Çarşamba, Ekim 07, 2009

"STRUMA karanlıkta bir ninni" adlı kitap üzerine

STRUMA
KARANLIKTA BİR NİNNİ
Yazar : Hakan AKDOĞAN

Kitap; bir tarafta Sevgilisi Samuel ile evlenip bir süreliğine İstanbul'da yaşamış olan Carol’un sevgilisine bir şekilde ulaştırdığı anı defterinden; Struma adlı ölüm gemisi ile yeni umutlara açılan ya da açıldığını zanneden yaklaşık 800 kişilik bir Yahudi topluluğu, diğer tarafta ise Türkiye tarihinin bir kara sayfası olan, bugün hala acıları çekilen 12 Eylül Faşist darbesinin; yarattığı işkencehaneler ve işkenceleri, hayatları kararan insanların yaşadığı dramlar, sakatlıklar ve ölümler anlatılırken; tarihin karanlık bu iki sayfasına yazar kendi penceresinden bakmaktadır.

II. Dünya Savaşı'nın Hitler ve Faşizmi eliyle karanlık günlerinde, bir şeklide büyük bedeller karşılığında hatta nerede ise tüm maddi varlıkları karşılığında yeni bir hayat yeni bir ülke umudu ile yola çıkan Struma adlı bir gemi ile, Köstence'den hareketle boğazlardan geçerek İsrail’i hedefleyen ancak İstanbul kıyılarına kadar sürebilen büyük zorluk ve meşakkatlerle dolu yolculuk. “Lanetliler gemisine” dönüşen ve en nihayetinde Karadeniz’in karanlık suları dibinde son bulacaktır.

Diğer tarafta ise; “ABD nin çocukları” olarak tarihe adlarını yazdıranlar eliyle estirilen 12 eylül terörü neticesinde İşkence, ihanet ve direniş ve ölümlerle sonuçlanan; bu yolların kesişme noktaları neresiydi peki.

Daha doğru, daha mutlu ve daha huzurlu bir ülke arayışı ya da ülkelerinin veya yaşadıkları toprakların açık ya da gizli işgaline karşı çıkışları veya başkaldırışları idi herhalde; her iki tarafın da… Ama ortak payda; ister fiziki ya da ister gelecek olsun ne yazık ki yokoluş idi ...

Ama ne yazık ki yine vicdanları nasır tutmuş, yaşam hakkı yakarışlarına karşı toplumsal bir sağırlık; ve medya eliyle yapılan dezenfarmasyon yanıltma güdüleme ve propaganda hülasa beyin yıkama çalışmaları karşısında yazar’ı kahramanın ağzından: “İnsan beynine yapılan bu acımasız saldırının yarattığı tahribatı düşünsene. Bu yüklemeyi peş peşe yapsalar insanı çıldırtabilir. Yavaş yavaş zehirliyorlar bizi. Derinden derinden. Bunların yanında bir de tiranlar toplumsal rahatsızlıkları insanları eğlenceye boğarak örtbas etmeye çabalarken en az reklamlar kadar kirletiyorlar beyinleri. Bunun etkisini de katınca o ünlü sirozlu karaciğer ile temiz karaciğer fotoğrafları arasındaki fark gibi oluyor televizyon mağduru ile diğerlerinin beyni" söyletmeye yöneltmiştir.

Bir başka yerde sürgünün ve savaşın acımasızlığını anlatmak için ise: “Amerikalılar Bağdat’ı bombalarken Keşmir’e kara kar yağıyordu. Keşmirliler bunun nedenini anlayabildilermi? Hayır. O beyaz kar taneciklerine Irak’ta atılan bombaların artıkları yapışmıştı. Kara kara dönüştürmüştü. Keşmir’deki insanlar Tanrı’nın onlara inançları konusunda daha iyi düşünmeleri için mesaj yolladığına inanmışlardı” dedirterek, bir başka yanılmışlıkları sergilemeye çalışmıştır.
Çaresizlik karşısında hayatların nasıl önemsenmediği ya da öenmsenemediğini ya da özgürce yaşanılacağını düşündükleri topraklara varabilmek için, Struma adlı geminin bu seyahate elverişsiz olmasına rağmen kaçmak ve kurtulmak için başka çare olmadığını: “Kaçış… Yaşamımın anahtar kelimesi” diyerek başka bir tanımlama yapmaktadır.

- Nerede ise hipnotize olmuştum. Korktum.
- Hitler’in yaptığı gibi. Saniyede geçen her yirmi dört karenin yirmidördüncüsüne gamalı haç koydurtarak insanları bilinçaltından da etkilemeyi düşünmüş. Şimdi reklamlarda yirmi beş kare kullandıklarını söyledi geçen bir uzman. Amaç insanların daha çok dikkatini çekmekmiş. Bebeklerin reklamlara olan düşkünlüğünün nedeni de buymuş. Onlar yirmibeşinci kareyi yakalayabiliyorlarmış.
Propaganda ve güdüleme konusunun işte zirve yaptığı nokta.
Diğer taraftan işkencenin doruk yaptığı nokta için ise:
“Komutanım itiraf ettiremedik” anonsunu duydum telsizden. Cevap, “dersini verin” oldu. Koşturmalrı duyduk…. Son olarak “yakarım ulan şerefsiz. Adını söyle” diye haykırdı bir adam. “Ben Erdal Uslu” dedi Erdal. Sonra baş aşağı asılı Erdal’ın başının altına yerleştirdikleri piknik tüpünü ateşlediler. Bir çığlık duyduk. Sonra bir koku. Ancak öyle kabul ettirebilirlerdi başka bir ismi ona. O, Erdal Uslu’ydu. Sait Yıldırım değil.
- Sonra ne oldu
- Öldü. Kaçmaya çalışırken vurulmuş.
….

Şimdi artık bir taşla iki kuş vurulmuş hem Erdal Uslu hem de Sait Yıldırım’dan kurtulmuşlardı.

- DAL?
- Evet. “Derin Araştırma Laboratuarı”. Beni beş değişik yerde işkenceye tabi tuttular. Belki on değişik yerde sorguladılar. Her seferinde farklı işkenceciler, farklı teknikler deniyorlardı. Ben kişilikle ilgili olduğunu düşünüyordum bunun. İşkenceciler kişiliklerine göre yöntem seçiyorlardı. Ankara’nın kışında tazyikli soğuk su. En az eksi beş derece. Elbette zatürre. Testisleri patlatmak için sıkılan su. Çıldırtıcı bir acı. Elektrik peşinden. Dişlerden, tırnaklardan, saçlardan, penisten. Sonra gözlr bantlıyken kan gelene kadar kulağa tokatlar, yumruklar. “DAL” dan sonra Mamak. Hepsi içinde en can acıtanı falakadan sonra sırtına binip yuzlu suda yürütmeleriydi…
Özetle;
- Amaç düşündürmemek
- Elbette. Medya, susturucu gibi takıldı insanlara. Başkalarının hayatlarını gözetliyorlar, onların yaptıklarıyla yaşıyorlar. Şöhret tadında toplum sakızı. Çiğnenip atıldıktan sonra yenisi atılacak ağızlara…

Muhteşem tespiti ile yazar; propaganda, güdüleme, motivasyon, tenkil ve kişiliksizleştirme sürecinin; zor kullanma ile başlayıp ve gönüllü katlanmaya-rıza göstermeye nasıl vardığını ele almakta…

Uluslararası örgütlerin bütün girişimlerine rağmen Cumhuriyet hükümetinin katı tutumu değişmez ancak bunun bir istisnası olabilirdi ve oldu. Yardım örgütlerinin çağrılarına kulaklarını ve vicdanlarını kapatan hükümet, büyük bir şirketin ricasını kırmayacak, Çok muhtemel ki araya Koç'un girmesiyle bir Yahudi ailesi serbest bırakılacaktır. Yoksul Yahudilerin esamesi okunmaz tabii, ne gam. Geminin İstanbul'da demirli olmasına ise Cumhuriyet Hükümetin misafirperverliği yada konuyu bir insani mesele görmesi değil, geminin motorlarının bir türlü onarılamamasıdır. Ve sonra zaman zaman koca koca adamlar çıkacaklar 600 yıl önce biz bunlara kucak açtık ve İspanya’dan engizisyon baskısından kurtardıklarını söyleyecekler. Nasıl bir ikiyüzlülük nasıl bir riyakarlık .

Ama aslında bir başka ve önemli bir gerekçe var; Yahudileri yok etmek isteyen Nazi Almanya’sı Yahudilerin Filistin’e ulaşmasını istemesine rağmen hatta bu konuda girişimlerde bulunmasına rağmen, İngilizlerin Arap politikasına farklı yaklaşımlarından ötürü bir türlü sonuçlanmayan yolculuk… Hatta bir çelişki …

Kitabı okurken sürekli olarak 12 eylül işkencehanelerinde işkence görenlerin feryatları ile Struma gemisinde yaşamını yitiren insanların seslerinin sürekli olarak beni rahatsız ettiğini söylemeliyim ve hemen eklemeliyim ki; her nerede ve her nedenle olursa olsun bu tür olayları yaptıranları, buna bir şekilde katliam yapıcı olarak katılanları ve en önemlisi be gelişmeler karşısında seslerini çıkarmayanları ve dahası olayların varlığını ve vahametini bilip te “ne yapabilirdim ki” diyerek vicdanlarınının ateşini düşürmeye çalışanların tarih önünde sırası ile; sorumlulukları ve vicdani rahatsızlıkları bitmeyecektir. Bu yaşanmış olayların daha da tarihin derinliklerine bırakılmaması, bu olaylarla yüzleşilmesi daha sı da sorumlularının yargılanması insanı bir arınma için kaçınılmazdır.

UNUTMAYALIM VE UNUTTURMAYALIM

Pazar, Ekim 04, 2009

"SON ADA" Zülfü Lİvaneli romanı üzerine

Zülfü Livaneli, “Son Ada” adlı alegorik romanında, Ada halkının başına gelenleri, halkın iktidar ve güç karşısındaki davranışını sürekli güçlüden yana artan biçimde yana çıkma şeklinde bir kurgu içinde,
Düşsel bir adada ve ancak rüyalarda olabilecek kadar iyi işleyen düzen ve iyi işleyişin yarattığı huzur ortamında, ada’nın sahibinin yerleşmek üzere daha 39 dostuna komşu olması izni vermesi ile oluşan bu 40 kişilik toplulukta her şey mükemmel gitmektedir. Birbirleriyle çok iyi geçinen ve anlaşan, en az ile yetinmeyi kabullenmiş bu topluluk, adaya has kaynaklarla beslenerek geçiniyorlar. Ada dışından getirilecek bazı gereksinimler için de çam fıstığı üretimi yapılmakta olup tek gelir kaynakları olan bu ürün yılda bir kez tüm adalıların imece usulü yaptıkları hasat ile tam anlamı ile bir şölen şeklinde geçmektedir. Sadece yaşamı asgari düzeyde yürütebilmenin gereksinimlerin temini ve karşılanması için yapılan bu çalışmalar kolektif tarzda yürürken, birey ve toplum hayatında savaşların ve kavgaların temel nedeni sayılacak olan özel mülkiyet ve sahiplenmelerin yarattığı bencil davranışlarının hiçbir emaresi görünmemekte olup yöneten ve yönetilenlerin olmadığı bu Ada da hiç kimse hiç kimseye adı ile hitap etmemekte ve herhangi bir hiyerarşik durum söz konusu değildir. Diğer taraftan asgari gereksinimlerin karşılanması söz konusu olunca da doğa ya ve çevreye müdahale ihtiyacı oluşmamıştır, her türlü bitki ve hayvan ise adada yaşayan ada sakinleri içinde barış ve uyum içinde yaşamaktadırlar.

Ada sakinleri, gerek bireysel gerekse de toplumsal anlamda iyi insanlar olup, bu iyilikleri saflık düzeyindedir; maalesef bu saf ve politik hile düzen desise karşısında davranışları, ellerindeki mutluluğu bir daha geri gelmemek üzere kaybetmelerine yol açacaktır.

Komşulardan birinin vefatı neticesinde, satılan evinin emekliye ayrılmış olan darbeci devlet başkanı tarafından satın alınması ve adaya yerleşmesi ile bu büyülü ortam ve ilişkiler bozulacaktır. Ancak asıl kızılca kıyamet ise doğaya müdahale edilip doğanın dengelerinin bozulmasıyla oluşacaktır. Darbeci başkan, adanın en güzel koylarının martılar tarafından işgal edilmiş olmasını tespit edip behemehâl bu işgalden kurtuluş planları yapması ve buralara beş yıldızlı oteller yapılması halinde, topluluk zenginleşir ve martı işgalinden de böylece kurtulmayı planlar. Görünürde olmayan özel mülkiyet duygusunu kaşıyarak işe başlayan darbeci başkan öncelikle adanın mülkiyetini elinde bulunduran 1 numarayı yanına çeker, buradaki tılsımlı düzenin bozulabileceğini öne süren bir iki cılız ses ise, devlet başkanının gücü ve otoriter yaklaşımı karşısında daha fazla direnemez ve martı katliamına karar verilir. Bu noktadan itibaren martılardan kurtulmak için adaya tilkiler getirilir, tilki popülâsyonu artar martı popülâsyonu azalır yılanlar çoğalır vs vs… Artık doğanın çivisi yerinden çıkmış dengeler bozulmuş ve bu gidiş adanın sonunu hazırlamaktadır.

Adada yaşayanların yaşadıkları ve bu başlarına gelenler, genelde toplulukların güç ve iktidar karşısında nasıl bir tutum takındıklarını göstermektedir. Romanın gizli kahramanı Yazar bir gün romanı anlatan kişiye hitaben dile getirir: “siyasetle ilgin olmadığını biliyorum ama yaşadığın dünyaya gözlerini bu kadar kapatmaya hakkın yok. Aralarına nefret tohumları ekilen etnik, dini ne kadar grup varsa, bunların durmadan birbirini öldürdüğünü, kan davasının giderek azgınlaştığını da biliyorsun!” İşte Yazarın bu sözlerde dile getirdiği; alegoriyi roman boyunca, Zülfü Livaneli politik mesajlarla birlikte süsleyerek vermiş olup bu kabil politik paralellikler yanında romanda çevreci yaklaşımlar da ciddi ciddi önemli bir yer tutmaktadır. Çevreye ve insana duyarlılık birbirinden hiç ayrılmamış ve roman boyunca dikkat genellikle ada halkının özelliklerine çekilmemiş olup, genel bir halk kavramı yaklaşımı ada sakinlerini temsil etmiştir.

