Cumartesi, Kasım 01, 2008

"ARMUDUN İYİSİNİ AYILAR YER" Doğan Cüceloğlu yazısı

Aşağıda Doğan Cüceloğlu'nun bir yazısı bulunmaktadır.
RMÇ
Kaliforniya' da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi' nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, 'Armudun iyisini ayılar yer' düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi. Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor. Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
'Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
'Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini'
'Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.' Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, 'O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim' dedi. O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, 'Sen benim kahramanımsın' duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum
ve o kişiyi kıskandım.
'Nasıl yani?' dedim.
'Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.'
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu 'ayı' olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, 'Armudun iyisini ayılar yer' diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık, sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı. Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. 'Kendilerine bir sorayım, eminim
Sizinle tanışmak isteyeceklerdir, ' dedi ve iki gün sonra, 'Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,' dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco'ya gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim. Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally, 'O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz, ' dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach'ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık. Sally'nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı. Ziyaret ettiğim bu güler yüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally'ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. 'Evet' yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum.
'Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz', dedi. Tüylerim diken diken oldu.
Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George'a 'Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz! ' dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, 'Tabii, onlar küçük insanlar!' yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu.
O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
Bu güler yüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin ağabeyi Brian'ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: 'Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat baş başa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir 'keşke' olmayacak.
Sally'e sordum: 'Baban seninle randevulaşır mıydı?'
'Evet', dedi, 'yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla baş başa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, 'Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!'. Gülümseyerek, 'Nereden biliyorsun?' diye sordum.
'Biz Frank'le konuştuk' diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, 'Ne yapabilirim? ' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally,
İçinde yetiştiği ailede, var oluşun beş boyutunu da doya, doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN'ı beslenir.
Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim', mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel

Cuma, Ekim 31, 2008

"HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ" Bir kitap

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamına tanıklık eden tek gazeteci olan Burhan Dodanlı; o geceye ait tanıklıklarını derlediği bu kitabını daha önce 1978 yılında “DARAAĞACI” adı ile yayınlamış aslında kendi ifadesine göre ancak kitap hemen yasaklanıyor ve toplatılıyor.
Yazar; Deniz Gezmiş’in savunmasındaki;
“bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden bir kuşak olarak, mahkeme heyeti olan sizler dâhil hepiniz suçlusunuz!”
Cümleden esinlenerek kitabı “HEPİNİZ SUÇLUSUNUZ” adı ile yeniden Mayıs 2008 de yayınlıyor. Kitap genellikle bugüne kadar yazılanların bir tekrarıdır doğal olarak, zaten ne kalmıştı ki yazılmayan ya da yazılamayan bu konu ile ilgili olarak…
Ancak; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın infazları nasıl izlediği konusundaki bilgiler daha önceleri çok fazla yazılan bir şey değildi; Yazar bununla ilgili şu bilgileri vermektedir;

İdam kararı verildikten sonraki tüm aşamaları izlediğini ve bu sırada idam kararlarını veren Ankara 1 No’ lu Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi ile de sık sık diyalogunun olduğunu aktararak, şunları söylüyor: “Ali Paşa’ya, “eğer bu verdiğiniz karar kesinleşir, Yargıtay’dan geçerse, Meclis’ten geçer ve onaylanırsa idam safhasını Ajans muhabirleri olarak izleyebilir miyiz” dedim. Önce “mümkün değil” karşılığını verdi. Sonra “ama sen bütün duruşmaları takip eden bir muhabir olarak o gün idamın infaz edileceği yerin kapısına kadar gelebilirsen, söz seni içeri alacağım” dedi. “Paşam, o nasıl olacak” dedim, “karışmam, eğer gelebilirsen” karşılığını verdi.

Nihayet geldik 5 Mayıs 1972 Cuma gününe... Öğleden sonra 3 arkadaş çıktık biz ajanstan, Askeri Yargıtay’a gittik. Şimdiki Ankara Radyosu’nun yanındaki Türk Hava Kurumu’nun tam arkasındaki binaydı. Tüm hâkimlerle tanışıyoruz, odalarına giriyoruz. Her gün “buyurun, çay için” derken, o gün “şimdi çalışıyoruz, meşgulüz” dediler. Biz de ne olacağını biliyoruz. Bizi dışarı çıkardılar, ama gitmedik, kapının önünde bekledik. Saat 17.15’te bir memur koltuğunun altında defterle çıktı. “Nereye gidiyorsunuz” diye sorunca, savcılığa gittiğimizi söyledik. Askeri Yargıtay’da kararın düzeltilmesi istemi reddedildi, o nedenle de infaz savcılığına gidiyor, o belli. Hemen birimiz oraya gittik, ikimiz Ajans’a geldik. Müdürümüz Adnan Bey vardı, ona bahsettik, bunu eşinize dahi söylemeyin, hele ajanstaki arkadaşlarınıza hiç söylemeyin dedi. Bunun üzerine konuyu sakladık.”
Arkadaşı Hasan Şahan’ın kalp rahatsızlığı olduğunu ve idam gecesi yaşanacaklara tahammül edemeyeceğini söyleyerek, bir arkadaşının da nöbetçi muhabir olarak kaldığının, kendisinin tek başına yola çıktığını beyan etmektedir.
O dönemde gece 24.00’ten itibaren sokağa çıkma yasağının uygulandığını belirten Dodanlı, yaşadıklarını şöyle anlattı: “Akşamüzeri Anadolu Ajansı’nın arabasıyla yola çıktık. Ancak Samanpazarı’nda bizi çevirdiler. Bana, “Nereye gidiyorsunuz” diye sordular. Onlara, “evime gidiyorum, kartım var” dedim. Cezaevine yakın olduğu için Dörtyol’da oturduğumu söyledim. Sonra, “beni Ali Paşa’ya götürün, ona bir mesajım var” dedim. Oraya vardık. Yaklaşık 5 dakika sonra Ali Elverdi geldi, çabuk çabuk konuşurdu, “kim beni arıyor” diye sordu. Komando erlerinin arasında duruyordum. “Sen misin, gel, gel” dedi. İçeriye aldı beni. Sonra, “sen deli misin, nasıl yaparsın bunu” diye sordu ve bu durumdan kimseye bahsetmememi istedi. 28 yıl bahsetmedim, ajansta dahi Ali Elverdi’nin isminden kimseye söz etmedim. 28 yıl sonra Nisan 2000 de bir televizyon programına çıkacaktım ve kendisini aradım. “Paşam, ben televizyona çıkacağım, seni oraya kim soktu derler, çok ısrar ederlerse isminizi açıklayabilir miyim” dedim. “bu kadar yıldan sonra, yasağın yasal takibi zaman aşımına uğradı, dilersen açıklayabilirsin” karşılığını verince rahatladım.”

Diğer taraftan; duruşmaların sürdüğü sıralarda yazar;
“sıcak bir yaz günü, duruşma salonuna getirilen Deniz’in paçasının arkasındaki ıslaklık dikkatimi çekince, kuru havadaki bu ıslaklık aklıma takılmış ve sorup nedenini öğrenmiştim” diyerek yaşanan ve çokça da yazılmayan olayı anlatmıştır. “işte o gün mahkemeye getirilirken Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in içinde bulunduğu ambulans tipi zırhlı araç, elektrik kontağından çıktığı söylenen bir nedenle yolda yanmaya başlamıştı. Kortejdeki muhafız arabasında bulunan erlerden biri, sızan dumanı algılamakta biraz daha gecikseymiş, dediklerine göre, üç arkadaş mahkemeye gelmeden, yanıp gideceklermiş. Durum fark edilince, hemen yanan araba sollanıp durdurulmuş, sonra da söndürme işine girişilmiş. Ancak, bunun bir kaçırma planı olabileceğini de hesaplayan muhafız komutanı, söndürme işine girişmeden etrafta gerekli önlemi almış. Boşta kalan iki-üç er de arabaya su sıkmışlar. Sonra erlerden biri, ellerinin yanması pahasına kızgın kapıyı açmış ve üç arkadaşı kurtarmıştır”

RMÇ
Ankara; 31.10.2008

Çarşamba, Ekim 22, 2008

BİR KİTAP “AĞRI’NIN DERİNLİĞİ”

Ece Temelkuran’ın; başta bizatihi kendisininde dâhil olduğu Dünyadaki herkese unutmak/unutulmak ve hatırlamak/hatırlanmak ve insanoğlunun eğer varsa tabii ki, bu sorunun üzerine ve çözüm arayışlarına katkı sağlamak adına yazılmış ve yine yazarın kendi ifadesine göre ne Türkler ne de Ermeniler için yazılmış aslında, ancak öteki olarak görüleni yakınlaştırmak misyonunu elden bırakmadan yaratmaya çalıştığı empati ile genelde tüm dünya insanlarına ama özelde de Türklere ve Ermenilere ezberlerini gözden geçirmelerini zımmen salık vermekte olan, bir kitap ancak bu kadar akıcı olabilir dedirten ve büyük bir zevk ve keyifle okunabilecek; Erivan’dan başlayıp Amerika’da biten yolculuğu sırasında, Ermenilerle (Ermenistan Ermenisinden başlayıp diaspora Ermenisinin eli purolu sonradan görmelerine kadar) gerçekleştirdiği röportajlarını yayınladığı kitabı “AĞRININ DERİNLİĞİ”.

Ermeni meselesi çok karışık ve herkesin çok kolaylıkla ve rahatlıkla konuşması mümkün olmayan bir tarihsel vaka olmakla birlikte, mutlaka üzerine konuşulacaksa eğer, derinlemesine ve kapsamlı bilgi sahibi olmadan konuşulmayacak kadar derin ama aynı zamanda bir o kadar da nazik bir konudur ve yazarın kendi ifadesi ile de; "Dünya kocaman bir hikâyedir. O hikâyenin neresine düşer senin varlığın, herhalde bu meraktır insanı geçmişe baktıran." yaklaşımı ile bu konuyu hikâye etmeyi ve bu hikâyede öyle ya da böyle bir şekilde atalarından dolayı ya da kendisine ezberletilenlerden dolayı bir rol bulmuş insanların; kimi zaman ezberlerini İncil ya da Kuran hatim edercesine nefes almadan sıralamaları ise inanılmaz ve bir o kadar da aşılmaz duvarlar örmektedir öngörülen empatinin oluşmasını engelleyen, kimi zaman da eğer hikâye içerisinde Ermeni rolünde isek Türkleri 1915 tehcir ve soykırım penceresinden görüyor eğer hikâye içerisinde Türk rolünde isek Ermenileri düşman ile işbirliği yapmış büyük çaplı Türk katliamları gerçekleştirmiş penceresinden görebiliyoruz sadece. Ne diyor yazar “Çünkü dedim ya, dünya büyük bir hikaye. Size anlatılmış bir hikâye. Bir dua gibi ezberliyoruz onu hepimiz. Tıpkı anlamadan okuduğumuz dualar gibi, ayıklamadan... Çünkü... Bilirsiniz duaları değiştirenlere ne yaparlar.”
Bugün; genelde tüm insanoğlu, özelde de biz, yani bölge halkları öyle ya da böyle bir hikâyenin parçaları olarak bu hikâyelerde aile, aşiret, millet ya da dindaş biçimlerinden biri çerçevesinde örgütlenerek ve en önemlisi devletlerimiz tarafından sistemli ve düzenli olarak rollerimizi bizden istendiği biçimde yapmamız konusunda teçhiz ve tedris edildik ve sonuca bakınca da bu sürecin bitmemiş halen devam etmekte olduğuda aşikârdır. Sadece bu hikâyelerde rolümüz var diye de dünyada bırakın yüzlerini görmeyi haklarında doğru dürüst herhangi bir bilgi sahibi olmadığımız milyonlarca düşmanımız olduğuna inandık ya da inandırıldık ama en önemlisi de düşman tarifi günün ve ihtiyaçların durum ve gereğine uygun olarak sürekli değiştirilerek yeni roller de almaya devam etmekteyiz. Evet, Ermeniler ve Türklerde bu rollere inandılar ve onlar da sayıyorlar birbirlerini en büyük düşman, ama düşünseler bir sağduyulu ve aklıselim galip gelebilse bir, kırabilseler bir kafalardaki prangaları, bir atabilseler kendilerine giydirilen deli gömleğini anlayacaklar tüm bu hikâyelerin dostluk ve kardeşlik yanında önemsiz olduğunu ve anlayıverecekler “en büyük düşman ötekidir” aldatmacasının ya da güdülemesinin nasıl bir yalan olduğunu, nasıl bir sonuç doğurduğunu hepimize tümüyle ve faturanın büyüklüğünü. İnsanlar bir sarılabilseler birbirlerine tüm önyargılardan arınmış vaziyette, bunca yıldır "en büyük düşman" bildiği, ama onunla aynı topraklara ait ve aynı kültüre ait olduğunu, aynı şeylere sevindiklerini, aynı şeyleri yediklerini ve içtiklerini bir bilseler; bu tanıyamadığı ve bilemediği insanların; yani bir Ermeni’nin Türk’e ya da bir Türk'ün Ermeni’ye sarılabilmesinin yaratacağı sinerjinin sorunun çözümüne yapacağı katkıyı bir anlayabilseler, neler olur neler.
Ama bırakmıyor ki yakamızı, çocukluğumuzdan beri bizlerde oluşturulan paradigma; işte yarı şaka yarı ciddi küçücük kafalar bu kabil şarkılarla şartlandırılırsa teçhiz ve tedris edilirse de işte bunu senaryo haline dönüştürenlerde biliyorlar neler olur neler.
Bir iki üçler yaşasın Türkler,
Dört beş altı Polonya battı,
Yedi sekiz dokuz Alman domuz
On onbir oniki İtalya tilki,
onüç ondört onbeş Rumlar kalleş
Onaltı onyedi onsekiz
Hapı yuttu Portekiz.

Ne diyor; Ermenilerin en yaşlı kadın şairi Silva Gabudikyan “Ararat sizin için bir yükseklik meselesidir. Bizim içinse bir derinlik meselesi!.”

Kitabın bir yerinde bir Türk garsonun ağzından "babam hiç anlatmazdı aslında. Ama büyük amcalar filan anlatırdı. Bizim köyde olmamış. Ama Kürt köylerinde filan, Ermeni çocukları doldurup sepetlere suya atmışlar. Kadınlar en güzel olanlarını almışlar. Adamların topraklarının üzerine oturmuşlar. Bizim köylerde yapmamışlar tabi, yan köyde olmuş yani. İşlerine yarayacak adamları, sanatı olanları kenara ayırmışlar. Bizim köyde de vardı mesela ayakkabı tamircisi bir tane. Yani şimdi bu insanlar Alevi’yim, Kürt’üm, Türk’üm demiş yaşamak için. Ondan söylüyorum yani, Türkiye’de bence çoğu insanın kökünde başka şeyler var. Araştırmak lazım." diye aktarıyor Ece Temelkuran; ama garsonun anlattıklarının hep başka köyle ilgili olması ama her nedense ayakkabı tamircisinin kendi köyünde bulunuyor olmasına aldırmıyor olması, garsonun yaşanan muhtemel acıların ayıbının üzerinde kalmasını istememesinden midir acaba? Yoksa kendisine anlatılmış hikâyenin değiştirilemez dua kabilinden telakki edilmesi ya da ezberlediği duanın anlaşılmasının kendisi için gerekli olmadığının ifadesinin bir başka yolumudur acaba, olmuşsa da kötü şeyler öteki köylerde olmuştur ya da bu diğer köylere ötelenmelidir. İşte tam da bu yüzden kötülüklerin hep "yan köyde" olması gerekir, kan ve gözyaşı hep yan köyde akar, suçlar ve kötülükler hep oraya aittir ve orada bulunur, acı ve vahşet hep orada yaşanmıştır aksi takdirde kendi köyünde olduğunu söylenirse bir gün hatta bu ispatlanırsa işte bütün ezber bozulur hikâye değişir ve dananın kuyruğu kopar. İşte bu kabul edilemez ve işte bu içselleştirilemez ve makul değildir. Makul olmayan da zinhar reddedilmelidir.

