Pazar, Ağustos 08, 2010

SİYASET DIŞI VESAYETİN SON BULMASINI SAĞLAYACAK PLAN-1



İŞKENCECİLERİ YARGILAYIN YADA DEŞİFRE EDİN

Ne diyor Başbakan Erdoğan "12 Eylül referandumunda gencecik ölümlerle, zamansız vedalarla hesaplaşacağız. 30 yıl sonra milletçe 12 Eylül'le vedalaşacağız"
12 Eylül darbecileri ile birlikte aynı güçler tarafından beslenen AKEPE’ye ne oluyoruz be demek gerekir ancak, geriye dönüp bakıldığında içinden geldikleri siyasal geleneğin TBMM’deki aktörleri bırakın hesaplaşma hayalini idamlara onay verdiler.
Ohh ne ala… Necip Türk Milletinin balık hafızasına sığınarak bu lafları etmek kolay ama bu konuda samimi olmak başka bir şey… Peki, köprülerin altından çok sular aktı değiştiniz diyelim şimdi samimiyseniz ve siyaseti vesayetten kurtarmak istiyorsanız, insanı en fazla siyasetten uzaklaştırma aracı olan ve insanlığa karşı işlenen en önemli suç sayılan işkencenin en önemli hiyerarşisini oluşturan 12 Eylül yönetimini hiyerarşinin 1 numarasından başlayarak işkence malzemesi depocusuna kadar herkesi cezalandıracak yasa yapın da görelim ve gerçekten hesaplaşacağınıza inanalım.
Ama yok tabi. Anayasa değişiklik maddeleri Adalet Komisyonunda görüşülürken bir üyenin ‘’insanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı olmaz’’ maddesini önerdiğinde ‘’işi sulandırmayın’’ cevabı ile karşılaştığı üzere AKEPE samimiyetten uzak misyonunu yerine getiriyor.
Tayyip beyin Antalya konuşmasında ‘’AKEPE ANAYASASINA HAYIR pankartı açan Halkevi üyelerine uygulanan linç de 12 Eylül hukuksuzluğunun devam ettirileceğinin bir kanıtı olarak da karşımızda duruyor.
Ne demişti Netekim paşa paşamız? 82 Anayasasının lehinde konuşabilirsiniz, ancak aleyhinde konuşmak yasak.
Var mı bir farkı allahaşkına.
Ülkeyi emperyalistlere peşkeş çekerek ipotek eden; emperyalizmin Ortadoğu’daki tetikçisi haline getirilen TC ordusunu «Çevik Kuvvet» haline getiren Türkiye halklarının onurunu ve kimliğini emperyalizm karşısında yok eden, yürüyüş, toplantı, miting ve gösterilere müdahale ediyorum numarasıyla saldırarak insanları coplayan, döven ve hatta kurşunlayan, katleden, yerlerde sürükleyerek gözaltına alan, binlerce devrimci-ilerici ve yurtseveri işkence hanelerde, zindanlarda, sokaklarda, darağaçlarında katleden, Devrimcilerin-yurtseverlerin idam fermanına imza atan, tüm ülkeyi yarı-açık cezaevine, istisnasız tüm karakolları, emniyet amirliklerini, gözetim yerlerini, MİT binalarını, siyasi şubeleri işkence haneye çeviren; Uluslararası Af Örgütü’nün belirleyebildiği 72 çeşit işkenceyi yüz binlerce kişiye uygulayan ve bu işkencelerde yüzlerce kişiyi katleden, binlercesini sakat bırakan ve tedavisi olanaksız yaralar açan, “Elimizde taş gibi oğlanlar var” diyerek işkence hanelerdeki tecavüzleri, cop sokmaları meşrulaştırmaya çalışan; çocuk-yaşlı, kadın-erkek demeden herkese ve hatta hamile kadınlara dahi işkence yapan ve düşüklere yol açarak katliamları doğmamış çocukların katline kadar vardıran; Cezaevlerinde tutuklulara ve ailelerine eza-cefa, işkence, baskı, yasak ve keyfi yaptırımlar uygulayan, tutukluları kobay olarak kullanan, işkence soruşturmalarının üzerini örten, bu alçak işkencecileri onları koruyan, terfi ettiren, ödül veren;

12 Eylülün 5 li çetesi; Kenan EVREN, Nurettin ERSİN, Tahsin ŞAHİNKAYA, Nejat TÜMER, Sedat CELASUN ve emir komuta zinciri içinde Necdet ÜRUĞ, Necip TORUMTAY, Haydar SALTIK (MGK Genel Sekreteri, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı ve aynı zamanda cuntanın ''akıl hocası'', 12 Eylül operasyon planı olan ''Bayrak Planı''nın hazırlayıcısı) ,Necdet ÖZTORUN, Kemal YAMAK, Burhanettin BİGALI, Osman ÇİTİM (Adana merkez komutanı ve Tunceli Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı ve jandarma Tugay Komutanı olarak halka yönelik işkence ve katliamlarda bizzat yer almıştır. Devrimcilerin yakalandığı yerde öldürülmesi emrini vermiştir) Ahmet TURHAN (Kürt halkına yapılan işkence ve katliamların içinde yer almıştır), Suat İLHAN (1983'e kadar Diyarbakır Kolordu Komutanı olarak Kürt halkına yönelik katliam ve asimilasyon politikasının uygulayıcısı olduğu gibi, daha sonra da ''Atatürk Dil, Tarih Yüksek Kurulu'' Başkanı olarak, faşist ideolojiyi ''Atatürkçülük'' adına kitlelere empoze etmeye çalışmıştır), Yusuf HAZNEDAROĞLU (Maraş Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı. Maraş'ta işkenceleri yönetmiş, işkencede devrimcilere ''biz sizi beton çukurlara gömmeyi bilirdik ama ah şu dengeler yok mu!'' diyen bir faşist)
başta olmak üzere;
İşkencenin akademisyenleri
MİT’in dillere destan işkencelerinin, MİT merkezleri, şubeleri, sorgu merkezleri ve gizli MİT binalarının ünü 12 Mart'ta ve 1970-80 arasında da kamuoyuna yeterince yansımıştır. 12 Eylül döneminde MİT, CIA, MOSSAD işbirliğiyle yüksek tecrübeler neticesi geliştirilen işkence usul ve yöntemleri, canım ülkemin her bir yanına MİT'in Fuat Doğu gibi işkence uzmanlarınca taşınmış, öğretilmiş ve MİT'in işkence uzmanları karakol karakol gezerek işkencelere katılmışlar, uluslararası istişareler neticesinde edindikleri teorik bilgileri uygulama fırsatını bulmuşlardır. Bu işkencede sınır tanımaz işkenceciler tanınmamak için işkence yaptıkları kişilerin gözlerini bantlar ya da bağlar, birbirlerini kod isimleriyle çağırır, seslerini değiştirir, işkence ile imzalattıkları ifadenin altına isimlerini dahi yazmaktan korkar bu işkenceciler ve işte sırf bu yüzden MİT'in tüm operasyon mensupları işkencelerden dolayı sorumlu tutulabilirler.

12 Eylül'ün Valileri
Olağanüstü yetkilerle donatılan 12 Eylül valileri, vali yardımcıları, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarından, demokratik hakların gaspından, baskı ve işkencelerden, katliamlardan sorumlu tutulmalıdırlar. Bunlardan en ünlü isim ise ANAVATAN hükümetleri döneminden bu yana değişmeyen İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu; Meşhur Kahramanmaraş katliamı dönemi Kahramanmaraş valisidir kendileri, bugünkü Hükümetinde en önemli simalarındandır. Hala en önemli siyasi cinayetler bu muhterem zat’ın İçişleri Bakanlığı döneminde gerçekleştirilmiş ve failler yakalanmadığı gibi deliller de karartılmıştır. Örneğin Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalının parçalanan araçları itfaiye aracının tazyikli suyu ile yıkanmıştır.
İşkenceleri Yaptıran veya Doğrudan Yapan İşkenceci Ordu Mensupları ve İşkenceci, Faşist Cezaevi Müdürleri ve Cezaevi Personeli
12 Eylül dönemini sembolize eden işkencenin en yoğun ve kapsamlı yaşandığı yerler olan cezaevlerindeki işkence, baskı, yasak ve keyfi uygulamalardan sorumlu olan faşist müdürler ve diğer görevliler cezaevlerindeki fiziki ve psikolojik yıpratmadan, işkencede katletmeye, açılık grevindeki, ölüm orucundaki tutukluları imhaya kadar tüm her şeyden sorumlu ve suçludurlar. Bu alçakların elleri, Metris, Sağmalcılar, Diyarbakır, Mamak, Adana başta olmak üzere tüm cezaevlerinde katledilen onlarca devrimci-yurtsever insanın kanına bulaşmıştır. Yüzlerce sakat ve binlerce hastanın yaratıcısı ve sorumlusu bunlardır.
İşkenceleri savunan ya da bizzat katılan Doktorlar
12 Eylül sürecinde meslek onurlarını korumayan ve bu anlamda en kötü sınavı verenler ne yazık ki Hipokrat yemini etmiş doktorlar oldu.
İşkence hiyerarşisine sistemli olarak onbinlerce işkenceci yetiştiren 12 Eylül, doktorlara Doktor olarak önlemesi gerekirken işkencelere katarak gerek merkez, şube ve karakollarda, gerekse de cezaevlerinde işkence dozaj ayarlamalarında rol verdiler, işkenceci olmayan bazı doktorlar ise ''bana dokunmayan yılan bin yaşasın” yaklaşımı ile işkenceyi gördüğü ya da bildiği halde sustu, sırtını döndü.
Kimileri de önüne getirilen işkenceden perişan olmuş insanlardaki işkence izlerini gönüllü ya da polis baskısıyla görmedi, sahte ''sağlam raporları'' tanzim ettiler, işkenceden ölüm nedenlerini gizleyip “normal ölüm” diye açıkladılar, ister bizzat ve doğrudan, isterse dolaylı yoldan işkenceye katılmış olsun, bu suça ortak olan doktorlar da işkence yapan kadar, işkenceyi bilen, gören ama susan, sessiz kalan da suçludur yorumu ile suçlanmalıdırlar.
12 Eylül 'Hukukçuları
12 Eylül döneminde yüzbinlerce ilerici-yurtsever-demokrat ve devrimciyi faşist cuntanın emir ve talimatları ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yargılayan ve inanılmaz ağır cezalara çarptıran, savaş hali hükümlerini geçerli kılarak savunma hakkını yok eden; işkencelere, işkencecilere göz yuman ve yüzlerce devrimci hakkında kalem kırarak idam hükmü veren hâkimler, savcılar, başsavcılar, adli müşavirler, hukukçulukla ilgisi olmadığı halde mahkemeleri yönlendirmek için atanmış mahkeme başkanları, askeri yargıtay üyeleri ve savcıları ve diğer tüm görevliler ''12 Eylül Hukuku''nun tüm uygulamalarından sorumlu tutulmalıdırlar.
İnsanlığın en büyük suç olarak kabul ettiği işkenceyi ''emirle yapmış olmak'', suçu hafifleten bir neden olmamalıdır olamaz da. İşkence yapmayı meslek haline getiren ve bundan zevk ve haz alan kişi, bunu ister emirle, isterse gönüllü ya da işsizlik korkusu gibi nedenlerle yapmış olsun suçlu sayılmalıdır. Ve hiçbir şekilde affedilmeyecek bir suçun failidir bu alçak işkenceciler.
Hadi buradan başlayın bağırsakları temizlemeye de görelim bu samimiyet çıkışınızı.
İktidarsınız ve Devletin tüm arşivleri elinizin altında, İşkence merkezlerinde dönemler itibariyle görev yapan en alttaki işkenceci dahil tüm bilgilere ulaşabilirsiniz. Genel Kurmay’ın kozmik odalarına kadar giren bir AKEPE samimi ise Askeri birliklerde yapılan işkencelere dair nöbet defterlerine de ulaşması mümkündür.
Samimiyseniz eğer böyle bir bağırsak temizliği yapabilirsiniz.
Hadi yargılayın, yapamazsanız da hiç olmazsa deşifre edin bu alçakları… İşkenceci polis şefini Koruma Müdürü yapan bir AKEPE den elbette samimiyet beklemiyoruz…
Ve bütün bu olan bitenlere sessiz kalıp “keşke Atatürk ülkeyi kurtarmamış olsaydı da İngilizlerin idaresinde olsaydık ” diyebilen kızlara destek olacaksınız sonrada biz samimiyiz diyeceksiniz ve inanılmasını bekleyeceksiniz.
diyoruz ki;
Hadi ordan… Hadi ordan… Hadi ordan…

Perşembe, Temmuz 22, 2010

YEŞİL DEVRİM

“Emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda 21 YY.da geliştirilen Yeni Sömürgecilik sürecinde yeni ataklar devam ederken para ve din belirleyici enstrüman olmaya devam ediyor”


Ukrayna’da “Turuncu Devrim”,
Gürcistan’da “Gül Devrimi”,
Kırgızistan’da “Lale Devrimi”…


Bir proje: Yeşil Kuşak

Bakıp görmeyenler, dinleyip duymayanlar hariç hatta sağır sultanın bile duyduğu ve bildiği üzere yeşil kuşak projesinin ana yaklaşımı, İslamiyet'i SSCB ve komünizme karşı bir kalkan yaparak, SSCB'nin petrol zengini Ortadoğu’daki olası etkinliğini engellemek ve süreç içinde İslamiyet ile kuşatılan bu coğrafyanın tamamen çökertilmesinden ibarettir.

SSCB'nin Afganistan işgalinde yarattığı staj ortamında CIA ve Pakistan himayesi ve önderliğinde İslami Mücahit güçler örgütlendi ve savaşan ordular yaratıldı. Bu uğurda Afganistan'da ekilen haşhaşın, eroin olarak dünya piyasasına arzına kirli savaşın finansmanı uğruna göz yumuldu ve hatta ön ayak olundu. Bu pazarlamada baba Bush ve Karzai aktif görev aldı. Ve nihai karşı saldırı amacıyla Afgan gruplara yoğun silah bağışı yapıldı. Pakistan'daki CIA kamplarında Afgan mücahitlerine askeri eğitim verildi. Verilen bu eğitimler enternasyonel radikal dinci savaşçı örgütlerin temeli oldu ve proje ürünlerini verdi.

Aynı dönemde İran ve Türkiye’de yapılan operasyonları sıralamaya gerek yoktur sanırım. Çünkü bu konu o kadar yazıldı çizildi ki… Ancak bu iki ülkede de 1 yıl ara ile darbeler gerçekleştirildi. Takip eden yıllarda Sovyet destekli Afgan Komünist Partisi Lideri Necibullah devlet başkanlığını bırakıp sığındığı Kabil’deki ABD Elçiliğinden alınarak elektrik direğine asıldı. CIA destekli darbe ile getirilen Pakistan Devlet Başkanı General Ziya Ül Hak yine bir CIA operasyonu ile 10 Bakanın da içinde bulunduğu askeri uçak düşürülerek öldürüldü.

Tüm bu yaşananlar bir yana bizi ilgilendiren bu projenin yarattığı tusunamiler…
Önce yeşil kuşak projesi nihai düşman görülen SSCB nin çökertilmesine yönelik dönemsel bir proje iken SSCB nin yıkılması neticesinde bunun haz ve tadına doyamayan emperyalistler işbirlikçileri aracılığı ile 1990 sonrası her daim bir yeşil kuşak projesi uydurması ile güzelim memleketimi dizlerinin üstüne çökertmişlerdir. Planlarının sorunsuz yürüdüğünü, çıkarlarının pekiştiğini gören bu alçaklar dahili bedhahlarıyla birlikte güzel memleketimi şimdi de kalıcı olarak yeşile boyamak için yeşil devrimin tehdidi altına almışlar ve buna uygunluk gösteren büyük ölçüde bir biat siyasası yaratışlardır. Kömürün ve yapılan iaşe yardımların uyuşturduğu ortamda ne yazık ki durum necip Türk milleti tarafından pek fark edilememektedir.