Ben severek ve hızlı okudum, akıcı ve sürükleyici olan bir roman,

İyi okumalar

"AŞK" Elif Şafak kitabı üzerine

Elif Şafak; “Aşk” adlı romanında Mevlana Celaleddin Rumi ve Şems-i Tebrizi’nin 1200 yıllarda geçen ilahi aşkını anlatırken kitabın kahramanları evli 3 çocuk annesi Ella’nın İskoç sufi Aziz ile arasındaki dünyevi aşklarını anlatıyor da anlatıyor..

Yazarın romanı hakkında görüşleri;
Elif Şafak; “Bu roman tek bir roman değil roman içinde roman, hikaye içinde hikaye, aşk içinde aşk... Ben aslında aşktan yola çıktım. Aşkı anlamaya çalışan ve anlatan bir roman yazmak istedim. Ama hem dünyevi hem ilahi boyutlarıyla, hem dününe bakan hem bugününe bakan bir roman yazmak istedim. Belki hem batıyı hem doğuyu içine alan farklı gibi duran hatta bazen zıt gibi duran unsurları buluşturan bir bağ olarak aldım aşkı ve yola çıkış noktam da bu oldu.”
“Romanı yazarken bulabildiğim tüm Türkçe, İngilizce ve kısmen İspanyolca kaynakları okudum. Uzun süre okuyorum o benim içimde birikiyor. Ama ne olursa olsun, bu benim algıladığım kadarıyla orada Mevlana var, benim algıladığım kadarıyla Şems var. Herkes anlayabildiği kadarıyla anlıyor ve anlatıyor. Hiçbir zaman esas Mevlana budur esas Mevlevilik budur demek istemem. Bu bir roman, bir kurgu, bu benim hayal gücüm.”
“Kitabın önemli saç ayaklarından birisi Şems ve Mevlana arasında geçenler. Bence çok derin olan ruhani bir bağ var. Ben orada çok ciddi ve derin manevi dostluk ve yoldaşlık olduğunu düşünüyorum”
“Benim tasavvufla olan ilgim bundan 14-15 sene önce başladı. Beni takip eden okurlar bilirler, her romanımda aslında bir unsur olarak, alt akıntı olarak tasavvuf vardı. Ama bu sefer belki su üstüne çıktı, belki bu anlamda kalbimi açtım. Bir anlamda belki benim içimde birikiyordu ama fiilen masa başına oturup yazmam bir sene sürdü”
diyerek, Mevlana'nın söylediği,
" Biz dile söze bakmayız.
Gönle hale bakarız,
Edep bilenler başkadır,
Canı ruhu yanmış aşıklar başka.
Aşk şeriatı bütün dinlerden ayrıdır.
Aşıkların şeriatı da Allah'tır, mezhebi de."
Sözü üzerinde düşünülmesini isteyen ve aslında okuru da bu yönde düşünmeye zorlayan Elif Şafak hem romanının tanıtımını yapıyor, hem de aşkın kendisince nasıl algılandığını tariflemeye çalışıyor sanki ve bir taraftan da kendi ifadesine göre de, Ella Aziz Mevlana Şems üzerinden aşkı kendi yaşıyormuşcasına gönülden sevdiği karakterler üzerinden Mevleviliğe ve Tasavvufa yazdığı 40 kuralla da sanki ayrı bir manifesto hazırlıyor.

Kitaptan bazı notlar:
“giden her bir Şems-i tebrizi için başka bir asırda ,başka bir mekanda ,bilinmedik bir isim altında bir Şems daha gelir..
Kimisi Şems olarak doğar .
Kimisi Şems olarak ölür”

“kendini bildi bileli durgun bir göldü Ella’nın hayatı. Kırk yaşına basmak üzereydi, nicedir tercihleri, ihtiyaçları tüm alışkanlıkları tekdüzeydi. Şaşmaz bir çizgiydi günlerin akışı, öylesine yeknesak, düzenli ve sıradan”

“ella: ''ben senin gibi sufi değilim'' Aziz gülümser ''sufi değilsin, biliyorum'' dedi ''olmanda gerekmiyor, Sadece rumi ol yeter'' Aziz’in aşkıda kendisi gibiydi, Esaretten değil, özgürlükten besleniyordu! herşey olması gereken zamanda olur”

“o gece sevinç içinde yatağıma yattım. Kalbim bir deli davul kesilmiş, güm güm atıyordu. Nereden bilirdim o an kadın kısmının ezelden beri yaptığı en büyük hatayı yaptığımı? Aşık oldukları adamı sevgileri aracılığıyla değiştirebileceklerini zannetmek, biz kadınlara özgü kadim bir gafletmiş”

"Bir taş, nehre düşmeye görsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi; çıkardığı tıp sesi akıntının ortasında kaybolur. Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peydah olur, halka tomurcuklanır; tomurcuk şekillenir, açar da açar; tomurcuk katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Nehir alışıktır karmaşaya, deli dolu akışa. Atılan taşı içine alır, benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Gel gelelim göl hazır değildir böyle dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, taa dibinden sarsmaya. Göl, taşla buluştuktan sonra, bir daha eskisi gibi olmaz, olamaz."

Değerlendirme
Elif Şafak; romanında, gösterdiği Sufilik ve Tasavvuf edebiyatı çabaları; bu haliyle tam tamına günümüze denk düşen yarı dini yarı kutsal ama modern hayattan da fazlaca kopmadan, dinin içinde kalarak ama dinin hiyerarşisine sadık kalmadan ama alternatif ruhsal durumlar yaratarak modaya ayak uydurmuş bulunmakta olup, ticari kaygılara ve öngörülere tamamen sadık kalarak, gururlu ama sıradan bir aşk edebiyatı ve günümüz cinsiyet putlarına tapınan çağdaş görünümlü ama çağdaş olmayan kölelere, ilim ve irfan geçmişimizin göz ardı edilerek konunun da saygınlığından ve önemimden yararlanılarak ucuz ama sofistike yaklaşımlar ile sunulan aşk edebiyatı.

Sonuç
Bu romanın okunmaması bir eksiklik değil. Okumasanız da olur. Çünkü ben. “okudum da ne oldu, ne kazandım” diye kendi kendime sorduğumda kocaman bir “HİÇ” cevabı veriyorum. Sonuçta tamamen ticari kaygılarla üretilmiş banal roman..

Cumartesi, Ekim 03, 2009

BASKIYA RAĞMEN GAZETECİLİĞİ SÜRDÜRMEK

Taraf gazetesinde 06.09.2009 tarihinde aşağıda verilen haber bir sürü gözden kaçmıştır.

2009 “Leipzig Özgürlük ve Medyanın Geleceği Ödülü” Taraf’ın “baskıya rağmen sürdürdüğü cesur habercilik” nedeniyle Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan’la birlikte bir İtalyan ve bir Hırvat gazeteciye verildi. 2009 Leipzig Medya Ödülü’nün gerekçesinden: Taraf araştırmacı gazeteciliğiyle öne çıktı. Cesur haberleriyle hükümette ve orduda düşman kazandı. İlan alamasa da, baskılar sürse de idealist, tavizsiz yoluna devam ediyor.

Bu ödül neden verilmiş peki;

Ödülle ilgili açıklamada, “Türkiye’deki yabancı gazetecilerin nezdinde, idealist ve tavizsiz tavrıyla çok değerli bir gazete” olarak tanımlanan Taraf ‘ın, “cesur haberciliği ile hem hükümette hem de orduda düşmanlar kazandığı” belirtilerek, “ilan verenler Taraf’tan uzak duruyorlar, resmi makamlar Taraf’ı düzenli olarak suçluyorlar ve bunun sonucu olarak, gazete çok ciddi ekonomik sorunlar yaşıyor. Taraf, Genel Yayın Yönetmeni Altan’ın idaresinde, bütün bu sorunlara rağmen yoluna devam ediyor.” denildi.

Gerçekte ise bu ödül verilme işi neden ihdas edilmiş peki;
Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (Doğu Almanya) 9 Ekim 1989’da başlayan devrim karşıtı gösterileri, sosyalizmin çözülüşünde “dönüm noktası” kabul ederek “bu anıyı yaşatmayı” hedef edinen bu ödül Leipzig Bankası Medya Vakfı tarafından 2001 yılından bu yana düzenli olarak verilmektedir.

Bizce Ahmet Altan bu ödülü hak etmiştir.
Batı Bloğu tarafından demir perde gerisi diye tanımlanarak savaş açılan ve bu uğurda bloğun başta Türkiye olmak üzere, sınırda bulunan ülkeleri tarafından inanılmaz kayıplar vermek uğruna yürütülen “Karşı devrim sürecini”, bize “barışçıl devrim” olarak yutturmaya kalkan bir yaklaşımın ürünü olan ödülün, sola ve sosyalizme ait değerleri tukaka göstermeyi hedefleyen ve sosyalizm düşmanlığına “sol” maskesi takarak/giyerek devam etme iddiasında olan ve bu uğurda muhteşem hüner sahibi olan Taraf’ın genel yayın yönetmeni Ahmet Altan’ın bu ödülü alması rastlantı değildir ve kesinlikle bizim anladığımız anlamda cesur gazetecilik karşılığında verilen bir ödül olarak görülemez, eğer bunlar gerçekten “cesur gazeteciliği” ödüllendirseler idi Ahmet Altan en son sıralarda yer alarak nal toplardı, Türkiye’deki cesur gazeteciler liginde. Dolayısı ile gerek esin gerekse de ihdas kaynak ve gerekçelerine uygun olarak bu ödüle bakıldığında; aslında kimlerin ve hangi siyasi görüşlerin ödüllendirildiği kolaylıkla anlaşılacak olup zaten Ahmet Altan’ın arkasında kimlerin olduğu da herkes tarafından bilinmektedir. Sol ve Sosyalizm revaçta iken solcu ve sosyalist olacaksınız, liberalizm revaçta olunca liberal olacaksınız, ılımlı islam revaçta olacak ılımlı İslam(fetocu) olacaksınız, sevsinler sizin cesurluğunuzu ve hatta size bu ödülü layık görenleri de sevsinler. Ödülün misyonuna ve ülkemizin ödül verenler tarafından önemine bakarsak bu ödül için uygun insanların içinde ilk 10 a girebilecek kişi olduğu için Ahmet Altan bizce de bu ödülü hak etmiştir.

Ahmet Altan yaptığı iş hakkında “böyle bir şey yapmak için deli olmak gerekir” diyor peki bu doğru bir ifademidir? Gazeteye bu haberler bir yerlerden servis ediliyor; peki, nereden servis edilebilir diye şöyle azıcık düşünüyoruz; devletin derinliklerindeki F tipi örgütlenmelerin istihbaratçı uzantıları, ABD ve İsrail bağlantılı mahfiller başta olmak üzere soroz vakıfları, ABD nin think tank kuruluşları ile tüm gayri yasal odaklar öncelikle aklımıza geliyorsa, siz bunların servis ettiklerini yayınlıyorsanız ve size bu haber servislerini yapan birilerinin diğer alanlardaki uzantısı birileri de size “cesur gazeteci” diyor ve ödüllendiriyorsa ve biz de bunu doğru kabul ediyorsak yani sokak ağzı ile yutuyorsak, bence Ahmet Altan bizi, yani onun gibi düşünen ve yaşayanların dışındaki herkesi hem deli hem aptal yerine koyuyor demektir.

Taraf hukuki ifade ve lisan-ı münasiple söyleyecek olursak, kuşku dolu mali yapısının her unsurunu yayın politikasına taşıyan bir tutum izlediği sürece, neyin “taraf”ı olduğu hatta neyin iflah olmaz taraftarı olduğunu gizleyemeyecek durumdadır. Hele bugünlerde yaptıklarını koca koca “Profesör” ünvanlı, bazı Ahmet Altan benzerleri, başta da kardeşi Mehmet Altan olmak üzere, destekliyorlar diye de kendisini çok haklı ve doğru bir çizgide imiş gibi düşünüyorsa da unutmamak gerek ki biz şu ahir ömrümüzde Kenan Evren’e fahri doktora sunabilmek için sıraya girmiş bir sürü profesör gördük o ödüller bugün artık verenlerin yakalarında “yalakalık yaftası” olmaktan öteye geçememiştir

Ne yazık ki; dünya egemenleri tarafından yürütülen psikolojik savaşın karargahı “taraf” gazetesidir ve onun kaptan köşkünde oturan Ahmet Altan’da bu savaşın kurmay başkanıdır, yönettiği gazete de AKP – AB – ABD ve Ilımlı İslam Cemaat’ini arkasına alarak, “demokrat” lık kisvesi altında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü “demokrat”, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı “devrimci”, Fethullah Gülen’i “mazlum”, AKP’yi “ilerici” ilan etmekte, zaman zaman da Kürtlerin ağzına da bir parmak bal çalarak günün modasına uymaktadır.
Acaba bu Ahmet’in yaşı yada hafızası sadece 28 şubat darbesini mi hatırlamaya yetiyor, neden 12 mart’ı artık ağzına almıyor, 12 eylülü ağzına almıyor, bu nasıl cesurluk bu nasıl bir taraflık, acaba kendisine göre artık 12 eylül de sindirilebilir ve içselleştirilebilir, hulasa “ilerici ve demokrat bir ihtilal” mı ki, 28 şubat’a verip veriştirdiklerinin hiç birisini 12 eylül için yazamıyor. Yoksa o tarihlerdeki Silahlı Kuvvetlerinin başındaki kişi, Anayasaya, yasalara, nizamlara, ahlaka, vicdana uygun planlar hazırladı ve tatbik etti, de mi bunlarla ilgilenmiyor bu demokrat zat artık?

Aslında ne o ne bu; Ahmet Altan kendisinin ettiği ve artık veciz bir söz olarak Türkiye siyasi hayatında yerini alan aşağıdaki sözde kendisini çok iyi tanımlamış bulunmaktadır.
“Bir çift kadın memesine vatanı satabilirim”
İşte Ahmet Altan budur.

Belki de; “Ben bir fikir orospusuyum. Bir orospu kim para verirse onunla yatmaz mı? İşte ben de onlardan biriyim” diyen Burhan Belge’den çok etkilenmiştir, belki de öncüllerinden sayılabilecek Ali Kemal den etkilenmiştir, bilemiyoruz tabii ki kendisi bunu açıklarsa memnun oluruz.