Erivan’daki bir toplantıda kadeh kaldırılırken “şerefe” sözcüğünü duyunca “Ancak şerefsizler, kadeh kaldırırken böyle bir söze ihtiyaç duyar” diye tepki gösteren Soykırım Müzesi'nin müdür yardımcısı Ermeniden, diasporanın kalbi Fransa’da soykırımın reddinin yasaklanmasının Meclis’te yasa haline gelmesini sağlayan, kırgınlığını acımasız bir öfkeye dönüştüren hatta öfkesini intikama dönüştüren eskiden ASALA’nın içinde yer alan Ermeniye, oradan da Amerika’da “Türkiye, Ermenilere tazminat ödemeyi kabul ederse mesele kalmaz, fiyatta anlaşırız, bu fiyatı saptayacak uzmanlar var, Türkiye soykırım yaptığını kabul etse, tazminatı Amerikalılar ve Avrupa Birliği öder, sonsuz acımız için sonlu bir rakam istiyoruz” diyen Ermeniye kadar pek çok farklı düşünen ve yorum yapan ve karşımızda hiç te homojen olmayan bir Ermeni topluluğu olduğunu fark ediyoruz bu röportaj kitabında.

Kitabın sonlarında bir yerde diyor ki; Ece Temelkuran “ ben senin bir zamanlar öldüğünü ispatlamanı istemiyorum. Ben, benim ülkemin senin bir zamanlar bu topraklarda yaşadığını hatırlamasını istiyorum, bu daha önemli, bu daha gerekli şimdi ” ne denir ki bu sözün üstüne.

Eğer “Duvarda bir Ararat resmi, yanında da bir Che Guevara. Uzun saçlı, rocker işletmeci yaklaşıp ‘hoş geldiniz’ diyor İngilizce.
‘Nereden geldiniz?’
‘İstanbul’dan.’
Bozuluyor:
‘Konstantinopol demek mi istediniz?’
‘Size öylesi iyi geliyorsa öyle olsun. Aynı yerden bahsediyoruz nasılsa.’
Sakinleşmiyor adam. Ararat’ın resmini gösteriyor:
‘Konstantinopol’ü de, bu dağı da bizden çaldınız.’
‘Ben mi?’ diyorum gülerek, ‘Ben kimsenin dağını çalmadım.’
Gülmesini bekliyorum, ama gülecek gibi değil:
‘Türk değil misiniz?’
Duraklıyorum. Türk?
‘Türksün işte. Ararat’ı çaldınız bizden.’
Che’nin resmini gösteriyorum gülerek:
‘Bütün dağlar için konuşmuş bir adamın önünde bir dağın kime ait olduğunun kavgasını yapmak sizce de biraz tuhaf değil mi?’
‘Soykırımı tanımıyorsanız lütfen bu barı terk edin.”
gibi inanılmaz gerginliği yansıtan ve 1915 in kötü mirasını yansıtan röportaj girişimleri ile;
Anadolu’dan göç eden Ermenilerin kırlangıçlara benzetilmesi nedeniyle Erivan’daki soykırım anıtının bulunduğu tepeye “Kırlangıç Yuvası” denmesi ve Yazarlar Birliği Başkanı Levon Ananyan Ece Temelkuran’a da latife olması kabilinden:
“Siz hanımefendi, iki halk arasında uçmaya çalışan kırlangıçlara benziyorsunuz. Ama halklarımızın birer alınyazısı var. Hiçbirimiz o alınyazısından kurtulamayız.”
Denmesine kadar inanılmaz keyifli anekdotlarının bulunduğu bu eserin okunması herkes için büyük bir kazanç olacaktır eminim

ANKARA
22.10.2008


Pazar, Ekim 12, 2008

FRANKFURT KİTAP FUARI ve ERTUĞRUL GÜNAY

Frankfurt Kitap Fuarı, 1949 yılından bu yana her yıl düzenlenen, Dünya'nın en büyük ve kapsamlı kitap fuarı olarak kabul edilen, yayın ve elektronik yayıncılık alanında faaliyet gösteren kuruluşların katıldığı bu fuara bu sene Türkiye onur konuğu olarak katılmaktadır.

Türk edebiyatı, "Bütün Renkleriyle Türkiye" sloganıyla 15-19 ekim 2008 tarihlerinde düzenlenecek fuarda 250 etkinlikle, kitap fuarı boyunca okura tanıtılacak olup; fuar süresince de 100'den fazla ülkeden 7.000 yayıncıyı buluşturan ve her yılda sadece son 2 gününün halka açık olmasına ve kitap satışının sadece son gün yapılmasına rağmen 300.000 dolayında insanın ziyaret ettiği ve edebiyat, sanat, bilim, kültür, iş, dil, din konularında muhtelif ülkelerin önde gelen yazar, araştırmacı, bilim adamları ve sivil toplum örgütlerinin katılımlarıyla yaklaşık 3.000'den fazla açık oturum, söyleşi, panel ve konferans düzenlenerek dünya edebiyatçıları ve özellikle de yayıncıları arasında muhteşem bir iletişime yol açmaktadır.
Türkiye; daha önce 1980 ve 2002 yılında konuk ülke olarak davet edilmesine karşın; ilkinde cuntanın protesto edilmesi nedeni, sonrakinde ise 10 milyon euro’luk bütçeyi tahsis etmemesi nedeni katılamadığı ve bu yıl "Bütün Renkleriyle Türkiye" sloganıyla onur konuğu olarak katılacağı Frankfurt Kitap Fuarı'na ilişkin hazırlıklar tüm hızıyla sürüyor. Peki uzun yıllardır özellikle de “Refahyol” hükümetinden bu yana Fettullah Gülen’in direk ya da grubu ile kontrolü altında tuttuğu “Yazarlar Birliği” vasıtası ile organize ettiği, hatta “Refahyol” döneminde Kültür Bakanlığı'nın organize ettiği Türkiye standında Basın Yayın Birliği, Diyanet Vakfı, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların yayımladığı daha çok ve ağırlıklı olarak dini içerikli kitaplar yer almış, önemli ölçüde tarafsız olunmasını isteyen yayınevlerinin kitaplarını Türkiye standından çekmişti, hatta o dönemde Türkiye standında ezan okunup namaz kılındığı da iddia edilmiş ve bu kabil skandal olaylar yaşanmıştı.

2007 seçimlerinden sonra oluşan, yeni oluşan hükümetteki Kültür Bakanı, Ertuğrul Günay bütün bu olan biten olumsuz olaylara son vermiş mi peki? Muhalif olmanın yakıcı ve üzücü sonuçlarına katlanmaktansa yobaz olmanın ama nimet ve nema sahibi olmanın yakıcı ve de özellikle itici sonuçlarından pay almayı yeğlemesinden Sn. Bakan; bırakın bu olumsuz uygulamaları sonlandırmayı düzeltmek için bile en ufak bir çaba sarf etmemiştir, böyle bir çabaya lütfedip ve zahmet buyurup girmemesi bir kenara konuyu daha içinden çıkılmaz tartışmalara boğmak için özellikle de çaba sarf etmektedir görüldüğü kadarı ile. Ertuğrul Günay; itilmişliğin yarattığı küskünlük ve güçlü esen tarikat rüzgarları karşısında zayıf psikolojisi ile daha fazla direnemeyerek bir anlamda takdir-i ilahisinin sonucu giyabi olan müritliğini vicahiye çevirerek, AKP hükümetinin önemli ve ağır toplarından biri olarak tarikat dünyasındaki yerini sağlamlaştırmış ve Frankfurt Kitap Fuarı nedeni ile her yıl artarak süregelen tartışmalara bu yıl kendisi de eksik olmasın tüy dikmek kabilinden özellikle de Türkiye’nin “konuk ülke” statüsü nedeniyle, hükümet kanadının etkinliğe fazlasıyla müdahil olması tutumu, tartışmaların dozunu biraz daha yükseltti. O kadar ki; Sn. Bakan; Türkiye’nin Konuk Ülke olarak davetiyle ilgili toplantıda, Fuar’ın Alman yetkilisinin konuşmasında Türkiye’den “Nazım Hikmet’in ülkesi” diye söz edip, Nazım Hikmet’ten dizeler söylemesine rağmen, Onur Konuğu Türkiye Projesi Genel Koordinatörü Ahmet Arı, konuşmasını Kuran’dan ayetlerle yapmış olmasını sanki teyit etmek adına, bizatihi kendisinin önceden katılacağını defaatle belirtmesine rağmen yine tüm dünyada tanınan Fazıl Say’ın bir eseri olan ve çok değerli sanatçımız Genco Erkal’ın da yer aldığı “Nazım Hikmet Oratoryosunun”, Moskova'da seslendirildiğini ve beğeni topladığını, Nâzım'ın Rusya'yla ilişkileri bakımından anlamlı olduğunu ve esasende ideolojik olarak oraya uygun düştüğünü ve yakıştığını ama Almanya'ya o kadar uygun düşmeyeceğini ve iptal edileceğini ve yerine de “Yunus Emre Oratoryosunun” gideceğini TRT 2 deki bir programda söylemesi; anlamlıdır. Bütün bu açıklamalar ve karar değişiklikleri anlaşılabilir şeyler tabii ki Sn. Bakan ve mensubu olduğu iktidarın 6 yıllık icraatlarına bakınca, hele hele içerideki tarikat ehli ve mensupları ellerini ovuştura ovuştura ve kıs kıs gülerek izlemektedirler durumu büyük gururun sahip ve takipçileri olarak, ancak yine de konunun uluslar arası boyutunu da düşünerek olsa gerek, “ya bu değişikliklerin Bakanlığımızla ilgisi yok” yada “tertip komitesinin kararına saygı duymak gerekir” “Nazım Hikmet Oratoryosu bütçe yüzünden proğramdan çıkarılmıştır” gibisinden sade suya tirit ve karından konuşmaları da yapmaktadırlar bıkmadan usanmadan. Ama hepimiz biliyoruz ki büyük Şair Nazım Hikmet’in gölgesinde kalmaktan korkan bu örümcek kafalılar ve onların yalaka ve yardakçıların bu oyunu ne ilk ne de sondur.

Eleştirmen Füsun Akatlı, bardağı taşıran bu son damla değişikliği üzerine, PEN üyelerine hitaben yazdığı mektupta, “bugünün koşulları altında Frankfurt Kitap Fuarı'na katılmanın benim dünya görüşüme, politik duruşuma ve konjonktürel karar verme zemininde yapmam gereken seçime aykırı olacağı sonucuna vardım, bu sığlıkta bir Kültür Bakanlığı yaklaşımının Franfurt Kitap Fuarın'da Türkiye'yi temsil ettiğine görgü tanığı olmak istemem doğrusu. Cumhuriyet'le kavgalı bir iktidarın kültür çıkartmasının ne aktörlerinden biri olmayı içime sindirebilirim, ne figürasyonunda yer almayı” diyerek durumun vehametini açıklamış ve çağdaş insanın nasıl ve nerede durması gerektiğine dair doğru bir örnek oluşturmuştur.

İşte yukarıdaki eleştirilerin benzerlerini dün yapan, Ertuğrul Günay, onay ve iradeleri doğrultusunda; Stand kurma işinin tekrardan “Basın Yayın Birliği'ne” verilmesinin ardından, Frankfurt Kitap Fuarında; dinimi öğreniyorum, namaz hocası, pratik din bilgileri, nasıl abdest alınır, dua kitabı, evrim aldatmacası gibi kitap ve yayınlarla Ülke olarak temsil edileceğimiz için son derece mutlu olsa gerek bugün.