Erbakan’ın yeşil devrimini kanlı mı kansız mı gerçekleştireceğinin yarattığı korku ile toplumu radikal İslam yerine ılımlı islamın kucağına oturttular. İşte sıtmaya razı olma durumu budur.
Bence bu radikal İslam ile ılımlı İslam arasında görünen post kavgasının aktörleri “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman”dan “Tek yol İslam” a kadar nasıl evrildiğinin “milli görüş” durağından geçerek sonuçta nasıl “ılımlı İslam”a gelindiğinin izahıdır. Bu durum evrime ayak uyduramayanların ABD ve AB tarafından nasıl tasfiye edildiğinin resmi olup, bugün dünkü destekleyicilerine başkaldırmalarının ve saldırmalarının gerekçesini oluşturmaktadır.

Kurtlar vadisi felsefesi ile konuşarak sokakta taraftar toplayan kabadayı edası ile kasım kasım kasılan muhteris liderler güzelim memleketimi, ne yazık ki Soros’un sınırsız desteği ve harici ve dahili bedhahlarının inanılmaz ve şeytana pabucunu ters giydirecek tezgahları ile yeni bir devrime taşıyor. Bu kabil renkli devrimlerin mimarı-müteahhiti–kontrolörü durumundaki ABD ve AB nin karanlık mahfillerindeki düşünce kuruluşları (en başta da dış ilişkiler konseyi) amaçlarını inanılmaz güzel ve cilalı biçimde örterek malum gerekçelerle ve malum kaynaklardan oluşturdukları fonlar vasıtasıyla özellikle de tercih ettikleri dil ve sorunların teşhisinin doğruluğuyla da yarattıkları iklim neticesinde başta gençlerimizi zehirleyerek siyasi ve ekonomik emellerini gerçekleştirmenin peşindeler.

Peki bugüne kadar bu rolleri kim oynadı güzelim memleketimde; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi lider ve kadroları oynamadı diyebilir Allah aşkına…

Dünün işbirlikçilerinden ılımlı İslam’a evrilip terfi edemeyenler ya da değişip dönüşemeyenler bugün yeterince güvenilir bulunmadıklarından ya da artık işlerinin ve misyonlarının bittiğine inanıldığından olsa gerek terk edilmişliğin verdiği acı ile dün işbirliği yaptıklarına şimdi esip gürlemektedirler.

Diğer taraftan da milliyetçiliğe giydirilen türban sayesinde oldu sana bir ulusalcılık Allah selamet versin…

Peki, ya sürekli milli siyasetin gereği her Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonrası açıklanan ve genellikle duruma göre 1. ya da 2. sıraya geçen “Kurulumuz irtica ile mücadele” ye devam etme kararı almıştır açıklaması yaparak koca koca laflar eden ve bu kurulun lokomotifi durumundaki Silahlı Kuvvetlere ne demeli. Bu rolün neresinde zannediyorlar kendilerini acaba? Hele şimdi komutanlıktan eskimiş bu kişilerin TV lerde boy boy görünüp kocaman kocaman laflar ettiklerine bakılırsa, ya dün ta İsviçrelere kadar kaçan Yobazbaşını tekrar parti kurup politikaya devam etmesi için davet ettiklerini unutuyorlar ya da bizi ahmak zannediyorlar. DİSK Metal İş Sendikasının Gönen Eğitim Tesisinin mahkeme kararı ile alındığı tarihe kadar geçen dönemde 12 Eylülçü faşist generaller tarafından yatılı Kur’an Kursu yapıldığı hala hafızalarımızdan silinmedi. Bir taraftan “iti ite kırdırma” politikaları ile bu ülkenin 10 yıllarını; diğer taraftan binlerce düşünen ve sahiplenen insanının yok edilmesine diğer taraftan da alımı yapılan silah ve projeler ile deyim yerinde ise gırtlağına kadar borçlanmasına sebep olduklarını unutmamızı beklemesinler. Hele hele yaklaşık 1 milyon insanı gözaltına alan, binlercesini işkencede yok etme pahasına mevcut apoletlerine ilaveten “our boys” apoleti ile ABD den aldıkları aferinleri asla unutmayacağız. Bu güzel ülke insanına zulmeden işbirlikçilerli unutmayacağız ve onlarla barışmayacağız.

Şimdi bakıyorum bazı generaller “onlarda yanlıştı” diyorlar ya sanki gözlerinden çakmak çakmak bugün de doğruyu yapmıyoruz ama ne yapalım rolümüz bu işte dedikleri belli oluyor.

ÖZ DEMOKRASİ
EN ÖZ DEMOKRASİ
ULTRA DEMOKRASİ
diye diye korkarım adım adım gidilen nokta Yeşil devrimdir…

Son söz; umarım bu kez ülke devrimin rengini karıştırır ve halktan yana en geniş kitleleri mutlu kılacak bir renkli devrim oluşur bu güzelim memleketimde ama nerde o günler…

Cuma, Haziran 11, 2010

AĞACA ÇIKARAK YENİLEN DUTUN KARŞILIĞI ANNEDEN DAYAK

Çocukluğumun; her çocuğunki gibi bir sürü şeyin varlığından haberdar hatta duyup ta ulaşamayan ama son derece sağlıklı, güvenli ve duyarlı bir çevrede geçtiğini bugün de çok rahatlıkla söyleyebilirim. Doğup çocukluğumun geçtiği bu güzel ve şirin sahil kasabasını ahh bir Yaşar Kemal ya da bir Balsac olsam da uzun uzun tarifleyebilsem, şimdilerde de çok meşhur olan yerli mandalinini, soğanını, kavununu, kopanisti peynirini ve balığını, Girit’ten başlayan Selanik’e kadar uzanan “ricat coğrafyasının göçmenlerinin” inanılmaz bir ahenk ama aynı zamanda kendi içine dönük yaşamlarını anlatabilsem. Böyle bir meziyet ve kabiliyetimin olmamasına rağmen bu içimde kabaran nostaljik durumu paylaşmak için içimde inanılmaz bir istek var ve bu isteğin yarattığı azim ile başladım bunları yazmaya umarım bu şirin sahil kasabasına layık ya da en azında hakkettiğinden az olmayan bir sonuç çıkar ortaya…

Ne hoş şeyler hatırlıyorum o günlerden; örneğin evlerin çatılarında şişeler olurdu hani evde gelinlik kızların bulunduğunu hatta evdeki gelinlik kız sayısıyla da uyumlu miktarda olmak kaydıyla yerleştirilirdi ki bunlar kızlar gelin gittikten sonra da aynı miktarlarda eksiltilirdi, nasıl bir görenekti, buradan göçen Rumlardan mı yoksa buraya bugünkü Yunanistan’dan göçen Müslüman Türklerden mi intikal etmiştir bilemedim, belki de akraba evliliğinin önüne geçmenin bir yoluydu ama enteresan olduğu tartışılmaz…

Ayakkabı ihtiyacı olunca kunduracı İbrahim abiye gidilir oda sanatının üstadı imajı bırakacak biçimde ayağımızı bir karton üzerine çıplak olarak bastırır ve bunu silinmez kurşun kalemle özenle çizer ve “3 gün sonra gel” ya da “5 gün sonra gel” diye bizi gönderirdi, süre dolunca gider ayakkabılarımızı alırdık ve görürdük ki ayakkabının tamamında ham deri kullanıldığından en çabuk eskiyen yanı olan tabanında bol miktarda kabara var ki uzun süre kullanılabilsin bu ayakkabılar, tabii şimdiki gibi öyle her amaca yönelik ya da her elbise rengine uyum sağlayacak şekilde farklı ayakkabı sahibi olmayı bir kenara bırakın bunun fikri bile akla düşmezdi. Şimdilerde sadece bu yüzden büyük ayakkabı mağazalarına gider o güzelim rengarenk çocuk ayakkabılarını uzun uzun inceler ve keşke bizim dönemimizde de böyle olsaydı diye içimden geçiririm.

Bu şirin kasabamızı; Ülkemizin en önemli 3 şehrinden biri olan İle bağlayan daracık ve şunun tarlasına dokunmasın bununkine özellikle dokunsun siyasi tercihleri neticesinde tüm diğer yollar gibi yılana benzer bir karayolu vardı ve sabah kasabadan erken saatte yola çıkan akşam geç saatte dönen bir rutin seyrüsefer düzeni içinde, burunlu Peugeot marka otobüsü ile kader birlikteliği olan “pejo” lakabı ile maruf bir sahibi vardı oğluda benim ilkokul arkadaşım olan Recep bile babasının bu lakabı ile anılırdı “Pejo Recep” ve ne yazık ki kendisini birkaç yıl önce kaybetmişiz ve maalesef benim haberim yeni oldu… Zaten Kaymakamlık, Jandarma, Polis için birer araç dışında köyler dahil kasabamızda 2 köy minibüsü 2 kamyon 2 traktör ve iki taksi vardı.

Bizim de evimiz bahçeli idi hani bahçeli deyince sakın evin önündeki birkaç yüz m2 bahçe anlaşılmasın; kocaman en azından benim gözümde öyleydi, yaklaşık 6 dönüm bir bahçeydi söz konusu ve içinde her türlü ağaç vardı. Kocaman dolaplı bir kuyusu ve yine içinde yüzlerce balığı bulunan kocaman bir sulama havuzu vardı, bağ evi görünümlü bir evdi ve bahçesindeki ağaçlardan bu yazının yazılmasına vesile olan dut ağacı en görkemlisi idi, beyaz parmak dut diye anılan meyvesi ile de tüm sokağa hizmet verir hatta yoldan geçen köylülerde göz hakkı çerçevesinde yola sarkan dallarındaki dut meyvesinden toplarlardı. Küçük kasabalarda insanlara hitap edilmesi veya insanların anılmasında belki soyadı kanunu öncesinin alışkanlığından olsa gerek lakap kullanılması olmazsa olmaz gibi bir şeydi; Babamın lakabı da gençliğinde hergün giydiği pırıl pırıl parlayan körüklü çizmelerinin benzemesi nedeniyle “Tito Yaşar” imiş ve “Tito Yaşar” bir gün erken saatte bu dutu, olgunlaşan dutların yere düşmesi ile oluşan kendisine göre pislikte bol miktarda sineğin toplandığı gerekçesi ile keser ve uyandığımızda artık dutumuzun olmadığını görünce şok olmuştuk ama artık yapacak bir şey kalmamıştı. Kesilen dut ağacımızın gövdesinden yine anımsadığım kadarı ile dut ağacı gövdesinden iyi eşek semeri yapılır gerekçesi ile bizim ve bir tanıdığımızın eşeğine 2 adet semer yapılmış ve dutumuz uzunca süre de bu eşeklerin sırtında semer olarak yaşamış idi. Ama en sinir bozucu tarafı ise artık üstüne çıkıp saatlerce hatta ishal olana kadar dut yeme zevkimiz sona ermişti ve belki de bu yüzden evimizin bahçesi bana çıplak görünmekte idi.

Evlerin etrafları ise; tütün tarlaları, buğday-arpa-yulaf tarlaları, karpuz kavun tarlaları, anason tarlaları ile incir, sakız, dut, zeytin, narinciye, armut, iğde ağaçları, nar, badem ağaçları ile dolu bahçeler ile çevriliydiler ve az da olsa üzüm bağları bulunmakta idi ve biz bunların kah üstüne çıkarak kah altına saklanarak buradaki “göz hakkımız” olan hırsızlığımızı yapardık.

Atlar, eşekler, keçiler, koyunlar vardı, neredeyse her evde bir keçi bulunurdu hem de çok süt veren cinsi olan “Malta keçisi”, keçiler koyunlara göre daha fazla yer alırdı evlerin ahırlarında hele keçi yavruları, oğlaklar bir güzeldirler yazılarak anlatılamaz bu güzellikler. Keçilere koyunlara yavruladıktan sonra yavrularını sahibinin bilgisi dışında beslemesin diye bezden yapılmış koruma sağlayan çantacıklar asılırdı (bir nevi sütyen) vay be neler hatırlıyorum…

Babam o yıllarda her Türk erkeği gibi inanılmaz sigara içicisi, dönemin önemli sigarası Bafra var filtresiz ve hatırladığım kadarı ile de fiyatı 60 kuruş; ta ki yakalanana kadar babama her sigara almaya gittiğimde Bakkal Mehmet abiye “babama bir paket Bafra sigarası birde 40 kuruş ver hesabına 1 Tl yaz” derdim o da ne bilsin söyleneni yapardı birgün hesap kabarık mı olmuş işte ne olmuşsa benim 40 kuruşu alıp kullandığım ortaya çıkınca, babamdan inanılmaz bir fırça yedim ayrıca da kıssa ve hisse muhabbetleri yapıldı saatlerce…

Herkesin bahçesinde yüzlerce mandalin, portakal ve limon ağacı vardı en azından yine hatırladığım kadarı ile de bizim uzunca sayılabilecek sokağımız limon çiçeği kokusu ile dolu olurdu o zamanlar özellikle de akşam saatlerinde, şimdi ise imara ve yapılaşmaya açılmasını takiben kanalizasyon kokmaktadır. İmarın ve yapılaşmanın yarattığı ekonomik değer artışı belki hepimizi rahatlattı ama bu duygularımızı kaybettirdi bize…

Sokakta oynanan oyunlar hava kararana kadar devam eder ve hatta annelerin “baban seni çağırıyor” demesine kadar da bitmezdi, düşerek kalkarak oynanan bu oyunlar içinde; çikolata ve sakız paketleri içinden çıkan futbolcu resimlerinin duvara dayayarak serbest bırakılması ve diğer oyuncunun attığı bir öncekilerin birine değmesi halinde değdiği resmin alınması, değmemesi halinde ise hamle hakkının diğer oyuncuya geçmesi şeklinde saatlerce süren oyun, kaptan çukuru denilen bilyelerin birbirlerine çarptırılarak oyun alanı içindeki birkaç çukura sokulması oyunu, halen devam ettiğini duyduğum çelik-çomak oyunu vs. gibi bir sürüsü daha… Tozun toprağın içinde oynanırdı hiçbir korku ve kaygı taşımadan tüm bu oyunlar, hele de yağmur yağınca saklambaç oynamak bir başka güzel gelirdi bize, toprağın yağmurda oluşan kokusunu almak için bir kıskançlık gösterisiyle bir kenara saklanıp kokuyu başkaları ile paylaşmamak mı yoksa oyun bahanesiyle yağmurdan az etkilenmeye ve oyunu bırakmadan devam edebilmek kaygısından mı bilemeyeceğim ama, işte öyle… Hele bir de Teksas ve Tommiks çizgi romanlarını okuma zevki yaşanırdı ki sormayın gitsin, hele de okunmuşların arkadaşlar arasındaki değişikliği dönemindeki tartışmalar, pazarlıklar içeren uzun uzun konuşmalar gerçekten hatırlanmaya değer şeyler olup asıl olanın ise tarifsiz bir arkadaşlık, saf, temiz ve karşılıklılık gerektirmeyen yapmacık olmaktan sonsuz uzak ilişkiler olmasıydı…

Hükümet binasının hemen arkasında Kasaba Kalesinin karşısında yaklaşık 20 mt ye 30 mt lik bir boş arsa vardı oranın adı da Ali Sami Yen’di orada kasabımızda ister sonradan ünlü futbolcu olsun isterse de benim gibi sıradan bir futbolsever olsun herkes oynamıştır ve hatırladığım kadarı ile de oynayanların 3 yada 4 katı kadar seyircisi olurdu bu maçların ve tabii ki herkesin burada da birer lakabı vardı bunlardan şu anda aklıma gelen “Sanlı İbo” olup hala daha bu arkadaşımıza 50 yaşların ortalarına gelmemize karşın “Sanlı” diye hitap ederiz, hangi İbo Sanlı İbo gibisinden işte…