Pazartesi, Eylül 28, 2009

ILISU BARAJINDAKİ İNADIN ANLAMI NEDİR

Tarihi yaklaşık 15.000 yıl öncelerine dayanan ve ortaçağ dünyasının kültür, ticaret ve siyaset odaklarına da merkezlik yapmış, görkemli ve gizemli ve doğu ile batının buluştuğu bir dinler mozaiği bir antik kent olan Hasankeyf Şehrini sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı, ülkemizin önemli bir kültür mirasını olan 20 farklı kültürün izini barındıran ve UNESCO’nun 10 dünya mirası kriterinden 9’unu karşılayan bu antik kenti ortadan kaldırmanın yanında, yaklaşık 85.000 kişiyi evsiz barksız bırakacak ve borç batağı içindeki ülkemize de oluşacak faiz yükü hariç yine yaklaşık 2 milyar dolar kredi borcu getirecektir. Ilısu Barajı'nın tamamlanması ile birlikte tarihi mağaralar, camiler, saraylar, kiliseler gibi tarihi ve kültürel değerler sulara gömülmekle kalmayacak, dünyada sadece Dicle-Fırat su sisteminde yaşayan ve “GAP Doğal Hayatı Koruma Derneği” tarafından hazırlanan raporda da açıkça belirtildiği üzere; nadir yaban hayvanlarının neslinin tükeneceği ve Hasankeyf ve Dicle havzasının yırtıcı kuşlar için doğal göç koridoru olduğu ve dünyada az bulunduğu tespit edilen bu çeşit türlerin bulunduğu alanların bu bölgede olması nedeni ile de buradaki yaban hayatının da biteceği aşikardır.
Sadece 50 yıllık ömür biçilen Ilısu Barajı, her ne kadar iktidarlar tarafından enerji amaçlı yapılacağı iddia edilse de, amaç aynen Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun diğer bölgelerinde yapılması planlanan barajlarda olduğu üzere, geçit vermez dağların arasında geçit vermez barajlar/denizler oluşturmaktır.
Ayrıca diyelim ki; 1971 lerden beri burada bu barajın yapılmasının planın yapanların “ekonomiye önemli katkısı çok büyük olacaktır” savı doğrudur, yıllık yaklaşık 300.000.000 ABD doları gelir için neler feda edilmektedir. 85.000 kişiyi topraklarından alıp bir başka yere her şeyleri ile taşıyacaksınız ve tüm karayolu ve demiryolu ulaşımlarını yeni durumlara göre yeniden yapacaksınız(yaklaşık maliyeti 3,5 ya da 4 milyar ABD dolarıdır), finansmanın yıllık faiz maliyeti ise 100.000.000 ABD dolarıdır, antik kentin sular altında kalması ile turizm baltalanarak Hasankeyf halkını işsiz bırakacak ve önemli bir gelir kaybı oluşturacaktır, ülkemizin doğa ve çevreye, kültür miraslarına ve tarihe duyarsız ve cahil-cühela ülke imajını katmerleştirerek bu konudaki ünümüzü pekiştirecektir, baraj tamamlandığında şu anda tarım yapılabilen 6.000 hektar alan sular altında kalacak ve iddia edilen 121.000 hektar alanın ıslahı ve aynı verimlilik seviyesine getirilmesin maliyeti de yaklaşık 5 milyar ABD dolarıdır, kaybedilen habitat değerlerinin bedeli ise hesaplanamayacak kadar fazladır ve bu hesabın konusuna maalesef herhangi bir figür olarak girememiştir, ayrıca ki en önemlisi üretilecek enerji yıllık Ülkemizin üretimin yaklaşık %7 si ya da % 8 i düzeyinde olup, gerek kaçak kullanım gerekse de enerji nakil hatlarındaki kayıp bazı verilere göre % 22 bazı verilere göre ise %30 düzeyinde olup bunun nasıl bir katkı olduğunu da şu andan itibaren tartışmalı hale getirmektedir. Oysa; uluslararası ÇED Raporu'ndaki bilgilere göre ve uluslararası tarafsız kredi kuruluşlarının hesaplarına göre Ilısu Barajı gayri-ekonomik olan ve çevresel ve toplumsal bedeli büyük, "hatalı bir proje" gibi göründüğü çok açıktan beyan edilmektedir.

Bugünlerde yöreye odaklı açılımın; konunun geçmişini bu açıdan bir kez daha gözden geçirmemizi ve sırası ile önce bölgede kalkınma ve yatırım teraneleri ya da seferberlikleri, bilahare de barajlar silsileleri ile geçit vermez su alanları oluşturularak karşılıklı intikallerde zorlukların yaratılması ve nihayetinde de emperyalizmin dikte edeceği ve devletin derinliklerinde fobi haline gelmiş konunun dayatılması kaçınılmaz olacak ve işte o zaman bu gelişmelere karşılıklı alet olanlar ızdırap çekeceklerdir. Diğer taraftan; önceleri Hasankeyf’i sulara kaptırmam diyen Başbakan Sn. Recep Tayyip Erdoğan tarafından 2006 yılında temeli atılmış olan barajın yapımcı firmaları arasında olan CENGİZ İnşaat ve NUROL İnşaat akıllara çok şey getiriyor olması bir yana bu çok tartışmalı ve gayri-ekonomik projeyi başta; Hasankeyf'liler, Batman'lılar, Diyarbakır'lılar, Mardin’liler olmak üzere tüm Türkiye, yerli ve yabancı aydınlar, göbek bağı olmayan tüm mühendis, arkeolog, sosyolog, antropolog, sivil toplum gönüllüleri, hekimler, ekonomistler, kısacası bütün yurtseverler yıllardır istemediklerini ve behemahal iptalini tüm ulusal ve uluslararası platformlarda beyan etmektedirler.

Ilısu Barajı’nın yapımına bu nedenlerle karşı çıkanları, projenin finansmanını sağlayacak uluslararası finans kuruluşlarının değişmiş olması ya da projeyi finanse etmekten çekilmiş olduklarını açıklamış olmalarını “Türkiye’yi sevmeyen, bölge insanının kalkınmasını istemeyenler” olarak suçlayanları da tarih layık oldukları şekilde anımsayacak olup, Çevre ve Orman Bakan’ının “Ilusu Barajı iş imkanı sağlayacaktır, bölgeyi canlandıracaktır” açıklamaları ise daha önce yapılmış ve maalesef gerçek olmayan açıklamalardan öteye gitmeyen açıklamalar olarak anımsayacak olup ve bu projenin gerçekleşmesi için büyük çabalar gösteren çokuluslu müteahhitleri, çokuluslu finans kuruluşları, teknoloji satanları, hizmet sunanları ve bunların yerli ve yabancı işbirlikçilerini, hülasa emperyalizmin tüm bu saldırı araçlarını kabul etmekten, onların istediklerini yerine getiren olmaktan ve hatta şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi ve ekonomik emelleriyle tevhit etmekten öteye geçemeyecektir.

Evet yetki, iktidar ve karar sahipleri gelin bu inadınızdan vazgeçin artık…

Pazar, Eylül 13, 2009

Bir Kitap: LİMON AĞACI

Kitap: LİMON AĞACI
Yazar: Sandy Tolan

Yazar Sandy Tolan’ın gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı kitapta, İsrail ve Filistin arasındaki trajik çatışma ve çarpışmaları anlatırken diğer yandan da ilişkileri derinlemesine olmasa bile sorgulamaktadır. Yazar Sandy Tolan Limon Ağaçlı Evi arayıp bulmuş ve gerçek hayat hikayesini bu tanıklığa dayandırarak bu tarihi öyküyü yer yer kendi empatisini de ekleyerek kitabı okurlarına sunmaktadır. Bir zamanlar Arap şehri olan (Yahudi olmayan), Ramla`daki 1936 yılında bir Arap aile reisi Ahmed Khairi ve arkadaşı Benson Solli`nin yardımıyla yapılan bu küçük taş evi merkez alarak ve 1948 yılında İsraillilerin işgali sonrası Eshkinazi ailesinin yerleştiği ev adeta bütün bu öykünün empati merkezini oluşturmaktadır.
Temelde kendi öz vatanlarını kurmak adına temelleri atılan İsrail devletinin; sonunda yine aynı topraklarda kendi devletlerini kurmak için yanıp tutuşan bir Filistin devletini yaratmasının öyküsü. Bulgaristan’da başlayan Naziler tarafından evlerinden sürülme sürecinin, yine kendisi gibi ama bu sefer kendini ait hissettiği devlet tarafından sürülmüş bir Filistinli ailenin evinde oturuyor olmanın Dalia’ya derinden etkileri ve kendisinde yarattığı empatik durumların yer yer ağır bastığı ve yer yer de varlığı için göçtüğü bu topraklarda inanılmaz bir batılı desteği ile savaşan İsrail’in, yaşadığı topraklardan sürülmek yada kayıtsız şartsız biat istenmesine karşı varlığı ve birliği için savaş vermek zorunda kalan Filistinliler ile çatışmasının kendi penceresinden tanıklığı.
İsrail’in terör diye iddia ettiği, Filistin’in yasal direnişi diye direttiği bu ortamın tarifleri arasındaki çok hassas bir çizginin varlığı tartışılmaz olup, modern ve demokratik dünyanın işgal ve direniş ikilemi olarak kabul ettiği iddiaları sağlıksız ve bulanık ama bir o kadar da gaddar ve dayatmacı saldırı değerleri üzerine oturtulmuş bir İsrail yaratma savaşı ile tam ne olduğunun kendileri açısından da mükemmel bir tanımı yapılamamış ama en azından kendi doğdukları topraklarda yaşamak isteyen Filistin’in direnişi ve yer yer haklı olsalar bile kendilerine çevrilen silahların yarattığı bir karabasana dönüşme öyküdür aynı zamanda.
Limon Ağacı kitabı böyle bir savaşı, İsrail-Filistin çatışmasını sorguluyor. 1948’de Nazi katliamından kaçan Yahudi bir ailenin öyküsü. İsrail’e göç eden aileye, Ramla şehrinde bir ev verilir. Evin eski sahiplerinin yemek masalarındaki sıcak çorbayı bile içmeden bırakıp kaçacak kadar korkak, Filistinli bir aile olduğu anlatılır ve Dalia’nın küçüklüğü, evin arka bahçesindeki limon ağacı ve bu ağacın gölgesinde dinlediği korkak ve ödlek Filistinlilere ait öykülerle doludur ne zamanki bir gün evin kapısı çalınır ve evin eski sahibinin oğlu Filistinli Beşir kapıda görünür ve babasının kendi elleriyle inşa ettiği evi ve arka bahçesine diktiği limon ağacını görmek istediğini söyler, işte o zaman evin eski sahiplerinin İsrail ordusu tarafından silah zoruyla bir gece evlerinden atıldığını öğrenir işte o zaman kendisine anlatılan korkak ve ödlek Filistinli masalı çöker ve bu Dalia’nın dinlediği hikâyelerden çok, hem de çok farklıdır. Tel Aviv Universitesi`nde bir öğrenci olan Dalia ziyarete gelen bu 3 Filistinli genci eve kabul eder ve evin eski sahiplerini çocuğu Beşir ile yeni sahiplerinin çocuğu Dalia’nın aynı odayı benim odam deyip sahiplendikleri evin ve bahçedeki limon ağacını fon yapan tüm bu hikâye Beşir ve Dalia`nın diyalogu 1917 Balfour Bildirisi ile başlayan, 1922 ve 1936 yılları arasında İngiliz kolonisi olma dönemini içeren, 30 Kasım 1947 Birleşmiş Milletler’in Filistin’de biri Arap, diğeri Yahudi olmak üzere iki ayrı devlet oluşacak şeklindeki Genel Kurul kararı sonrası inanılmaz bir boğazlaşma ve kan akıtma temelinde bir örgütlenme ve çeteleşme süreci olarak ve bir tarafı ile de İsrail tarihini anlatır. Bitmek tükenmek bilmeyen boğuşma, terör ve mezalim.

Muayyen dönemlerde ölüm hasadı yapan İsrail, dünya için sadece ve sadece bir ölüm skoru tutma, özellikle de en büyük terörist ABD için de çocuk askerlerin İsrail’i yıkacakları vıdıvıdısı üzerine kopan fırtına, diğer taraftan da acının çifte su verilmişliğinin merkezi Filistin ve direnişi, parçalanmışlığı, satılmışlığı, başta Arap dünyası olmak üzere sahipsizliği ve en nihayetinde de Filistin artık istedikleri olmadığı için olanı isteyen bir halk ile dolu bir coğrafya haline gelmiştir.

Kitaptan yansıyan ve her şeye karşın diyaloğu yürüten bu kişilerin çok anlamlı bulduğum bir cümlesi:
“Ve bizi bağlayan şey ne? Bizi ayıran şeyle aynı. Bu ülke…”