12.10.2008
Ankara

Cumartesi, Eylül 06, 2008

Mehmet Tekelioğlu – Bir Eylülist Profesör portresi


AKP İzmir Milletvekili olan, Mehmet Sayım Tekelioğlu; özel olarak konuyu takip etmeyenler için pek de bilinen bir şahsiyet değil iken, mensubiyetinden ötürü öğündüğü partisinde ve Millet Meclisi’nde kendisine verilen görevleri her ne kadar da aldığı teyyare mühendisliği öğretimi ile bağdaşmasa da aklının erdiğince kabiliyeti ve mahareti ölçüsünde yapıyor iken, ne zaman ki Ankara’nın Çukurambar semtindeki evinde kayınbiraderi ve başkanı olan kişileri, eşinin yaptığı Kayseri mantısını yemeğe davet etti; siyasi hayatımız kıymet-i harbiyesi artan bu necm-üd din’i yakından tanıma fırsatı bularak, tanınmakta geç kalınmış bu softa-i siyaset erbabı sahne almıştır. 12 eylül Faşist çetecilerinin ve asla onların yolunu terk etmeyen ardıllarının; özellikle 1960 ve 1970 li yıllarda kendilerine destek verenlere, yaratılmak istenen kaos ortamını hazırlayabilecekleri derneklere yada vakıflara katılma çağrılarına icabet edenlere ve atlantik ötesi amaçlara hizmet edecek teşkilatlara katılanlara, ülkeyi baştan başa yeniden şekillendirmek adına hazırlanan anayasa ve tüm yasalara “bravo nidaları” ile katılmış, “komünizm ile mücadele dernekleri” başta olmak üzere benzeri dernek kökenli bu kişileri unutmayacağı da aşıkardı ve unutmadılar da. Bunların bir kısmı uyduruk akademisyen, bir kısmı uyduruk bakan, bir kısmı uyduruk parti başkanı, bir kısmı uyduruk milletvekili, bir kısmı uyduruk bu durumlarına uygun uyduruk kamu görevlisi, bir kısmı ise de uyduruk şirket sahibi yapılarak ödüllendirildiler, bu zevatın derdi ülke ve sorunları olmadığı ne yazık ki bugün anlaşılmaktadır.
Bu meşhur günde bir araya gelen; Abdullah Cumhur Gül ve Recep Tayyip Erdoğan acaba neden bu evde bir araya geldiler sorusu üzerine Türkiye’de herkes kafa yordu, soru sordu kendileri cevap verdi, inanılmaz senaryolar ortaya atıldı; hani tarafsız olması gereken Çankaya Mukimi plansız olarak; hemde helikopterle yapılan uzun Kayseri seyahatinin yorgunluğunu üzerinden atamadan apar topar sanki başka yerde konuşsalar olmayacakmış gibisinden, Subayevleri mukimi ile Enişte’nin Çukurambar’daki kar apartmanındaki 22 nolu dairesinde buluşarak Kayseri’den gelirken; Subayevleri mukimi ve kızkardeşe verilmek üzere getirilen pastırma-sucuk, Subayevleri Mukiminden de Çankaya Mukimine verilmek üzere İstanbul’dan gelen “allah ne verdiyse kabilinden” hediyeler ile teati edildi, Anayasa Mahkemesi Başkanı yoldaşları ve sırdaşları Haşim Kılıç kendilerinden küçük olduğu için kendisi için düşünülen hediyelerin takdimi için huzura çağrıldı ve takdim i hediye yapıldı, şüphesiz ki bu hediyelerden ötürü kimsenin kimseden bir beklentisi yoktu, yarım elma gönül alma kabilinden yapılan işlerdi sadece... (yazı ile de üç nokta) Ayrıca yine anlaşıldığı kadarı ile; karşılıklı olarak eş-dost ziyaretleri üzerine edinilen izlenimler teati edilmiştir.
Bunun kuvvetle muhtemelen böyle olduğunu nereden mi anlıyoruz, tabii ki, 12 eylülün yetiştirdiği hormonlu akademisyenlerden biri olan somun pehlivanı Mehmet Sayım Tekelioğlu enişte beyimizden, çünkü, durum tespit edilince de, “Sayın Cumhurbaşkanımız bildiğiniz üzere eşimin ağabeyi. Bu nedenle her zaman görüşüyoruz. Bu görüşmelerde hiçbir olağanüstü durum yok. Sayın Başbakan da parti genel başkanım. Dolayısıyla evimizi ziyaret etmeleri normal karşılanmalı” diyerek gayet inandırıcı bir yalan uydurmuştur hatta utanmasa yukarıda şaka kabilinden yazdığım pastırma-sucuk hikayesini bize anlatacak ya; ama işte yüce rabbimin taktiri olduğu üzere, “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” uygunluğundan herşey kısa sürede anlaşılmıştır. Meğerse toplantıya; sadece Haşim Kılıç değil, yine enişte beyimiz gibi hormonlu ve intihalci akademisyen İstanbul Milletvekili Ömer Dinçer, Konya Milletvekili bir başka hormonlu akademisyen Sami Güçlü ve önemli 2 bakan bey daha ayrı ayrı ve sıra ile katılıyorlar... Tabii katılımcılar da bunlar olunca, yukarıda şaka yollu yazdığım pastırma-sucuk teatileri de sadece hoş birer şaka olarak kalmaya mahkum oluyorlar, konular, AKP nin kapatılması ve Yeni kurulan Hormonlu Üniversitelere atanacak rektörlerin tespiti şeklinde başlıyor, Hariri ailesinden gelen hediyelerin nasıl değerlendirilmesi konusuna kadar varan geniş ajandalı görüşmeler yürüyor. Özellikle Hariri ailesi ile ilgili görüşmelerin burada yapılması konusu bizzat Subayevleri mukimi tarafından istenmektedir, çünkü Hükümetleri adına tüm Türkiye’yi kelimesi kelimesine elektronik olarak izleyen F hücresi kulaklara sürekli olarak istihbaratçılıktaki altın kuralı fısıldıyor “izlenen mutlaka izlenir” tabii ki düstur da bu olunca gözlerden ırak olmak yetmiyor elektronik kulaklardan da ırak olmak gerekiyor. Peki bunlar burada konuşuluyor, görüşülüyor ve karara bağlanıyor ama enişte beyimiz neden böyle bir açıklama yapıyor dersiniz; acaba alemi kör ve sersem mi zannediyor dersiniz? Acaba bu hormonlu akademisyenin aklına ancak bu kadar basit bir yalan mı geliyor dersiniz? Acaba gerçekten kendisinin bilgisi yok ve kendisine ancak kapıda erkete görevi mi düşüyor dersiniz? Acaba kendisinin yüksek mevkilerdeki vazifelerle alakalı olarak bilgisinin olmadığını bilen misafirleri kendisine bir şey danışmıyorlar mı dersiniz? Ne derseniz deyin bu durmu izah etmek adına uygun görülebilir zannederim...
Aslında bu konu üzerine daha fazla yazmanın da bir anlamı yok çünkü artık düştükleri durum da ortada, tıpkı mahalle çocuklarının düştüğü durumdur bu... Mehmet Sayım Tekelioğlu üzerine yazı yazmak tama nalamı ile zamanı heba etmek diye düşünebilirsiniz, haklısınız ona gelinceye kadar ne kadar çok uyduruk ve hormonlu akademisyen var diyebilirsiniz... Ta ki; Ankara’nın ve İzmir’in su sorunu üzerine 2 belediye başkanı laf yarıştırırken, bir de ne göreyim uyduruk ve hormonlu akademisyen eniştemiz Gavur İzmir Milletvekili olarak sahne alıyor, aldığı formasyonun gereği olan teyyare mühendisliğini bile becermekten azade durum arzederken su mühendisliği konusunda şecaat arzetmeye çalışıyor, tabii ki tam bir felaket ama her ne hikmetse sürekli karşısına kendisinden daha az bilgi sahibi CHP li milletvekilleri çıkarılarak TV kanalları yöneticileri tarafından yapılan açık şike ile durum idare edilmeye çalışılmaktadır. İşte bu TV deki abuk subuk su tartışmaları sırasında; Partisinin Başkanından yarım yamalak ta olsa anlayabildiği kadarı ile ilk hedefin Gavur İzmir’in yerel yönetim seçimlerinde İzmir Büyükşehir Belediye başkanlığını kazanması olunca; hücum, önemli olan karambol yaratmak nasıl olsa biri gol atar klasik AKP düşüncesi ile nasıl olsa millet anlamıyor ya onlar için sadece skor önemli salla dur işkembe-i kübradan, ama karşısındaki de şike olduğunu anlamış ve yenileceği psikolojisi ile tüm savunması çökmüş gariban CHP milletvekili sormuyor; “be hey yalancı, bizim içmesuyu amaçlı yapımı devam barajımızı ödenek ayırmayarak durdurup, aynı zamanda senin hükümetin baraj alanına altın arama ruhsatı vermedi mi?” diye sormuyor, “be hey yalancı, belediyemize genel bütçeden aktarılması gereken parayı neden sözlü talimatlarla engelleyen hükümetinize karşı sesiniz çıkmıyor?” diye sormuyor, “be hey yalancı 3 yıldır arsenik oranlarının yeni duruma uygun hale getirilmediği halde neden sesiniz çıkmıyordu da tam yerel seçimler öncesi konu gündeme bu harareti ile geldi?” diye sormuyor, “be hey yalancı sizin hükümetiniz neden diğer AKP li belediyelerin iktidarda olduğu ama arsenikli suyun hala içildiği ve kullanıldığı merkezler ile ilgili açıklamaları 15 gün sonra yaptı?” diye sormuyor, “ be hey yalancı, Hükümetinizce sağlık bakanlığı personelinde tarikatçı egemenliğinin kurulması, tüm çalışmaların tarikatın istediği doğrultuda ve zamanda yapılmasından ötürü tüm Türkiye’nin sadece su değil tüm yiyecek ve içeceklerinde kritik noktaya gelinmiş olmasına neden ses çıkarmıyorsun?” diye sormuyor, “ be hey yalancı sağlık bakanlığının bu tarikatçı kadroları sonuçların bir kısmı ile oynamışmıdır? diye sormuyor... Bu soruları uzatmak çok mümkün ama gerek yok...

Mehmet Sayım Tekelioğlu; madem ki ülke sorunları ile ilgili bir milletvekilisiniz, neden acaba; yardım dernekleri adı altında mensubu olduğunuz partinin/partilerin himayeleri ile kurulmuş saadet zinciri konusunda sesiniz çıkmıyor? Neden acaba AKP li belediyelerin imar rantlarından; hem de Türkiyenin tüm iç ve dış borcunu birkaç defa katlayacak kadar, oluşan hortumlar için sesiniz çıkmıyor? Neden acaba, hükümetiniz eli ile özelleştirilen KİT lerin değerlerinden birkaç kat az bedelle satıldığına sesiniz çıkmıyor? Neden acaba; Sabah-ATV nin uyduruk bir ihale ile satılmasına sesiniz çıkmıyor? Neden acaba; Başkanınız için “bu adamı kullanın tuvalet deliğine süpürmeyin” gibi abuk subuk laf eden kişilere sesiniz çıkmıyor? Bakın Mehmet Sayım Tekelioğlu bu konuda hormonlu bir akademisyen olmakla kalın isterseniz siz, bırakın başka konulara karışmayın yoksa tarihe aynı zamanda Gavur İzmir’in hormonlu milletvekili, AKP nin sıradan evetçibaşısı olarak anılırsınız... ( yazı ile üç nokta)

Bu tür tartışmalarda, tartışmacıların mahalle karılarını aratmayan tartışmacı üslupları ve beklentileri ile amaçları aşikar iken, bu şike ortamında gidilen yerel seçimlerde bakalım Gavur İzmir’in mukinleri ne yapacaklar, işte asıl soru bu galiba. Bakalım onlarda kendileri adına ve kendilerinden vergi adı altında toplanan paralarla yürütülen bu abuk subuk propaganda çalışmalarına ne kadar inanacaklar, hep birlikte göreceğiz...Bakalım Gavur İzmir sözünden ne anladıklarını oyları ile önümüzdeki mart ayında bize de açıklayacaklardır...

Çarşamba, Ağustos 27, 2008

MAHALLE BASKISI MI? GÜLDÜRMEYİN...

Keçiören'de içki satışına dayak” haberin başlığı böyle...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Keçiören’deki evine 500 metre mesafede büfe işleten Metin Şahin, AKP’li Keçiören Belediyesi’nin zabıta ekipleri tarafından saat 23:00 ten sonra alkollü içki satıyor diye hastahanelik edene kadar dövülmüş ve büfesi tahrip edilmiş; ve içki satışının devam etmesi halinde ise daha fazla dayak ve tahrip edilme tehdidi ile konu şimdilik sonuçlandırılmıştır. Ancak adım gibi eminim ki bu yobaz grup bu işin peşini bırakmayacak ve izlemede kalacak ve yeni boyutta ise daha geniş kapsamlı terör estirecektir. AKP’li Turgut Altınok’un Belediye Başkanı olduğu ilçede büyük siyasi ve hukuksal baskılar sonucunda yalnızca birkaç içkili restoran’ın ancak bulunuyor olması da ayrıca nasıl bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzun kanıtını oluşturmakla birlikte; asıl olarak ta Türkiye’nin en büyük ilçelerinden biri olan Keçiören’de uzunca bir süredir hatta şimdiki Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek döneminde temeli atılmış olan; parklarda kız-erkek arkadaşların birlikte dolaşamaması, yaygın olarak esnafın alkollü içki satamaması, ramazanda oruç tutulmaması, namaz saatlerinde cami yerine kahvehanelerde oturulamaması vb. gibi çağdışı ve Afganistanımsı uygulamalar bir kez daha hatırlanarak gündeme gelmiştir.
AKP’li Turgut Altınok’un yönetimindeki Keçiören Belediyesi hukuksuzlukları savunma komitesi görünümündeki hukukçular hemen; “Mahkeme kararları ile de işletmenin 23:00'den sonra çalışamayacağı gerçeği hüküm altına alınmıştır. İşletmenin kapatma sebebinin işletmecinin alevi olması ve içki satması olduğu şeklindeki bilgiler gerçek dışıdır” gibi sade suya tirit misali bir savunma ve açıklama yaparak; nerede ise dövülerek ve dükkanı/büfesi tahrip edilerek mağdur edilmiş Metin Şahin’in; her konuda benzer taktikler ile tipik AKP propagandalarını tekrarlayan bir biçimde; buna rağmen suçlu olduğu açıklanmıştır. Sanki; bu büfe/dükkan işletmecisi güvenlik kuvvetlerine yada mahkeme kararlarına aykırı davranmış gibi gösterilerek, üstüne üstlük sanki burası şeri hükümlerin geçerli olduğu bir memleketmişçesine bir görüntü de verilmek üzere; hemen ve derhal yargılamaksızın infaz gerçekleştirilmiş ve işte bu konuyu tiksindirici ve ürkütücü kılmaktadır. Yoksa bu memlekette; bu esnaf ile kamu görevlisi arasındaki kavga ne ilktir ne de son olacaktır, misal oluşturması için yapılan bu infaz niteliğindeki kavga elbette bizim konumuz olmalıdır. İşte tamda bu nedenle bu konu kesinlikle takipsiz bırakılmamalıdır.

Hatırlanacağı üzere bir süre önce; Vatan Gazetesinden Ruşen Çakır ile yaptığı bir söyleşide, sözde bilim adamlığının yanında nurculuğu kutsamak ve gönendirmek gibi görevleri de olan, Bediüzaman Saidi Nursi hakkında bir bilimadamına yakışmayacak şekilde araştırmalar yapan ve bu yüzden de Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) alınmayan, ve misyonunun hep nurculuğu yüceltmek olduğu bilinci ile hareket eden sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin bile gelinen noktadan rahatsız olarak “Mahalle baskısı diyerek önemli bir sosyal olguya ilk adımı atmış oluyorum. Sosyal bilimciler bu kavramın neleri kapsadığını, nerelere kadar gittiğini araştırırlarsa çok isabetli olur. Türkiye’de mahalle baskısı diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de buydu. Aynı korku Mehmet Akif’te de karşıma çıktı. Mahalle baskısı bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır.” gibi herkesin tüylerini diken diken etmesi gereken bir açıklama yapmıştır.

Üniversitelerin ancak % 1 ini ilgilendiren ve maalesef başta ekonomik krizi örtmeye yarayan ve tamda bu yüzden iktidar tarafından gündeme getirilen Türban konusunda ortalığı birbirine katan, ama Irak’ta ağababaları tarafından yaklaşık 1.000.000 dan fazla (yazı ile bir milyondan fazla) müslümanın uçaklardan atılan bombalarla ve ABD’nin paralı askerleri tarafından öldürülmesine seyirci kalan mazlum-der gibi besleme ve sarı sözde insan hakları savunucusu derneklerinden bu konuda da ses çıkmaz tabii ki. Hadi bunları anladık, bunların görevi ve misyonu bu, ABD başta olmak üzere tüm uluslararası jandarma-katil birliklerinin temizlikçiliklerini (çakıldakçılıklarını) yapacaklar; peki diğer insan hakları koruyucularına ve savunucularına ne oldu dersiniz; insan haklarını; gökkuşağı rengi ile temsil edilen herkesi ve kesimi kapsayan (çevrecilerden– eşcinsellere kadar) muhalefet partilerine ne demeli ki... Acaba; bu olayda (ki bu olay öz itibari ile; Sivas kalkışmasından farklı değildir) mağdur edilen kişi hakları savunulmayacak kadar önemsiz mi ki onlara göre...