Kollarımızda neredeyse herkesin kolunda ve sünnetlerinde takılmış olan büyük gururla taşıdıkları “Nacar” marka kol saatleri, ailece gidilen misafirliklerde “teyzesi çocuğa paşa çayı” muhabbetleri, Turistik kasabamızın yeni ve aykırı yazlık misafirleri Hippiler, Rumeli dondurmacısının ilk hali seyyar satıcıdan sakızlı veya karadutlu dondurma alma muhabbetleri, her kasabada olduğu üzere bizim kasabada da Somalı gazozları vardı, ne güzel tatlardı bunlar tarifsiz…

Yazlık sinemalarda; Yılmaz Güney, Ayhan Işık, Kuzey Vargın filmleri, Radyolarda Zeki Müren, Safiye Ayla, Fecri Ebcioğlu, şarkıları ile meşhur Orhan Boran’lı şovlar ile akşamları “arkası yarın” ile radyo tiyatrosu ve ajanslarda yerli Süleyman Demirel haberleri ile yabancı “Mısır’ın yarı resmi haber ajansı el-ahram” mahreçli haberleri ile sürekli tekrarlanan Kıbrıs başlıklı konuda ise “Denktaş” haberleri ve pikaplarda (plakçalar) Orhan Gencebay, Berkant, Ertan Anapa ve rock’n roll kralı Elvis Presley şarkıları doyumsuz anlar yaşatırdı insanlara…

Hükümet başkanı olarak ta; Süleyman Demirel vardı (hala var ya işte aynısı) tam bir padişah izlenimi vererek iktidara gelmiş de hiç gitmeyecek bir görüntü vererek, gitse bile sanki maç arası olmuş ve bitmiş gibi yeniden gelerek…

Teknolojinin orta halli ailelere hiç yakın olmadığı yıllardır bu yıllar ve radyo dışında buzdolabı hele de telefon bizler için sanki hiç ulaşılmayacakmış gibi duran teknolojik araçlardı…

Rumeli göçmeni olan bir ailenin bir bireyi olarak annemin babamın softa olmadığını hemen belirtmeliyim ama annemin inanılmaz bir şekilde beni kuran kursuna gönderme arzusu vardı tüm reddetmeme karşın kuran kursuna da yazdırıldım ve başladık kursa cami ve kuran kursu için ayrılmış odacık hemen denizin kenarında idi ve biz kursa devam ederken arkadaşların denizde yüzerken bağırış-çağırışları bize kadar gelir ben açıktan diğer arkadaşlar ise gizliden gizliye imrenerek dalar giderlerdi deniz hayaliyle. Aslında kursu veren caminin müezzini aynı zamanda arkadaşımızın babası olan muhterem zat son derece hoşgörülü ve bizlere sevgi ile yaklaşan biri idi, günlerden birgün demek ki onunda eşref saati dışındaki eşek saatine denk geldik oturduğu yerden uzun değneği ile bize vurmaya başladı, işte o anda bende film koptu ve odadan dışarıya fırlayarak asma kilidi olan ve dışarıdan kapanan kapıyı kilitleyerek ortadan kayboldum ve kısa süre önce başlayan kuran kursu macerası nihayetlendi böylece. Annem bu duruma çok üzüldü eksik kalan bu arzusunu torununda denemek istedi ama ne yazık ki onu da başaramadı. Ama annem 1998 yılında hacca gittiğimi duyunca çok sevinmişti. Neden öyle sevindi anlayamadım çünkü kendisi oruç tutmanın dışındaki hiçbir dini vecibeyi yerine getirmemiştir akşamları da teravih namazına da gitmezdi bu yüzden de babamın açlık grevi yapıyorsun takılmalarına muhatap olurdu; babam ise sadece bayram namazlarına gider ve kurban bayramlarında kurban keserdi. İşte böyle bir ortamda çocuğu kuran kursuna gönderme isteği nasıl oluşmuş onu da hiç anlayamadım.

Ve deniz, olmazsa olmazı idi çocukluğumuzun saatlerce süren kızlı erkekli grup olarak bir uçtan ötekine yüzme fasılları, mayo çıkarmalara kadar varan şamatalarla sürerdi.

Fakat yeter mi bize kendi dutumuzu yemek ya da saatlerce denizde yüzmek, mutlaka başka yere gidip karadut yemeliyiz bunun üstüne… İzin almak yok zaten hırsızlık çalmaktır hırsızlık bir kimsenin haberi olmadan malını alıp götürmektir oysa bu dut erik çağla çalınması işi hele de çocuklar tarafından yapılıyorsa babamın deyimiyle bunun adı göz hakkıdır, Karaduta çık, üstüne giydiğin gömlek kan kırmızı olsun eller dirseklerine kadar kırmızı, ishal olana kadar ye, o tarihlerde şimdiki gibi envai çeşit deterjan yok ki temizlensin bunlar, tabii ki annemin tavrı sadece o lekeleri çıkaramamanın kızgınlığı değil ayrıca çok az sayıda olan giyim eşyalarının birini daha kullanım dışı kalmasıdır… Ye dayağı otur...

Anılarım boyunca onları tazeleme adına bugün gittim aynısını yeniden yaptım, gittim dayıoğlunun tarlasına ama artık tarlalar tel örgülerle çevrili ve tarlalar bile özgür değil ya açtık kapıyı girdik içeri önce taze nohut yemenin dayanılmaz keyfini yaşadım, sonra dalından kopardığım acurları afiyetle yedim ve finale de karadutu bıraktım. Ve nihayet çıktım karaduta, başladım yemeye bir taraftan ellerim dirseklerime kadar kan kırmızı oldu tıpkı çocukluğumdaki gibi, diğer taraftan ise giydiğim gömlek kırmızı lekelerle doldu, ama tarifsiz bir mutluluk yaşadım aç kalan ruhumu doyurdum tıka basa… Ama şimdi gittik yedik üstümüzü kirlettik ve geldik eve… Hani dünün ağaca çıkarak karadut yemenin bedeli dayak vardı ya işte konunun tek eksiği bu idi 45 sene önceye göre… Belki annem artık yorgun belki elleri yorgun dimağı yorgun belki yüreği yorgun da belki o yüzden o gün uygun gördüğünü bugün görmüyor gibi, belki hoşgörüsü yaşına uygun olarak arttı…

Salı, Mayıs 25, 2010

EFENDİLERE DİRENEN KÜBA

Kapitalist dünyanın efendi yöneticileri, kendini büyük toprak sahiplerinden, aristokratlardan, bankacılardan ve her türlü sömürgeci ve sömürücüden, demokrasiyi hiçe sayanlardan kurtaran, dünyaya çok önemli bir örnek teşkil eden büyük bir devrim sonucu doğan Küba’yı içlerine sindirmeye hiçbir zaman yanaşmamışlardır, yanaşmamaktadırlar ve de yanaşmayacaklardır bu çok açıktan görülmektedir. Kendileri açısından dünyayı ve kendi sistemlerini tehdit ettiğini düşündükleri bu sisteme dolayısı ile de bu ülkeye karşı hiçbir zaman, (ancak görülebildiği ölçüde) olağan sayılacak ekonomik, siyasi ilişkiler kurulabilecek bir ülke gözüyle bakmamaktadırlar ve bu uğurda yapılan hiçbir davet ve öneriyi olumlu değerlendirmemektedirler. Bu aşağılanan, horlanan ve efendilerine karşı büyük bir üstünlük sağlayan bu ayak takımının yarattığı devrimi boğmak için, her türlü uluslararası zorbalığa varacak ölçüde, ekonomik ve ticari ambargo yanında silahlı saldırılar, planlı-örgütlü sabotajlar, her fırsatta uluslararası çağrıları ile yıkım müteahhitleri edasıyla yaklaşım devam etmektedir ve edecektir taa ki kendilerince nihai maksat hâsıl olana kadar. Kendilerinden olmayanların yıkılması, yaşamaması hülasa örnek teşkil etmemesi açısından, bu efendilere göre her yol mübahtır, hatta maksadın hasıl olması açısından Makyavelizm olmazsa olmazdır.

Küba devrimi destanından sadece Che ve Fidel’i akılda tutarak onları ön plana çıkaranların maksatlarının bu açıklığı karşısında, sanki devrimin ömrü onların ömürleri ile ölçülecektir ve sınırlıdır ince ve hain dayatmaları karşısında bütün uyanıklığını gösteren Kübalıların başarısının daim kılınması ve hatta benzer ülkelerinin sayılarının artması, Kapitalist dünyanın efendilerinin pervasızca ve ahlaksızca saldırıları ve dünyanın tek hâkimi rolünü oynamalarına engel oluşturacağı gerçeğinin dünya halkları tarafından bilinmesi gerekmektedir ve hatta bu uğurda elden ne geliyor ise yapılmalıdır. Elbette Kübalılar, dün sıtmadan kırılır iken, doktor bulamamazlığın ilaç bulamamazlığın bulsa da alamamazlığın, nüfusun çok önemli bir bölümünün okur-yazarlığının olmamasını ve bu yüzden sömürünün katmerleştiği dönemi unutmayacak ve bugünün kadrini bilecek kadar bilinç açıklığı ve uyanıklığı gösterecek gibi görünse de; unutmayalım ki karşılarında ki “tek dişi kalmış canavar” “su uyur düşman uyumaz” şiarı ile kendi disiplini içerisinde hamle sırasının kendisine tekrar gelmesini avuçlarını ovuştura ovuştura beklemektedir.

Sonuç olarak; insanlığın konuya “ya siyah ya beyaz” yargısı ile bakabilmesi ve toptancı bir yaklaşım temini amacı ile Dünyanın şu an ki efendileri tarafından yapılan büyük propagandalara rağmen Küba’nın siyahları olmasına rağmen beyazlarının sayısının önemli miktarda olduğu gerçeğini de yadsımadan, Küba pratiğinin dünyamıza ve insanlığa kazandırdıklarını göz ve kulak ardı etmeksizin yaklaşım göstermek her insanın her şeyden önce en temel insanlık görevidir. Büyük nefretlerin ve suçlamaların hedefi haline getirilmeye çalışılan bu ülkenin bu anlamda bir nişan tahtası olmasına izin verilmemelidir. Verilmemelidir ki; demir yumruklu diktatörlerin ülkelerinde uluslararası sömürünün, tüyler ürperten cinayetlerin, tenkilin, işkencenin, soygunun ve insanı haklarının ihlalinin ve insanın yok sayılmasının ve bu uğurda da kapitalist dünyanın efendilerinin değirmenine su taşınmasının önüne geçilebilmesinin bayrağı yükseltilebilsin. Yine uygarlığın temsilcisi unvanı kendinden menkul bu efendiler; yaygın bir biçimde Küba devriminin saygın önderlerini dünyanın en kanlı diktatörleri olarak simgeleşen bazı kişilerle birbirlerine yakın uygulamaların insanı olarak göstermek konusunda hiçbir utanmazlığa ve aymazlığa düşmeden çaba göstermektedirler ve bu benzeştirme çabalarının ki bunlar artık saldırıların birinci sırasında tutulmaya çalışılıyor ve bu hileli ve defolu yaklaşımla kişiler üstünden de sistemleri lekelemeye çaba göstermektedirler. Belli ki bu çabalar neticesinde her yerde ve her koşulda; demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü sağlayacak en iyi sistemin kendi sistemleri olduğunu beyinlere yerleştirmeye çalışıyorlar ama unutuyorlar bizim unutmadığımızı daha yeni komşumuz Irak’ta yaptıklarını, nerede ise 1.000.000 dan fazla insanı öldürdüklerini veya ölümlerine neden olduklarını, nasıl bu kadar açıktan yalan söyleyebilirler ama biz biliyoruz ki bunlar propagandanın babası sayılan Göbells’in torunlarıdırlar ve onlara göre “yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” her zaman tek ve geçerli yoldur ve yine biz biliriz ki her sistemde olduğu üzere teorik öngörüler ile pratik sonuçlar arasındaki makas açıktır ne yazık ki…

Kapitalist dünyanın efendilerinin olağanüstü önlemlerine rağmen varolma savaşı verilen bu ada ülkesinde yine kapitalist dünyanın efendilerinin bir tek karşı çıkmadığı hatta el altından da olsa desteklediği ekonomik faaliyet var o da turizm. Bu efendiler turizmin nasıl bir mikrop ve virüs olduğunu iyi bilirler ve bilirler ki bu yolla bir ülkeyi içten en kalıcı biçimde yok etmenin en etkili yoludur ve işte bu yüzden bu konuda niyet gösteren her ülkeyi sonuna kadar desteklerler ve bunu yaparken de hiç bir şeyden imtina etmezler. Örneğin Türkiye’de 24 ocak kararlarının siyasi lokomotifi 12 Eylül faşist cuntası ise sosyal lokomotifi de uluslararası entegrasyon adına turizm olmuş ve uluslararası efendiler ile yerli işbirlikçileri başta Turgut Özal olmak üzere ilgili sektörü hiçbir destekten azade tutmamışlardır. Ama biz yine biliriz ki; uluslar arası her kurum ve kuruluş ne yazık ki bu efendilerin himayesi altındadır hatta bunlardan karşıt olduğu izlenimi verenler bile öyledir ki örneğin Unesco kültür mirasına Trinidatın girmesi Havana’nın girmemesi bile sadece değerlendirme neticesi değil, ayrıca bir ayıp değil nasıl bir şartlanmışlık olduğunun ve dünyanın efendilerinin kontrolü altında olan her kurum ve kuruluşun nasıl hinlik ve cinlik ve ince düşmanlıklarının da merkezi olduğunun çok açık bir göstergesidir. Böyle iddialı iddialı biz biliriz diyorum ama bunları bilenlerin sayısı mı azdır yoksa bilip ses çıkarmayanlar mı çoktur işte bu ciddi kaygı unsuru olup bilmeyenlere öğretmenin kolay olduğunu bilerek ses çıkarmayanlara ise yapılacak bir şeyin olmadığını da iyi biliriz.

Cuma, Mayıs 21, 2010

YANLIZLIĞIN PAYLAŞILDIĞI YER: NEZİR’İN KULESİ



Şimdi sizlerle gündemde olmayan ya da olamayacak bir konuyu paylaşmak istiyorum. Çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği Çeşme’nin şimdiki kadar ünlü olmayan Dalyan(Köste) köyünün değeri temsilinden ve önemi temsil ettiğinden olan “Nezirin Kulesi” olarak bilinen harçsız taş duvar olarak örülen yapısından ve bu yapının mühendisi-müteahhiti-kontrolü olan Nezir’den bahsetmek istiyorum. Neden kuleden bahsetme işi bugüne kaldı diye sorulunca geçenlerde Çeşme’ye gittiğinde o kulenin tehlike arzettiği gerekçesiyle arsa komşularının şikayeti üzerine Belediye tarafından yıkıldığını içim burkularak öğrendim. Arsa komşusu vatandaşın gösterdiği korku ve tedirginliği anlamak mümkündür ancak Belediyenin bunu yıkmış olmasını anlamak mümkün değildir hatta sorulur kendilerine mademki vatandaşın dediği doğru ve kule yıkılma ihtimali olan bir durumdadır neden o zaman yıkılmasını engelleyecek önlemler almadınız da kolay olanı tercih ederek yıktınız. Oysaki bu kule sadece yapılış anlamı bile ön plana çıkarılarak değerlendirilse yıkılmaması gerekirdi bence, çünkü Çeşme ve köyleri Dalyan(Köste) ve Çiftlik’te kendisine zavallı ve çaresiz muamelesi yapılsa bile kendisini hiç öyle hissetmeyen, babayiğit, tarlalarda, inşaatlarda ırgat olarak çalışmanın sonucu Herkül’e benzeyen iri kıyım vücut yapısı ile tuttuğunu koparan güçlü kuvvetli ahraz delikanlısı Nezir’in destanımsı öyküsünün eseridir bu kule belki de uzun vadede Çeşme-Dalyan köyünün de en önemli turistik figürü olabilirdi. Nezir tarafından Sakız adasını gözetlemek ve Aşığını görebilmek umudu ile inşa edilen bu kule merdivensiz olup yaklaşık 30 mt yüksekliğinde olan bir yapıdır ve merdiven olarak ta sadece bir portatif ahşap merdiven kullanılmıştır çıkışlarda inişlerde. Ve artık ne yazık ki yok.