Pazar, Nisan 05, 2009

CAN DÜNDAR’DAN MUSTAFA FİLMİ


Bir yanda; kahramanın değerini düşürerek savunulan konunun ya da gerçekleştirilen devrimlerin değerinin düşürülmesini hedeflemek gibi oldu bitti yaratan ve bunu avuçlarını ovuşturarak izleyen bir grup, diğer yanda ise Bekçi filmindeki Balkan savaşının kahramanlarından Kolağası Hasan Bey’in torunu olan Murtaza gibi “Gördüm kurs, aldım sıkı terbiye amirlerimden, sen de görseydin kurs, alsaydın amirlerinden sıkı terbiye, böyle cayıl cayıl konuşmaz idin” ve “Yukarda Allah, Ankara’da devlet ve hükümet, burada da ben” gibi sadece kahramanlık muhabbetlerinin yapılmasını isteyen ve bunun dışındaki her türlü yaklaşımı reddeden bir grup mevzilenmişler birbirlerine salvo atışlara devam etmektedirler.
Aslında bu film ve Can Dündar ne yaparsa yapsın ne yeni Mustafa Kemal düşmanı yaratabilir ne de Mustafa Kemal dostu yaratabilir bundan önceki benzerlerinde de olduğu gibi herkes kendi mevziinde kalmaya devam edecektir sadece olsa olsa mevzilerinde kılıçları bilemeye devam edecek ve karşılıklı kinleri arttırmaya ve biriktirmeye devam edeceklerdir.
Can Dündar “Tüm kurumlar canı gönülden bu belgesele destek verdiler, Cumhurbaşkanlığı, Atatürk’ün tüm arşivini açtı, özel yazışmaları dâhil buna ya da annesinin ona yazdığı tüm mektuplar dahil, Genelkurmay tüm hatıraları not defterleri fotoğraf arşivi buna dahil, Dışişleri bütün yurtdışı örgütünü harekete geçirdi, yurtdışında en büyük desteği onlardan aldık, diplomatlar yardımcı oldu Yapı Kredinin elinde olağan üstü bir fotoğraf albümü var, Atatürk’ün çok özel fotoğrafları var, ve hakikaten hangi kapıyı çalsak, Türk Tarih Kurumundan tutun, her yerden büyük ilgi ve destek gördük” diyerek katkı sunanları sıralıyor.
Atatürkçülüğün yılmaz bekçisi olduğunu durmadan yineleyen Silahlı kuvvetlerin açtığı arşiv ne anlama geliyor acaba? Karşı cepheye destek anlamına gelebilir mi acaba? Yoksa başka görünmeyen mutabakatların sonucumudur? Yoksa Can Dündar Fettullah ve Said-i Nursi ile ilgili film yapıyor da onun idmanlarını mı yapıyor acaba? Derin devleti temsil ettiği izlenimini uzun yıllardan beri veren Çukurova grubuna ait Türkcell neden sponsorluktan çekildi, acaba Can Dündar kendilerini futbol deyimi ile ters köşeye mi yatırdı? Hani Türkcell “bizim her siyasi düşünceden ve inanıştan müşterilerimiz var” açıklaması yaptığında neden genel olarak sanki filmde dindar kesimi hedef alan bir durum olduğu gibi bir algılama oluştu acaba? Bazı Atatürkçü olduğu bilinen Dernek okulları baştan daha film vizyona çıkmadan toplu bilet alırken vizyon sonrası ise bazı milli eğitim müdürlüklerinin tavsiye kararları ise; acaba ortaya çıkan sonucu teyit etme çabalarından öte anlam da taşıyor mu?
Can Dündar’ın nasıl bir Mustafa sorusuna verdiği cevap “Ben doğrusu seyircinin şaşıracağına inanıyorum, çünkü biliyorsunuz piyasa da yüzlerce Mustafa var, yüzlerce Mustafa Kemal var Atatürk var hangisi doğru hangisi gerçek herkesin bir Atatürkçülüğü var ben diyemem ki işte bu asıl Mustafa kemal diyemem bu da benim Mustafam”
Evet bu film olsa olsa Can Dündarın “MUSTAFA” sı, Pop kültürü ile her şeyin magazinleştirilmesini bir kez daha görüyoruz hem de nerede ise herkesin ittifakla iyi belgeselci diye yere göğe sığdıramadığı Can Dündar yapıyor.
Ancak bugüne kadar “Mustafa” filmi ile ilgili yorumlara, açıklamalara bakılınca çok açık bir şekilde görülecektir kim ki yeni Osmanlıcı, kim ki Saidi Nursi ci, kim ki gerici ve yobaz filme tam bir şaheser muamelesi yapmıştır. Artık bunun üzerine de ilaveten film “yok şu siyasi cenahı memnun etmek için yapılmıştır” “yok şu dinli yada dinsiz çevreleri memnun etmek için yapılmıştır” yaygarasını bırakalım beğenenler ve eleştirenlerin ait oldukları cenahlara bakalım yeter.
Ne yazık ki bu format bir ABD (USA) Formatıdır, ve maalesef ki Lenin, Che, Stalin ve Mao başta olmak üzere bir sürü önemli lider için bu kabil belgesel filmler yapılıyor ve ince ince karalamalara bizzat filmin kendisi başta olmak üzere yaratılan tartışma ortamı hazırlanıyor ve kişisel değerleri ve önemi yerlerde sürünür hale getirilip, yaratılan değerlerin bir hiçmiş gibi gösterilmesi amaçlanıyor.
Diğer taraftan ise; Can Dündar enteresan bir şey yapıyor ve Mustafa Kemal’in Karlsbad anılarından aşağıdaki bölümü alıp hedef şaşırtma anlamına da gelebilecek bir biçimde bir yaklaşım gösteriyor: Mustafa Kemal; “Bir Türk hanımın buradaki durumu göstererek sorduğu soruya karşılık diyor ki: "Bu hayatın bizde yerleşmesi ne kadar zor"..
Mustafa Kemal: "Ben her vakit söylerim, burada da bu vesile ile belirteyim. Benim elime büyük salâhiyet ve kudret geçerse ben sosyal yaşamımızda istenilen devrimi bir anda bir "Coup" ile uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben bazıları gibi halk anlayışını bilenlerin kavrayışlarını yavaş yavaş benim anlayışımın ölçüsünde düşünme ve tasarlamaya alıştırmak suretiyle, bu işin yapılabileceğini kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor” İşte size tüm devrimci liderlerin düşüncesi benzeri bir yaklaşım. Aslında bunu da bu belgeselin içine yine Can Dündar yerleştiriyor bu açıdan bakınca ihtilalci birinin sevinmesi gerekmektedir, kanımca… Anlaşılacağı üzere Can Dündar da birtakım akli gelgitlerin içinde öylesine bunalmış ki birden karşı tarafa da yaranma içgüdüsü ile davranmaktadır yer yer…
Ayrıca ben müzik uzmanı değilim ama iyi bir dinleyici olduğumdan olsa gerek, Dünya çapında bir müzisyen olan Goran Bregoviç’in müziklerini sanki Mustafa Kemal’in “Mustafa” olduğu dönemde karga kovalamasından esinlenerek filmin başından sonuna kadar karga sesini andıran bir müzik yapmış… Yine bana göre kurgu da kötü diyebilirim açıkçası, Sinematografi açısından ise tam bir rezalet; ama ben burada keserek haddimi bileyim dedim, çünkü işin bu tarafı tam bir teknik konu…
Diğer taraftan Fransa’dan Suriye’ye kadar gezildiği söylenmesi ise sponsora, eğer gerçekten bahsedilen yerlere gidildi ise tam bir kazıktır, çünkü bu konuda bilgi ve belge niteliği taşıyan her şey fazlası ile bu ülkede mevcuttur.
"Buda Nazım Hikmet’in muhteşem şiirleştirdiği hali ile benim “MUSTAFA”m

Dağlarda tek tek
Ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
Şayak kalpaklı adam
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
Eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı



SON SÖZ 1:
Mustafa Kemal’i öğrenmek için en iyisi biz Tarih kitaplarını ve Nutuk’u mutlaka ve ziyadesiyle okuyalım.
SON SÖZ 2:
Normalde size ufacık da olsa bir hediye verilse teşekkür edersiniz ama size yoktan var edilen bir ülke sunana teşekkür etmiyorsunuz.
SON SÖZ 3:
Bir İngiliz sözü var “bilerek eksik bilgi vermek yalan söylemek” gibi bir şeydir. Bunu Can Dündar iyi bilenlerdendir.
ÖNERİ:
Can Dündar adını hemen JAN DİNDAR olarak değiştirsin yoksa tren kaçacak…

Çarşamba, Kasım 26, 2008

MİLLİ PİYANGO ÖZELLEŞTİRME VE ŞANS OYUNLARI VE AKP

MİLLİ PİYANGO ÖZELLEŞTİRME VE ŞANS OYUNLARI VE AKP

Zaman gazetesi; 27.eylül 2008 tarihli nüshasında “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yuva yıkan, intiharlara yol açan sanal kumar sorununa el koydu. Gül'ün talimatıyla Cumhurbaşkanlığı'na bağlı Devlet Denetleme Kurulu (DDK), sanal kumarı tüm yönleriyle araştırıyor” diye bir haber yayınlıyor. Şimdi necip Türk milletinin birer ferdi olarak; bu haberleri okuyunca zannediyoruz ki, sosyal bir hastalık olan kumara bu iktidar ve destekçileri ya da yardakçıları karşılar, oysa durumun öyle olmadığı o kadar açık ki; olsa olsa bu kumardan “hanot-mano-ip” alamadıkları için karşılardır diye düşünmemizi gerektirecek o kadar çok delil mevcuttur ki bunların uygulamalarında. Peki, inanmıyor musunuz, buyurun o zaman aşağıdaki yazı tam da sizi ilgilendiriyor.

ÖZELLEŞTİRİLMENİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ VE KUTSANMASI
Özelleştirmenin erdemleri; 2. cumhuriyetçiler, muhafazakârlar, dinciler, liberaller, sol liberaller gibi siyasi yaftaları boyunlarına takan önemli bir zevat tarafından yaklaşık 25 yıldır sayıla sayıla bitirilemedi, satılacak kamusal mal kalmadı ama olsun erdemleri sıralamaya devam etmekte fayda var aman ha bazıları yanlış yapıldığı sanısına kapılabilir alimallah. Neydi bu zevata göre özelleştirmenin erdemleri ve faideleri, işletmeler verimli çalıştırılacak, işletmeler daha şeffaf olacak, esasen de şeffaflık demokrasi demektir eee o zaman durmadan ne var ne yok satalım, yaşasın her şeyi sattık artık bir şeffaf ve bir demokratik ülkeyiz ki sormayın gitsin. Eeee özel sektör ne demektir, iş verimliliği demektir, yeni yatırımlar demektir, yeni istihdamlar demektir. Ne diyor bu zevatın ulu temsilcisi; Maliye Bakanı Kemal Unakıtan,
“Biliyorsunuz Çinliler komünist. O komünistler bir özelleştirme yapıyorlar aklınız durur. Bana Güler Sabancı anlattı; demişler ki “bak burada ne kadar istersen işaret et orayı sana vereceğiz” Bizim komünistler bana hala (ne özelleştirme yapıyorsunuz) diye soruyorlar”

KUMAR OYNATILMASI DA ÖZELLEŞTİRİLİYOR
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB), Milli Piyango’nun hâsılat paylaşımı yoluyla 10 yıl süreyle özelleştirilmesi için ihale ilanına çıktı. Karşılığı nakit olmak üzere şans oyunlarının planlanması, tertibi ve çekilişlerinin düzenlenmesi hakkının devrini kapsayan lisans verme yoluyla özelleştirmeye ilişkin ihalenin ilanı Resmi Gazete’de yayımlandı. Buna göre açılan ihalede teklifler 27 Şubat 2009’da alınacak. İhaleyi kazanan şirket, 10 yıl süreyle şans oyunları işletme ve yeni oyun oynatma hakkını elde edecek. Böylece Milli Piyango’nun elde ettiği hâsılatın, ikramiye ve zorunlu ödemeler dışında kalan yüzde 17’si özel sektör eline verilecek.

ÜLKEMİZDEKİ BAHİS VE TALİH OYUNLARI
Milli Piyango İdaresinin düzenlediği bahisler yada şans oyunları;
Milli piyango: Her ayın 9, 19, 29 unda çekiliş yapılıyor yani özel çekilişler hariç ayda 3 yılda 36 defa
Sayısal loto; Her hafta cumartesi akşamı olmak üzere haftada 1, ayda 4 ve yılda 52 çekiliş yapılıyor,
Şans topu; Her hafta çarşamba akşamı olmak üzere haftada 1, ayda 4 ve yılda 52 çekiliş yapılıyor,
On numara; Her hafta pazartesi akşamı olmak üzere haftada 1, ayda 4 ve yılda 52 çekiliş yapılıyor,
Süper loto; Her hafta perşembe akşamı olmak üzere haftada 1, ayda 4 ve yılda 52 çekiliş yapılıyor,
Spor toto kurumunun Futbol oyunu üzerine bahisleri;
Süper toto; hafta sonları yapılacak futbol müsabakalarına yönelik haftada 1 kez yılda 52 kez
Süper loto; hafta sonları yapılacak futbol müsabakalarına yönelik haftada 1 kez yılda 52 kez
Gol toto; hafta sonları yapılacak futbol müsabakalarına yönelik haftada 1 kez yılda 52 kez
İddia; her gün ve maalesef her gün olabilmesi içinde dünyanın dört bir yanını kapsar şekilde futbol müsabakalarına yönelik günde bir kez yılda 365 kez;
Jokey kulübünün düzenlediği bahis oyunları;
At yarışları; İzmir 129 gün, İstanbul 126 gün, Adana 66 gün, Bursa 65 gün, Ankara 68 gün, Elazığ 24 gün, Şanlıurfa 26 gün olmak üzere yılda toplam 504 gün oynanmaktadır.
Görüldüğü üzere; Devlet aracılığı ile oynatılan şans, talih ve bahis oyunlarının yıllık oynanma toplamı 1169 dur yani yaklaşık olarak necip Türk milletinin her ferdi günde isterse şüphesiz; 3 kez kumar oynama şansına sahiptir.

KUMAR ŞANS OYUNLARI VE İSLAM
Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan ihtimalli bir şeye bağlı kalarak para yada mal vermek yada ikramiye dağıtmak, adı ne olursa olsun bu şekilde oynanan her oyun ve ortak bahis kumardır İslama göre. Kolay yollardan yada emek harcamadan mal edinmek veya kaptırmak olduğu için Kur`an`da "meysir" denilen kumar, kolaylık anlamındaki "yûsr" kökünden gelmekte olduğu da görülür kolayca basit bir araştırma sonucunda. Birey ve toplum yaşamında telafisi çok zor olan ve unutulmaz ve umulmaz yaralar açtığı için de kumarın her türlüsü İslâm dinine göre haram kılınmıştır.
Bu konuda Kuranda;
"Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle ve batıl yollarla yemeyin" (Bakara, 2/188; Nisâ, 4/29).
"Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah`ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister (Mâide, 5/90, 91; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dini).

Diğer taraftan; öbür dünyada bu dünyada yapılan haksız servetlerin, emeksiz kazanılan servetlerin ve mal varlıklarının hangi yollardan kazanıldığı sorgusunun yapılacağını mealen yapan bu zevatın; ülkemizde yılda yaklaşık 1200 kez ve günde en az 3 kez oynanan kumarın tabir yerinde ise manoculuğunu yapması acaba kendileri açısından bir zul değilmidir?

Bu islamın temsilciliğini yaptıklarını iddia edenler, hatta o kadarki Müslüman Cumhurbaşkanı seçtiklerini beyan ederek kasım kasım kasılanlar, İslamın bu konudaki tavrını bilmezler mi ki? Yoksa bilirler bilmesine de bunlar onların pek işine gelmez mi acaba? Acaba bunların Müslümanlıkla bir ilgisi mi yok acaba? Yoksa bunlara göre bunlar kumar faslında sayılmazlar mı acaba? Yoksa bunlar oradan devletin kontrolündeki Kızılay, SHÇEK gibi bir takım kurumlara kaynak akıtıldığı için artık haram sayılmazlar mı acaba? Yoksa bu akıtılan kaynaklarla aslında harama türban mı taktırıyorlar acaba?