“Henüz on altı, on yedi yaşında büyükçe bir salonun önündeki sahneye, “Öğretmenler Günü” için yapılan kompozisyon yarışmasını kazandığı için, ödülünü almak üzere davet edilmiş, tam ödülünü alacağı sırada, aşağıda oturan kaymakamla binbaşı “İndirin onu oradan” demiş ve herkesin önünde, “bu ödülü almaya layık birisi olmadığı” yüzüne vurularak aşağıya indirilmiş böylesine aşağılanmasının, herkesin önünde utandırılmasının nedenini öğrenmek istemiş, kendini bir an o kızın yerine koyacak kadar duygu ve zeka sahibi biri, o kızın orada nasıl bir acı hissettiğini anlayacak kadar “Neden bu kadar insafsız, bu kadar vahşi, bu kadar barbarsınız?” gibi hollwood senaristlerine taş çıkartacak kadar dramatize edilmiş bu olayda “duyguları incinen çocuğu” telefonla arama inceliğini ve şövalyeliğini göstermiş başbakan acaba bu dövülerek hem duyguları hemde bedeni incitilmiş kişiyi neden aramamıştır dersiniz.

Artık; Türkiyedeki bu gerici kalkışmanın mahalle baskısı evresi taktik açıdan sona ermiştir de ondan. Bundan sonra ki; taktik evre “MAHALLE DAYAĞI” evresidir .

MAHALLE BASKISI MI? GÜLDÜRMEYİN...

Keçiören'de içki satışına dayak” haberin başlığı böyle...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Keçiören’deki evine 500 metre mesafede büfe işleten Metin Şahin, AKP’li Keçiören Belediyesi’nin zabıta ekipleri tarafından saat 23:00 ten sonra alkollü içki satıyor diye hastahanelik edene kadar dövülmüş ve büfesi tahrip edilmiş; ve içki satışının devam etmesi halinde ise daha fazla dayak ve tahrip edilme tehdidi ile konu şimdilik sonuçlandırılmıştır. Ancak adım gibi eminim ki bu yobaz grup bu işin peşini bırakmayacak ve izlemede kalacak ve yeni boyutta ise daha geniş kapsamlı terör estirecektir. AKP’li Turgut Altınok’un Belediye Başkanı olduğu ilçede büyük siyasi ve hukuksal baskılar sonucunda yalnızca birkaç içkili restoran’ın ancak bulunuyor olması da ayrıca nasıl bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzun kanıtını oluşturmakla birlikte; asıl olarak ta Türkiye’nin en büyük ilçelerinden biri olan Keçiören’de uzunca bir süredir hatta şimdiki Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek döneminde temeli atılmış olan; parklarda kız-erkek arkadaşların birlikte dolaşamaması, yaygın olarak esnafın alkollü içki satamaması, ramazanda oruç tutulmaması, namaz saatlerinde cami yerine kahvehanelerde oturulamaması vb. gibi çağdışı ve Afganistanımsı uygulamalar bir kez daha hatırlanarak gündeme gelmiştir.
AKP’li Turgut Altınok’un yönetimindeki Keçiören Belediyesi hukuksuzlukları savunma komitesi görünümündeki hukukçular hemen; “Mahkeme kararları ile de işletmenin 23:00'den sonra çalışamayacağı gerçeği hüküm altına alınmıştır. İşletmenin kapatma sebebinin işletmecinin alevi olması ve içki satması olduğu şeklindeki bilgiler gerçek dışıdır” gibi sade suya tirit misali bir savunma ve açıklama yaparak; nerede ise dövülerek ve dükkanı/büfesi tahrip edilerek mağdur edilmiş Metin Şahin’in; her konuda benzer taktikler ile tipik AKP propagandalarını tekrarlayan bir biçimde; buna rağmen suçlu olduğu açıklanmıştır. Sanki; bu büfe/dükkan işletmecisi güvenlik kuvvetlerine yada mahkeme kararlarına aykırı davranmış gibi gösterilerek, üstüne üstlük sanki burası şeri hükümlerin geçerli olduğu bir memleketmişçesine bir görüntü de verilmek üzere; hemen ve derhal yargılamaksızın infaz gerçekleştirilmiş ve işte bu konuyu tiksindirici ve ürkütücü kılmaktadır. Yoksa bu memlekette; bu esnaf ile kamu görevlisi arasındaki kavga ne ilktir ne de son olacaktır, misal oluşturması için yapılan bu infaz niteliğindeki kavga elbette bizim konumuz olmalıdır. İşte tamda bu nedenle bu konu kesinlikle takipsiz bırakılmamalıdır.

Hatırlanacağı üzere bir süre önce; Vatan Gazetesinden Ruşen Çakır ile yaptığı bir söyleşide, sözde bilim adamlığının yanında nurculuğu kutsamak ve gönendirmek gibi görevleri de olan, Bediüzaman Saidi Nursi hakkında bir bilimadamına yakışmayacak şekilde araştırmalar yapan ve bu yüzden de Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) alınmayan, ve misyonunun hep nurculuğu yüceltmek olduğu bilinci ile hareket eden sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin bile gelinen noktadan rahatsız olarak “Mahalle baskısı diyerek önemli bir sosyal olguya ilk adımı atmış oluyorum. Sosyal bilimciler bu kavramın neleri kapsadığını, nerelere kadar gittiğini araştırırlarsa çok isabetli olur. Türkiye’de mahalle baskısı diye bir şey var. Jön Türklerin en çok korktuğu şeylerden biri de buydu. Aynı korku Mehmet Akif’te de karşıma çıktı. Mahalle baskısı bilinmeyen ve sosyal bilimce ifade edilmesi çok zor olan bir havadır.” gibi herkesin tüylerini diken diken etmesi gereken bir açıklama yapmıştır.

Üniversitelerin ancak % 1 ini ilgilendiren ve maalesef başta ekonomik krizi örtmeye yarayan ve tamda bu yüzden iktidar tarafından gündeme getirilen Türban konusunda ortalığı birbirine katan, ama Irak’ta ağababaları tarafından yaklaşık 1.000.000 dan fazla (yazı ile bir milyondan fazla) müslümanın uçaklardan atılan bombalarla ve ABD’nin paralı askerleri tarafından öldürülmesine seyirci kalan mazlum-der gibi besleme ve sarı sözde insan hakları savunucusu derneklerinden bu konuda da ses çıkmaz tabii ki. Hadi bunları anladık, bunların görevi ve misyonu bu, ABD başta olmak üzere tüm uluslararası jandarma-katil birliklerinin temizlikçiliklerini (çakıldakçılıklarını) yapacaklar; peki diğer insan hakları koruyucularına ve savunucularına ne oldu dersiniz; insan haklarını; gökkuşağı rengi ile temsil edilen herkesi ve kesimi kapsayan (çevrecilerden– eşcinsellere kadar) muhalefet partilerine ne demeli ki... Acaba; bu olayda (ki bu olay öz itibari ile; Sivas kalkışmasından farklı değildir) mağdur edilen kişi hakları savunulmayacak kadar önemsiz mi ki onlara göre...

“Henüz on altı, on yedi yaşında büyükçe bir salonun önündeki sahneye, “Öğretmenler Günü” için yapılan kompozisyon yarışmasını kazandığı için, ödülünü almak üzere davet edilmiş, tam ödülünü alacağı sırada, aşağıda oturan kaymakamla binbaşı “İndirin onu oradan” demiş ve herkesin önünde, “bu ödülü almaya layık birisi olmadığı” yüzüne vurularak aşağıya indirilmiş böylesine aşağılanmasının, herkesin önünde utandırılmasının nedenini öğrenmek istemiş, kendini bir an o kızın yerine koyacak kadar duygu ve zeka sahibi biri, o kızın orada nasıl bir acı hissettiğini anlayacak kadar “Neden bu kadar insafsız, bu kadar vahşi, bu kadar barbarsınız?” gibi hollwood senaristlerine taş çıkartacak kadar dramatize edilmiş bu olayda “duyguları incinen çocuğu” telefonla arama inceliğini ve şövalyeliğini göstermiş başbakan acaba bu dövülerek hem duyguları hemde bedeni incitilmiş kişiyi neden aramamıştır dersiniz.

Artık; Türkiyedeki bu gerici kalkışmanın mahalle baskısı evresi taktik açıdan sona ermiştir de ondan. Bundan sonra ki; taktik evre “MAHALLE DAYAĞI” evresidir .

Pazar, Ağustos 10, 2008

ÇAKILDAK ve ÇAKILDAKÇILAR

Anadolu’da bir söz vardır : “Çakıldakçı”; bu koyunların kuyrukları altında, koyunun pislemeyi yaparken tüm gayreti ile kuyruğunu kaldırma çabasına rağmen yine de tüylere/kıllara yapışıp kuruyan ve oradan da kendi kendine asla düşmeyen pisliklerin (bokların); ki bunlara “çakıldak” denir, temizlenmesi işlemini gerçekleştiren kişiye verilen isimdir ve genellikle bu görev çoban yardımcıları tarafından yerine getirilir. Çakıldakların temizlenmemesi, kırkma denilen koyunun yününün alınması işlemi sırasında yünün/yapağının kalitesinin düşmesi anlamına gelmekte olup mutlaka en azından bahse konu kırkma döneminden önce bile olsa bir kez temizlenmek durumundadır, aksi taktirde yünün/yapağının işlenmesi zorlukları yanında kalite düşmesine de neden olmaktadır. Bu “çakıldakçıların” durumları, sayıları ise de işletmenin büyüklüğüne yani beslenilen koyun miktarına bağlı olup, eğer ailece yapılan bir işlemse çakıldakçılık görevi de ailede genellikle de çocuklara düşen bir görevdir, işletme büyüdükçe de görevler görece profesyoneller tarafından yerine getirilmektedir. Anlaşılacağı üzere; koyunun yününün/yapağısının kalitesinin ve işleme kolaylığının artması için koyunların çakıldaklarının (boklarının) yün kırkma dönemlerinde temizlenmesi gerekmektedir, çakıldakçıların sayıları ve sosyal statüleride koyun sayısına bağlı olup; yukarıdaki yazılan tüm bu işlemleri yerine getiren çakıldakçıların durumunu muzip ve bilge kişiler Anadolu’da; eğer birileri önem vehmedilenlerin arkalarını temizliyorlar ve etraflarında yağcılık yapmak için dolanıp duruyorlar ise, bu kişiler için “çakıldakçı” demişler ve uzun yıllardır bu laf kullanıla gelmiştir.
Bu söz; Yurdumuzun çeşitli yörelerinde, böğrülce ve fındık tazesi gibi meyva-sebzelerden, değirmenlerde bazı uyarıcı görevleri olan ses düzeneklerine kadar çeşitli anlamlarda da kullanılmaktadır. Biz konumuz gereği yukarıda genişçe anlatılan ve yağcı, yardakçı ve erkete rolü için kullanıp, toplumumuzda da bu görevi yerine getiren bazı erbap kişileri tanımlamak için kullanacağız.

ÜLKEMİZDEN 2 PORTRE ve 2 CENAZE TÖRENİ
Ersin Faralyalı,
1966-1991 tarihleri arasında 25 yıl boyunca Ege Bölgesi Sanayi Odası’nda (EBSO) önce Meclis Üyesi, sonra da 1981-1989 arası sekiz yıl boyunca EBSO Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. 1985-1986 arası iki dönem Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı olarak görev yaptı. Faralyalı ayrıca 18 yıl İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Yönetim Kurulu üyeliği ve iki yıl Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Üyeliği görevini yürüttü. Ersin Faralyalı, Dış Ekonomik İşler Konseyi (DEİK) kurucusu ve DEİK Türk-Amerikan İş Konseyi kurucusu ve iki yıl başkanı olarak da görev yaptı. 20 Ekim 1991 seçimlerinde Doğru Yol Partisi (DYP) İzmir milletvekili seçilen Faralyalı, Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde 49’uncu Cumhuriyet Hükümeti’nde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak görev yaptı.
Hasan Doğan,
Türk iş adamı ve spor yöneticisi. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul'da yaptı. 1979 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümünden mezun oldu. 1981-1988 arası Koç Holding bünyesindeki Beldesan firmasında pazarlama koordinatörlüğü yaptı.
1988 yılında kurucusu olduğu Ramsey'in genel müdürü oldu. Ramsey Giyim, Gürmen Giyim, Kip-Teks Konfeksiyon ve Star Medya Yayıncılık yönetim kurulu üyesiydi. Ayrıca, İstanbul Sanayi Odası Meclisi, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği sanayi konseyi ve Beşiktaş Kulübü kongre üyesiydi.
Evli ve 2 çocuk babası olan Hasan Doğan,
Levent Bıçakçı'nın Futbol Federasyonu başkanı olduğu dönemde federasyonda başkan vekilliği yaptı. 14 Şubat 2008 tarihinde yapılan Futbol Federasyonu Olağanüstü Genel Kurulunda inanılmaz bir gerici-yobaz dayatma ve bu dayatmacıların erketeleri sayesinde, Haluk Ulusoy yerine başkan seçildi.

ERSİN FARALYALI CENAZE TÖRENİ
Tedavi gördüğü hastanede önceki gün vefat eden eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Ersin Faralyalı 'nın cenazesi, İzmir 'de toprağa verildi.
Ersin Faralyalı 'nın cenaze namazı, Bostanlı Beşikçioğlu Camisi 'nde kılındı. İkindi namazının ardından kılınan cenaze namazı öncesi, Faralyalı 'nın oğulları Serdar ve Ahmet Faralyalı taziyeleri kabul etti.
Cenaze törenine, Ersin Faralyalı 'nın yakınlarının yanı sıra İzmir Valisi Cahit Kıraç , Büyükşehir Belediyesi Başkanı Aziz Kocaoğlu , Karşıyaka Belediye Başkanı Cevat Durak ,
Emniyet Müdürü Halil Çapkın, eski bakanlardan Işın Çelebi , Ekrem Pakdemirli , Hasan Denizkurdu , Işılay Saygın ve Faralyalı 'nın dünürü iş adamı Aydın Doğan ile Mehmet Ali Bayar , Mehmet Ali Yalçındağ , Ertuğrul Özkök , Ali Sabancı gibi isimler de katıldı. İzmir iş dünyasının yoğun katılım gösterdiği törende gazetecilerin sorularını yanıtlayan Faralyalı 'nın eşi Elif Faralyalı , "Dünya ve Türkiye bir değerini kaybetti. Üzüntümü anlatacak kelime bulamıyorum. Yanımızda olanlar bize kuvvet veriyor" dedi. Faralyalı 'nın cenazesi daha sonra , Soğukkuyu Mezarlığı'ndaki aile kabristanında defnedildi. Cenaze töreni sırasında, eski Çiğli Belediye Başkanı Tevfik Alyanak baygınlık geçirdi.

HASAN DOĞAN CENAZE TÖRENİ
Kalp krizi sonucu hayata veda eden Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan (52), devletin zirvesi, ailesi, spor dünyası ve sevenlerinin katıldığı cenaze töreninde gözyaşları arasında son yolculuğuna uğurlandı.
Doğan, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'ın da aralarında bulunduğu sevenlerinin omuzlarında cenaze arabasına kadar taşındı, başta eşi ve kızı olmak üzere, gözyaşları arasında toprağa verildi.
Bodrum'da pazar günü geçirdiği kalp krizi sonucu 52 yaşında vefat eden Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı Hasan Doğan, dün devlet zirvesinin de katıldığı cenaze töreniyle son yolculuğuna uğurlandı. Cenaze törenine katılanlar arasında milli takım forması giyenlerin de olduğu görüldü. Hasan Doğan için, önce, 143 gün süreyle başkanlık yaptığı TFF'nin İstanbul 4. Levent'teki merkez binasında tören düzenlendi. Fatih Camii'ndeki cenaze törenine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Köksal Toptan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, çok sayıda bakan, milletvekili ve siyaset adamıyla, spor, iş ve sanat çevresinden birçok kişi katıldı.

