lügati’t-Türk’te “kurban” karşılığı
olarak “yağış” sözcüğünün geçtiği, “Yağış’ın,
İslam’dan önce Türkler’in adak için, yahut tanrılara yakınlık elde etmek için
putlara kestikleri kurban” olarak anlamlandırıldığını anlıyoruz ilgili
eserlerden araştırma yapanların aktarımlarına dayanarak.
Türk Dil Kurumu’nun
hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise:
1. isim, din b. (***) Dinin
buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. ünlem, İçtenliği belirten
bir seslenme sözü
3. Bir ülkü uğrunda feda
edilen veya kendini feda eden kimse
4. Bir kazada veya felakette
ölen kimse
5. Maddi ve manevi bakımdan
felakete sürüklenmiş, insani değerlerini yitirmek zorunda kalmış veya
bırakılmış kimse
6. din b. (***) Müslümanlarda
Kurban Bayramı
Şeklinde geçmekte olup, kısaca
insanın tanrıya yakınlık elde etmek için adadığı candır, dersek fazlaca bir
hata yapmış sayılmayız.
Ancak İnsanlık tarihinde en
fazla konuşulan, referans verilen, yazımın başındaki olaya da kaynaklık eden
kurban olayı, şüphesiz ki Hz İbrahim’in oğlu İsmail’i keserek kurban etmeye
teşebbüs etmesidir. Sami ırkında, bir iman ve inanç gösterme seviyesi ya da
kriteri gibi görünen çocukların kurban edilmesi, Hz. İbrahim Allah’a olan
inancının seviyesini göstermektedir. Bilinen öykü; Hz. İbrahim oğlu İsmail’i
gördüğü bir rüya üzerine kurban etmek üzeredir, ama bıçak her türlü çabaya
rağmen kesmemekte ve aynı ayna rüyasının bu sadakatine istinaden Allah
tarafından gökten kendisine büyük bir koç kurban edilmek üzere indirilir.
Kuran’da Saffat suresinde;
“104. Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. 105. “Rüyayı gerçekleştirdin. Biz
iyileri böyle mükâfatlandırırız.” diye referans verilmektedir, kurban…
Görüldüğü üzere; hayvanların
kurban edilmesi ile nihayet insanoğlunun çocuklarını kurban etmesinden, ister
kimileri için dini bir emir isterse de kimileri için âdemoğlunun yarattığı
uygarlığın sayesinde kurtulalım, her halükarda, görece daha iyi bir sonuca
gelinmiştir. İyi ki İbrahim Peygamber vakası yaşanmış da, artık bu gerçekten
böyle midir, değil midir demeden, her nasıl olmuşsa olmuş, çocuklarımızı
kurtardık bu sapık çocuk kurban etmek isteyen babalardan…
Mısır’da çalıştığım yıllarda,
uzun bir kurban bayramı tatili nedeniyle ailem de yanıma gelmişti, gezilecek
çok yer olması nedeniyle yoğun geçen gezi programını takip ettiğimizden,
bayramın 1. günü de erkenden kalkıp, 3. katta ve birkaç dairenin aynı merdiven
sahanlığına açılan oturduğumuz evin kapısını açtığım anda, gördüğüm manzara
karşısında irkilmiş ve hemen kapıyı çocukların da aynı manzarayı görmemesi için
kapatmış idim, çünkü kapı komşumuz maalesef kurbanını hemen kapı önünde kesmiş,
kanlar her yana dolmuş, merdivenlere akmış ve tiksindirici bir koku her yanı
sarmış idi, hemen telefonla birkaç yere ulaştık, gerekli temizliklerden sonra
çıkabilmiştik apartmandan, ancak koku aylarca devam etmişti…
Her kurban bayramında, gurbetçilerimizin
kurban kesimlerinden büyük rahatsızlık duyan Avrupalıları basına yansımış
halleri ile görünce, yukarıda yaşadığım hikâyenin benzerini hissettiklerini
düşünerek hep üzülürüm. Ancak, kim ne derse desin, kim hangi dini emir ve
söylemlerin arkasına sığınırsa sığınsın bu kurban kesme ritüellerinin çok yavaş
da olsa, daha bir düzen ve özen içerisinde yapıldığı aşikârdır. Tarihi gelişimi
içerisindeki kurban evriminin bu gidişatla, bugünkü trendlere ve iddialı
söylemlere rağmen önümüzdeki yüzyıllarda devam etmeyeceği tahmini dar bir
çevrede yapılıyor olsa da, gerçekleşecek gibi görülmektedir…
Eskiden tüm futbol takımları
sezonu açarken kurbanlar kesilir, akıtılan kan parmakla futbolcuların alınlara
sürülür, futbolcular sahaya koşarlardı, gerçi çok şükür, şimdilerde bu ritüel
azaldı ya da yapılsa bile basına konu olmamaktadır, gerçi bu sefer de
havaalanlarında deve keserek kutlamalara da rastlansa, giderek bu işin
rahatsızlık verdiği insanlarımız tarafından kabul edilmektedir.