SON SÖZDEN BİR ÖNCEKİ SÖZ
Evet, işte size; Müslüman ve İslamın temsilcisi olduğunu iddia edenlerin; o kadar ki Müslüman bir Cumhurbaşkanı bile seçtikleri için kasım kasım kasılmak ve övünmekten nerede ise çatlayacaklar, kumar olması nedeni ile dinen haram olmasına rağmen, Milli piyango, Süper loto, Sayısal loto, Şans topu, On numara başta olmak üzere her türlü bahis oyunlarının özelleştirilmesini sağlayarak, verimliliği arttırma çalışma iddiaları işte bu mezkur zevatın harama kılıf geçirmeleri ve onların dincilikleri. Yurdum insanının değerlendirmesine kalmış bir durum daha ne diyelim. Hatta o kadar ki özelleştirme sonucu ihaleyi alacak firmaya, yeni bahis ve talih oyunları ihdas etme hakkı da tanınarak nerede ise hayatımızın tamamını kumara bağlayıp dayayacaklardır. Hatta şaka gibi olacak ama milli piyango idaresinin düzenlediği bahis ve talih oyunları kuponlarının bile vatandaşlara maaşlarının bir kısmı olarak verilmesi bile düşünülebilir makul bir vade içerisinde, hazır kriz de varken alın size bir kaynak paketi daha…
Yahu insaf etmek lazım; bir taraftan hayatın nerede ise tamamı kumar olmuş durumda ve sesiniz çıkmıyor bırakın ses çıkarmayı yeni ihdaslarda bulunuyorsunuz, sonra da kalkıyorsunuz kumara karşıyız diyorsunuz ve ciddi önlemler düşünüyoruz, hatta sıkı takipteyiz, filan idarelere ve teşkilatlara talimatlar verdik, bunu önüne geçilecek kesinlikle geçilecek gibi baba laflar ediyorsunuz, ama sorun sizde değil bunlara babalar gibi inananlarda…

SON SÖZ
“Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”
demiş ya meşhur Faşist Göbells.
İşte o…..

Pazar, Kasım 02, 2008

KÜÇÜK YAŞTA KIZ ÇOCUKLARININ EVLEDİRİLMESİ

29.EKİM.2008 Tarihinde Hürriyet gazetesinde Anadolu Ajansı mahreçli içler acıtan bir haber yayınlandı;

“Aksaray'da merkeze bağlı İncesu beldesinde 13 yaşında imam nikâhıyla evlendirildiği iddia edilen bir kız çocuğu, 14 yaşında anne oldu. Aksaray Şammaz Vehbi Ekecik Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesine bu sabah doğum yapmak amacıyla gelen A.Y, burada bir bebek dünyaya getirdi. Annenin 14 yaşında olması nedeniyle hastane yetkilileri, durumu polise bildirdi. Polis yetkilileri, olayla ilgili soruşturma başlattı. Bu arada, imam nikâhıyla birlikte yaşadığı kişinin kısa süre önce çalışmak üzere yurt dışına gittiği öğrenilen A.Y'nin, geçen yıl 13 yaşındayken evlendirildiği öğrenildi.”

Hürriyet İnternet gazetesinin bu haberi üzerine; Necip Türk milletinin temsilcileri çok değişik yorumlar yapmışlar hele bunlardan biride bu uygulamanın “İslam öncesi cahiliye dönemi uygulaması” olduğunu beyan ederek bu yazının kaleme alınmasının yolunu açmışlardır. Ancak bu konu ile ilgili, şöyle hızlı ve hatta yüzeysel düşünürsek göreceğiz ki; bu davranış modeli maalesef çok yaygın olup, sadece bir dini inanışın davranış modeli olmayıp Dünyanın değişik yerlerinde, değişik dini inanışlarında, toplumsal ve ekonomik olarak gelişmiş ya da gelişmemiş toplumlarda bu ve buna benzer davranışlar görülmektedir, şu farkla ki; bazı dini inanışlara göre kurulan icazet makamları vasıtası ile deyim doğru olur mu bilemem ama “nikâhlı tecavüz” sayılabilecek şekilde legalize edilmektedir, işte tehlikeli olanı da budur. Bu davranışı sadece bir inanışın yayıldığı alanlarla sınırlı tutarsak ya da kabul edersek, Gelişmiş Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden uzak doğu’ya küçük çocuklarla yapılacak seks âlemlerine uçaklarda yerlerin bulunamaması izah edilemeyecektir, yoksa… Doğu toplumları dışında bu ve buna benzer davranışlar neredeyse tüm toplumca telin edilmektedir ve yasal yaptırımları çok ta yakıcı olmaktadır ancak; doğu toplumları öyle mi ya?

İslam dininin önemli nüfus alanlarını etkisi altında tutan ve bu konuda genellikle de İslami Liderliği yürüttüğü iddiasında bulunan Selefi ve Vahabi düşüncesine mensup toplumlarda da küçük kızlarla evlenmek gibi tavizsiz bir gelenek vardır, hatta konu ile ilgili olarak bir hadis-i şerif referansı ile (Sahihi Buhari, Kitabu Menakıb Ensar; Hadis no:1553) Hz. Ebubekir'in kızı Hz. Ayşe'nin Hz. Muhammed ile evlendiğinde yaşının 9 olmasına dayanılarak bu tür evliliklerin dinen de caiz mütalaası hatta fetvası ile tüm İslam coğrafyasında benzer evliliklerin makul karşılanması beklenmektedir. Son yıllarda başta Suudi Arabistan olmak üzere zengin Körfez ülkelerin zenginleri özellikle Mısır, Afganistan, Pakistan başta olmak üzere gelir düzeyi düşük ülkelerde fakir ailelerin yaşı çok küçük kızlarını para karşılığı satın almaları ve dini nikâh kıymaları maalesef çok yaygın karşılaşılan bir hadisedir artık.

Peki, Türkiye’de durum nedir diye bakılınca, Ülkemizdeki meri Medeni Kanuna göre; erkekler 17, kızlar 15 yaşını bitirince, anne-baba izniyle evlenebilirlerken Erkek 15 yaşından büyük, 17 yaşından küçük, kız 14 yaşından büyük, 15 yaşından küçük ise ancak mahkeme kararı ile evlenebilir amir hükümleri çerçevesinde nerede ise bir sürü çocuğun bırakın evlilik sorumluluklarını yerine getirmelerini, evliliğin daha ne olduğu bilmeden ve daha da korkuncu kanunun evliliği sadece bir cinsellik algılaması içinde olmasının makul karşılanması anlaşılır gibi değildir.

Ancak yaşanan benzer olaylar üzerinden giderek toplumlarda oluşan polarizasyonun nasıl şekillendiğine bakarak, kimler bu kabil davranışları olumlu görüyor kimler olumlu görmüyor, bunu tespit etmekte başlarsak ta hangi tür düşüncelerin ve düşünce sahiplerinin bu olumsuzluklara açık ya da gizli destek verdiğini görürüz. Ve daha korkuncu anlı-şanlı politikacılar eli ile yapılan bu kabil yasal düzenlemeler; mezkûr politikacıların müritleri tarafından sanki bu uygulamalar normalmiş gibi algılanmakta ve maalesef nikâhlı ya da nikâhsız tecavüzlere varan bir sürü abuk sabuk davranışlara zemin hazırlanmaktadır. Tabii ki sizin toplumunuz, dini inanışlarınız, ananeleriniz ve görenekleriniz buna cevaz veriyorsa, sapıklık boyutu da hemen bu sınırdan başlamaktadır.

Maalesef yukarıda bahsedilen yasal durumlar içine yerleştirilerek makul göstermeye çalışılan ama son günlerde en fazla gündemi işgal eden konudaki gibi abuk sabuk hale gelebiliyor kolaylıkla;, gençliğinde “Allaha inanmıyor” diye Gazeteci Ahmet Emin Yalman’a suikast düzenleyen Hüseyin Üzmez, 76 yaşına basmış olmasına rağmen “cinsel dürtülerinin esiri olmaktan kurtulamadığı” için, fakirliğinin yarattığı açmazdaki gariban bir annenin düştüğü bu durumundan faydalanarak, bizatihi kendi ifadesine göre de torunu yaşındaki küçük kıza sulanan yazar, velev ki şeytana uydu diyelim, ama yazarı bu davranışında “âdet görmüş kız, 14 yaşında olsa bile ona nikâh düşer” fetvasının arkasına sığınarak korumaya kimler aldı, Necip Türk Basının Dindar, ahlak abidesi Ümmetçi, Tarikatçı geçinenleri değil mi? Allah’ı ve Peygamber’i en çok saydığını ve sevdiğini söyleyenler bunlar değil mi, “din, ahlak, ahiret, iman, gelenek, maneviyat, mukadderat, dua, Allah, Kutsal Kitap, Peygamber, Cennet, Cehennem” sözlerini, ağızlarından-yazılarından eksik etmeyen bunlar değil mi? Peki bu eylemi yapanla bu eylemi doğru bulan, bu eylemi “tecavüz yok, taciz var” diye sanki konunun özü değişmişçesine yazılarında kamuoyu nezdinde mazur göstermeye çalışan zımmi de olsa moral değerler ve ahlaki açıdan suçlu sayılmaz mı? Peki, bu “münkir ve sübyancı” yazar Hüseyin Üzmez’in, hem de “ne yapayım güzel ve küçük kızlara karşı zaafım var” açıklamalarını bolca yaptığı dönemde; bazı kesimlerin yere göğe sığdıramadığı Turgut Özal’ın hükümetinde sağlık bakanlığı müşaviri yapılmış olması “bir taltiftir” algılaması olarak değerlendirilse ne denir acaba?
Hürriyet gazetesine elektronik ortamda iletilen “yurdum insanı” yorumlarına ve yaklaşımlarına bakarsak, anlaşılan o ki bu insanlar cehaletin tutsağı olmuşlar… Şimdi konuyu salt cehaletten kaynaklanmış bir sonuç olarak değerlendirir ve cehaleti de sadece ve sadece mektep okumamak ile tanımlarsak, tarihte milyonlarca örneği olan bu uygulamanın; en son cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yeni “First Lady” için yapılan tanıtım yayınlarında; “14 ünde nişanlandı 15 inde evlendi” şeklinde sanki çok önemli bir şey yapılmışçasına ve maalesef özendirici tarafı da hiç azımsanmayacak olan bu evliliği nasıl değerlendirmek gerekecektir.

SON SÖZ:
“şeytana uydum şeytan beni kandırdı, şeytana ve nefsime yenildim” deyip bu durumdan kurtulacaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar, kesinlikle ileride çok muhtemel ki şeytan onlara “hadi oradan ….ir git!!! bu senin yaptıkların benim bile aklıma gelmezdi” diyecektir.

Ve nihayet sözleri Aysel Gürel’e, Müziği Onno Tunç’a ait ve Sezen Aksu’nun seslendirdiği türküyü de anımsamadan bu konu bitirilemezdi…

ünzile insan dölü
On kardeş beşi ölü
Büyüdükçe unufak
Ve gelir de görücü
İnci gibi dişi
Görücü bilir işi
Söğüdüm ağlar gider
Olur, hatun kişi

Varmadan sekizine
Ergin oldu ünzile
Hem çocuk hem de kadın
onikisinde ana
Bir gül gibi al ve narin
Bir su gibi saydam ve sakin
Susar kadın ünzile

Yağmuru kim döküyor
ünzile kaç koyun ediyor
Dayaktan uslanalı
Hiçbir şey sormuyor

Korkar durur gitmez
Köyün en son çitine
İnanır o sınırda
Dünyanın bittiğine

ünzile insan dölü
Bilinmezlere gebe
Sırların mihnetini
Yükleyip de beline

Varmadan sekizine
Ergin oldu ünzile
Hem kadın hem de çocuk
onikisinde ana
Bir gül gibi al ve narin
Bir su gibi saydam ve sakin
Susar kadın ünzile

KISSA:
''Kadının özgürlüğü, tüm insanlığın özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır'' Clara Zetkin.

Cumartesi, Kasım 01, 2008

"ARMUDUN İYİSİNİ AYILAR YER" Doğan Cüceloğlu yazısı

Aşağıda Doğan Cüceloğlu'nun bir yazısı bulunmaktadır.
RMÇ
Kaliforniya' da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi' nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, 'Armudun iyisini ayılar yer' düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi. Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor. Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
'Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
'Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini'
'Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.' Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, 'O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim' dedi. O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, 'Sen benim kahramanımsın' duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum
ve o kişiyi kıskandım.
'Nasıl yani?' dedim.
'Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.'
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu 'ayı' olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, 'Armudun iyisini ayılar yer' diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık, sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı. Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. 'Kendilerine bir sorayım, eminim
Sizinle tanışmak isteyeceklerdir, ' dedi ve iki gün sonra, 'Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,' dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco'ya gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim. Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally, 'O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz, ' dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach'ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık. Sally'nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı. Ziyaret ettiğim bu güler yüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally'ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. 'Evet' yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum.
'Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz', dedi. Tüylerim diken diken oldu.
Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George'a 'Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz! ' dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, 'Tabii, onlar küçük insanlar!' yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu.
O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
Bu güler yüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin ağabeyi Brian'ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: 'Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat baş başa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir 'keşke' olmayacak.
Sally'e sordum: 'Baban seninle randevulaşır mıydı?'
'Evet', dedi, 'yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla baş başa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, 'Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!'. Gülümseyerek, 'Nereden biliyorsun?' diye sordum.
'Biz Frank'le konuştuk' diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, 'Ne yapabilirim? ' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally,
İçinde yetiştiği ailede, var oluşun beş boyutunu da doya, doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN'ı beslenir.
Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim', mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel

Cuma, Ekim 31, 2008

"HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ" Bir kitap

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamına tanıklık eden tek gazeteci olan Burhan Dodanlı; o geceye ait tanıklıklarını derlediği bu kitabını daha önce 1978 yılında “DARAAĞACI” adı ile yayınlamış aslında kendi ifadesine göre ancak kitap hemen yasaklanıyor ve toplatılıyor.
Yazar; Deniz Gezmiş’in savunmasındaki;
“bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden bir kuşak olarak, mahkeme heyeti olan sizler dâhil hepiniz suçlusunuz!”
Cümleden esinlenerek kitabı “HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ” adı ile yeniden Mayıs 2008 de yayınlıyor. Kitap genellikle bugüne kadar yazılanların bir tekrarıdır doğal olarak, zaten ne kalmıştı ki yazılmayan ya da yazılamayan bu konu ile ilgili olarak…
Ancak; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın infazları nasıl izlediği konusundaki bilgiler daha önceleri çok fazla yazılan bir şey değildi; Yazar bununla ilgili şu bilgileri vermektedir;

İdam kararı verildikten sonraki tüm aşamaları izlediğini ve bu sırada idam kararlarını veren Ankara 1 No’ lu Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi ile de sık sık diyalogunun olduğunu aktararak, şunları söylüyor: “Ali Paşa’ya, “eğer bu verdiğiniz karar kesinleşir, Yargıtay’dan geçerse, Meclis’ten geçer ve onaylanırsa idam safhasını Ajans muhabirleri olarak izleyebilir miyiz” dedim. Önce “mümkün değil” karşılığını verdi. Sonra “ama sen bütün duruşmaları takip eden bir muhabir olarak o gün idamın infaz edileceği yerin kapısına kadar gelebilirsen, söz seni içeri alacağım” dedi. “Paşam, o nasıl olacak” dedim, “karışmam, eğer gelebilirsen” karşılığını verdi.