2 yaşam, 2 kariyer, 2 devlet hizmeti, bir tarafta beğensekte beğenmesek te önemli bir kariyer diğer tarafta ise fasulye gibi sırık olmaksızın tırmanamayan bir kariyer... Her iki şahsiyet bir gün ara ile vefat ediyor ve cenazeler aynı gün kaldırılıyor ama biri için basında inanılmaz bir faaliyet diğeri için kıyıda 2 cümle...
Hasan Doğan bügünkü iktidarda bulunanlar yerine herhangi başka birileri olsa asla ve kata bu bilinmişlik düzeyine kendisini getiren Türkiye Futbol Federasyon başkanı olamayacak çünkü futbolun içinde yine bugünkü başbakanın sayesinde ve ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi futbol klübünde çok istediği için kendisi kırılmayarak o da ayıp olmasın kabilinden kendisine tevdi edilen yöneticilik sayesinde... Haa Beşiktaş genel kurul üyeliği de maalesef her Koç Holding bu düzeyde çalışanının nerede ise mecburiyetten oluşmuştur. Gelelim Levent Bıçakçı federasyonundaki asbaşkanlığına onuda yine bahse konu ilişkileri neticesinde ve AKP hükümetinin hayatının her alanı AKP’lileşmelidir görüşünden başka birşey değildir. Türkiye onu önce ve asıl başbakan Erdoğan'ın yakın arkadaşı olarak tanıdı, Başbakan Erdoğan ve ailesi Ekinlik adasındaki tatillerinde Hasan Doğan'ın eniştesi aynı zamanda Ramsey firmasından ortağı Remzi Gür'ün villasında kalıyorlar. Remzi Gür ile daha önce denedikleri elektronik işinde de dayanak ve destek olmadığı için çuvallamışlardı, Remzi Gür başbakan'ın çocuklarına yurtdışındaki okul masrafları için burs veren kişi olup Dışişleri bakanı Ali Babacan`ın baldızı Didem Yurter, oğlu Ömer Gür ile evli ve görüleceği üzere ilişki sadece din-tarikat ortaklığı değildir.

Her ikisine de siyasi ve sosyal olarak çok mesafeli olmam bir kenara; tanınmışlıkları ve kariyerleri ölçüsünde basında yer almamalarıdır konu ve asla; vefat etmiş her iki kişinin arkasından saygısızlık olarak algılanabilecek şekilde konuyu uzatmak istemiyorum ama; birisi sadece Başbakan’ın arkadaşı olması hasebiyle buralara gelebilmiş kişinin cenazesi için bu kadar büyük şamata koparan basın; bugüne kadar kendilerine herşey denilmiş olan önemi kendilerinden menkul basın mensupları için ilave bir sıfat verebilmek adına tüm bu detaylar verilmiştir. Bugüne kadar; mütareke basını, Ali Kemal’in güncelleri, Batılı otoritelerin erketeleri, basın yoluyla nemalanlar vb. gibi daha yüzlerce olumsuz sıfata muhatap olanlara yeni bir sıfat eklemek içindir.
Buradan ilan ediyorum; basının çok önemli bir bölümü bir kez daha bu olay nedeni ve vesilesi ile anlaşılmıştır ki; Anadolu’da bu kabil insanlar için kullanılan “çakıldakçılar” sıfatını da almalılar. Bu konuda çakıldak kim gibi sorduğunu duyuyorum ama kusura bakmayın onuda siz anlayıverin gayri...

Salı, Temmuz 29, 2008

BİR ŞEHİR ANCAK BU KADAR KÖTÜ YÖNETİLEBİLİR

Türkiye’nin en liyakatsız, en basiretsiz ve maalesef tüm en olumsuz sıfatlarını hakeden kadrolarını işbaşına getiren iktidar olarak tarihteki yerini çoktan almıştır AKP...
İşte bu kadroların en önde gelenlerinden birisidir: İ. Melih Gökçek ve bu öncenin bozkurtu şimdinin akkurtu “mangalda kül bırakmayan”* yalancı somun pehlivanı zat için söylenebilecek o kadar çok şey vardır ki; gündemin dayatması ve konunun önemine binaen oluşturulan özet aşağıdadır. Eksik kalanlar içinde bu yalancı somun pehlivanından da özür dilerim...

Üniversiteye saldırıların arttığı ve YÖK Başkanı olarak da malum zatın YÖK’ün başına otumasını takiben; başlatılan topyekün Üniversite saldırısı kapsamından bir cüz sayılmak üzere ODTÜ’nün imar durumu bahanesiyle; ceza ve yıkım uygulaması ile korkutarak ne koparırsam tarzı alışkanlığından gelen bir uygulama başlatmak istedi ancak bu sefer “baltayı taşa mı vurdu” dersiniz, yoksa “caminin duvarına mı siğdi” dersiniz; her sıkıştığında yaptığı üzere thames-trader kamyon şöförlüğünü (bu marka kamyonlar direksiyon büyüklükleri ile ünlüdür) yeniden göstererek değme dansözlere taş çıkartırcasına kıvırarak çark etmiştir. ODTÜ arazisinden koparacağı araziler üzerine yapılacak konut-alışveriş merkezleri gibi büyük projelerin ve buradan kendisine ve biat ettiği vakfa gelecek büyük nemaların hayali ile yanıp tutuşurken bir anda inanılmaz bir direnç ve tepki görünce de muhtemelen korkarak taktik değiştirmiş ve yıkmayacağız demeye başlamıştır. Sonuç olarak ODTÜ’ yü yıkma konusunda “biz ODTÜ’yü yıkmayacağız” açıklaması yapan İ. M. Gökçek efendinin; Güven’i, Özveri’si, Tecrübe’si yememiştir bu saldırıyı devam ettirmeye ve ricat etmiştir. Ben şimdi kendisine sesleniyorum “hadi yiğitsen yık da görelim” hodri meydan Melih efendi hodri meydan..
Başkentin su sorunu;
Geçen yıl ASKİ’de çalışan liyakatlı AKP kadrolarından yalancı somun pehlivanları; yaptıkları su rezervi öngörüleri ve hesaplarını yanlış yaptıkları için yanlış su vermeler yada su kesmeler yapılarak; inanılmaz şekilde şebeke hasarlarına ve sel baskınlarına neden olunmuştur. Ve bu somun pehlivanları İ. Melih Gökçek’in arkalarında olduklarını düşünerek her türlü sallamaya devam ettiler ama maalesef mezkur zatın arkalarında olmadığını, tüm suçun kendilerinde olduğu beyanı ile, işlerinden atıldıklarında anladılar.
Kızılırmak suyu maalesef her türlü ağır metal ile Ankaralıların kullanımında; gerçi bu konular İ. Melih Gökçek için sıradan konulardır, dün gibi hatırlanacağı üzere aynı siyasi geleneğin temsilcisi bir bakan’da daha önce “bak içiyorum birşey olmuyor” diye TV lerde bardak bardak çay içerek Çernobil nÜkleer santralı etkilerini küçük göstermeğe çalışmıştır, ama ne yazık ki; özellikle Karadeniz Bölgesinde bu palavraların bedeli çok ağır ödenmektedir Karadenizliler tarafından.
"Bu 2-3 ay içinde vatandaşlarımız diğer şehirlere giderek anne ve babalarını ziyaret etseler iyi olur. Ankara boşalır. Böylece su tasarrufu yapılır" gibi bir takım lafa benzer şeyler ederek; “mektepler olmasa maarifi ne güzel yönetirim” diyerek tarihe de altın harflerle geçen paşanın hemen dizinin dibinde yer almayı becermiştir.
İ. Melih Gökçek su tasarrufu konusunda bir leğen içerisinde banyo yapılarak su tasarrufu nasıl yapılırı da Ankara’lılara tüm ısrarlara rağmen uygulamalı göstermemiş olsa da; Çağdaş ve Avrupa başkenti Belediye Başkanı nasıl olunur, dosta düşmana göstermiş oldu.
İ. Melih Gökçek baktı ki insanlar şehir dışındaki aile büyüklerini ziyarete gitmiyorlar yeni bir yöntem ihdas ederek ve de ağırlıklı muhaliflerinin ikamet ettiği özel olarak su satılmayacak apartmanlar ve siteler tespit ederek Ankara’nın su sorununa çözüm aramış ve sonuçta da bu ilginç yöntemle tarihteki yerini garantilemiştir.
500 milyon usd karşılığında, AKP Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığını aldığı yolunda iddialar olmasına rağmen konu ile ilgili tüm ısrarlara rağmen ne İ. Melih Gökçek ne de AKP yöneticileri açıklama yapmamıştır.
Ekibindeki Şehir ve Bölge plancılarının diplomalarını tüm iddialara rağmen kasaptan aldıkları kesinleşmemiş olsa bile, en azından bir kez yaşamları boyunca bilgisayar oyunu olan simcity’i hiç oynamamış oldukları açık ve kesindir, çünkü bu oyunda bile yol yaptıkça artan cazibeye bağlı olarak trafik sıkışıklığının daha da artacağını görmüş olurlar ve tedbirli davranırlar idi; bunu bir kenara bırakın çağdaş şehircilik ancak insan ağırlıklı tercihlerin yapılmasına dayalıdır anlayışını bile düşünemeyecek kadar hırsları akılları önüne geçmiş ve toplu taşıma yerine Ankara’nın içini tam bir otoyola çevirecek yollar yapılmıştır.
İ.Melih Gokcek'in süper çalışmalarından birisi de "pembe andezit (Ankara taşı) ile kaldırım döşetiyorum" diye böbürlenip; bu taşları kısmen İspanya'dan ithal ettirmesi konusundaki dedikoduların önüne bir türlü geçilememektedir. Bu taşlar Ankara'nın otuz kilometre ötesinde, Gölbaşı’nda ki ocaklarda bol miktarda üretilmekte iken, İspanya'dan getirtilmesi iddialarının doğru olmadığı konusunda maalesef bugüne kadar herhangi bir açıklama olmamış ve hiç kimse buna akıl sır erdirememiştir.
Ağaçlandırma çalışmalarında İtalya artık Türkiye’de İ. Melih Gökçek sayesinde bir marka bir bayrak oldu, aslında memleketin her yerinden her çeşit ağaç bulunma ihtimali varken, ağaç tihal edilmesi de, hırsın ne büyük olduğunun göstergesidir, ayrıca bu ağaçlar Ankara iklimine uymadığı ve bol miktarda kuruduğu için, tekrar yurt içi kaynaklara dönüldüğünü beyan etmesi ise; tam anlamı ile bir İ. Melih Gökçek uygulaması/fiyaskosu olarak anılacaktır.
Ankara’nın havası; uzun yıllarca verilen mücadele sonucunda tam düzeldi herşey yoluna girdi denildiği bir anda; kaçak kömüre göz yumulması yada yakalanan kaçak kömürün Anakara’lılara dağıtılarak yeniden havanın kötüleşmesi ise tamamen konuşulmaz bir konu haline gelmiştir maalesef... Nerede ise tüm basının kendisine muhalif olduğunu ilan eden İ. Melih Gökçek ise basının bu konuda herhangi birşey yazmamasını bir türlü izah edememektedir.
Çayyolu metrosu için müthiş bir para harcanmasına ve 2004 ten itibaren en az 5 defa açılış tarihi vermesine rağmen çalışmaların nerede ise tamamen durması konusunda; yetimin hakkını kimseye yedirmeyeceği iddiasında bulunanların, nedense İ. Melih Gökçek’e madem elektro-mekanik aksamı satın almayarak Metroyu çalışır hale getirmeyecektin neden bu büyüklükte bir meblağ parayı kredi olarak kullandın ve kıt kaynakları israf ederek bu ülkenin parasını faiz ödemeye harcıyorsun diye sormamsı da ayrıca öenmli bir tuhaflıktır. Ama yer yer kaçamak savunmalarında sürekli kendisine açılan davalardan şikayetçi olan bu yalancı somun pehlivanına ise kimse “yahu gerçekten neden herkes seninle mahkemelik oluyor acaba” diye sormaz bilinmemektedir. Oysa sorunun cevabı son derece basit ve kısadır; “çünkü AKP ve İ. Melih Gökçek sürekli yasal yollar dışına tevessül etmiştir yada yaptıkları herşeyin yasal sayılması beklemişlerdir”.
Eskişehir yolunda 4 yılda 5 kez istinat duvarı ve kaldırım sökülerek yeniden yapıldı; ve ne yazık ki kimse ne sivil toplum kuruluşları nede ilgili anayasal ve yasal kuruluşlardan “Ankara’lının parasını neden plansız ve programsız çalışarak çarçur ediyorsun” itirazı yada soruşturması gelmemesi de merak konusu olup olup ayrıca manidardır da haklarında iyi düşünülebilmesi açısından. Hani bu işlerin parasını İ. Melih Gökçek kendi cebinden ödüyor ise sorun oluşturmaz tabii ki...
Eskişehir yolunda; yanlış projelendirmeden daha doğrusu projesiz çalışmaktan ötürü defaatle çökmeler oldu ,ama kimse bu kadrolar nasıl liyakatlı ve ehliyetli kadrolardır diyen olmadı....
EGO için otobüs alımlarında; MAN ve Mercedes firmaları arasındaki tercihte; gerek firmalardan gerekse de vatandaşlardan ve diğer politikacılardan önemli iddialar gündeme geldi ise de kimse layıkı ile konunun üstüne gitmemiştir, hani yetimin hakkını yedirmediğini iddia eden merkezi iktidar sahipleri ve necip Türk milletinin bağımsız basınının temsilcileri neredesiniz, yoksa erketedemisiniz.
Ankaraspor’a kamunun parasını aktaran ve bu konuda da hiç bir eleştiriye uğramayan İ.Melih Gökçek ve ona bu konuda herhangi bir eleştiride bulunmayan necip Türk basınının ahfadları için artık laf söyleyip te lafı da zay etmemek gerekmektedir herhalde... “Efendim bu güne kadar hiç değerlendirilmemiş bir takım uygulamaları yarattık ve oradan kulube para aktarıyoruz” diye savunmalarına alkış tutan avanaklara da ayrıca sözümüz kalmamıştır. Yahu bu ne aymazlıktır diyen de yok maalesef...
İ. Melih Gökçek ve liyakatlı kadroları başta Mithatpaşa ve Meşrutiyet caddelerini boydan boya gereksiz ve zevksiz şehir estetiğinden yoksun; bir sürü yaya üst geçidi ile donatarak paraları inanılmaz şekilde çarçur etmiş olmanın yanında, kullanmanın pratik olmadığı, yada niyetlenip de bu geçiti kullanmak isterseniz de, sizin bu zorlu tırmanışınızı "aa adama bak, köprüyü kullanıyor, bakalım karşıya geçebilecek mi?" sözleri ile geçitin etrafında meraklı bir kalabalık birikecektir buna inanın. önce boş bulduğu her yere çeşmeler ve havuzlar ve fıskiyelerle donattı, sonra yol kenarlarına, refüj etraflarına siyah babalar dikilerek aralarına demirden prangalar çekilmiş ve şehrin dekoru tamamlanmış ve belli ki yurdum insanının her türlü engeli canı pahasına aşma azmi gözardı edilmiş. Neyse uzatmayalım darısı; 30-40 metre arayla sıra sıra köprülerin başına diyelim... Vallahi danışmanı yada gaz vericisi de Erman Toroğlu gibi hıyardan anlayanlarda olursa deyme keyfine Başkanın artık...
Kızılayda; Kızılay’ı tamamen taşıtlara tahsis etmek için yaya üst geçitlerini kapatıp, konu ile ilgili uyduruk oylama yaptırıp; oylamaya zorla, tehditle; esnaf ve şöförler seferber edilerek; bu deli saçması İ. Melih Gökçek oyununa alet olmuşlardır, hatta hatta 7 yaşında oy nedir bilmeyen çocuklar, Kızılayı ilk defa gören teyzeler, oylamayı Belediye Başkanlığı seçimi sanan dedelerin oylamaya otobüslerle bedava taşınarak getirilmesindeki ve hangi sandıkta hangi esnafın, hangi şöförlerin oy kullanacağının belirlenerek katılım ve başarının ölçümü konusundaki uygulama ayrıca taktire şayan bulunmuştur. İnşallah İ. Melih Gökçek seçilmeye devam eder de benzer uygulamaları ulus ve diğer meydanlarda da görürüz.
İstimlakler doğru düzgün ve plan ve proğram çerçevesinde yapılmadığı için trilyonlar harcanarak 4 yada 5 şeritli yollar bu yüzden yer yer 2 şeride düşüyor,ama ne gam ne keder İ. Melih Gökçek böbürlenmeye devam ediyor.
Havaalanı yolu neresinden tutarsan tut tam bir uyduruk iş ve fiyasko ama ne gam ne tasa; gelsin pirinç gelsin kömür her şey yolunda olsun necip Türk milleti için memleket elden gidyormuş kimim umrunda...
İ. Melih Gökçek alt geçit rezaletleri sayesinde şehir diye birşey bırakmadı, şehri otobanlar ile donatarak Ankara’nın yerleşim karakterini öldürmüş ve haklı olarak da yakınları tarafından Köprülü İ. Melih Gökçek ünvanına layık görülmüş ve bir yıl içinde en çok köprülü kavşak yaparak ta; mezkur konuda “Guinness rekorlar kitabı”na girmeyi hak ettiğini de beyan etmiştir bir TV proğramında.
Şimdi Avrupa başkenti diye övünen İ. Melih Gökçek; maalesef Ankara’yı tankercilerin başkenti yapmış durumdadır. Nerede ise tankerlerin tamamının 63 (Urfa)– 02 (Adıyaman)- 03(Afyon) plakalı olması tesadüf mü acaba? Yoksa derin yada sığ tarikat ilişkilerinin sonucumudur bütün bu istihdamlar? Üstüne üstlük bu ihaleden nemalanma konusunda da ciddi ciddi dedikodular kulaktan kulağa yayılmaktadır.
Gerek Büyükşehir Belediyesi gerekse de Büyükşehir Belediyesine bağlı tüm BİT’ler (Belediye İktisadi Teşebbüsleri) tarafından ihalesi yapılan bütün işler için Malum Vakfa uğranılması maalesef bir zorunluluk haline gelmiştir, mezkur vakıftan vize almaksızın ihalenin uhdenizde kalması bir yana ihaleye katılmak için bile girişimde bulunamazsınız, ama daha da tuhaf olan bu konuda herkesin bilgi sahibi olmasına rağmen sessiz kalmayı tercih etmesidir.
AKP’nin liyakatlı kadrolarından BELPA genel müdürü Yalçın Beyaz konusunda ortaya çıkan Ankara’nın İSKİ’si diye söz edilen, zimmet ve yolsuzluklardan sonra; özellikle de Mekke’de aldığı yüzbinlerce dolarlık devre mülkten sonra, yine bu mangalda kül bırakmayan yalancı somun pehlivanı İ. Melih Gökçek, kendisine erketelik yapan basının da yardımı ile “o zaten babadan zengindir” diye abuk subuk açıklamalar yaparak konuyu kapatmıştır. Oysa sonradan ortaya çıktığı üzere bu muhteremin, gece bekçisi olarak THA da çalıştığıda ortaya çıkınca iş işten geçmiş maalesef herkes konuyu unutmuş basın da erketeliğe devam ederek konuyu bir daha kesinlikle yazmamıştır. İşte İ. Melih Gökçek böyle bir adama sahip çıkmıştır ve kimse de çıkıp yahu bir üçkağıtçıya “o zaten babadan zengindir” diyerek neden sahip çıktın dememiştir.
SHÇEK’daki çalışmaları sırasındaki polis raporlarına bağlanmış olan herkes için yüzkızartıcı suç sayılan dedikodularıda şimdilik yazmak istemiyorum.
Bir tarihlerde İ. Melih Gökçek’in pavyon işletmecisi olduğu yönünde çok ciddi dedikodular olduğunuda tarihe not olarak düşmeliyiz.
Vakti zamanında tükürüğüyle meşhur olan heykel eleştirmenide (katliamcısı) olan İ. Melih Gökçek; kendi sanatını icra ederek Ankarayı lacivert-turuncu-yeşil renk kombinasyonuyla donatırken, kendi inanışına göre heykeller günah olduğundan her tarafa havuz yapalım diyerek; hatta köprülerin altına bile yaptırmayı ihmal etmedi. Ankaralılar artık içine tükürülen heykellerin değil, havuzlarında çırılçıplak insanların olduğu bir şehir göreceklerdir. İ. Melih Gökçek havuz, fıskiye ve jakuzi fantazisi sayesinde Ankaralıların hayal gücünü Amerikan playboylarından bir adım daha öteye taşımayı beceren birisi olarakta tarihte yerini şimdiden almıştır.
İ.Melih Gökçek politikaya MHP’ de başlayan, ANAP’ta devam eden, sonra tekrar MHP’ye dönen, REFAH ve FAZİLET’le yükselen ve kendi kurmaya çalıştığı (doğrusu ele geçirmeye çalıştığı) DP deneyinden sonra da AKP’de politik yaşamını taçlandırılması olan tüy dikme ritüelinin ise sonuçlanması/nihayetlenmesi ise (not: parti değiştirme ile ilgili yarışmada meşhur Fırıldak Kubi 2. olabilmiştir) Ankara’nın kurtuluş günü olarak ilan edilecektir. Aksi taktirde bir daha seçilirse Ankara diye bir sehrinin kalmayacağı aşikardır.
Ankara'nın göbeğine, Sıhhıye'ye dünyanın en abuk köprüsünü yaptırarak köprücülük tarihine "u köprü" olarak geçmesine neden olarak özelde Ankara Belediyecilik genelde de Dünya Belediyecilik tarihi literatüründe haklı olarak anılması ve yer almayı haketmiş olan İ. Melih Gökçek, bu müstesna yapıyı görmemiş olanlar için de mutlaka geziler düzenlenmeli ve gezenlerin izlenimlerinden oluşan kitaplar yazdırmalı ve gezilerden mahrum kalanlara zorla okutulmalıdır ki yurdum insanının köprü kültürü gelişsin ve bir yapı bu kadar mı çirkin bu kadar mı fonksiyonluktan uzak olur diye düşünenlere de ciddi bir ders vermiş olsun. Ayrıca köprünün yapılması sırasında köprünün testlerini yapmak için müşavirlik sözleşmesi imzalayan firmanın test neticelerini olumlu bulmamasından ve imalatların yenilenmesi talebinden ötürü de sözleşmesinin feshedlmesini müteakip müşavir firma yetkililerinin hala köprünün, bu test sonuçları nedeni ile; altından ve üstünden ne yaya ne de araçla geçmediklerini de tarihe ben not olarak düşmüş olayım ki anlayın siz ne önemli bir eser kazanmış Başkent...
Öksuz çocuklara yardım için gittiği bir açık arttırmada (müzayedede) bir yağlıboya tablo alan, ancak en yüksek fiyatı veridkten sonra bir türlü teklif ettiği bedeli ödemeyen (parayi vermeyen) ve tabloyu alırken alkış yağmuruna tutulan gösterişsever, bir somun pehlivanı olarak ta ayrıca anılmayı haketmiştir İ. Melih Gökçek...