Oysaki Nezir bu kuleyi inşa ederken şimdi nasıl olduğunu hatırlamadığım bir tanışma neticesinde sırılsıklam âşık olduğu Sakız adasından bir Rum kızının, Maria’nın (bazılarınca Tinika bazılarında Evdokia olarak söylenir ama ben Maria diye hatırlıyorum) aşkına ithafen yaptığı söylenir ve bu kuleye çıkarak bir taraftan biricik aşkı Maria’yı görmeye çalışır bir taraftan yalnızlığını onunla orada paylaşırdı.

İşte bu kule ve kayık imal etme işi Nezir’in aşkına kavuşabilme mücadelesi idi aynı zamanda anlaşıldığı kadarı ile… Hele birde bu yağız delikanlının başına türlü belalar gelmesine rağmen karşı kıyıya, Sakız adasına gitme huyundan vazgeçmemesi de bir başka tarifsizliktir aşkı uğruna ve kimsenin denemeyi bile akıl edemeyeceği yöntemler kullanarak defalarca da gidip gelmiştir. Bir defasında ise yakalandığı Yunan polisi, ne pasaportsuz gelişini, ne ahrazlığını (sağır-dilsiz) ve de ne sevgisinin her şeyi göze alabilecek boyutta olduğunu anlayamadığından günlerce ajan şüphesi ile eza-cefa ve işkencelere tabi tutmuştur kendisini ancak geçte olsa durum anlaşılınca da Nezir’i Türkiye’ye göndermiştir. Peki bu yaşadıkları aşkına kavuşma sevdasını sonlandırmışmıdır? Asla. Sürekli denemiştir Nezir bu Sakız adasına gidiş gelişlerini.


Nezir her defasında farklı kayıklar ve araçlar üreterek sürdürmüştür bu gidiş-gelişleri, bir defasında şambriyele oturup uçurtmayı da yelken olarak kullanarak gitmesi de hem kararlılığını hem de bu konuda ne kadar araştırmacı olduğunu göstermiştir hatta bu tarzı da sonraları çokta gelişecek “kitesorf” olarak bilinen uçurtma sörfünün öncülüdür aynı zamanda.

Nezir aynı zamanda bisikleti ile inanılmaz uzun yolculuklara çıkan birisidir ve haftalarca bisikleti ile süren bu seyahatlerde Anadolu’nun içlerine kadar pedal çevirdiği söylenmektedir ki bir defasında şimdi kim olduğunu hatırlamadığım bir Çeşmeli onu Konya yakınlarında bisikleti ile yol alırken gördüğünü söylemişti. Nezir işte bu kadar seyahate düşkün birisidir aynı zamanda da bir sergüzeşttir. Kule yanında Nezir’i tanımlayan bu bisikleti de enteresandır kendi imalatı ahşap frenleri olan ve kendi imalatı bir sürü aksesuarı vardır aynı zamanda. Nezir eğer çalışmıyorsa kesinlikle bisikletle bir yerlere gidiyordur. Nezir’i abartma olacak ama uyurken ve dinlenirken kimse görmemiştir benim bildiğim.

Sürekli birlikte dolaştığı ve zaman zaman da birlikte çalıştığı kişinin Deli İzzet olması hasebiyle kendisininde deli olduğu düşünülse bile kesinlikle son derece akıllı, çalışkan ve araştırıcı idi Nezir. Sadece o yıllarda küçük bir sahil kasabası olan Çeşme’de ahraz olmasının sonucu kendisi ile kimsenin arkadaşlık etmemesi nedeniyle Deli İzzet kendisinin ekürisi durumundadır.

Ve nihayet birgün o çok sevdiği bisikleti ile kendisine bir aracın çarpması sonucu geçirdiği trafik kazası sonucu hayata gözlerini yummuştur. Toprağın bol olsun Nezir.

Pazar, Mayıs 16, 2010

KIRMIZI RENGİN YAKIŞTIĞI ŞEHİR: HAVANA

Bu yıl Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba gezisi çerçevesinde katıldığım “Uluslararası Çalışma Tugayları” programı ile dünyada kırmızının zirve yaptığı ve hep yapmasını dilediğim mübarek 1 Mayıs işçi ve uluslararası dayanışma bayramını kutladık. Hem de ne kutlama, inanılmaz bir şölen, Küba'nın başkenti Havana'daki Jose Marti Devrim Meydanı'nda düzenlenen törenlere yabancı ülkelerden başta sendikacılar olmak üzere binlerce insan katılırken Kübalılarında Bayraklar ve pankartlarla mitinge yoğun katılımı ile yaklaşık 1.600.000 insan büyük bir coşkuyla kırmızı rengine yeni bir zirve yaptırmıştır. Peki, sadece kırmızı mı zirve yapıyor tabii ki hayır bir başka zirve de Che afişlerinde yaşanıyor. Biz de kendimizi çok da özel hissettiğimiz tribünde; Honduras, El Salvador, Şili, Peru, Nikaragua, Venezüella, Arjantin, Brezilya, Nijerya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Rusya, Tacikistan, Yunanistan, Paraguay, Meksika, İrlanda, Fransa gibi ülkelerden katılan ve kampdaşlarımız olan sevdalılarla birlikte kimimizde kırmızı kimimizde mavi olan dağıtılmış üstünde yaşasın 1 mayıs yazan fanilalarımızla, kimimizde gözyaşları kimimizde de büyük bir sevinç ama hepimizde büyük bir gurur; önümüzden kilometreler halinde ve yine öğrendiğimiz kadarıyla 34 ülkeden ve 159 organizasyon ve dayanışma hareketinin temsilcileri akıyor, hem de nasıl akmak bir renk ahengi ve cümbüşü… Ah birde; zulme ve emperyalizme karşı ezilen halkların direnişinin bayrağı ve devrimin efsanevi lideri Fidel Castro orada olsaydı ve “Hasta la Victoria siempre” ve “patrio o muerte” diyerek şiirsel İspanyolcayla o müthiş konuşma üslubu ile bizlere seslenseydi. Açıkçası bende geçen yıl çok istememe rağmen gidemediğim bu mübarek törenlere katılır iken umuyordum, bekliyordum, çok istiyordum katılmasını ama mümkün olmadığı yönünde de haberler duyuyorduk ama umut fakirin ekmeği işte...

1 Mayıs işçi ve uluslar arası dayanışma bayramı mitingine katılmak için güneş doğmadan yola dökülen Küba halkının heyecanını ve kıpır kıpır oluşunu güneş doğmadan yollara düştüğümüz için çok yakından izledik, yine Küba halkının yabancı delegelerle omuz omuza coşkulu, ahenkli ve renkli kortejler oluşturarak Devrim Meydanı'na ilerleyerek geçiş yapmaları ise görülmeye değer bir olay idi. Havana’daki İşçi Bayramı kutlamalarının yanında öne çıkan en önemli konusu; “The Cuban Five” olarak ve diğer taraftan “Miami five” olarak bilinen, Gerardo Hernandez, Antonio Guerrero, Ramon Labanino, Fernando Gonzalez ve Rene Gonzalez isimli Kübalı 5 kişinin ABD de uluslararası hukuka aykırı tutuklanarak yargılanmaları neticesinde aldıkları cezaları haksız bulmaları ve ceza infazının hukuk dışı olması ön plana çıkmış ve konuyla ilgili çok sayıda döviz ve pankarta yer verilmiş ve ABD ve Yöneticileri protesto edilmiştir.

Diğer taraftan bu geçit törenindeki benim için en büyük sürpriz ise; bol miktarda Türk bayrağı ile ülkemin burada da temsil edilmesi olmuştur. Duyduğum kadarıyla; isimleri zikredilince Beşiktaşlı olmamama rağmen kendilerinin hayranı olduğumu gizleyemediğim Beşiktaş spor Kulübü taraftar grubu “Çarşı” da yerini almış ama ben göremedim bu açıdan da üzüldüm diyebilirim.

Kırmızı; bana göre Devrimin özgün ve tılsımlı rengi olmalı ve böyle de tescil edilmelidir. Edilmelidir; çünkü benim hayatımda sürekli olarak kırmızı beni yansıtan temsil eden en iyi renk olmuştur diyebilirim, tamda bu yüzden siyasal hayatımda olduğu gibi sporda, futbolda bile tercihlerimde etkili hatta yönlendirici olmuştur. Zaten kırmızı yanlışa isyan ve yanlışı kabullenmeme ifadesi yanında aynı zamanda tutkulu aşk ifadesi, canlılık, dinamizm, ataklık, sonuna kadar gitme vs. gibi olarakta genel kabul görmüştür. Bunun sadece benim için değil herkes için böyle olduğunu zannediyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere ülkemin bayraklarını da görmüş olmam belki bu yüzden beni sevindirmiştir. Eee ne diyelim kırmızı olsun işte.

Kapitalist dünyada devletler kutlamaların önüne geçilmesi ya da engellenemiyorsa da sönük geçmesi için bu da olmuyorsa kamuoyunu fazlaca meşgul etmemesi ve medyada fazlaca yer almaması için ellerinden geleni yaparlarken ve de en önemlisi geçen yıllara kadar bizim ülkemizde “iç harb önlemleri” ile geçiştirilirken Küba’da ise en önemli fark olarak devletin “1 Mayıs işçi ve Uluslar arası dayanışma bayramının” kutlanabilmesi için her türlü ehven ortamı yaratmasıdır. Diğer taraftan ise ülkem hala, aradan geçen 33 yıla ve değişen onlarca değişik parti hükümetlerine karşın 1 Mayıs 1977 katliamının düzenleyicilerinin ve tetikçilerinin açığa çıkarılamaması daha da önemlisi bu uğurda hiçbirisinin en ufak bir çaba göstermemesinin utancını yaşamaya devam etmektedir.

Perşembe, Nisan 22, 2010

BİR PORTRE: DURSUN DAYI Gelinen nokta

Bilindiği üzere bir süre önce; Ankara Yenidoğan’da felçli ve kör olan 61 yaşındaki Dursun Erselligil, ödemediği 45 liralık su faturası yüzünden mahkum oldu. Okuma-yazması olmadığı için hakkında dava açıldığını da duruşma günü öğrenen Erseligil, fatura borcunu ödenmeyince ASKİ (Ankara Su ve Kanalizasyon İdaresi) ekipleri bir sabah evine gelip su sayacını söktü. Bunun üzerine de Erselligil'e kaçak su kullanmaktan dava açıldı ve 25 Şubat'ta eve gelen polis tarafından adliyeye götürülen Dursun Erselligil 6 ay hapis ve 990 TL para cezasına çarptırıldı ve itiraz süresi dolduğu için karar kesinleşti. Hakimin cezayı 9 güne indirmesi üzerine Erselligil, tekerlekli sandalyeyle Sincan L Tipi Cezaevi cezaevi'ne konuldu. Erselligil, cezaevinde 5 gün kaldıktan sonra dün tahliye edildi. Erselligil, şöyle konuştu: "Hasta olduğum için cezaevindeki revire götürüleceğimi düşünüyordum. Ancak beni koğuşa koydular ve hiç bir görevli yardımcı olmadı. Bu ülkede cezaevine koyacak tek suçlu olarak beni mi gördüler." Oğul Cihan Erselligil ise, şöyle konuştu: "Memlekette hırsızlar, suçlular dışarıda gezerken devletin gücü kör ve engelli birisine yetiyor. Banka soyanlar, devleti hortumlayanlar dışarıda beyefendi gibi gezinirken gücümüz yaşlı ve sakat bir insana yetiyor. Herkesi vicdanıyla baş başa bırakıyorum" diyerek duygularını açıklıyordu.

Biri cezaevine 45 TL su borcu için giriyor; adam görme ve yürüme özürlü ama necip Türk milletinin kılı kıpırdamıyor, temsilcileri bir şey yapmıyor, yüce Türk milleti adına karar vericiler bir şey yapmıyor. Tam bir fecaat…

Kokain ve esrar gibi uyuşturucu madde bağımlısı olduğu gerekçesi ile gözaltına alınan Tarkan için yollara düşebiliyor necip Türk milleti, serbest bırakılması ile de bildik “Türkiye seninle gurur duyuyor” muhabbetleri… Gözaltında bulunduğu sürede görevli polislerin kendisine pizza taşıyor olması bazılarının göğsünü kabartmış olsa da, Dursun Erselligil’e reva görülenlerle kıyaslanınca bizim göğsümüzü burmuş kalbimizi acıtmıştır. Bu pespaye durumu TV ler birinci haber yapıyor, Tarkan fan kulüpleri kampanyalar düzenliyor, Tarkan söylenenlere göre kendisi uyuşturucu kullandığını itiraf ediyor ama hemen şip şak adalet, yaşasın adalet.

Camiye su bedava, tarikata su ve kömür ve yiyecek giyecek bedava, oy verene her şey dağıt ama Dursun dayıyı mahkemeye ver… Peki; ASKİ kendilerinden olmadığı için kızdı bu adama ve mahkemeye vererek dava açtı, öyle ya ödemesi gereken tutar dağıtılan ekmek, kömür, yiyecek ve giyecek tutarından az, haydi bunu kabul etmesek te anladık diyelim; asıl anlaşılamayan mahkeme tarafından bu kör ve sakat ve de ilaveten parasız adama nasıl ceza verildiğidir, hani o devlet bankalarına büyük büyük borçları olanları çok da önemsenmez iken bu adamcağızın 45 TL lik borcunu çok ciddiye alarak sanki devleti batmaktan kurtarıyor edasıyla hiç tavizsiz ve takdir yetkisi kullanmaksızın yapıştır cezayı… Hâkim amcalar sadece ilgili kanunların ilgili maddelerinin ilgili bentlerine göre gerekli cezayı veriyor ama asla “neden ödeyemedin” diye sormuyorlar, “paran var da mı ödemiyorsun” diye sormuyorlar, tabii ki hâkim amcaların belli ki akıllarına ve işlerine gelmemiştir belki de kanun onlara böyle bir yetki de vermemiştir ki düşünsünler ve sorsunlar; bir adam hem kör hem sakat olur ama hem kör hem sakat hem de parasız olamaz. Tabii ki yasalar bu yargıçlara “neden ödeyemedin” sor demiyor ki “neden ödemedin” diye sor diyor ne yapsın beyler. Çaresiz seslendiler; Dursun Erselligil için görevlilere beyefendiye cezaevine kadar refakat edin diyerek. Takdir hakkı mı o da ne ki? Ayak takımı için takdir hakkı mı olurmuş? Kaldı ki o takdir hakları o kadar fazlaca kullanıldı ki devleti soyanlar ve devlet için kurşun atanlar için zavallı Dursun Erselligil’e kalmadı. Vallahi olsa dükkân sizin ama yok işte mealinden haydi kodese… Banka hortumlamadığı, trilyonları kaybedecek durumu olmadığı, çocuğuna gemicik alacak kadar para yapamadığı için 45 TL’lik su faturasını ödeyemeyen felçli ve görme özürlü bir vatandaş. 61 yaşında. ve 45 TL için hapse atıldı. Birileri hapisten hocalarını kurtarmak için kanunlar tasarlarken yok bel fıtığı, grip, nezle, öksürük durumları tahliye sebebi olurken inanılmaz takdir yetkilerini kullananlar cebi boş vatandaşını da 45 TL için bulunduğu durumu gözardı ederek hapse atabiliyor, peki devleti soymuş artık sıralamayalım bir sürü herze yemiş adamlar eli kolu serbest dolaşıyor

Yaşasın Türk adaleti.

Eeeeeeeeeeeee “Adalet mülkün temeli” ya; Dursun dayının da mülkü yok adaleti de olmaz hata ona adaletin gereği de yok. İşte gelinen nokta. Gelinen noktaya hoş geldiniz.