Nihayet geldik 5 Mayıs 1972 Cuma gününe... Öğleden sonra 3 arkadaş çıktık biz ajanstan, Askeri Yargıtay’a gittik. Şimdiki Ankara Radyosu’nun yanındaki Türk Hava Kurumu’nun tam arkasındaki binaydı. Tüm hâkimlerle tanışıyoruz, odalarına giriyoruz. Her gün “buyurun, çay için” derken, o gün “şimdi çalışıyoruz, meşgulüz” dediler. Biz de ne olacağını biliyoruz. Bizi dışarı çıkardılar, ama gitmedik, kapının önünde bekledik. Saat 17.15’te bir memur koltuğunun altında defterle çıktı. “Nereye gidiyorsunuz” diye sorunca, savcılığa gittiğimizi söyledik. Askeri Yargıtay’da kararın düzeltilmesi istemi reddedildi, o nedenle de infaz savcılığına gidiyor, o belli. Hemen birimiz oraya gittik, ikimiz Ajans’a geldik. Müdürümüz Adnan Bey vardı, ona bahsettik, bunu eşinize dahi söylemeyin, hele ajanstaki arkadaşlarınıza hiç söylemeyin dedi. Bunun üzerine konuyu sakladık.”
Arkadaşı Hasan Şahan’ın kalp rahatsızlığı olduğunu ve idam gecesi yaşanacaklara tahammül edemeyeceğini söyleyerek, bir arkadaşının da nöbetçi muhabir olarak kaldığının, kendisinin tek başına yola çıktığını beyan etmektedir.
O dönemde gece 24.00’ten itibaren sokağa çıkma yasağının uygulandığını belirten Dodanlı, yaşadıklarını şöyle anlattı: “Akşamüzeri Anadolu Ajansı’nın arabasıyla yola çıktık. Ancak Samanpazarı’nda bizi çevirdiler. Bana, “Nereye gidiyorsunuz” diye sordular. Onlara, “evime gidiyorum, kartım var” dedim. Cezaevine yakın olduğu için Dörtyol’da oturduğumu söyledim. Sonra, “beni Ali Paşa’ya götürün, ona bir mesajım var” dedim. Oraya vardık. Yaklaşık 5 dakika sonra Ali Elverdi geldi, çabuk çabuk konuşurdu, “kim beni arıyor” diye sordu. Komando erlerinin arasında duruyordum. “Sen misin, gel, gel” dedi. İçeriye aldı beni. Sonra, “sen deli misin, nasıl yaparsın bunu” diye sordu ve bu durumdan kimseye bahsetmememi istedi. 28 yıl bahsetmedim, ajansta dahi Ali Elverdi’nin isminden kimseye söz etmedim. 28 yıl sonra Nisan 2000 de bir televizyon programına çıkacaktım ve kendisini aradım. “Paşam, ben televizyona çıkacağım, seni oraya kim soktu derler, çok ısrar ederlerse isminizi açıklayabilir miyim” dedim. “bu kadar yıldan sonra, yasağın yasal takibi zaman aşımına uğradı, dilersen açıklayabilirsin” karşılığını verince rahatladım.”

Diğer taraftan; duruşmaların sürdüğü sıralarda yazar;
“sıcak bir yaz günü, duruşma salonuna getirilen Deniz’in paçasının arkasındaki ıslaklık dikkatimi çekince, kuru havadaki bu ıslaklık aklıma takılmış ve sorup nedenini öğrenmiştim” diyerek yaşanan ve çokça da yazılmayan olayı anlatmıştır. “işte o gün mahkemeye getirilirken Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in içinde bulunduğu ambulans tipi zırhlı araç, elektrik kontağından çıktığı söylenen bir nedenle yolda yanmaya başlamıştı. Kortejdeki muhafız arabasında bulunan erlerden biri, sızan dumanı algılamakta biraz daha gecikseymiş, dediklerine göre, üç arkadaş mahkemeye gelmeden, yanıp gideceklermiş. Durum fark edilince, hemen yanan araba sollanıp durdurulmuş, sonra da söndürme işine girişilmiş. Ancak, bunun bir kaçırma planı olabileceğini de hesaplayan muhafız komutanı, söndürme işine girişmeden etrafta gerekli önlemi almış. Boşta kalan iki-üç er de arabaya su sıkmışlar. Sonra erlerden biri, ellerinin yanması pahasına kızgın kapıyı açmış ve üç arkadaşı kurtarmıştır”

RMÇ
Ankara; 31.10.2008

Çarşamba, Ekim 22, 2008

BİR KİTAP “AĞRI’NIN DERİNLİĞİ”

Ece Temelkuran’ın; başta bizatihi kendisininde dâhil olduğu Dünyadaki herkese unutmak/unutulmak ve hatırlamak/hatırlanmak ve insanoğlunun eğer varsa tabii ki, bu sorunun üzerine ve çözüm arayışlarına katkı sağlamak adına yazılmış ve yine yazarın kendi ifadesine göre ne Türkler ne de Ermeniler için yazılmış aslında, ancak öteki olarak görüleni yakınlaştırmak misyonunu elden bırakmadan yaratmaya çalıştığı empati ile genelde tüm dünya insanlarına ama özelde de Türklere ve Ermenilere ezberlerini gözden geçirmelerini zımmen salık vermekte olan, bir kitap ancak bu kadar akıcı olabilir dedirten ve büyük bir zevk ve keyifle okunabilecek; Erivan’dan başlayıp Amerika’da biten yolculuğu sırasında, Ermenilerle (Ermenistan Ermenisinden başlayıp diaspora Ermenisinin eli purolu sonradan görmelerine kadar) gerçekleştirdiği röportajlarını yayınladığı kitabı “AĞRININ DERİNLİĞİ”.

Ermeni meselesi çok karışık ve herkesin çok kolaylıkla ve rahatlıkla konuşması mümkün olmayan bir tarihsel vaka olmakla birlikte, mutlaka üzerine konuşulacaksa eğer, derinlemesine ve kapsamlı bilgi sahibi olmadan konuşulmayacak kadar derin ama aynı zamanda bir o kadar da nazik bir konudur ve yazarın kendi ifadesi ile de; "Dünya kocaman bir hikâyedir. O hikâyenin neresine düşer senin varlığın, herhalde bu meraktır insanı geçmişe baktıran." yaklaşımı ile bu konuyu hikâye etmeyi ve bu hikâyede öyle ya da böyle bir şekilde atalarından dolayı ya da kendisine ezberletilenlerden dolayı bir rol bulmuş insanların; kimi zaman ezberlerini İncil ya da Kuran hatim edercesine nefes almadan sıralamaları ise inanılmaz ve bir o kadar da aşılmaz duvarlar örmektedir öngörülen empatinin oluşmasını engelleyen, kimi zaman da eğer hikâye içerisinde Ermeni rolünde isek Türkleri 1915 tehcir ve soykırım penceresinden görüyor eğer hikâye içerisinde Türk rolünde isek Ermenileri düşman ile işbirliği yapmış büyük çaplı Türk katliamları gerçekleştirmiş penceresinden görebiliyoruz sadece. Ne diyor yazar “Çünkü dedim ya, dünya büyük bir hikaye. Size anlatılmış bir hikâye. Bir dua gibi ezberliyoruz onu hepimiz. Tıpkı anlamadan okuduğumuz dualar gibi, ayıklamadan... Çünkü... Bilirsiniz duaları değiştirenlere ne yaparlar.”
Bugün; genelde tüm insanoğlu, özelde de biz, yani bölge halkları öyle ya da böyle bir hikâyenin parçaları olarak bu hikâyelerde aile, aşiret, millet ya da dindaş biçimlerinden biri çerçevesinde örgütlenerek ve en önemlisi devletlerimiz tarafından sistemli ve düzenli olarak rollerimizi bizden istendiği biçimde yapmamız konusunda teçhiz ve tedris edildik ve sonuca bakınca da bu sürecin bitmemiş halen devam etmekte olduğuda aşikârdır. Sadece bu hikâyelerde rolümüz var diye de dünyada bırakın yüzlerini görmeyi haklarında doğru dürüst herhangi bir bilgi sahibi olmadığımız milyonlarca düşmanımız olduğuna inandık ya da inandırıldık ama en önemlisi de düşman tarifi günün ve ihtiyaçların durum ve gereğine uygun olarak sürekli değiştirilerek yeni roller de almaya devam etmekteyiz. Evet, Ermeniler ve Türklerde bu rollere inandılar ve onlar da sayıyorlar birbirlerini en büyük düşman, ama düşünseler bir sağduyulu ve aklıselim galip gelebilse bir, kırabilseler bir kafalardaki prangaları, bir atabilseler kendilerine giydirilen deli gömleğini anlayacaklar tüm bu hikâyelerin dostluk ve kardeşlik yanında önemsiz olduğunu ve anlayıverecekler “en büyük düşman ötekidir” aldatmacasının ya da güdülemesinin nasıl bir yalan olduğunu, nasıl bir sonuç doğurduğunu hepimize tümüyle ve faturanın büyüklüğünü. İnsanlar bir sarılabilseler birbirlerine tüm önyargılardan arınmış vaziyette, bunca yıldır "en büyük düşman" bildiği, ama onunla aynı topraklara ait ve aynı kültüre ait olduğunu, aynı şeylere sevindiklerini, aynı şeyleri yediklerini ve içtiklerini bir bilseler; bu tanıyamadığı ve bilemediği insanların; yani bir Ermeni’nin Türk’e ya da bir Türk'ün Ermeni’ye sarılabilmesinin yaratacağı sinerjinin sorunun çözümüne yapacağı katkıyı bir anlayabilseler, neler olur neler.
Ama bırakmıyor ki yakamızı, çocukluğumuzdan beri bizlerde oluşturulan paradigma; işte yarı şaka yarı ciddi küçücük kafalar bu kabil şarkılarla şartlandırılırsa teçhiz ve tedris edilirse de işte bunu senaryo haline dönüştürenlerde biliyorlar neler olur neler.
Bir iki üçler yaşasın Türkler,
Dört beş altı Polonya battı,
Yedi sekiz dokuz Alman domuz
On onbir oniki İtalya tilki,
onüç ondört onbeş Rumlar kalleş
Onaltı onyedi onsekiz
Hapı yuttu Portekiz.

Ne diyor; Ermenilerin en yaşlı kadın şairi Silva Gabudikyan “Ararat sizin için bir yükseklik meselesidir. Bizim içinse bir derinlik meselesi!.”

Kitabın bir yerinde bir Türk garsonun ağzından "babam hiç anlatmazdı aslında. Ama büyük amcalar filan anlatırdı. Bizim köyde olmamış. Ama Kürt köylerinde filan, Ermeni çocukları doldurup sepetlere suya atmışlar. Kadınlar en güzel olanlarını almışlar. Adamların topraklarının üzerine oturmuşlar. Bizim köylerde yapmamışlar tabi, yan köyde olmuş yani. İşlerine yarayacak adamları, sanatı olanları kenara ayırmışlar. Bizim köyde de vardı mesela ayakkabı tamircisi bir tane. Yani şimdi bu insanlar Alevi’yim, Kürt’üm, Türk’üm demiş yaşamak için. Ondan söylüyorum yani, Türkiye’de bence çoğu insanın kökünde başka şeyler var. Araştırmak lazım." diye aktarıyor Ece Temelkuran; ama garsonun anlattıklarının hep başka köyle ilgili olması ama her nedense ayakkabı tamircisinin kendi köyünde bulunuyor olmasına aldırmıyor olması, garsonun yaşanan muhtemel acıların ayıbının üzerinde kalmasını istememesinden midir acaba? Yoksa kendisine anlatılmış hikâyenin değiştirilemez dua kabilinden telakki edilmesi ya da ezberlediği duanın anlaşılmasının kendisi için gerekli olmadığının ifadesinin bir başka yolumudur acaba, olmuşsa da kötü şeyler öteki köylerde olmuştur ya da bu diğer köylere ötelenmelidir. İşte tam da bu yüzden kötülüklerin hep "yan köyde" olması gerekir, kan ve gözyaşı hep yan köyde akar, suçlar ve kötülükler hep oraya aittir ve orada bulunur, acı ve vahşet hep orada yaşanmıştır aksi takdirde kendi köyünde olduğunu söylenirse bir gün hatta bu ispatlanırsa işte bütün ezber bozulur hikâye değişir ve dananın kuyruğu kopar. İşte bu kabul edilemez ve işte bu içselleştirilemez ve makul değildir. Makul olmayan da zinhar reddedilmelidir.

Erivan’daki bir toplantıda kadeh kaldırılırken “şerefe” sözcüğünü duyunca “Ancak şerefsizler, kadeh kaldırırken böyle bir söze ihtiyaç duyar” diye tepki gösteren Soykırım Müzesi'nin müdür yardımcısı Ermeniden, diasporanın kalbi Fransa’da soykırımın reddinin yasaklanmasının Meclis’te yasa haline gelmesini sağlayan, kırgınlığını acımasız bir öfkeye dönüştüren hatta öfkesini intikama dönüştüren eskiden ASALA’nın içinde yer alan Ermeniye, oradan da Amerika’da “Türkiye, Ermenilere tazminat ödemeyi kabul ederse mesele kalmaz, fiyatta anlaşırız, bu fiyatı saptayacak uzmanlar var, Türkiye soykırım yaptığını kabul etse, tazminatı Amerikalılar ve Avrupa Birliği öder, sonsuz acımız için sonlu bir rakam istiyoruz” diyen Ermeniye kadar pek çok farklı düşünen ve yorum yapan ve karşımızda hiç te homojen olmayan bir Ermeni topluluğu olduğunu fark ediyoruz bu röportaj kitabında.

Kitabın sonlarında bir yerde diyor ki; Ece Temelkuran “ ben senin bir zamanlar öldüğünü ispatlamanı istemiyorum. Ben, benim ülkemin senin bir zamanlar bu topraklarda yaşadığını hatırlamasını istiyorum, bu daha önemli, bu daha gerekli şimdi ” ne denir ki bu sözün üstüne.