Vallahi daha yazılacak çok şey var ama yayınlayacak yer bulmak çok zor olduğundan diğer başarı, beceri ve ehliyetleri başka yazıların konusu yapmak üzere şimdilik sonuçlandırıyoru ve;
Kendisinden bir daha seçilmesi halinde ise de;
1. Ankara’lıların evlerinden sokağa çıkışlarını ücretlendirebilmek için apartman, ev ve işyerlerinin kapılarına turnike koymasını beklemekteyiz ve yanlız tarifelerde özellikle de kendisine oy verenleri gözetmesi hassasiyetinide göstereceğinden emin olmalıyız.. Hatta günün farklı saatlerine uygun olmak üzere de tarife düzenlemesi de baklentimizdir. Belki de ev numaraları çift sayıyla bitenler sokağa ayın çift günlerinde tek sayıyla bitenler de ayın tek günlerinde çıkabilirler sokağa. böylelikle de otoyollarda arabaların hareketlerini engellememiş olurlar ve kentte yaşamanın araçların da hakkı.olduğu anlaşılır böylece...
2. Artık ekmeklerin eczanelerde satılmasını da kendisinden bekler iken nöbetçi eczane düzenlemesinde oluşacak hassasiyetleride gözönüne almasını salık veririz, İ. Melih Gökçek’e...

İşte “bu mangalda kül bırakmayan”* bu polemikçibaşına (tartışma tarzı, kenar mahalle karısı modeli ve düzeyi olan) belli ki ancak kendisi düzeyinde olan polemikçiler ile karşı çıkılabilir.


* Çok ünlü bir Osmanlı sözü ve yeniçerilerin askerliğe elverişli olup olmadığının tespiti için kullanılmış bir uygulamadır.

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

UFUK URAS İLE DAYANIŞMA


Ufuk Uras Secmenlerinden Yeni Kampanya adı altında bana aşağıdaki yazı yada duyuru gelmiştir.

“22 Temmuz secimlerinde yaptiklari imeceyle Ufuk Uras’i meclise gondermeyi basaran secmenleri yeni bir kampanya baslatti. “Bizim televizyonlarimiz, radyolarimiz, gazetelerimiz, dergilerimiz yok. Sesimizi duyuracak kanallarimiz cok az,” diyen secmenleri Ufuk Uras'in aciklamalarini, haberlerini ve meclis calismalarini merak edenleri Ufuk Uras E-posta Iletisim Grubu’na katilmaya davet ediyorlar. 1670 uyeye ulasan Ufuk Uras Iletisim Grubuna uye olmak isteyenlerin e-posta adreslerinin ufukmoderator@ yahoo.com adresine iletilmesi yeterli.
Ufuk Uras Secmen Koordinasyonu Iletisim Calisma Grubu cagrisini su sozlerle bitiriyor: “Katılın sesimiz cogalsın. Katilin esitligin, ozgurlugun, demokrasinin, sosyal haklarin, kadinlarin, cevrenin, barisin ve kardesligin sesini hep birlikte yayalim...”

Umayorum ki bu konuda bu girişim “bizi daha da enayi yerine koyma” girişimi değil de ciddi bir girişim olsun ve bu güne kadar Sn. Vekil (kimin vekili ise artık-pek bizimkine benzetemiyorum ya) eline yüzüne bulaştırdıklarını silme fırsatı bulsun, sonrasına da biz bakarız yeniden.

Yani kalkacaksınız; “ORTAK AKIL HAREKETİ” adı altında sanki “KUVVAYI İNZİBATİYE”nin sivil örgütlenmesi gibi örgütlenen yobaz ve gericilerle birlikte eylemler düzenleyeceksiniz, sürekli Sn. Vekil’i davet eden TV kanallarının TV7, Samanyolu TV, TV 24, Kanal A ve Ülke TV olmasından hiç kuşku duymadan hatta hiçbir sakınca görmeden “elinde tuzluk her elimdeki salatalık diyene koşmak” türü yerinizde duramayacaksınız, sözde “darbelere ve cuntalara karşıyız” diye darbecilerin değirmenine su taşıyacaksınız, sözde demokrasi talep ediyoruz diye “türbanın kadını özgürleştireceğini” savunacaksınız, yarım ağızla ama korkarak “ne refahyol ne de postal” diye mitingler düzenledik diye övünerek size iktidar tarafından tanınan özgürlük çerçevesinde konuşacaksınız, darbeye karşıyız diyerek 12 eylülcülerle kolkola girerek sözde ve def i bela kabilinden sayılmak kaydı ile “demokrasi” mitingleri düzenleyeceksiniz, Cumhurbaşkanını halk seçmeli diyerek “DİNDAR BİR CUMHURBAŞKANINI” içinize sindirebileceğinizi de aldığınız çağrıya 1 (yazıyla da bir) dakika bile düşünmeden icabet edeceksiniz, “Hürriyet halk için değil, aydınlar için lüzumludur” ve “1974 affıyla anarşistleri sokağa salıvermiş. 12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmış, (…) İşte 12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür. İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir. (…) 1972’de Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a, Hüseyin İnan’a Meclis’te oylarıyla sahip çıkanların Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini ‘devlet terörü’ olarak vasıflandıranların artık sesi soluğu kesilmiştir.”diye bağıran Nazlı Ilıcak, Abdurrahman Dilipak gibi sahibinin sesi gerici-faşist ve yobazların peşine gitmekten beis duymayacaksınız, AKP nin sol kanat hucümcusu olmaktan bir nebze yüzünüzün kızarmasını bir kenara koyun karşı sahada hucum pres yapmanın erdeminden dem vuracaksınız, AKP nin ne kadar AB ci ve ne kadar ABD ci olduğunu sanki görmezden gelerek demokrasi talebinin varolması gibi bir sanının Sn. Vekilde olmasının ne kadar güç izah edilebileceği açıkken bile Fettullah Gülen’in Yargıtay Genel Kurulunda beraat kararının onanması ardından “Yargının kararı. Bir şey diyemeyeceğim. Hayırlısı neyse o olsun” diyerek konunun bir yargı kararrı olduğuna vurgu yaparken “AKP nin kapatılması davası açan Yargıtay Cumhuriyet Bassavcısının girişimi” karşısında adeta bir kaplan edası ile saldırmasına ses çıkarmayacaksınız,

Bir de üstüne üstlük çıkıp “Bizim televizyonlarimiz, radyolarimiz, gazetelerimiz, dergilerimiz yok. Sesimizi duyuracak kanallarimiz cok az,” diyeceksiniz ki bu “MART KEDİSİ” tavırlı politika yapılmasına insanları davet ederek ve hatta bu günlerde gerici-yobaz cemaatlerin ve tarikatların değirmenine ihtiyaçları olan suyu “komünizm ile mücadele dernekleri” kökenli hasımlarımıza yardım olsun diye bize taşıttıracaksınız.