Ağlamamak elde değil

Ağlıyorum; biraz da kuran okunurken ağlayanlar ağlasın bu olay karşısında demek istiyorum, birazda TV lerde vaaz verirken salya sümük ağlayanlar ağlasın diyorum ama sadece diyorum biliyorum ki onların hiçbirisi bu durumdan rahatsız değil… Hatta müsebbipleri ile kolkola gezmekte beis görmemişlerdir…

Sosyal devlet işte budur diye kabararak konuşanlar için çok önemli bir ibret öyküsüdür işte Dursun Erselligil’in yaşadıkları… Hani sormamak elde değil; necip Türk milletinin her ikisinden birinin seçtiği “komşusu aç iken yatan bizden değildir” diyen padişahlar nerede, nerede yoksulun fakir fukara güraba dostuyum diyenler…

Pazar, Nisan 11, 2010

ANAYASA TARTIŞMALARI ÜZERİNE

Siyasal iktidar vasıtasıyla egemenlerin bir taraftan gündemi değiştirmek diğer taraftan uzun vadeli çıkarlarını korumak, kollamak ve güvence altına almak diğer taraftan da iktidarın başlarına okyanusun ve Edirne’nin ötesinden sufle edilenleri yerine getirmek için ortam ve mıntıka temizliği sayılabilecek olan anayasa hazırlıklarına son sürat devam edilmektedir. Hani hep söylenmiştir ya “Anayasa devletin örgütlenme biçimini ve tüm vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan toplumsal mutabakat metnidir” diye ama ülkemizde bunun tam bir palavra olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Yaşadığımız coğrafyada 1. Emperyalist paylaşım savaşı koşullarında Ulus Devletin kurulması sonrası bugüne kadar 1921, 1924, 1961, 1982 Anayasaları hazırlandı. 1961 ve 1982 Anayasaları silahların gölgesinde halkoyuna (!) sunuldu, diğerleri atanmışlarca onaylandı. Egemen sınıfların ihtiyaçları doğrultusunda ara sıra gerekli tadilatlar yapılsa da topluma bol geldiği, sınır komşusu Sovyet Sosyalizmine karşı panzehir olarak kısmen örgütlenme özgürlüğünün önünün açıldığı düşünülen 61 Anayasası 12 Mart Muhtırasını takiben atanan dönemin terzisi Nihat Erim Hükümetine tadil ettirilerek daraltıldı.

Teşkilatı Esasiye’den itibaren hiçbir Anayasa taslağı hazırlık aşamasında halkın, demokratik kitle örgütlerinin, sosyal tarafların onayına sunulmamış olup hiçbir köy kahvesinde, cami kapısında, kent meydanlarında taslak Anayasa metinleri askıya çıkarılmamıştır esasen buna da ihtiyaç yoktu zaten. Hangi siyasal rejim ile yönetildiği yoksul halkı neden ve nereden ilgilendirmiş olsun ki ayrıca halkın böyle bir derdi de hiç olmamıştır onlara göre anayasa işi büyüklerin ve yukarıdakilerin işidir nasıl olsa Anayasa onları yoksulluk ve sefaletten kurtarmak için hazırlanan metin değildi ki niye bu soruna kafa yorsunlar. Tabi ki egemen sınıfların ihtiyaçlarını karşılayacak, öngördükleri siyasal ve toplumsal yapıyı koruyacak, engelleri kaldıracak metinler toplumsal mutabakat metni diye dayatılacaktı ötekilere. Esasen Anayasalar egemen sınıfların ihtiyaçları üzerinden şekillenen, siyasal temsilcileri aracılığı ile topluma dayatılan metinler olarak ortaya çıkmıştır. Halkımız kendi ihtiyaçlarına cevaz veren demokratik bir Anayasa da talep etmez aslında ama bir kez olsun düşünmeye başlaması için halkı da zorlamak düşmez mi hani anayasalar toplumsal uzlaşma metinleridir diyenlere ya da temsilcilerine. Ulul emre itaat ile bugünlere getirilmiş ezici çoğunluğun evet dediği bu toplumsal mutabakat metninin(!) acaba kaç maddesi kimler tarafından okunmuştur okunmuşsa da anlaşılmıştır. Getirisi ve götürüsü, siyasal ve toplumsal yansımaları hangi ortamlarda kimler tarafından tartışılmıştır.
Hal böyle iken bugüne kadar getirilen Anayasa taslakları konusunda kiminle ne mutabakatı sağlandı bilinmez. Monarşinin gölgesinde yoksulluğa, sefalete ve cehalete sürüklenmiş, toprakları işgal ettirilmiş halkın demokratik bir Anayasa talebi olmazdı elbette.

Ancak, okuryazarlık oranının %39,5’e çıktığı dönemde 27 Mayıs Askeri Müdahalesi sonucu hazırlanan Anayasa metni de halk tarafından anlaşılıp özümsenmedi. 9 Temmuz 1961 günü gerçekleştirilen halkoylamasında Anayasa metninin hiçbir maddesini okumayan halkımız 3.934.370 ret oyuna (%38,3) karşılık 6.348.191 kabul oyu (%61,7) ile Anayasayı kabul etmiştir.

Topluma bol geldiği gerekçesiyle atanmış 12 mart darbecileri tarafından Nihat Erim Hükümetine tadil ettirilen Anayasanın getirdiği kısıtlama ve hak kayıplarına karşı gelişen toplumsal muhalefetin örgütlenme özgürlüğü, grevler, boykotlar, eşit yurttaşlık hakkı taleplerine karşın egemen sınıflar Okyanusun öteki tarafından kendilerine verilen talimat ile bir kez daha kinini kusarak Mevcut Anayasayı askıya almış ve işin enteresan yanı beğenmedikleri Anayasayı askıya alanlar bu dönemde siyasal muhaliflerini her zaman yaptıkları üzere Anayasayı ortadan kaldırmaya çalışmakla suçlayıp yargıladılar.


Anayasa hazırlayıcılar tarafından ordinaryüslük makamına erişilen tüy dikme noktası ise 12 eylül 1980 darbesi sonucu olmuştur. Gerçi uzunca bir süredir dönemim Başbakanı Süleyman Demirel’in de başını çektiği bir grubun isteği üzerine başta Nur cemaatinin ağırlıklı olduğu Aydınlar ocağı olmak üzere tüm gerici mahfillerde ön taslakları hazırlanmış olan Anayasa nihayet yine aynı çevrelerin sözcülüğüne soyunmuş olan Orhan Aldıkaçtı tarafından hazırlanmış ve hak ve özgürlük adına önceki tadilatlardan bakiye ne kalmışsa tamamı sıfırlanmıştır. Orhan Aldıkaçtı başkanlığında hazırlanan NATO nun tüm beklentilerine uygun yeni Anayasa da tartışmaya açılmadı, Toplumsal kesimlerce incelenmesine izin verilmedi, Halkoylamasından önce Anadolu’nun kentleri, köy ve kasabaları kolluk tarafından yine namluların gölgesinde ikna edildi. Yurdum insanı 7 Kasım 1982 de yapılan halkoylamasında 17.215.599 kabul (91,37), 1.626.431 red (%8,63) oyu ile darbe anayasasını benimsedi.

Geçen 28 yıllık süreçte egemen sınıfların iktidarını temsilen 17 Hükümet kuruldu. 82 Anayasasının ihtiyaç duyulan maddelerinde zaman zaman değişiklikler yapıldı ancak, topluma nefes aldıracak hiçbir düzenleme yapılmadı ve yaptırılmadı. Örgütlenme ve hak taleplerinin önü sürekli tıkandı zorunlu kalınarak imzalanan uluslararası sözleşmelere dair düzenlemeler de askıda kaldı.

AKP bu sürecin ürünü olarak Hükümete getirilerek 8 yıllık dönemde biçilen misyon layığı ile yerine getirildi. 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut ÖZAL’ın dahi cesaret edemediği kamunun yeniden yapılandırılması, özelleştirme ve kamunun neoliberal dönüşüm süreci büyük ölçüde tamamlanarak yoksullaştırma ve gericileştirme bu dönemde tavan yaptı. Egemen sınıflarca duyulan ihtiyaç üzerine temsilcileri AKP tarafından bugün dayatılan Anayasa paketi yalandan seslendirdikleri sahte demokratik açılımı dahi karşılamaktan uzak olup Kamu çalışanlarının toplu sözleşme (grev zaten yasak) hakkı ile yargı reformu v.s. maddeleri de aldatmacadan ibarettir. Özel mülkiyet ve sınıfın ortaya çıkmasını takiben efendiler yenisini bulmadan eski kölelerinden elbette vazgeçmediler. Bugün meclisteki sözde muhalefetin ise Hükümet olmaları halinde AKP aktörlerini Yüce Divan’a gönderecekleri kocaman bir kuyruklu yalandan ibarettir ki biz bu filmi çok izledik. Böyle bir devlet yapılanmasında bu iddialar gülünç olmanın ötesinde inandırıcı değildir ve olmayacaktır da.

TBMM Anayasa Komisyonunda tartışılan paket genel kurulda 330 geçerli oy alamaması halinde necip Türk Milletinin onayına sunulacaktır görüşü yaygındır. Özetle Mecliste çözemezlerse cumhura gideceklermiş yahu demezler mi adama değiştirmeye çalıştığınız 12 eylül anayasasını bu halk %92 oyla benimsemedi mi?

Hayır demesini bilmeyen Yüce Milletimiz hiçbir yerinde kendisini aramadığı ve göremediği anayasaya % kaç oy verecektir yaşayıp güreceğiz.

Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler – Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabında bahsettiği Akhisar’ın işgali sırasında yaşanan ve işgalcileri kente davet eden Kaymakam, Ticaret erbabı kişiler ve Müftünün yargılanması sürecindeki hikaye:
Ethem Ağanın boyu iki metre, önde Akhisar Kaymakamı!nı sorguladı?
Ona tepeden bakıyordu, eliyle çenesinin ucundan kaldırarak gözlerine baktı:
“ Kaymakam... Sen hangi milletin kaymakamısın?...
Kaymakam titriyordu:
“Osmanlı... Osmanlı tabii, ne diyeyim? E...”
“Osmanlı kaymakamı ha... Hizmetin Yunan’a...”
... Kaymakam asıldı(.) Halktan bir alkış koptu...
Eşraftan bir başefendi:
“sen ne iş yaparsın efendi?”
“Ticaretle iştigal ederim...”
“Ticaretinde vatan satmak da varmıdır?”
“Ben onlara uydum... ne bileyim?...”
...Eşraftan başefendi asıldı ve halktan çok alkış geldi...
Müftü Efendi’ye sıra gelince:
“Biz hiçbir papaz görmedik ki Müslüman!a müftü’ye temenna etsin...”
“Sen papazlara niçin temenna ettin?...”
Müftü Efendi başını hiç kaldırmadı; yere bakıyordu, hiç cevap vermedi... O suçlu bulundu; asıldı; fakat bir sessizlik oldu...
Bu idam için alkış olmadı...
Çerkez Ethem, sırada korkuyla bekleyenlere dönerek baktı; onlara sordu:
“Bir daha yaparmısınız?...”
hayıııır!...
“ İyi ... hadi gidin...” dedi.
Parti pehlivan sonra şöyle demişti:
“Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...”

Sahte demokrasi sahte anayasa tartışmaları necip Türk Milletine hayırlı uğurlu olsun…

Çarşamba, Nisan 07, 2010

12 EYLÜL ASIL NEYİ TAHRİP ETTİ

12 Eylül faşizmi ülkemizin hayatını altüst ve felç etmiş ve açmış olduğu yaralar hâlâ kapanmadı kapanamadı görünen o ki de kapanamayacak. Türkiye’de halk adına ne varsa dağıtıp parçalayan, nice canları halkın bağrından çekip alan, darağaçlarında sallandıran, işkencelerde katleden, sakat bırakan faşist bir diktatörlük döneminin hesabını soramadan bugünlere geldik bugüne kadar sadece değişen gerek kişi gerekse de parti isimleri ama canım ülkem hala bu rüzgardan kasıp kavrulmakta ve daha uzun sürede süreceğe benziyor bu kavrulma.

Ne demiş büyük düşünür Neyzen Tevfik; “eskiden sormadan asarlardı, şimdi sorarak asıyorlar, işte değişen yegane durum budur”

Peki genel çerçeve ve kapsam bu iken ne oldu da canım ülkem değişim ve dönüşüm yapabilme yeteneğini ve yeterliliğini yitirdi.

Öncelikle bu Amerikan yönetiminin çocukları insanlardaki düşünme ahlakını yok etti

''Düşünen, okuyan, sorgulayan insan başka yaşamın olduğunu bilen insandır. Yaşadığı Dünyayı, ilişki va çelişkilerini araştıran, bilgiyi üretip paylaşan, paylaştıkça çoğalan, çoğaldıkça tehlike arz eden insan zararlıdır. Bunca zamandır emek verip kurduğumuz otlu sulu yaylada rahatımızın kaçmasına da müsaade edemey
iz'' kabilinden peydahlanan fikir ile ''Biz büyükleriniz sizin yerinize düşünürüz”, siz zahmet etmeyin lafları ile tembelleşen bir toplum hedeflendi.

Ne demişti bir Türk büyüğü; “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” işte hala bu fikirde olanlar hala işbaşında…

1983 yılında Paris'te Avrupa Yayıncılar Birliği'nce düzenlenen toplantıda katılımcılara 1980 yılına kadar hangi ülkede kaç klasik basıldı? sorusuna Mihri Belli de bir rakam vermiş. Katılımcıların şaşırmış. Bu kadar Marksist Klasik basılmış bir ülkede derbe olmasın da nerede olsun demişler. (Ben Mihri Belli'nin yalancısıyım.1993 yılında Adana İstasyon meydanında Melih Pekdemir ile birlikte katıldıkları söyleşide kendisinden dinledim.)

Davranma ahlakını yok etti
Toplumsal erozyon yaratıldı ki bu kesinlikle gerekliydi ve İnsan ilişkisini kesmek, ferdiyetçi bir nesil yaratmak hedeflenmişti çünkü ve örgütlü toplum dinamiklerinin parçalanması gerekiyordu, öyle de yapıldı zaten. 30 yıl bir toplumun belleğinin değiştirilmesine yeter de artar bile. Değilse bugünü hazırlamak kolay mı öyle. 24 Ocak kararları uygulanacak. Kolay iş değil elbet.

İkiyüzlülüğü ikame etti
Toplumsal dönüşüm süreci kendiliğinden olamazdı çünkü. Emek harcandı ve sonuçları alındı.

Yalancılığı ikame etti
Egemenlerden yana tavır alacak doku değişikliği de yaygınlaştırıldı ve bu yaygınlık meşrebine uygun ve ihtiyaç olduğu üzere kötü, namussuz, alçak, çıyan, ispiyoncu, yalaka, yalancı, iftiracı, haysiyetsiz, şerefsiz, kabiliyetsiz, yönlendirici, provokatör, hain, işkenceci, şantajcı, işbirlikçi, kişiliksiz, it, kopuk, gammaz, muhbir, pısırık, inkarcı, şakşakçı olmayı içine sindiren, kabullenen, itiraz etmeyen, itiraz edene saygısı olmayan bir nesil yetiştirmek çok uğraştılar bu Amerikan yönetiminin çocukları artık başarılı olup olmadıklarını gelinen noktada yetiştirdiğimiz insanlara bakarak kolayca anlamaktayız.

Amerikan düşünce kuruluşlarında Türk gazeteciler isdihdam edildi. Kürsüler kuruldu. Ders alışverişi yaşandı. Çandar’lar, Koru’lar, Çakır’lar Birand’lar, Cemal’ler üretildi. Dış ilişkiler Konseyi akıl merkezimiz oldu.

Ezcümle; namusu dairesinde bir lokma bir hırka geçinen, sabah işe giderken yemeğini sefertasında götüren memur davranışını tahrip etti, yok etti yerine işini bilir memuru ikame etti Dönüşüm sürecinde kamu kaynakları yağmalanırken yerine işini bilen memura bahşiş verildi.