Eğer “Duvarda bir Ararat resmi, yanında da bir Che Guevara. Uzun saçlı, rocker işletmeci yaklaşıp ‘hoş geldiniz’ diyor İngilizce.
‘Nereden geldiniz?’
‘İstanbul’dan.’
Bozuluyor:
‘Konstantinopol demek mi istediniz?’
‘Size öylesi iyi geliyorsa öyle olsun. Aynı yerden bahsediyoruz nasılsa.’
Sakinleşmiyor adam. Ararat’ın resmini gösteriyor:
‘Konstantinopol’ü de, bu dağı da bizden çaldınız.’
‘Ben mi?’ diyorum gülerek, ‘Ben kimsenin dağını çalmadım.’
Gülmesini bekliyorum, ama gülecek gibi değil:
‘Türk değil misiniz?’
Duraklıyorum. Türk?
‘Türksün işte. Ararat’ı çaldınız bizden.’
Che’nin resmini gösteriyorum gülerek:
‘Bütün dağlar için konuşmuş bir adamın önünde bir dağın kime ait olduğunun kavgasını yapmak sizce de biraz tuhaf değil mi?’
‘Soykırımı tanımıyorsanız lütfen bu barı terk edin.”
gibi inanılmaz gerginliği yansıtan ve 1915 in kötü mirasını yansıtan röportaj girişimleri ile;
Anadolu’dan göç eden Ermenilerin kırlangıçlara benzetilmesi nedeniyle Erivan’daki soykırım anıtının bulunduğu tepeye “Kırlangıç Yuvası” denmesi ve Yazarlar Birliği Başkanı Levon Ananyan Ece Temelkuran’a da latife olması kabilinden:
“Siz hanımefendi, iki halk arasında uçmaya çalışan kırlangıçlara benziyorsunuz. Ama halklarımızın birer alınyazısı var. Hiçbirimiz o alınyazısından kurtulamayız.”
Denmesine kadar inanılmaz keyifli anekdotlarının bulunduğu bu eserin okunması herkes için büyük bir kazanç olacaktır eminim

ANKARA
22.10.2008


Pazar, Ekim 12, 2008

FRANKFURT KİTAP FUARI ve ERTUĞRUL GÜNAY

Frankfurt Kitap Fuarı, 1949 yılından bu yana her yıl düzenlenen, Dünya'nın en büyük ve kapsamlı kitap fuarı olarak kabul edilen, yayın ve elektronik yayıncılık alanında faaliyet gösteren kuruluşların katıldığı bu fuara bu sene Türkiye onur konuğu olarak katılmaktadır.

Türk edebiyatı, "Bütün Renkleriyle Türkiye" sloganıyla 15-19 ekim 2008 tarihlerinde düzenlenecek fuarda 250 etkinlikle, kitap fuarı boyunca okura tanıtılacak olup; fuar süresince de 100'den fazla ülkeden 7.000 yayıncıyı buluşturan ve her yılda sadece son 2 gününün halka açık olmasına ve kitap satışının sadece son gün yapılmasına rağmen 300.000 dolayında insanın ziyaret ettiği ve edebiyat, sanat, bilim, kültür, iş, dil, din konularında muhtelif ülkelerin önde gelen yazar, araştırmacı, bilim adamları ve sivil toplum örgütlerinin katılımlarıyla yaklaşık 3.000'den fazla açık oturum, söyleşi, panel ve konferans düzenlenerek dünya edebiyatçıları ve özellikle de yayıncıları arasında muhteşem bir iletişime yol açmaktadır.
Türkiye; daha önce 1980 ve 2002 yılında konuk ülke olarak davet edilmesine karşın; ilkinde cuntanın protesto edilmesi nedeni, sonrakinde ise 10 milyon euro’luk bütçeyi tahsis etmemesi nedeni katılamadığı ve bu yıl "Bütün Renkleriyle Türkiye" sloganıyla onur konuğu olarak katılacağı Frankfurt Kitap Fuarı'na ilişkin hazırlıklar tüm hızıyla sürüyor. Peki uzun yıllardır özellikle de “Refahyol” hükümetinden bu yana Fettullah Gülen’in direk ya da grubu ile kontrolü altında tuttuğu “Yazarlar Birliği” vasıtası ile organize ettiği, hatta “Refahyol” döneminde Kültür Bakanlığı'nın organize ettiği Türkiye standında Basın Yayın Birliği, Diyanet Vakfı, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların yayımladığı daha çok ve ağırlıklı olarak dini içerikli kitaplar yer almış, önemli ölçüde tarafsız olunmasını isteyen yayınevlerinin kitaplarını Türkiye standından çekmişti, hatta o dönemde Türkiye standında ezan okunup namaz kılındığı da iddia edilmiş ve bu kabil skandal olaylar yaşanmıştı.

2007 seçimlerinden sonra oluşan, yeni oluşan hükümetteki Kültür Bakanı, Ertuğrul Günay bütün bu olan biten olumsuz olaylara son vermiş mi peki? Muhalif olmanın yakıcı ve üzücü sonuçlarına katlanmaktansa yobaz olmanın ama nimet ve nema sahibi olmanın yakıcı ve de özellikle itici sonuçlarından pay almayı yeğlemesinden Sn. Bakan; bırakın bu olumsuz uygulamaları sonlandırmayı düzeltmek için bile en ufak bir çaba sarf etmemiştir, böyle bir çabaya lütfedip ve zahmet buyurup girmemesi bir kenara konuyu daha içinden çıkılmaz tartışmalara boğmak için özellikle de çaba sarf etmektedir görüldüğü kadarı ile. Ertuğrul Günay; itilmişliğin yarattığı küskünlük ve güçlü esen tarikat rüzgarları karşısında zayıf psikolojisi ile daha fazla direnemeyerek bir anlamda takdir-i ilahisinin sonucu giyabi olan müritliğini vicahiye çevirerek, AKP hükümetinin önemli ve ağır toplarından biri olarak tarikat dünyasındaki yerini sağlamlaştırmış ve Frankfurt Kitap Fuarı nedeni ile her yıl artarak süregelen tartışmalara bu yıl kendisi de eksik olmasın tüy dikmek kabilinden özellikle de Türkiye’nin “konuk ülke” statüsü nedeniyle, hükümet kanadının etkinliğe fazlasıyla müdahil olması tutumu, tartışmaların dozunu biraz daha yükseltti. O kadar ki; Sn. Bakan; Türkiye’nin Konuk Ülke olarak davetiyle ilgili toplantıda, Fuar’ın Alman yetkilisinin konuşmasında Türkiye’den “Nazım Hikmet’in ülkesi” diye söz edip, Nazım Hikmet’ten dizeler söylemesine rağmen, Onur Konuğu Türkiye Projesi Genel Koordinatörü Ahmet Arı, konuşmasını Kuran’dan ayetlerle yapmış olmasını sanki teyit etmek adına, bizatihi kendisinin önceden katılacağını defaatle belirtmesine rağmen yine tüm dünyada tanınan Fazıl Say’ın bir eseri olan ve çok değerli sanatçımız Genco Erkal’ın da yer aldığı “Nazım Hikmet Oratoryosunun”, Moskova'da seslendirildiğini ve beğeni topladığını, Nâzım'ın Rusya'yla ilişkileri bakımından anlamlı olduğunu ve esasende ideolojik olarak oraya uygun düştüğünü ve yakıştığını ama Almanya'ya o kadar uygun düşmeyeceğini ve iptal edileceğini ve yerine de “Yunus Emre Oratoryosunun” gideceğini TRT 2 deki bir programda söylemesi; anlamlıdır. Bütün bu açıklamalar ve karar değişiklikleri anlaşılabilir şeyler tabii ki Sn. Bakan ve mensubu olduğu iktidarın 6 yıllık icraatlarına bakınca, hele hele içerideki tarikat ehli ve mensupları ellerini ovuştura ovuştura ve kıs kıs gülerek izlemektedirler durumu büyük gururun sahip ve takipçileri olarak, ancak yine de konunun uluslar arası boyutunu da düşünerek olsa gerek, “ya bu değişikliklerin Bakanlığımızla ilgisi yok” yada “tertip komitesinin kararına saygı duymak gerekir” “Nazım Hikmet Oratoryosu bütçe yüzünden proğramdan çıkarılmıştır” gibisinden sade suya tirit ve karından konuşmaları da yapmaktadırlar bıkmadan usanmadan. Ama hepimiz biliyoruz ki büyük Şair Nazım Hikmet’in gölgesinde kalmaktan korkan bu örümcek kafalılar ve onların yalaka ve yardakçıların bu oyunu ne ilk ne de sondur.

Eleştirmen Füsun Akatlı, bardağı taşıran bu son damla değişikliği üzerine, PEN üyelerine hitaben yazdığı mektupta, “bugünün koşulları altında Frankfurt Kitap Fuarı'na katılmanın benim dünya görüşüme, politik duruşuma ve konjonktürel karar verme zemininde yapmam gereken seçime aykırı olacağı sonucuna vardım, bu sığlıkta bir Kültür Bakanlığı yaklaşımının Franfurt Kitap Fuarın'da Türkiye'yi temsil ettiğine görgü tanığı olmak istemem doğrusu. Cumhuriyet'le kavgalı bir iktidarın kültür çıkartmasının ne aktörlerinden biri olmayı içime sindirebilirim, ne figürasyonunda yer almayı” diyerek durumun vehametini açıklamış ve çağdaş insanın nasıl ve nerede durması gerektiğine dair doğru bir örnek oluşturmuştur.

İşte yukarıdaki eleştirilerin benzerlerini dün yapan, Ertuğrul Günay, onay ve iradeleri doğrultusunda; Stand kurma işinin tekrardan “Basın Yayın Birliği'ne” verilmesinin ardından, Frankfurt Kitap Fuarında; dinimi öğreniyorum, namaz hocası, pratik din bilgileri, nasıl abdest alınır, dua kitabı, evrim aldatmacası gibi kitap ve yayınlarla Ülke olarak temsil edileceğimiz için son derece mutlu olsa gerek bugün.