Size ayrıca da bir tavsiye; hani meşhur “aslı varken kimse kopyesine meyletmez” sözünden hareketle, “SİZE O TARAFTAN OY VE DESTEK GELMEZ” ya iyi biliirsiniz , size oradan oy gelmeyeceği aşikarken; sahi, bu yaklaşımınızla da karşı taraftan ne bekliyorsunuz siz...

Sn. Vekil; sanki CHP ve Kemalizm bugünün konusunu oluşturuyormuş gibi bütün siyasi stratejinizi bunlara saldırmak üzerine kurmuş ve kesinlikle AKP, MHP için ise sadece ayıp olmasın ve def i bela kabilinden bir iki kelime döktürüyorsun.... Şimdi CHP ve Kemalizm konusundaki görüşlerinin yanlış olduğunu ispat etmek gibi beyhude bir çaba göstermeyeceğim; aksine büyük ölçüde hemfikir olmamıza rağmen Marksizmin temel önermelerinden " zaman, mekan ve teknik terakki" mütalaası ile "somut durumların somut analizi" gibi önemli faktörleri gözönünde bulurdurmama gibi fahiş bir hata içinde bulunduğundan da iddialarının geçerliliği en azından bugün için tarafınca sarfedilen beyhude bir çabadır. Oysaki sizden beklenen günlük politikadaki kayıkçı kavgalarına taraf olmamanız iken tam da içine bodozlama daldınız hadi daldınız diyelim ve kabullenelim de madem böyle yaptınız yahu insaf allahaşkına yaşınız da, analiz yeteneğinin de; müsait olmasına rağmen İran’dan TUDEH’ten de mi ders almadın da yerli mollaların değirmenine su taşıyorsun... Daha detaylı yazmak mümkün ama gerek yok gerekli mesajı aldığınızı düşünüyorum. Ve bilin ki sizi bu ülkenin devrimcileri desteklemeyeceklerdir; sizi ve sizin gibileri destekçileriniz "yeni mürteciler", " yeni şafak" ve "Vakit" gazetesi yazar ve finansörleri ile başbaşa bırakacaktır . Öyle kendinize "hakiki solcu" yada "özsolcu" yaftaları asmakla yada demekle ve dedirtmekle de solcu olunmaz ayrıca.

YOK ARTIK SN. UFUK URAS O KADAR DA DEĞİL

Hani biliyorsunuz; Sn. Aziz NESİN’in ifadesi ile nüfusumuzun önemli bir kısmı aptal, ama o aptallar genellikle bizim cenahta değil. Başka kapıya lütfen... Ve yine lütfen sadece top oynadığınız takımı değil aynı zamanda top oynadığınız sahayı da değiştirin... Olsa olsa yarattığınız bu romantik ortamda ancak küçük bir öğrenci kitlesi peşinizden gelebilir zannederim, oysa sizi iyi bilen ve en önemlisi düşmanı iyi bilen (komünizmle mücadele dernekleri geleneğinden gelen herkes), 12 mart ve 12 eylül tezgahlarından geçen ve sırtımızdan hala atamadığımız gerçek deli gömleği (sizin tariflediğiniz ama hedeflediğiniz değil) ile dolaşanlar sizin adınızı artık pek ağızlarına almazlar sanıyorum. Olsa olsa “AKP'ye övgüler düzmüş; Onların iktidarı nimettir, at gözlüğüyle bakmayan tek partidir' demiş olan Baskın Oran gibiler arkanızdan gelebilir yada siz o gibilerin peşinden gidersiniz...
Hayırlı yolculuklar size...
İlişmeyin başkalarına lütfen....

Çarşamba, Temmuz 09, 2008

OYUNA DALMAK

Futbolda “oyuna dalmak” diye bir deyim vardır ve genellikle bu söz oyun içerisinde bir futbolcunun oyunun akışına kapılarak; maçın genel gidişinde kendisinin taktik ve teknik görev pozisyonunu yitirmesi ve oyunu oyuncu olarak değil de oyunun içindeki seyirci gibi seyretmesi halini tariflemek üzere kullanılır. “Oyuna dalan” oyuncu artık oyunun aktif bir parçası olmanın ötesine geçmiş, oynanan oyunun büyüsüne kapılmış, oyuna katkı sunmaktan düşmüştür. Bu nedenle de; “oyuna dalan” oyuncu, kenarda bulunan teknik direktör tarafından; yerini kaybeden yada hamle üstünlüğünü kaybeden yada fizik ve güç ayarlama üstünlüğünü kaybeden yada rakip olarak eşleştiği oyuncuyu, oyuna dalmasından ötürü kaybettiği için; sık sık uyarılır. Peki oyuncular “oyuna dalınca” ne olur da teknik direktörler, sık sık futbolcularına bağırarak bu konuda en büyük yırtınmayı ve çırpınmayı göstererek; tespit edilen veya verilen taktiğe uygun oynaması konusunda uyarıda bulunurlar; bilindiği üzere her teknik direktörün bir oyun planı vardır ve, bu plan 90 dakika, bazen de 120 dakika hatta penaltılar ile sonuç tayin edilecekse penaltı atışlarını da kapsamakta olup, maçın skorunun bütün sevap yada vebalinin teknik direktöre kalmasının en büyük nedeni olmaktadır. Her teknik direktör bu plan içerisinde; sahip olunan uyuncu kalite ve seviyesine bağlı olarak ta; top kontrolu, adam kontrolu, alan kontrolu gibi uygulamaları ayrı ayrı yada oyun içerisinde belli dönemlerde hepsini birden futbolcularından isteyebilir, bu şekilde de taktik ve staretejisini sahaya yansıtmaya çalışır.
Teknik direktörler; 21. yüzyılda, futbolcularındaki oyun ve taktik zekayı, plan uygulama soğukkanlılığını ve profesyonelliğinin seviyesini; iletişimin, bilgi erişiminin-paylaşımının ve bilimin ilgili birimlerine hızlı ulaşabilme konusunda katedilen müthiş gelişmeyide kullanarak arttırmaya çalışırlar. Tabii ki bu futbolun sadece saha içinde sonuç alınmasının mümkün olabileceği durumlarda önem arzeder ve geçerlidir, aksi taktirde bunun dışında oluşan gelişmeler bütün bu tarifleri geçersiz kılar ve bu dış müdahalelere uygun sonuçlar oluşur. Ancak konumuz gereği sonuç almanın sadece saha içi tarafını oluşturan ve oyuncular ile oyun planı ve bu plan uygulamalarının başarısı yada başarısızlığı ile sınırlı olan tarafını kapsamaktadır. Peki doğru taktik plan yapabilen teknik direktörler; neden, bu planı sahaya tam layığı ile yansıtabilecek, tüm evrelerini sahada uygulayabilecek futbolcuları olsa bile, başarılı sonuçlar alamazlar ve bu olumsuz sonucu, futbolcuların plan uygulama zaaflarına ve başarısızlıklarına, hakeme, federasyona, karşı takımın yönetimine, karşı takımın iyi niyetli olmamasına, sahaya ve havaya vs. vs. gibi nedenlere bağlarda neden asla kendilerinin planının yürümemesine yada planın işleyebilmesi için oyun içerisinde ufak tefek yada köklü değişiklikleri yapamayarak, literatürde oyun okuma denen becerilerinin olmamasına bağlamazlar işte bu anşalılabilir değildir. Oyunu okuma konusunda yeterince başarı gösterememiş bu insanlar, oyuna gerekli müdahaleleri yapamamaları onların beceriksizliklerini mi gösterir ki acaba? Yoksa yukarıda bahsedildiği biçimde nasıl ki futbolcular oyuna dalarlar ve planlanan görevlerini yapamazlar ise; teknik direktörlerde mi oyuna dalarlar ve tribündeki seyirci gibi oyunu seyretmeye başlarlar. Herkes futbolcuların oyuna dalmamaları, oyun disiplini denen plan uygulama profesyonelliğine bakarak diğer taraftan da teknik direktörlerin oyuna dalmamaları konusunda makine düzeni içinde oyun planları var diyerek Almanya’yı örnek göstermektedirler. Oyun oynamada soğukkanlılığı yitirmemek, sinirlere hakim olabilmek hülasa planı disiplinli uygulama konusunda başarılı olabilmenin en önemli yanının ise oyuna dalmadan bir adım geride kalarak olayı dışından izleyerek planın uygulanmasının denetlenmesinini temin etmekten geçtiği aşikardır. Dolayısı ile oyuna dalan futbolcuyu teknik direktör uyandırabilir ve yönlendirebilir de eğer teknik direktör oyuna dalarsa ne yapılabilir işte bu muamma.

Acaba şirket yönetimleri, dernek yönetimleri, vakıf yönetimleri ve ülke yönetimleri de böyle birşey midir? “Oyuna dalan” izleyici konuma düşen yöneticiler, bakanlar yada başbakanlar olabilir mi? Anlık yangın söndürme derdi ve telaşına düşerek, soğukkanlılığı yitirip yangın çıkmasının önüne geçilmesi çalışmalarından uzaklaşabilirler mi?

Peki teknik direktörler; futbolcuların, bırakın planın bir parçası olmayı becermek için çaba sarfetmeyi tam tersi bir durumda ne yaparlar? Bu futbolcuları nasıl tanımlarlar? Bu futbolcular şikeci durumuna düşmezler mi? Teknik direktörler bir sonraki maçta artık bu çaba sarfetmeyen hatta şikeci izlenimi veren bu futbolculara kadrolarında yer verirlermi? Eğer bu tür futbolculara kadrolarında tekrar yer verirlerse; şike şüphesine ortak olurlar mı? Peki bu durumdaki takımların maç kazanabilme ihtimalleri varmıdır? Eee vardır tabiiki, futbol tıpkı diğer faaliyetler gibi; şans faktörleri ve saha dışı oyunları da bol miktarda yürütülen bir oyundur. FİFA ve UEFA gibi kurumlarda gözardı edilmemelidir ayrıca...
Falan filan...

Yoksa ülkemiz böyle bir süreçten mi geçiyor? Ülkemizde kim teknik direktör, kimler antrenör, kimler futbolcu, kimler yönetici ve en önemlisi kimler şikeci belli değil mi? Belli ise niye bu “melekler dişi mi erkek mi?” geyiklerini aratmayan TV tartışmaları? Niye bu köşe yazıları?

Salı, Temmuz 08, 2008

AKHİSARIN YUNANLILARCA İŞGALİ


11 HAZİRAN 1919

Kayışlar köyü yunan jandarma karakol komutanı ve bir grup askerin, davet üzerine Akhisar’ı işgal etmeleri sinirleri çok bozmuştur.Çerkez Ethem burnundan solumaktadır, hükümet konağının önüne öyle bir hışımla gelirler ki, toz bulutundan göz gözü görmez olur...
Ortam çok gerilmiştir; Çerkez Ethem adamlarına emir verir:
“Kaymakamı alın!...”
Kaymakam merdivenlerden indirilirken Çerkez Ethem atından inmeden bekliyor, hırsından şaplağını çizmelerine vurarak çizmelerinde şaklatıyordu; sonra arkasına dönerek üç adamını görevlendirdi:
Şu kopil gavur komutanı “halaskar gibi...” karşılamaya giden Müslüman gavurlarını da getirin...
“Bir masa üç tanede sandalye bulun...” bulundu. Sonra atından indi...
Kaymakamlık binasının önünde, çınar ağacının gölgesindeki taş sekinin üzerine divan kuruldu. Karşılama kafilesine katılan on beş müslim kişi yakalanarak getirildi, içlerinde Akhisar Müftüsü de vardı. Rumların hepsi ortalıktan çekilmişti. Yanlız Rum!un biri fotoğraf çektirmek için getirildi. Oldukça kalabalık Müslüman ahali ise izleyici olarak toplanmıştı...
Çerkez Ethem masanın üzerine çizgisiz, sarı yapraklı tozlu bir defter koydu...
Bizi de harp divanına almasınmı(!)
Ethem Ağanın boyu iki metre, önde Akhisar Kaymakamı!nı sorguladı?
Ona tepeden bakıyordu, eliyle çenesinin ucundan kaldırarak gözlerine baktı:
“ Kaymakam... Sen hangi milletin kaymakamısın?...
Kaymakam titriyordu:
“Osmanlı... Osmanlı tabii, ne diyeyim? E...”
“Osmanlı kaymakamı ha... Hizmetin Yunan’a...”
... Kaymakam asıldı(.) Halktan bir alkış koptu...
Eşraftan bir başefendi:
“sen ne iş yaparsın efendi?”
“Ticaretle iştigal ederim...”
“Ticaretinde vatan satmak da varmıdır?”
“Ben onlara uydum... ne bileyim?...”
...Eşraftan başefendi asıldı ve halktan çok alkış geldi...
Müftü Efendi’ye sıra gelince:
“Biz hiçbir papaz görmedik ki Müslüman!a müftü’ye temenna etsin...”
“Sen papazlara niçin temenna ettin?...”
Müftü Efendi başını hiç kaldırmadı; yere bakıyordu, hiç cevap vermedi... O suçlu bulundu; asıldı; fakat bir sessizlik oldu...
Bu idam için alkış olmadı...
Çerkez Ethem, sırada korkuyla bekleyenlere dönerek baktı; onlara sordu:
“Bir daha yaparmısınız?...”
hayıııır!...
“ İyi ... hadi gidin...” dedi.
Parti pehlivan sonra şöyle demişti:
“Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...”


Yukarıdaki satırlar; A. Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler – Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabından alınmış ve Dedesi Parti Pehlivan’ın anılarına dayalı bu kitabın tarihsel eksenini 1919 – 2008 dönemi, sosyolojik eksenini ise “egemenliğimizin paylaşılmasında beis yoktur” oluşturmaktadır. Ayrıca “Necip Türk Millet’inin” kişisel tecrübelerimizden de hareketle “güçlüden yana olma” şiarının dünyadaki en önemli ve nadide örneği olduğunuda göstermektedir ve umarız tüm güç sahipleri buradaki bu önemli detayı yakalayabilirler.

Perşembe, Temmuz 03, 2008

BİZ SİZİN KİMLERİN DEVAMI OLDUĞUNUZU İYİ BİLİYORUZ-2

BİRİLERİNİN CEMAZIYEL- EVVELİ
DP - 2
“Bugünkü Hükümetin büyük bir marifetmiş gibi göstermiş olduğu; DP Lideri Adnan Menderes döneminin örnek alınarak devamı varsayıldığı ve aslında ne kadar anti demokratik tercihlerin kullanıldığının sadece bir kısmı olan özet, 1. bölümünü oluşturmaktadır.” Diyerek yazımızın 1. bölümünü sonlandırmış idik. Aslında bugünkü hükümet edenlerin liyakatlarının en temel karinesini oluşturan DP Adnan Menderes döneminin 2. bölümünü sıcak gündem dolayısı ile fazlaca anlaşılamayacağından bir süre sonra yazmayı planlamış idim, yine de bunların cemazıyel-evveli bugünlerde çok önem arzettiğinden ve belki de bindirilmiş kıtaların dikkatini çeker diye yazdım.