İnsanların idealist olmalarının önünün nasıl kesileceğinin saha çalışması 12 eylülcüler vasıtası ile kazasız belasız atlatılmıştır (Bu konuda sayısız psikolog ve psikiyatr'dan rapor alınmıştır)

İnsanların vatanlarını sevmelerini nasıl engelleriz çalışması ABD ve Yerli ortaklarınca tamamlanmıştır. Çünkü o dönemin yani 60 lı yılların ve 70 li yılların gençliği ta ilkokuldan beri söyledikleri “İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir” öğrenci marşının yarattığı bu aidiyet duygusu ile yetişmişlerdir. Bu her sabah yüksek sesle tekrarladıkları söze sadık kalmışlar ve yurtlarını kendilerinden fazla sevmişlerdir ve bu uğurda gözlerini budaktan esirgemeyerek “bağımsızlıkçı, özgürlükçü” her hareketi her görüşü desteklemişler hatta gözlerinin önünde ülkelerini satanların ya da ülkenin satılmasına ses çıkarmayanların yada göz yumanların salyalarını akıta akıta bu işi yaptıklarını da görünce bunun önüne geçebilmek için canlarını, hayatlarını vermeyi göze almışlardır.

Bugün sonuç ortada. Kendilerine öğretildiği üzere 25-30 yaşında nasıl köşe dönülür dersleri verir duruma geldiler.

Ancak bugün 12 Eylülün esas temsilcileri ve devamı olan iktidar sahipleri ne yapıyor peki. Durmuyorlar tahribata devam ediyorlar.

Ne diyor propagandanın babası konumundaki Göebbels: “yalan ne kadar büyük olursa inanan o kadar çok olur”

Perşembe, Mart 11, 2010

HERKES DOĞRU PEKİ KİM YANLIŞ O ZAMAN

Geçtiğimiz günlerde; toplumu oluşturan katmanlardan ya da toplumun görev bölüşümü kapsamındaki gruplar;

• Sendikalar;
o Sarı değildirler
o Siyasilerin emellerine alet olmazlar
o Kişisel menfaatlerine önem vermezler
o Konfederasyondan ayrılırken 350.000. TL gibi bir ücreti hediye olarak almazlar
o Hatta Birtakım Siyasi partilerin arka bahçesi değillerdir
o Yalan söylemezler
• Müteahhitler;
o Yaptıkları işin bedelini alırlar sadece
o Yapmadıkları işin parasını almazlar
o Sadece ve sadece proje gereğini uygularlar
o İhale önceleri mafya ile organize olup düzen kurmazlar ve asla ihaleye fesat karıştırmazlar
o Silahlı güçler oluşturup gerek rakiplerine gerekse de hoş karşılamadıklarına saldırıda bulunmazlar
o Yaptıkları binalar yada yapılar kesinlikle yıkılmaz
o Yaptıkları işlerde malzeme çalmazlar ya da çalan ya da çalınmasına göz yuman mühendislere göz açtırmazlar ve derhal cezalandırırlar
o Yaptıkları bina,köprü,otoyollar yıkıldığında yenisini yapmayı taahhüt ederler
o Yalan söylemezler
• Gazeteciler;
o Amerikada'ki düşünce kuruluşlarıyla hiçbir ilişkileri yoktur
o Kesinlikle yalan haber yazmazlar
o Yönlendirme için haber yazmazlar
o Patronlarının diğer işleri için devlet katında iş takip etmezler
o Patronları adına patronlarının rakipleri için yalan haber yazmazlar ve yanlış yönlendirme yapmazlar
o Kalemlerini asla kiralamazlar
o Vatandaşın genel faydası onların tek rehberidir
• Siyasiler;
o Kesinlikle milleti yalan söylemezler
o Milleti yanlış bilgi ile provoke etmezler
o Devletin asker ve polisini siyasi hasımlarına karşı kullanmazlar ya da kullanmaya yeltenmezler
o Devletin maliyesini, vergi dairesini, polisini, askerini, milli eğitimini kesinlikle kendi siyasi emellerine uygun olarak kullanmazlar ya da kullanmaya yeltenmezler
o Radyasyon vıcık vıcık iken “bak ben içiyorum bir şey olmuyor” deyip çay reklamı yapmazlar
o Devletin parasını sanki kendi parası imiş gibi “verdimse ben verdim kime ne” demezler
o Gemicik alıp kısa sürede gemi haline gelmesi için beslemezler
o Dün çocuklarına burs ararken bir anda servetine değer biçilemez hale gelmezler
o Emekli bir albay iken çocuklarına Almanyada 2.000.000 mark, İngilterede 1.500.000 sterlin miras bırakıp çocuklarını birbirine düşürmezler
o Kimseye ''ananı da al git” demezler
o “bana kimse sağcılar cinayet işliyor dedirtemez” demezler
o “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” demezler
o “Yemeğinizi de ağzınıza biz verelim” demezler
o “milletimin hazinesini ben dururken işçilere soydurmam'' demezler
• Bakkallar;
o Mahallenin bekçisi, danışmanı vs. gibi görevler yaparlar
o Kesinlikle pahalı mal satmazlar
o Kesinlikle “son kullanma süresi” geçmiş mal satmaz
o Sürekli piyasayı kontrol edip eskiden alınmış olsa bile ürünlerine zam yapmazlar
o Veresiye verdiği malın fiyatını yazar. İleride tahsil etmek üzere adet yazmazlar
o Yalan söylemezler
• Eczacılar;
o Ticaret yapmazlar
o Sadece vatandaşa ilaç hizmeti verirler
o Vatandaşa sağlık danışmanlığı yaparlar
o Kamu hizmeti yaparlar
o Yalan söylemezler
• Doktorlar;
o Bıçak parası almazlar
o Hastaları hastaneden muayenelere göndermezler
o İlaç satıcılardan ilaç alıp hastalara kullanıp parası hastadan tahsil etmezler
o Hastalardan para istemez ve almazlar
o Hastaya olabildiğince şefkat gösterirler
o Polis kardeşleri ile elele işkencelere dahi katılmazlar işkence görenlerin daha uzun işkence görebilmeleri için çaba göstermezler
o Yalan söylemezler
• Mühendisler;
o Müteahhitler ile işbirliği içinde devletin soyulmasına göz yummazlar
o Yaptıkları binalar depremde çökmez ve yıkılmazlar çünkü onlar proje gereğini uygular ve mühendislik yeminine sadık kalırlar
o Onlar için sadece ve sadece memleketin ve halkın mutluluğu esastır ve bunun dışında bir düşleri yoktur
o Belediye Başkanlarından çekinmez, hatta zaman zaman kendilerini Belediye Başkanı zannederler
o Yalan söylemezler
• Avukatlar;
o Müvekkillerini aldatmazlar
o Devletin kendileri için tespit ettiği ücretlerle vatandaşa hizmet verirler, dava bedeli üstünden % 25 lere varan ücret almazlar
o Temsil ettikleri kişi veya kurumların davalıları ile gizliden anlaşmazlar
o Mahkemelere müvekkilleri için, müvekkillerine de kişisel çıkar ve menfaatleri için yalan söylemezler
o Karşı davalının Avukatı ile danışıklı iş görmezler
• Öğretmenler;
o Sınıf ya da ders geçirmek için öğrenci yada velilerinden para almazlar
o Para karşılığı öğrencilerine özel ders vermezler
oGizliden öğretmenlik dışında komisyonculuk, müteahhitlik ve emlakçılık gibi kendilerine yakışmayan işler yapmazlar
o Yalan söylemezler
o Öğrencileri ve velileri arasında ayrımcılık yapmazlar her öğrenciye olması gerektiği gibi kesinlikle eşit muamele gösterirler
o Özel işleri için velileri kullanmazlar
• Bilim insanları;
o Asla toplumu yanlış yönlendirmek için, birilerine yaranmak için açıklama yapmazlar
o Kesinlikle siyasi görüşlerine ve tercihlerine uygun bilim uydurmaya çalışmazlar
o Darbe dönemlerinde darbecilerle işbirliği yapmaz, bilimin ve aklın gösterdiği doğru yoldan ayrılmazlar
o Mercimek’i et yerine önermezler
o Nükleer enerji çok faydalıdır demezler
o Radyasyon iyidir demezler
• Ordu;
o Darbe yapmazlar
o 24 Ocak Kararları ve Özelleştirme süreci ile uzaktan yakından alakaları yoktur.
o 27 mayıs, 12 mart, 12 eylül ve 28 şubat darbe ya da darbe girişimlerini kesinlikle ABD menfaatleri doğrultusunda yapmamışlardır
o İşkence yapmazlar ve yapılmasına da göz yummazlar
o İşkencede adam öldürmezler ya da adam ölmesine neden olacak davranışı göstermezler
o Atatürk’ün takipçisidirler
o Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisidirler
o Yabancı ülkelere dâhili faaliyetleri adına yardım etmezler
o Ortam hazırlamak adına adam kaçırmazlar, adam öldürmezler
o Gladyo’ya çalışmazlar
o Adam kaçırmazlar
o Katliam yapmazlar
o Suç örgütleriyle ilişki kurmazlar ve işbirliği yapmazlar
o Provokasyon hazırlamazlar
o Kaçakçılığa göz yummazlar, kaçakçılık yapmazlar, kaçakçılarla işbirliği yapmazlar
o Siyasete karışmazlar
o Enerji savaşlarında güvenlik adına ABD çıkarlarını korumak için bir başka ülkeye Mehmetçiği göndermezler
o Olan olaylarda toplumu yanlış yönlendirmek için bilinçli yanlış bilgi sızdırmazlar
o Provokatör ajan kullanmazlar
o Yasadışı faaliyetlere göz yummazlar
o Yalan söylemezler
• Polis;
o Provokasyon hazırlamazlar
o Adam öldürmezler
o Adam kaçırmazlar
o İşkence yapmazlar ve yapılmasına da göz yummazlar
o İşkencede adam öldürmezler ya da adam ölmesine neden olacak davranışı göstermezler
o Suç örgütleriyle ilişki kurmazlar ve işbirliği yapmazlar
o Uyuşturucu sevkiyatına bulaşmaz ve de asla komisyon almazlar
o Derin ilişkilere bulaşmaz, Mehmet Ağar, Fettullah Gülen dahil kimseden talimat almazlar
o Kara para aklama operasyonlarına göz yummazlar
o Mali suçlarla mücadele ederler
o Kaçakçılığa göz yummazlar, kaçakçılık yapmazlar, kaçakçılarla işbirliği yapmazlar
o Siyasilerin isteğine uygun çalışmazlar, onlara kimse kanun dışı faaliyet yürütmeleri için emir veremez
o Taraf olmazlar ve bir tarafı tutup diğer taraf üstüne gitmezler
o Olan olaylarda toplumu yanlış yönlendirmek için bilinçli yanlış bilgi sızdırmazlar
o Provokatör ajan kullanmazlar
o Yasadışı faaliyetlere göz yummazlar
o Suça ve suçluya kesinlikle göz yummazlar
o Yalan söylemezler
• Çiftçiler
o Ölü tavukları kesip satmazlar
o İyi domatesi üste koyup, kötüsünü altına koymazlar
o Pazarda eksik ürün satmazlar
o Ürettikleri ürünlerde kontrolsüz zirai ilaç kullanmazlar
o Ürettikleri ürünlerde hormon kullanmazlar, kullanırlarsa da dürüstçe bu ürün hormonludur derler
o Yalan söylemezler
• Kasaplar;
o Hastalıklı hayvanları kesip satmazlar
o Kaçak ve sağlıksız etten sucuk yapıp satmazlar
o Eşek,At,Katır gibi hayvanları kesp satmazlar
o Yalan söylemezler
• Vatandaşlar;
o Kesinlikle kömür yiyecek ve giyecek karşılığı oy vermez ve özgür iradeleri ile oy verirler
o Pusu kurmazlar
o Kaloriferli evde oturmalarına rağmen AKP den kömür alıp başkasına satmazlar
o Su tesisatı olmayan evine AKP tarafından çamaşır makinasi almazlar
o Birbirlerini gammazlamazlar, ihbar etmezler
o Birbirlerini ve devlet kurumlarını kazıklamazlar
o Hırsızlık yapmazlar
o Sümme hâşâ yalan söylemezler
o Emekli bir albay iken çocuklarına Almanyada 2.000.000 mark, İngilterede 1.500.000 sterlin miras bırakan siyasetçi için yahu bu paralar nasıl birikmiştir diye sormazlar

Benzeri gibi açıklamaları TV ekranlarında, gazete köşelerinde kasım kasım kasılarak yapmışlar idi…

Şimdi durum eğer bu grupların açıklamalarına uygun ise, eğer bu açıklamalr doğru ise….

Madem bu ülkede herkes iyi, herkes doğru, herkes tarafsız, herkes doğrudan yana, herkes hakkına razı, herkes makul, herkes hukuka saygılı da neden bu haldeyiz, nedir bu pejmürdeliğin sebebi…

Mademki bu necip Türk milleti sadece ve sadece Yavuzların ve Fatihlerin torunları olarak övünürler biz de soralım o zaman; Deli İbrahim’in, sarhoş Mustafa’nın torunları nerede ve kimdir?

Kendilerinden bahsedemediğim gruplar, sınıflar, meslekler her ne diyorsanız deyin onlardan özür diliyorum, kendilerini bu yukarıdaki tablodan asla vareste tutmuyorum…

Toprağın bol olsun AZİZ NESİN







Cuma, Şubat 26, 2010

BU DA BENİ BAĞLAMAZ

Geçtiğimiz günlerde; A.K. Partisi Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan Ergenekon davası ile ilgili olarak, "Eğer biz birazcık tökezlersek bu Ergenekoncular falan bu defa çok kötü intikam alır, halktan. Bu memlekette kimin kızının başı örtülü, hepsini fişlemişler. Kimin çocuğu İmam Hatip'e gidiyor hepsini fişlemişler. Kim muhafazakâr, kim ramazanda oruç tutuyor hepsini fişlemişler. Eee şimdi biz onları fişliyoruz. 40 sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız bu arkadaşlar" demişti.

Çorum Milletvekili Ahmet Aydoğmuş, partisinin Çorum Merkez İlçe Başkanlığı’nda yaptığı konuşmada hükümeti eleştirenlere yüklenirken, “Bu insanın kanı bu ülkenin kanı mıdır? Ben sorarım... Tahlile göndermek lazım bence. Ve bu kanı bozuk insanlar hayatın her yöresinde olabilirler” diye konuşmuştu.

Gelen tepkilerin büyük olması üzerine otomatik ve her zaman olduğu üzere cevaplama yolu seçilerek; Açıklamaların, milletvekillerinin kişisel görüşleri olduğunu kaydeden AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Tanrıverdi, "Bunlar, partiyi bağlayan görüşler değildir. Partide yetkili arkadaşlarımız değildir. Ancak bu arkadaşlarımızın söylemleri bir kafa karışıklığına sebep olucu söylemler ise bununla ilgili araştırmalar sonucunda parti elbette gerekeni yapacaktır." ifadelerini kullandı.

Peki böyle bir şey yeni mi?

26.01.2008 tarihinde milletvekili Hüsnü Tuna’nın Türban kullanımı ile ilgili “İnşallah hedefimiz kamu hizmetlerinde de yani kamu hizmeti veren personellerde de böyle bir yasağın olmamasıdır. Bu utanç verici bir şey diye düşünüyorum”. Bu konuda görüşlerinin sorulması üzerine Bakan Hayati Yazıcı, “Açıklama, kişisel olup partiyi bağlamaz” diye cevap vermiştir.


“Milli Eğitim Bakanlığı"nın genelgeleri bizi bağlamaz. İdarenin kusurundan partiler sorumlu olamaz..”

“Belediyelerin yaptıkları da bizi bağlamaz. Kendi icraatlarıdır..”