12.10.2008
Ankara

Cumartesi, Eylül 06, 2008

Mehmet Tekelioğlu – Bir Eylülist Profesör portresi


AKP İzmir Milletvekili olan, Mehmet Sayım Tekelioğlu; özel olarak konuyu takip etmeyenler için pek de bilinen bir şahsiyet değil iken, mensubiyetinden ötürü öğündüğü partisinde ve Millet Meclisi’nde kendisine verilen görevleri her ne kadar da aldığı teyyare mühendisliği öğretimi ile bağdaşmasa da aklının erdiğince kabiliyeti ve mahareti ölçüsünde yapıyor iken, ne zaman ki Ankara’nın Çukurambar semtindeki evinde kayınbiraderi ve başkanı olan kişileri, eşinin yaptığı Kayseri mantısını yemeğe davet etti; siyasi hayatımız kıymet-i harbiyesi artan bu necm-üd din’i yakından tanıma fırsatı bularak, tanınmakta geç kalınmış bu softa-i siyaset erbabı sahne almıştır. 12 eylül Faşist çetecilerinin ve asla onların yolunu terk etmeyen ardıllarının; özellikle 1960 ve 1970 li yıllarda kendilerine destek verenlere, yaratılmak istenen kaos ortamını hazırlayabilecekleri derneklere yada vakıflara katılma çağrılarına icabet edenlere ve atlantik ötesi amaçlara hizmet edecek teşkilatlara katılanlara, ülkeyi baştan başa yeniden şekillendirmek adına hazırlanan anayasa ve tüm yasalara “bravo nidaları” ile katılmış, “komünizm ile mücadele dernekleri” başta olmak üzere benzeri dernek kökenli bu kişileri unutmayacağı da aşıkardı ve unutmadılar da. Bunların bir kısmı uyduruk akademisyen, bir kısmı uyduruk bakan, bir kısmı uyduruk parti başkanı, bir kısmı uyduruk milletvekili, bir kısmı uyduruk bu durumlarına uygun uyduruk kamu görevlisi, bir kısmı ise de uyduruk şirket sahibi yapılarak ödüllendirildiler, bu zevatın derdi ülke ve sorunları olmadığı ne yazık ki bugün anlaşılmaktadır.
Bu meşhur günde bir araya gelen; Abdullah Cumhur Gül ve Recep Tayyip Erdoğan acaba neden bu evde bir araya geldiler sorusu üzerine Türkiye’de herkes kafa yordu, soru sordu kendileri cevap verdi, inanılmaz senaryolar ortaya atıldı; hani tarafsız olması gereken Çankaya Mukimi plansız olarak; hemde helikopterle yapılan uzun Kayseri seyahatinin yorgunluğunu üzerinden atamadan apar topar sanki başka yerde konuşsalar olmayacakmış gibisinden, Subayevleri mukimi ile Enişte’nin Çukurambar’daki kar apartmanındaki 22 nolu dairesinde buluşarak Kayseri’den gelirken; Subayevleri mukimi ve kızkardeşe verilmek üzere getirilen pastırma-sucuk, Subayevleri Mukiminden de Çankaya Mukimine verilmek üzere İstanbul’dan gelen “allah ne verdiyse kabilinden” hediyeler ile teati edildi, Anayasa Mahkemesi Başkanı yoldaşları ve sırdaşları Haşim Kılıç kendilerinden küçük olduğu için kendisi için düşünülen hediyelerin takdimi için huzura çağrıldı ve takdim i hediye yapıldı, şüphesiz ki bu hediyelerden ötürü kimsenin kimseden bir beklentisi yoktu, yarım elma gönül alma kabilinden yapılan işlerdi sadece... (yazı ile de üç nokta) Ayrıca yine anlaşıldığı kadarı ile; karşılıklı olarak eş-dost ziyaretleri üzerine edinilen izlenimler teati edilmiştir.
Bunun kuvvetle muhtemelen böyle olduğunu nereden mi anlıyoruz, tabii ki, 12 eylülün yetiştirdiği hormonlu akademisyenlerden biri olan somun pehlivanı Mehmet Sayım Tekelioğlu enişte beyimizden, çünkü, durum tespit edilince de, “Sayın Cumhurbaşkanımız bildiğiniz üzere eşimin ağabeyi. Bu nedenle her zaman görüşüyoruz. Bu görüşmelerde hiçbir olağanüstü durum yok. Sayın Başbakan da parti genel başkanım. Dolayısıyla evimizi ziyaret etmeleri normal karşılanmalı” diyerek gayet inandırıcı bir yalan uydurmuştur hatta utanmasa yukarıda şaka kabilinden yazdığım pastırma-sucuk hikayesini bize anlatacak ya; ama işte yüce rabbimin taktiri olduğu üzere, “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” uygunluğundan herşey kısa sürede anlaşılmıştır. Meğerse toplantıya; sadece Haşim Kılıç değil, yine enişte beyimiz gibi hormonlu ve intihalci akademisyen İstanbul Milletvekili Ömer Dinçer, Konya Milletvekili bir başka hormonlu akademisyen Sami Güçlü ve önemli 2 bakan bey daha ayrı ayrı ve sıra ile katılıyorlar... Tabii katılımcılar da bunlar olunca, yukarıda şaka yollu yazdığım pastırma-sucuk teatileri de sadece hoş birer şaka olarak kalmaya mahkum oluyorlar, konular, AKP nin kapatılması ve Yeni kurulan Hormonlu Üniversitelere atanacak rektörlerin tespiti şeklinde başlıyor, Hariri ailesinden gelen hediyelerin nasıl değerlendirilmesi konusuna kadar varan geniş ajandalı görüşmeler yürüyor. Özellikle Hariri ailesi ile ilgili görüşmelerin burada yapılması konusu bizzat Subayevleri mukimi tarafından istenmektedir, çünkü Hükümetleri adına tüm Türkiye’yi kelimesi kelimesine elektronik olarak izleyen F hücresi kulaklara sürekli olarak istihbaratçılıktaki altın kuralı fısıldıyor “izlenen mutlaka izlenir” tabii ki düstur da bu olunca gözlerden ırak olmak yetmiyor elektronik kulaklardan da ırak olmak gerekiyor. Peki bunlar burada konuşuluyor, görüşülüyor ve karara bağlanıyor ama enişte beyimiz neden böyle bir açıklama yapıyor dersiniz; acaba alemi kör ve sersem mi zannediyor dersiniz? Acaba bu hormonlu akademisyenin aklına ancak bu kadar basit bir yalan mı geliyor dersiniz? Acaba gerçekten kendisinin bilgisi yok ve kendisine ancak kapıda erkete görevi mi düşüyor dersiniz? Acaba kendisinin yüksek mevkilerdeki vazifelerle alakalı olarak bilgisinin olmadığını bilen misafirleri kendisine bir şey danışmıyorlar mı dersiniz? Ne derseniz deyin bu durmu izah etmek adına uygun görülebilir zannederim...
Aslında bu konu üzerine daha fazla yazmanın da bir anlamı yok çünkü artık düştükleri durum da ortada, tıpkı mahalle çocuklarının düştüğü durumdur bu... Mehmet Sayım Tekelioğlu üzerine yazı yazmak tama nalamı ile zamanı heba etmek diye düşünebilirsiniz, haklısınız ona gelinceye kadar ne kadar çok uyduruk ve hormonlu akademisyen var diyebilirsiniz... Ta ki; Ankara’nın ve İzmir’in su sorunu üzerine 2 belediye başkanı laf yarıştırırken, bir de ne göreyim uyduruk ve hormonlu akademisyen eniştemiz Gavur İzmir Milletvekili olarak sahne alıyor, aldığı formasyonun gereği olan teyyare mühendisliğini bile becermekten azade durum arzederken su mühendisliği konusunda şecaat arzetmeye çalışıyor, tabii ki tam bir felaket ama her ne hikmetse sürekli karşısına kendisinden daha az bilgi sahibi CHP li milletvekilleri çıkarılarak TV kanalları yöneticileri tarafından yapılan açık şike ile durum idare edilmeye çalışılmaktadır. İşte bu TV deki abuk subuk su tartışmaları sırasında; Partisinin Başkanından yarım yamalak ta olsa anlayabildiği kadarı ile ilk hedefin Gavur İzmir’in yerel yönetim seçimlerinde İzmir Büyükşehir Belediye başkanlığını kazanması olunca; hücum, önemli olan karambol yaratmak nasıl olsa biri gol atar klasik AKP düşüncesi ile nasıl olsa millet anlamıyor ya onlar için sadece skor önemli salla dur işkembe-i kübradan, ama karşısındaki de şike olduğunu anlamış ve yenileceği psikolojisi ile tüm savunması çökmüş gariban CHP milletvekili sormuyor; “be hey yalancı, bizim içmesuyu amaçlı yapımı devam barajımızı ödenek ayırmayarak durdurup, aynı zamanda senin hükümetin baraj alanına altın arama ruhsatı vermedi mi?” diye sormuyor, “be hey yalancı, belediyemize genel bütçeden aktarılması gereken parayı neden sözlü talimatlarla engelleyen hükümetinize karşı sesiniz çıkmıyor?” diye sormuyor, “be hey yalancı 3 yıldır arsenik oranlarının yeni duruma uygun hale getirilmediği halde neden sesiniz çıkmıyordu da tam yerel seçimler öncesi konu gündeme bu harareti ile geldi?” diye sormuyor, “be hey yalancı sizin hükümetiniz neden diğer AKP li belediyelerin iktidarda olduğu ama arsenikli suyun hala içildiği ve kullanıldığı merkezler ile ilgili açıklamaları 15 gün sonra yaptı?” diye sormuyor, “ be hey yalancı, Hükümetinizce sağlık bakanlığı personelinde tarikatçı egemenliğinin kurulması, tüm çalışmaların tarikatın istediği doğrultuda ve zamanda yapılmasından ötürü tüm Türkiye’nin sadece su değil tüm yiyecek ve içeceklerinde kritik noktaya gelinmiş olmasına neden ses çıkarmıyorsun?” diye sormuyor, “ be hey yalancı sağlık bakanlığının bu tarikatçı kadroları sonuçların bir kısmı ile oynamışmıdır? diye sormuyor... Bu soruları uzatmak çok mümkün ama gerek yok...

Mehmet Sayım Tekelioğlu; madem ki ülke sorunları ile ilgili bir milletvekilisiniz, neden acaba; yardım dernekleri adı altında mensubu olduğunuz partinin/partilerin himayeleri ile kurulmuş saadet zinciri konusunda sesiniz çıkmıyor? Neden acaba AKP li belediyelerin imar rantlarından; hem de Türkiyenin tüm iç ve dış borcunu birkaç defa katlayacak kadar, oluşan hortumlar için sesiniz çıkmıyor? Neden acaba, hükümetiniz eli ile özelleştirilen KİT lerin değerlerinden birkaç kat az bedelle satıldığına sesiniz çıkmıyor? Neden acaba; Sabah-ATV nin uyduruk bir ihale ile satılmasına sesiniz çıkmıyor? Neden acaba; Başkanınız için “bu adamı kullanın tuvalet deliğine süpürmeyin” gibi abuk subuk laf eden kişilere sesiniz çıkmıyor? Bakın Mehmet Sayım Tekelioğlu bu konuda hormonlu bir akademisyen olmakla kalın isterseniz siz, bırakın başka konulara karışmayın yoksa tarihe aynı zamanda Gavur İzmir’in hormonlu milletvekili, AKP nin sıradan evetçibaşısı olarak anılırsınız... ( yazı ile üç nokta)

Bu tür tartışmalarda, tartışmacıların mahalle karılarını aratmayan tartışmacı üslupları ve beklentileri ile amaçları aşikar iken, bu şike ortamında gidilen yerel seçimlerde bakalım Gavur İzmir’in mukinleri ne yapacaklar, işte asıl soru bu galiba. Bakalım onlarda kendileri adına ve kendilerinden vergi adı altında toplanan paralarla yürütülen bu abuk subuk propaganda çalışmalarına ne kadar inanacaklar, hep birlikte göreceğiz...Bakalım Gavur İzmir sözünden ne anladıklarını oyları ile önümüzdeki mart ayında bize de açıklayacaklardır...

Çarşamba, Ağustos 27, 2008

MAHALLE BASKISI MI? GÜLDÜRMEYİN...

Keçiören'de içki satışına dayak” haberin başlığı böyle...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Keçiören’deki evine 500 metre mesafede büfe işleten Metin Şahin, AKP’li Keçiören Belediyesi’nin zabıta ekipleri tarafından saat 23:00 ten sonra alkollü içki satıyor diye hastahanelik edene kadar dövülmüş ve büfesi tahrip edilmiş; ve içki satışının devam etmesi halinde ise daha fazla dayak ve tahrip edilme tehdidi ile konu şimdilik sonuçlandırılmıştır. Ancak adım gibi eminim ki bu yobaz grup bu işin peşini bırakmayacak ve izlemede kalacak ve yeni boyutta ise daha geniş kapsamlı terör estirecektir. AKP’li Turgut Altınok’un Belediye Başkanı olduğu ilçede büyük siyasi ve hukuksal baskılar sonucunda yalnızca birkaç içkili restoran’ın ancak bulunuyor olması da ayrıca nasıl bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzun kanıtını oluşturmakla birlikte; asıl olarak ta Türkiye’nin en büyük ilçelerinden biri olan Keçiören’de uzunca bir süredir hatta şimdiki Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek döneminde temeli atılmış olan; parklarda kız-erkek arkadaşların birlikte dolaşamaması, yaygın olarak esnafın alkollü içki satamaması, ramazanda oruç tutulmaması, namaz saatlerinde cami yerine kahvehanelerde oturulamaması vb. gibi çağdışı ve Afganistanımsı uygulamalar bir kez daha hatırlanarak gündeme gelmiştir.
AKP’li Turgut Altınok’un yönetimindeki Keçiören Belediyesi hukuksuzlukları savunma komitesi görünümündeki hukukçular hemen; “Mahkeme kararları ile de işletmenin 23:00'den sonra çalışamayacağı gerçeği hüküm altına alınmıştır. İşletmenin kapatma sebebinin işletmecinin alevi olması ve içki satması olduğu şeklindeki bilgiler gerçek dışıdır” gibi sade suya tirit misali bir savunma ve açıklama yaparak; nerede ise dövülerek ve dükkanı/büfesi tahrip edilerek mağdur edilmiş Metin Şahin’in; her konuda benzer taktikler ile tipik AKP propagandalarını tekrarlayan bir biçimde; buna rağmen suçlu olduğu açıklanmıştır. Sanki; bu büfe/dükkan işletmecisi güvenlik kuvvetlerine yada mahkeme kararlarına aykırı davranmış gibi gösterilerek, üstüne üstlük sanki burası şeri hükümlerin geçerli olduğu bir memleketmişçesine bir görüntü de verilmek üzere; hemen ve derhal yargılamaksızın infaz gerçekleştirilmiş ve işte bu konuyu tiksindirici ve ürkütücü kılmaktadır. Yoksa bu memlekette; bu esnaf ile kamu görevlisi arasındaki kavga ne ilktir ne de son olacaktır, misal oluşturması için yapılan bu infaz niteliğindeki kavga elbette bizim konumuz olmalıdır. İşte tamda bu nedenle bu konu kesinlikle takipsiz bırakılmamalıdır.

Hatırlanacağı üzere bir süre önce; Vatan Gazetesinden Ruşen Çakır ile yaptığı bir söyleşide, sözde bilim adamlığının yanında nurculuğu kutsamak ve gönendirmek gibi görevleri de olan, Bediüzaman Saidi Nursi hakkında bir bilimadamına yakışmayacak şekilde araştırmalar yapan ve bu yüzden de Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) alınmayan, ve misyonunun hep nurculuğu yüceltmek olduğu bilinci ile hareket eden sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin bile gelinen noktadan rahatsız olarak “Mahalle baskısı diyerek önemli bir sosyal olguya ilk adımı atmış oluyorum. Sosyal bilimciler bu kavramın neleri kapsadığını, nerelere kadar gittiğini araştırırlarsa çok isabetli olur. Türkiye’de mahalle baskısı diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de buydu. Aynı korku Mehmet Akif’te de karşıma çıktı. Mahalle baskısı bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır.” gibi herkesin tüylerini diken diken etmesi gereken bir açıklama yapmıştır.

Üniversitelerin ancak % 1 ini ilgilendiren ve maalesef başta ekonomik krizi örtmeye yarayan ve tamda bu yüzden iktidar tarafından gündeme getirilen Türban konusunda ortalığı birbirine katan, ama Irak’ta ağababaları tarafından yaklaşık 1.000.000 dan fazla (yazı ile bir milyondan fazla) müslümanın uçaklardan atılan bombalarla ve ABD’nin paralı askerleri tarafından öldürülmesine seyirci kalan mazlum-der gibi besleme ve sarı sözde insan hakları savunucusu derneklerinden bu konuda da ses çıkmaz tabii ki. Hadi bunları anladık, bunların görevi ve misyonu bu, ABD başta olmak üzere tüm uluslararası jandarma-katil birliklerinin temizlikçiliklerini (çakıldakçılıklarını) yapacaklar; peki diğer insan hakları koruyucularına ve savunucularına ne oldu dersiniz; insan haklarını; gökkuşağı rengi ile temsil edilen herkesi ve kesimi kapsayan (çevrecilerden– eşcinsellere kadar) muhalefet partilerine ne demeli ki... Acaba; bu olayda (ki bu olay öz itibari ile; Sivas kalkışmasından farklı değildir) mağdur edilen kişi hakları savunulmayacak kadar önemsiz mi ki onlara göre...

“Henüz on altı, on yedi yaşında büyükçe bir salonun önündeki sahneye, “Öğretmenler Günü” için yapılan kompozisyon yarışmasını kazandığı için, ödülünü almak üzere davet edilmiş, tam ödülünü alacağı sırada, aşağıda oturan kaymakamla binbaşı “İndirin onu oradan” demiş ve herkesin önünde, “bu ödülü almaya layık birisi olmadığı” yüzüne vurularak aşağıya indirilmiş böylesine aşağılanmasının, herkesin önünde utandırılmasının nedenini öğrenmek istemiş, kendini bir an o kızın yerine koyacak kadar duygu ve zeka sahibi biri, o kızın orada nasıl bir acı hissettiğini anlayacak kadar “Neden bu kadar insafsız, bu kadar vahşi, bu kadar barbarsınız?” gibi hollwood senaristlerine taş çıkartacak kadar dramatize edilmiş bu olayda “duyguları incinen çocuğu” telefonla arama inceliğini ve şövalyeliğini göstermiş başbakan acaba bu dövülerek hem duyguları hemde bedeni incitilmiş kişiyi neden aramamıştır dersiniz.

Artık; Türkiyedeki bu gerici kalkışmanın mahalle baskısı evresi taktik açıdan sona ermiştir de ondan. Bundan sonra ki; taktik evre “MAHALLE DAYAĞI” evresidir .