30 Mayıs 1954: Ateşli Muhalefet lideri ve bugünkü MHP milletvekili Deniz Bölükbaşının da babası Osman Bölükbaşı’yı seçen Kırşehir ili, ceza olarak il olmaktan çıkarılarak ilçe yapıldı ve bununla da yetinilmedi bölünerek eski ilçelerinden bir kısmı ile Nevşehir ili kuruldu. Bu konuda hep rakiplerine saldırı malzemesi olarak kullandıkları “halkı cezalandırma” uygulamalarının prototipini oluşturmuşlardır;
14 Haziran 1954: Yapılan genel seçimlerde muhalefet partisi CHP’ye siz oy mu verirsiniz diyerek, Malatya halkını da cezalandırma amacı güderek Malatya’yı bölerek Adıyaman ilini oluşturmuşlardır. DURMAK YOK KİNE DEVAM misali, ne diyorlardı “bu kin bizim politikamızı şekillendiriyor” İŞTE KİN İŞTE POLİTİKA ve İŞTE ÖRNEK;
1955 yılında TBMM parti meclis grubunda yaptığı bir konuşmada Başbakan Menderes, DP Meclis grubunda arkadaşlarına şöyle sesleniyor : “Siz öyle güçlüsünüz ki, şu anda Anayasa’yı bile değiştirebilir ve Hilafeti getirebilirsiniz” Bu yobaz zihniyetin bugünkü versiyonu ne demektedir “tabii ki değişecek ulan, milletin temsilcileri isterse değişir” diyerek ne kadar liyakat ehli olduklarını ispat etmekte ve cumhuriyet ile kavgalarının itilaf fırkasından beri hiç tavissiz devam etmekte olduğunu hiç çekinmeden de beyan etmektedirler.
8 Nisan 1955: İstanbul'da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlandı ve Kahve alanlar, mahalle muhtarlarının hazırladıkları karneleri imzalamışlardır. Hani karne CHP nin işi idi, gözün aydın CHP işte size DP karneleri haydi kullanın gerçi kullanmamanız bilmediğinizden değil ama neyse konu siz değilsiniz.
Ağustos 1956: Karadeniz gezisine çıkmış olan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Rize'de dükkân sahiplerinin ellerini sıkınca, bu durum derhal bağımsız yargı(!!!) tarafından yasadışı gösteri yürüyüşü sayılarak 6 ay hapse mahkûm olacaktır. Nasıl bir demokrasi ise bu, işte bindirilmiş kıtaların peşine takılan yurdum insanı bunu bir görse, acaba görmediğinden mi ondan da ben pek emin olamıyorum ya, neyse...
5 Eylül 1955: Daha sonraki yıllarda Demokrat Parti’nin bir tertibi olduğu ortaya çıktığı üzere; İstanbul Ekspress Gazetesi’nde Atatürk’ün Selanik’deki evine bomba atıldığı haberi yayınlanarak bugünkü mütareke basınının öncülleri olarak tarihteki yerleri almaya hak kazanmışlardır.
6-7 Eylül 1955: Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi üzerine, gerici-yobaz ve faşistlerin ağırlıklı bulunduğu “Kıbrıs Türktür” cemiyetinin İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlediği mitingi, 6-7 Eylül olaylarını başlattı ve çok önceden planlanan gösteriler, kısa zamanda Rum vatandaşların işyeri ve evlerine yönelik yağmaya dönüştü. İstanbul, Ankara, İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi. Olaylar diğer kentlere de sıçrayınca TBMM olağanüstü toplanarak methedile methedile bitirilemeyen DP Hükümeti kendi tertibi olan olayları muhaliflerinin üzerine yıkmak, bir taşta iki kuş vurarak onlardan da kurtulmak amacıyla yeni bir planı uygulamaya koymuştur. Emniyet Amirlikleri’nce komünist olarak bilinen 48 kişi, tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanıp Harbiye’ye getirildi. İdam talebiyle yargılanması öngörülen bu kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Besirci, Hasan İzzettin Dinamo da bulunuyordu. Bugünlerde nefretle hatırladığımız ama bu sefer içimizdekileri hedef alan SİVAS KATLİAMInı planlanlayanlarda öncüllerini hiç aratmayacak organizasyonlara imza atabileceklerini kanıtlamışlardır.
10 Eylül 1955: Ama bütün bu olumsuzluklara rağmen yinede İçişleri Bakanı Namık Gedik ile İstanbul Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş görevlerinden istifa etmelerine rağmen bugünkü ardılları bu örnek almamaktadırlar.
15 Ekim 1955: Demokrat Parti’de muhalefet yaptığı gerekçesiyle 9 milletvekili partiden ihrac edildi. Onları destekleyen 10 milletvekili de kendi isteği ile partiden ayrıldı. “Onbirler Hareketi” diye anılan bu milletvekilleri, bakanlar hakkındaki iddialarda, “ispat hakkını yasaklayan kanunun” kaldırılmasını sağlayacak bir fıkranın anayasaya eklenmesini istiyorlardı. Gençler mantıkları almayacağı için konuyu anlamakta zorlanabilirler ama o günleri yaşayanlar yada o günlerin olaylarını okuyanlara ne demeli... Ama biz yinede hatırlatalım siyasiler hakkında özelde de iktidardakiler için bir iddia ileri sürenler hakaret suçuyla yargılanıp mahkum olmakta ve yargılanan kişiye iddiasını ispat hakkı tanınmamaktaydı. Reddedilen, bu hakkın tanınması isteğiydi.
24 Ekim 1955: Nazlı Ilıcak ile Ömer Çavuşoğlu’nun babası olan Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu, 6/7 Eylül olaylarında uğradıkları zararlar dolayısıyla, İzmir'deki Yunan Konsolosluğu'na, adeta kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırarak suçluluk psikozu içerisindeki hükümet adına resmi özür yerine geçmek üzere Yunan Bayrağı çekti ve uluslarası düzeyde özel ve güzel bir yalakalık yapmıştır. Tıpkı bugün çocuklarının yaptığı gibi yalakalıkgibi.. İşte cemazıyel-evveliniz bay iktidardakiler ...
8 Nisan 1956: Başbakan Adnan Menderes , muhalefeti, "Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik"le suçladı. Bakınız bunu güzel örnek almışlar ve gerçekten de DP nin devamı olduklarını kanıtlamışlardır.
31 Mayıs 1957: Bakırköy Derbi Lastik Fabrikası hammadde yokluğundan kapanmış, 720 işçi işsiz kalmış ama bunlar bunu örnek saymadıklarından belki de kendi kusurları saymadıklarından olsa gerek hiç sözünü etmeden geçiştirirler.
20 Ekim 1957: DP’nin din istismarı hızlanıyor. Menderes Adana’da yaptığı seçim konuşmasında “ İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir kâbe yapacağız” dedi.
27 Ekim 1957: Genel Seçimler yapıldı. Oyların % 47,9’unu alan DP 419, % 41,1’ini alan CHP: 173, % 7,1’ini alan CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi) 4, % 3,8’ini alan HP (Hürriyet Partisi) 2 ve bağımsızlar 2 milletvekili çıkardı.
1 Kasım 1957: Yeni meclisin toplanacağı bugün halkın tepkisinden çekinen iktidar başta meclisin çevresini tanklarla çevirmek dahil kentin tüm önemli noktalarına askerî birlikler yerleştirdi.
30 Nisan 1958: Et sıkıntısını gidermek için Yeni Zelanda'dan koyun eti dışalımı yapıldı.
2 Haziran 1958: İnönü'nün, İstanbul CHP Merkezi'nde yaptığı basın toplantısındaki demecine yayın yasağı konuldu.
16 Temmuz 1958: Ortadoğu'daki muhtemel karışıklıklara müdahale etmek amacıyla 11 bin ABD askerinin İncirlik üssüne indirilmesine başlandı. Bugünkü hükümet edici AKP ve yandaşları gerçekten DP ve Adnan Menderes takipçisi imişler bu bir kez daha bu konuda kendini gösteriyor.
19 Temmuz 1958: Nükleer silah taşıyan ABD uçakları İncirlik üssüne indi. Sıkışınca muhaliflere çatanlar buna çok dikket etmeliler işte bakın nasıl katıksız bir takip var.
2 Agustos 1958: Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) baskısıyla, Cumhuriyet tarihinin en yuksek orandaki devalüasyonu yapilarak 1 dolar 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarıldı. Devalüasyon orani yüzde 221 oldu. Bugün yere göğe sığdıramadıkları DP ve Adnan Menderes’ten böyle miras aldılar işte...
6 Eylül 1958: Başbakan Adnan Menderes, "İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya…" diyerek muhalefeti tehdit etti.
21 Eylül 1958: Başbakan Menderes, CHP'nin parti olmadığını, İsmet İnönü'nün siyaseti bırakması gerektiğini, basının istediğini yazamayacağını söyleyerek sanki 2007 deki ardıllarının nasıl taklitçi olduklarının daha o günden ipuçlarını vermişler.
19 Ekim 1958: Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Afyon-Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılanarak, Menderes özel bir destek vermek istemiştir Said-i Nursî’ye. Ayrıca Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da gerekli yerlere pervasızca talimat vererek kağıt tahsisi yapmıştı.
13 Temmuz 1959: Trabzon'da bu yere göğe sığdırılamayan DP ve Adnan Menderes hükümeti kararı ile, bir Amerikan üssü kuruldu.
10 Ocak 1960: Said-i Nursî’nin doğu illeri valilerine yazdığı bir mektup CHP’liler tarafından ele geçirilince basında yer aldı. Said-i Kürdî mektupta şunları söylemekteydi : “Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Bu 60 bin talebenin içinde bir iki ahlaksız da çıkabilir. Bunları kitlemize mal etmek doğru değildir. Bu yüzden bölgenizde risale-i Nurlar toplattırılmamalıdır. Nasıl ki Arapça ezan okutturduk ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız. Müslüman Demokratların göstereceği yardıma güveniyorum. Bundan ötürü birkaç defa Ankara’ya gittim,Müslüman vekillerle görüştüm.. Bilhassa başvekil sayın Adnan Bey ve (Milli Eğitim Vekili)Tevfik ileri ve sayın (İçişleri Vekili) Namık Gedik’ten bu neticeyi tayin ettim…. Saidi Nursî “ Ama ne takip ne örnek alış değil mi? Bu kadar katıksızını ve insafsızını ancak bunlar yapar
12 Nisan 1960: DP Grubu yayımladığı bir bildiri ile CHP'yi "silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamakla", bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberlerle desteklemekle suçladı ve bunların üstesinden gelmeyi amaçlayan ve üç ayda işini bitirecek bir Tahkikat Komisyonunu kurulması yönünde kararın alındığını açıklıyor ve derhal yaklaşık 500 Halkevi ve 4500 Halkodası bir taşınmaz ve taşınır mal yığını şeklinde Hazine’ye geçer. Milli Korunma Kanunu’nun polis ve mahkeme önlemlerine, fiyat denetimlerine başvurulur. Tıpkı bugünkü maliye Bakanı ardıllarının yaptığı gibi. Çalışma yaşamlarında 25 yılı dolduran memurlar “görülen lüzum üzerine“ Bakanlık emrine alınarak emekliye sevk edilirler. İşte AKP ve Tayyip Erdoğan hükümeti kadrolaşma konusunda kimden ilim irfan feyz almıştır açıkça ortada...
27 Nisan 1960: Meclis bünyesinde kurulan 15 üyeli Tahkikat Komisyonuna ek yetkiler veren kanun, uzun ve çetin münakaşalardan sonra kabul edilirken; tartışmalardan ötürü de 12 CHP Milletvekili 3 ve 6 , İnönü ise 12 oturum Meclis’ten çıkarılma cezası aldı. İnönü’nün konuşmasının tutanaklardan silinmesi kararı alınarak oturumdan çıkarılma cezası alan CHP’liler direnince de genel kurul salonundan polis zoruyla çıkarıldılar. Komisyonun ilk icraatı, ülkedeki tüm siyasal etkinliklerin ve Meclis görüşmelerinin yayınlanmasını yasaklamak oldu. Kurulan komisyon; sivil ve askerî savcılarla yargıçların tüm yetkilerine sahip olacak, istediği ev ve kuruluşu basabilecek, öngördüğü evrak, belge ve eşyalara el koyabilecek, gazeteleri toplatabilecek ve matbaalarıyla birlikte kapatabilecekti. Komisyon kararlarına karşı gelmenin veya savsaklamanın cezası üç yıla kadar hapis olacaktı. DP’nin yargı yetkisini özel bir heyete veren bu kararı açık bir anayasa ihlaliydi ve iktidardan düşüp yargılandıklarında sorumlu tutuldukları en ağır suçu oluşturdu. Demek ki bugünkü tüm anti demokratik uygulamaların prototipini DP ve Adnan Menderes hükümeti oluşturuyormuş, tıpkı ABD deki Mc Carthy örneği gibi, tabii ki de bu konuda durmak yok yola devam edilmeli...
28 Nisan 1960: TBMM görüşmelerini haber yapmaya kalkışan tüm gazeteler toplatıldı. Tabii o zaman bu kadar paraları olmadığından satın alma yerine kapama işlemine tabi tutuyorlardı şimdi ise satın alarak susturuyorlar, eeeeeee devir finas oyunları devri yaa. Babalar gibi alıyorlar işte...
22 Mayıs 1960: Haberleşmeye sansür koyan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, beş kişinin bir araya gelerek dolaşmasını yasakladı. Yani hani asker ve TSK hep bunların karşısında idi, tam bir büyük yalana dayalı propaganda...

Ama ne demişti propagandanın babası Faşist Hitler’in Faşist bakanı Göbels: “ Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”

Bugün tüm yobaz-gerici, hurafe-safsatacı, bağnaz ve hanedanlık özentisi güruhun organize oldukları; başta HAK-İŞ, MEMUR-SEN, MÜSİAD, MAZLUM-DER, İLİM YAYMA CEMİYETİ, GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI ve HUKUKÇULAR BİRLİĞİ olmak üzere bu iktidar öncesi sürekli olarak ve de özellikle Cuma namazları çıkışında batı dünyasının müslümanlar üzerinde yaptıkları zulmü yalandan olduğu şimdi çok net anlaşılan cami önlerinde gösteriler yaparak protesto ederlerdi, şimdi nerde bu kuruluşun adamları sayıları artmasına karşın sesleri çıkmaz oldu, acaba nema konusu mu var, yoksa özellikle IRAK’ta en büyük destekçileri ABD bombaları ile öldürülen 1.000.000 dan fazla müslüman insan onları ilgilendirmiyormu yoksa? Gerçi bunların öncülleri ve itibarlı abilerinden olan Mehmet Şevki Eygi ne demişti kanlı Pazar öncesi yazısında “ABD Müslümanların 2. kabesidir” ve sonrasında commerzbank ta hesabına 350.000 $ yatırıldığınıda unutmadık hatırlıyoruz.
İşte AKP nin kıymeti kendinden menkul yöneticileri siz ve cemazıyel- evveliniz budur. Liyakatınızın temelini oluşturan, 31 mart kafası, itilaf Partisi kafası, Said-i Nursi kafası ve günümüzdeki takipçisi Fettullah Gülen kafası sizin cemazıyel-evvelinizi oluşturur. Ama nedendir bunları görmezden gelerek; keçinin koyunu davrandığı gibi davranmaya devam ediyorsunuz.