Anayasa Mahkemesinde, A.K. Partisinin görülen kapatma davası sırasında Meclis Başkanı görevinde bulunmuş bulunan Bülent Arınç’ın, görev süresince gerçekleştirdiği bütün eylem ve söylemleri kapsamında “İnşallah, Sivil, demokrat ve dindar cumhurbaşkanı seçeceğiz” bulunan açıklamalar TBMM adınadır. Bir Meclis Başkanı’nın, Meclis adına yaptığı eylem ve söylemleri Anayasanın açık, tartışmasız ve amir hükmüne rağmen, üyesi bulunduğu partiyle ilişkilendirmek kuşkusuz bir Anayasa ihlalidir” denilerek, Arınç’ın sözlerinin AKP’yi bağlamayacağı mesajı verilerek, Bülent Arınç’a isnat edilen suçların TBMM Başkanlığı yaptığı dönemi kapsıyor olmasından ötürü ve o dönemde AKP ile ilişkisi kesilmişti
bizi bağlamaz..
A.K. Partisinin tanıtım ve medyadan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Edibe Sözen, Erdoğan'ın "ekümenik sorunu bizimle ilgili değil" sözleri için "Başbakan bizi bağlamaz" dedi, A.K. Partisinin en yetkili karar organı olan Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyesi olarak görevlendirilen Prof. Dr. Edibe Sözen, basınla kahvaltılı sohbet toplantısında "Medyanın dilinin değişmesini istiyoruz" diyen Sözen, Erdoğan'ın Papa ile görüşmesinden sonra, "Batı-Doğu Roma'dan bu yana olan kilise ayrımı var. Bu kiliselerin bir araya gelmesi, Türkiye'yi ekümenlik tartışmaları bakımından rahatsız eder mi" sorusuna verdiği, "şu anda Türkiye'nin sorunu değil" yanıtı için ne düşündüğünün sorulması üzerine "Başbakanı bana sormayın. Ben parti başkanından mesulüm" dedi.

Tayyip Erdoğan"ın 1994-1998 yılları arasında söylediği sözler AKP"yi hiç bağlamaz.. AKP 2001"de kuruldu..

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın "Cumhuriyet devrimleri toplumda travmaya neden oldu" bu partiyi bağlamaz…

Tunceli Valiliği il özel idareye ait depoda AKP bayrakları bulunur ama “benim valim kamyona binip eşyaları tek tek dağıtacaktır” diyen zihniyet kanuna aykırı durumda suçüstü olunca “Vali beni bağlamaz” diyebiliyor…

Nasıl bir parti bu? Üyelerinin, bakanlarının, milletvekillerinin, belediye başkanlarının parti politikası doğrultusunda yaptıkları eylem ve konuşmalar partiyi bağlamıyor. Sadece o kişileri bağlıyor!

Bakanlıkların icraatları bağlamıyor, belediyelerin icraatları bağlamıyor, milletvekillerinin sözleri bağlamıyor…

O zaman A.K.Partisini ne bağlar! Yahu allahaşkına bunlar sizi bağlamıyor ise; acaba Adana’nın Karaisalı ilçesinin Dibekönü köyünün bekçisi Halil Efendiyi mi bağlar?

EEE o zaman niye partinizden aday gösteriyorsunuz neden onlar adına da vatandaştan oy istiyorsunuz neden onlar için oy ister iken onlara kefaletinizi beyan ediyorsunuz hadi açıklayın da bilelim…

Görüldüğü üzere; kişi, zaman, zemin ve teknik terakki ne olursa olsun gedik açma çalışmaları ve koruma cevapları hep aynı değişmez usanmaz ve utanmaz bir taktik bütünlüğü içinde…

Aslında; bu cevapkarların hiçbirinin derdi A.K.Partisini muhtemel saldırılardan ya da adaletin önüne gitmekten korumak olmadığı çok aşikardır, bu muhteremlerin tek bir derdi vardır oda yaşadıklarına inandıkları dar ül harp şartlarında uyguladıkları gerilla taktiğidir. Onlar da biliyorlar ki; karşı savunma hatlarında gedik açılabilmesinin yolu saldırıların devamlılığına ve darbeli matkap gibi gerçekleşmesine bağlıdır yani söyle inkar et sonra tekrar söyle tekrar inkar et alışkanlık yarat kayıtsızlık yarat… Tabii ki hedef “değneksiz dolaşılacak köpeksiz köy yaratmak”

Peki bu yeter mi şüphesiz hayır, peki ne yapmak gerek “insanların rüya görmelerini temin etmeli ki gerçekler görünmesin” işte bu nedenle her türlü yerel ve beynelmilel güçleri de terkisine alma gereğinden olmak üzere, İMF sinden tutun da AP sinden çıkın hepsi burada yapılanları olumlamalıdır ki toplumsal halisilasyon yaratılabilsin. Durmak yok yola devam.

Ama ya gerçekler; böyle mi, hiç te öyle değil.

Yaklaşık 8 yıldır, yani yaklaşık 3.000 gündür iktidar, hükümet olan; tüm başarısızlıklarının ve her türlü herze sonunda da bu bizi bağlamaz cürm-ü meşut hali bir yana; mali denetim, idari denetim, siyasi denetim kurumlarını tamamen etkisi altına alan, etkisi ve yetkisi altına alamadığı kurumları da baskısı altına alan A.K. Partisinin bizatihi, doğrudan ve açıktan, direkt sorumlusu olarak vebalini taşımış olduğu açlığın, yıkıntının, çöküntünün, hırsızlığın, kayırmacılığın, ayırımcılığın, dengesizliğin, uluslararası fiyaskonun, ciddiyetsizliğin, aymazlığın sorumluluğunu, taraftarlarına büyük rant elde etme kapısı haline getirdikleri sadaka düzeninin kazandıracağı sevaplar yüzü suyu hürmetine cennete gitme garantisini yakaladıkları hayali ile topyekün hiçbir görevi, sorumluluğu, yetkisi olmayan muhalefete ve medyaya ihale etme çırpınışları uyanıklıktır olsa olsa. Şark kurnazlığıdır, yavuz hırsızlıktır aynı zamanda da sığ su şarlatanlığıdır. Yahu bu kadar aymazlık olmaz herhalde tam bir “anne cici, baba kaka” tavrı örneği.

Ama ne yazık ki fareli köyün kavalcısı rolünü de iyi tedris ettikleri oya tahvil ettiklerinden çok net anlaşılmaktadır.

Bu da sevgili halkımızı bağlar herhalde

Cumartesi, Şubat 13, 2010

BİR VALİ PORTRESİ

Elazığ Valisi Muammer Erol’un 10 Şubat günü Elazığ Genç İşadamları Derneği’nin Akgün Otel’de düzenlediği, “Afrika Ülkeleri Tanıtım ve Afrika Ülkeleri ile Ticaret” konulu toplantıda yaptığı konuşmada “Gidip de Amerika devlet başkanının karşısında 1 milyon için hazır duran bir başbakan istemiyorum. Ben, “One minute” diyen bir başbakan istiyorum” diyerek, özellikle son 30 yılda ülkemizde nasıl bir zihniyet devrimi yapıldığını gösterdi taraflı tarafsız tüm vatandaşlarımıza.

• Tam da ABD tarafından hizaya getirilme çalışmaları sırasında iplerin gerildiği bir anda basına yansıdığı kadarıyla ve tekzip edilmediğinden de doğrudur yorumu yapılacak olan ve Cüneyt Zapsu tarafından “tuvalet deliğine süpürmeyin kullanın” diye ara bulunarak bu sayede başbakanlıkta kalabilen bir Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali ?
“Amerika’ya nota verilecek mi” diye gazetecilerce soru sorulduğunda nota önemli iştir müzik notasına benzemez diyen Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Askerin kafasına çorap geçirildiğinde aslında yapılanın sadece o askerler değil tüm ülkeye yapılmıştır yorumu yapmayan nasıl olsa bize karşı olan kurumun mensuplarına yapılmıştır diyen Başbakan istermisiniz Sn. Vali?
“One minute” dediği sırada “one minute”nin muhatapları Konya’da eğittiği pilotları vasıtası ile Gazze’de insanlara bomba atıyordu bilindiği üzere. Hemen bu eğitimlerin durdurulmasını temin edecek bir başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Ayni vakit namazını 2 ayrı camide kılan Başbakan istermisiniz peki Sn. Vali?
• Irak’ı işgal eden “ABD ordusu askerlerinin tabutlarda ülkelerine dönmemeleri için dua ediyoruz” diyen ama yaklaşık 1.000.000 Iraklı müslümanın ölmesi karşısında çok fazla kılını kıpırtdatmayan Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Küçücük gemiciklerin kısa sürede hormonlanarak gemi haline gelmesine sesini çıkarmayan bunu eleştirenleri de hainlikle itham eden bir Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Irak’ın işgali için görüşmek üzere bulunulan ABD'de Bush'tan "Burada yapacak işiniz yok, ülkenize dönün ve tezkereyi derhal geçirin" diye kovulan ve 1 milyar dolara Kuzey Irak'a girmeme anlaşmasının altında imza atan Başbakan istermisiniz Sn. Vali?
• ABD ile girişilen ve Irak’ın işgali konusundaki rolü karşılığı talep ettiği paralar yüzünden uluslar arası basında karikatürlere konu olan Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Galataport, Türk Telekom için elin gavuru ile hem de görevi olmamasına rağmen kapalı kapılar ardında ihale görüşmeleri yapan, sonra oradan oluşan değerlerin Sabah-ATV ye sermaye olarak geri dönmesine sırtını dönen Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Airbus uçak alımı sırasında “bu kadar çok uçak aldık bir tane de hediye edersiniz artık” diyen Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Oğlu yaptığı bir trafik kazası neticesinde bir kişinin ölümüne yol açmış ise de sırf oğlu olduğu için durumu yoluna koyan Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Peki Afgan mücahiti denilen aslında Taliban lideri olan Gülbeddin Hikmetyar sandalyede otururken dizinin dibinde bağdaş kurmuş vaziyette olan bir Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Milli piyango zulümdür, soygundur ve bu yüzden haramdır propagandası yapıp sonra iktidara gelince iddia hariç yılda yaklaşık 1170 oyun ya da bahis oynanır hale getiren Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Kendisine bağlı bazı memurları görevden alamayan ya da görevden almayı bile göze alamayan bir Başbakan istermisiniz Sn. Vali?
• JINSA adlı Yahudi kuruluşundan cesaret madalyası alarak bununla övünen ve efelendikçe efelenen ama bu madalyayı iade etmeye gelince kılı kıpırdamayan Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?
• Her ABD ziyaretinde mutlaka bir Yahudi kuruluşu ziyaret etmeden edemeyen bir Başbakan istermisiniz acaba Sn. Vali?

Eğer bu sorulara halkın ve ülkenin menfaatleri doğrultusunda hayır cevabı veremiyorsanız ki hiç zannetmiyorum verebileceğinizi lütfen oturun oturduğunuz yere ve haddiniz olmayan konulara da fazlaca karışmayın derler insana sonra ve sizi koruyacak ve kollayacak kimse kalmaz ortalıkta bakın Tunceli Valisinin başına gelenlere de ne demek istediğimi daha iyi anlayın.

Sonuçta bizde Amerika’da gidip enformasyon kursu almış, İngiltere’de Exeter Üniversitesinde yada ABD de deki muadil üniversitelerinde ABD’nin ve Büyük Britanya’nın emperyalist amaçlara uygun yetiştirilmiş Vali, Kaymakam, Emniyet Müdürü istemiyoruz ama bize soran yok işte. Gidip gâvur ellerinde eğitilip ülkemize yönetici olsun ve gönderenlerin kılıcını sallasın diye gönderilmiş böylesine çapsız, izansız ve hatta ahlaksız yaklaşımlar göstermenin de bir marifet olduğunu sanmıyorlar mı, işte insanın canını bu çok fazla sıkmaktadır.

Söylenenin çok önemli olmadığını düşünelim bir an ve bu lafı üreten beynin ve zekanın sahibinin hayatın diğer tüm alanlarına yönelikte düşünceleri bundan çok farklı olmaz herhalde.

Diğer taraftan bu zihniyet biraz da ahde vefası olmayan zihniyettir çünkü bugün orduya gösterdikleri tavra yer yer de saldırılara bakarsanız zannedersiniz ki bunlar 12 Eylül darbecilerinin yaratmak istediği kuşak değiller, yahu azıcık ahde vefanız olsa; karşıtlarınızı ortadan kaldırarak tarafınıza teslim ettikleri ve sayenizde her biri kuran yüksek okulu şekline bürünen üniversitelerde okuttular sonra da Büyük Britanya Emperyallerinin Müslüman ülkeleri yönetmek için yönetici yetiştirmek amacı ile kurdukları exeter üniversitesinde doktora yapmanız için gönderdiler yine yaranamadılar ya, işte siz busunuz biz biliyorduk ta millet yeni yeni öğreniyor ama iş işten geçti galiba…







Salı, Ocak 12, 2010

KİM DEMİŞ BU ÜLKEDE SANATÇIYA SAYGI YOK DİYE


Hadi o zaman Kenan Evren’e olan saygıyı izah edin de görelim bakalım.

Sizce Kenan Evren’e gösterilen saygı ve hürmet; yaklaşık 650.000 vatan evladının gözaltına alınarak damadının başında bulunduğu gizli örgüt marifetiyle kurduğu işkencehanelerde akıllara ziyan işkencelerden geçirerek resmi rakamlara göre yaklaşık 200 kişinin ölümüne, binlercesinin sakat kalmasına ve bir o kadarının da ruh sağlığını yaşamlarını idame ettiremeyecek şekilde bozulmasına yol açmasından, 1.700.000 vatan evladının fişlenmesinin baş sorumlusu olması nedeniyle perişan etmesinden, 7.000 kişi için istenen idam cezası neticesi 50 den fazlasını astırarak idam ettirmesinden, yaklaşık 400.000 kişiye pasaport verilmesinin önüne geçerek bahse konu kişilerin bir kısmının sağlık sorunları neticesi ölümlerine neden olmasından, tüm sendikaları kapatarak iş-çalışma hayatının dengesini altüst etmesinden, açlık sorunları ile ağdalı sömürü çarkının altında ezilmiş ve kıvranan vatandaşı Kürt-Türk ve alevi-sünni kavgasına sürükleyerek yaklaşık 35.000 inin ölümünün olağan sayılacağı ortamı hazırlamış olmasındanmıdır?

Hiç sanmıyoruz…

İnsanın, bütün bu olan-biteni izah etmekte zorlanacağı bu olayların yaşanmışlığının öncesinde; T.C. silahlı kuvvetler geleneklerinin alt üst edilerek hem de yeni kurulmuş olan Ege ordusunun komutanının bir sürü alavere-dalavere çevrilerek kara kuvvetleri komutanlığına getirilmiş olmasını içine sindiremeyenlerin, durumun araştırılması neticesinde, NATO içindeki “gladio” örgütlenmesi olan “stay-behind” adlı gizli ordunun da komutanlığını yaptığını ortaya çıkarıp açıkladıkları, Kenan Evren; 17 yaşındaki Erdal Eren’in idam edilmesi konusunda ise 03.Ekim.1984 tarihinde Muş ilinde yaptığı konuşmada “Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım, asmayıp besleyeceğim” diyerek, mensubu olduğu gizli ordunun Türkiye’yi bir kan gölüne çevirmesine perdeleme yaparak aslında kininin büyüklüğünü bir kez daha göstermiş olmasına ve memleket ekonomisine beslenmeyecekleri asarak ciddi katkılar sağlamasına rağmen, gerekli hürmeti ve saygıyı görmemiştir.

“Marmaris paşalığı” döneminde; kendisine her ne kadar da “Bodrum paşası” Zeki Müren’e gösterilen hürmet ve saygı bile kendinden esirgenmiştir ama memleketin elit bir avuç kişisi dışında hiç bilinmeyen pekin ördeği bile bu zat-ı muhterem sayesinde ülkemizde bilinir duruma gelmiş (itiraf ediyorum ben de o zaman ördeğin pekinlisini ilk defa duymuştum), bugün ülkenin sahip olduğu uçsuz bucaksız ormanlar yine bu muhterem sayesinde başlatılan “ormanlar yanmasın” kampanyası sayesindedir, “hayvanlar ölmesin” kampanyası sayesinde de memleketi itten-köpekten geçilmez hale getirmesi bile bu muhteremin saygı ve hürmet görmesi için yeterli olamamıştır.

“Şimdi biz sureti katiyede hâkimlere bu adamları asın demedik asmayın da demedik, peki ne dedik? bir şekil ve yol ile olayı halledin dedik. Şimdi bu yargıya müdahale etmekse netekim etmişizdir" diyerek icraatlarını son derece anlaşılır, hukuki, edebi ve felsefi bir derinlikle izah ederken nasıl bir deha olduğunu dost ve düşmana gösteren bu muhterem “Marmaris paşası”, Osmanlıların “İbrahim” (nam-ı diğer boncuklu) ve “Mustafa” lar kolundan geldiğini gösterdiği pırıl pırıl zekası ile hak etmiş olmasına rağmen necip Türk milleti tarafından gerekli hürmet ve sevgiyi ne yazık ki görememiştir.

Şimdi bütün dincilerin takiyye yaparak kızdığı daha doğru biçimiyle ve aslında kızarmış gibi yaptığı, hakaret edermiş gibi yaptığı ama gizliden ve derinden has muhabbetlerine mazhar olan bu zat yobilerin (yobazın daha tatlı ifade edilişi) bugünlere bu kadar güçlü gelmelerinin en önemli gerekçesini oluşturan “Rabıta” (Dünya İslam Birliği) finansmanının ve rabıtanın ülkemiz siyaseti ile rabıtasının kurulmasına olanak ve zemin hazırlaması bile kendisine gerekli saygı ve hürmeti kazandırmamıştır.

Kendisinin lideri olduğu 12 Eylül faşist darbesi ile birlikte kendisini Viyana kuşatması komutanı zannederek her keresinde sanki mehter marşına uyarcasına gözlerini kapatarak ağzından alevler çıkartarak öncülü Adolf’u hiç te aratmayacak biçimde attığı nutuklar neticesinde soyadını “kainat” a eriştirmesi karşısında bile görememiştir hak ettiği hürmet ve sevgiyi ne yazık ki.

“vatan seninle gurur duyuyor” sloganları eşliğinde kendisine yapılan organize karşılama törenleri sırasında; Şilililerin Pinochet’ini kıskandıracak şekilde kasım kasım kasılması ve yalaka valiler yada belediye başkanları tarafından kendisine verilen “şehir anahtarlarından” nadide bir koleksiyonu olmuş olması hatta zaman zaman anahtar sergileri açmış olması bile onun yeterince sevgi, hürmet ve saygıyı görmesine yetmemiş idi.

02.12.1982 tarihinde kendisine Türkiye hukuk sistemine yaptığı katkılardan dolayı İstanbul Üniversitesi senatosunun anlı ve de şanlı yalaka profesörleri tarafından fahri hukuk doktorluğu ve fahri üniversite profesörlüğü verilmesi bile kendisine sevgi ve saygı duyulmasını yaratamamış idi.

Erzurum’da “hoca cocuğu”, Zonguldak’ta “işçi çocuğu”, Ankara’da “memur çocuğu” olmasını büyük bir gururla açıklayan bu muhterem Muğla’da “ev yapacaksan tuğladan, kız alacaksan Muğla’dan” diyerek maalesef kendisinden beklenen açıklamayı yapmayarak bende büyük bir hayal kırıklığı yaratmış olmasına rağmen gerekli hürmet ve saygıyı ne yazık ki görememiştir.

Erdal Eren’e layık gördüğü idamı; yaş engeline rağmen kendisine de uygulanmasının önünün açılması açısından derhal yaşı yaklaşık bir 50 yıl küçültülerek konunun halli yoluna gidilmesi mümkün ise de, biz kesinlikle böyle bir sonu kendisine uygun ve layık bulmuyoruz.

Gücünün erişilmez olduğunu düşündüğü dönemde uyduruk bir kararla Ankaragücü’nü 1. lige (o zamanki süper lig) çıkarmış olmasına rağmen Ankaragücülüler tarafından bile layık olduğu şekilde bir hürmete mazhar olamamış ayrıca Galatasaray’ın Ankaragücü’nü 8-0 yendiği maçtan sonra “ben artık Ankaragücü’nü tutmuyorum” demesine rağmen Galatasaraylılar tarafından da sevilmeye layık görülmeyen bu zat-ı muhterem için, sevgi, saygı ve hürmet görmede milat sayılacak Picasso’nun resmine bakarak “netekim bunu bende yaparım” deyip sanatçılığını ilan etmiş olmasıdır. Bu ilan aslında akıllara zarar ya da durgunluk vermek üzere sarf edilmiştir ama işte o saatten beridir ki; sümme haşa adam ressam, adam sanatçı, işte bütün hürmet ve saygının gerekçesi budur ve işte kadirşinas ve necip Türk milletinin SANATÇIYA SAYGISI bundan sonradır ki bir sevgi saygı ve minnet seli olup taşmış ve sanatçılığının ilanı üzerine bir sürü memleket evladının çocuklarına Evren ve Kenan isminin konmasına ilham kaynağı teşkil etmiştir.


Pazar, Ocak 03, 2010

BİR KİTAP: MECZUP YARATMAK

Son okuduğum kitap; Mustafa Yıldırım’ın yazdığı “MECZUP YARATMAK” tan kısa bir tanıtım aşağıdadır. Ancak dikkat çekici bir biçimde son dönemlerde gerek milliyetçiler ve gerekse de ulusalcılar (neomilliyetçiler) tarafından en azından birinci kısımdakiler tarafından daha düne kadar akıl danıştıkları, arkasından gittikleri, biat ettikleri, dizlerinin dibinden ayrılmadıkları, şapkasından kuş çıkarmalarını bekledikleri, yere göğe sığdıramadıkları, Hira dağı kadar Müslüman diye tarifledikleri, sürekli keramet bekledikleri vs. vs. kişilerle ilgili karşı tutum aldıklarını beyan ettikleri kitap yayınları artmış bulunmaktadır. Eee ayrılıkları ya da gayrılıkları hayırlı olsun diyelim. Ne değişti de acaba bu yayınlar arttı hani bilenin bildiği üzere hepsinin de kökenleri dünün “komünizmle mücadele dernekleri” iken bugün birbirlerine saldırmaya başladılar, hani “akılları başlarına geldi” desek genel tavırları da bunun pek böyle olduğunu göstermiyor ama neyse… Hani memleketi tek bizim gibi düşünenler kurtaracak diye ortada kasım kasım kasınarak dolaşan milliyetçiler ve ardılları neomilliyetçiler; (tabii bunların bir kısmı da ne olup bitiğinin pek farkında değiller ki sırf bu yüzden öncüllerini destekliyor ya da artık birlikte eylemler düzenleyebiliyorlar) daha düne kadar Kanlı Pazarda, Kahramanmaraşta, Sivasta, Çorumda “Tanrı dağı kadar Türk olanlarla Hira dağı kadar Müslüman olanlar” yan yana; “Bağımsız Türkiye” diyenlere, “Tek Yol Devrim” diyenlere saldırmıyorlarmış gibisine karşılanıyor ya da görülüyorlar ya buna yanarım işte… Neyse neyse (yine)…

Kitaptan
Mustafa Yıldırım. Saidi Nursi (Saidi Kurdi) etrafında yaratılan menkibeleri uzun uzun yazdığı kitabın giriş bölümünde: “İnandım” diyen kişiyle inandığı konularda bilimsel bir tartışmaya girmek kadar hatalı bir girişim olamaz. Çünkü o kişi “inandım” demekle her türlü tartışmanın önünü kesmiş olmaktadır.
“Bu kitap Said-i Nursi (Saidi Kurdi) ve ona inananların dinsel inançlarını tartışma ya da eleştirme amacını taşımamakta, safsata ile gerçeği ayrıştırmaya yardımcı olmayı denemektedir.”
“Çünkü şu ya da bu inanca kapılma özgürlüğüne karışılamaz. Ne var ki, yalan ile gerçeği ayrımsadıktan sonra kişinin istediği seçimi yapması, şu ya da bu inanç öbeği içinde yer alması ve hatta bir faniye bağlanması daha sağlıklı olabilir''

Yazar; kendi ruhsal bunalımları ile baş edemeyen ve bu yüzden Bitlis Vali Tahir Paşanın tavsiyesi üzerine dönemin padişahı II. Abdülhamit tarafından Toptaşı Akıl Hastanesinde tedavi görmesi için kapattırılmış ve sonraları kendiliğinden de bir mağara da yıllarca inzivada yaşamış Said-i Nursi’den Mehdi yaratılma çalışmalarını; Cemal Kutay gibi “Tarih üstadı”, Şerif Mardin gibi “Sosyoloji profesörü” nün eserleri üzerinden mahkûm etmeye çalışmakta ve nasıl da meczupsever bir toplum olduğumuzu bize göstermeye çalışmaktadır. Daha sonraları yazdıracağı “Tarihçe-i Hayat” adlı kitapta, doktorların “Said bizden de akıllıdır” ve “eğer Bediüzzaman’da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur” gibi bir rapor düzenlediklerinin belirtilmesinin herhangi bir kanıtının olmadığını, böyle bir raporun olmadığını ya da herhangi başka bir kaynak yayınında olmadığını belirtmektedir yazar Mustafa Yıldırım.

“Uydurulan bilgi, yıllar geçtikçe gerçeğin yerini alır. İnsanoğlu sunulan bilgiyi aklın süzgecinden geçirmeden kabullenmeye yatkındır. Özellikle gençlerin aklını çelen, ortak kültüre aykırı bilgi yığını, onların bir bölümünü meczuplaştırabilir.” diyerekten; gerek “Tarihçi Üstad Cemal Kutay’ın” Said-i Nursi ile görüşmeden sanki Elmadağ’a giderek kendisi ile uzun uzun ve her konuda detaylı bir biçimde görüşmüş gibi yazdığı kitabı kılavuz edinip tek tek tüm ileri sürülenlerin yanlışlığını ispat etmeye çalışmakta ve en sonunda da “Tarihçi Üstad Cemal Kutay’ın” bu kitabı 100.000 TL karşılığında da yazdığını itiraf ettiğini belirterek yaratılan büyük aldatmacanın nasıl bir halüsinasyon ürünü olduğunu ispata çalışmaktadır.

Diğer taraftan; önceleri İttihat ve Terakki partisinin destekleyicisi, bilahare 31 mart gerici ayaklanmasının başaktörlerinden, Serv tertipçilerinin düzenlediği konferansa giden ermeni ve Kürt temsilcilerine destekten, Kurtuluş savaşına karşı çıkışından, Kürt Teali Cemiyeti kurucularından, Şeyh Sait isyanın arka planında durmasından söz ederek ama mutlaka bir duruma ya da harekete önce destek sonra da karşı çıkmak gibi bir standart tavırdan söz ederek akıllara başka olasılıkların gelmesine yol açmaktadır, yazar Mustafa Yıldırım.

Demokrat Partinin iktidara gelmesinden sonra ise; hızlı bir Amerikancı desteği vererek başta NATO olmak üzere, Kore’ye asker gönderilmesini savunmakta ve hatta yaklaşık 5.000 müridi ile birlikte Komünizme karşı gönüllü savaşmak istediğini de yazmaktadır yazar.

Said-i Nursi (Said-i Kürdi) kendi ağzından yazılan yaşamöyküsünde, yirmi yıllık eğitimi üç ayda tamamladığını, beş günde inorganik kimyayı öğrenip bir öğretmeni yendiğini belirterek (bir öğretmen nasıl yenilirse işte), hatta bir cebir kitabı yazmış olduğunu ileri sürenlere, Mutsa Yıldırım bunların kaynaklarının olmadığını böyle yazılmış kitaplar olmadığını yazarak karşı çıkmaktadır. Yine aynı kitapta tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe ilimlerinin esaslarını tedris ederek elde ettiğini belirtildiğini ama nasıl elde edilmişliğinin belli olmadığını ve kendi iddiasına göre 80-90 kitabı üç ayda ezberlediğini ve her ezberden sonra bir öğretmenle münazara yapıldığının ve münazaraları hep kazandığının belirtildiğini ama bunların bir başka kaynaklarla desteklenmediğini yazmaktadır, yazar.

Diğer taraftan; bugünün ünlü kişisi Cüneyt Zapsu’nun dedesi Abdurrahim Zapsu ile ilişkilerine, Musa Anter’in Zapsu ailesine damat oluşuna kadar, özel harpçilerin sivil uzantısı Bucak ailesine kadar oradan şimdilerde Bakanlıktan yeni ayrılmış Hüseyin Çelik’e kadar geniş bir ilişkilerden bahsetmektedir yazar.

Ayrıca; Bediüzzaman Said-i Nursi’nin gelen büyük desteklerle yarattığı tarikatın, meşhur Kore’li Sun Myung Moon’un kurduğu “Moon” tarikati ile benzerliklerini ve her iki tarikatın ardıllarının (takipçilerinin) de şu anda ABD de bulunduklarını yazmaktadır.







Pazar, Aralık 27, 2009

HER İKİ TARAFTA DOĞRUYU SÖYLEMİYOR


Ne diyor Hükümet ve destekçileri; “Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Çukurambar’da bulunan evinin sokağında bir otomobilin içinde bir albay ile bir binbaşı şüpheli davranışları nedeni ile Ankara Emniyeti polisleri tarafından yakalanmıştır. Bu iki subay Bülent Arınç’a “suikast hazırlığı” içindedirler”

Peki diğer taraftan ne diyor savunmasında Genelkurmay; “Çukurambar’daki 1 albay ve 1 binbaşının peşinde olduğu kişi gizli bilgileri sızdırdığı iddia edilen bir albay. Yoksa konunun Başbakan yardımcısı ile bir ilgisi yok. Belki bazı suallere cevap verememiş olabiliriz. Netice olarak bugün itibarıyla buna ilave edeceğimiz başka herhangi bir şey yok. Yeri geldiği zaman belki tamamlayıcı bilgiler verme durumumuz olabilir”

İki önemli kurum ve iki taban tabana zıt açıklama; hadi gelin çıkın içinden çıkabilirseniz, şüphesiz çıkamayacaksınız ve maalesef yıllardır “kırk satır mı? Kırk katır mı?” aralığında bırakıldığımızdan ötürü herkes kendi meşrebine ya da inandığı kuruma uygun pozisyon alacaktır; nitekim de öyle oldu. Ama bana kalırsa her iki tarafta doğruyu söylemiyor birşeyleri örtmeye çalışıyorlar ya da olan biten başka şeyleri gizliyorlar ya da gizleyecekler.

Bu olayın tarafların açıkladığı şekilde cereyan etmesinin olanaksız olduğu ve tarafların doğruyu söylemediği kanaati ben de neden oluşmaktadır acaba dedim konu üstünde düşünmeye ve olasılıkları sıralamaya başladım.

Bu “Özel Harp Dairesi” ya da “Seferberlik Tetkik Kurul’u” ya da başka adlar altında anılan ya da bilinen bu kuruluş ya da taşeronları bugüne kadar yapılan bir dolu sofistike suikastların düzenleyicisi olarak hedef olmuş ve asla da iz bırakmadan ortadan kaybolmuş ulusal ve uluslar arası lojistik desteği mükemmel olduğu anlaşılan bir kurum olarak bilinmektedir.

Böyle 60 yıllık saha tecrübesi olan ve 6-7 Eylül olaylarından başlayıp ta 12 Eylül öncesi birçok önemli ve ünlü bilim adamı ve siyasetçiye suikast düzenle ve yakalanma gel burada çok sıradan bir adreste dinleme ya da suikast hazırlığı yaparken yakalan; hem de 1 albay ve 1 binbaşının yönettiği bir ekip olarak buna kargalar bile inanmaz bence. Sen kalk 12 Eylül öncesi en iyi korunduğu savlanan ve söylenen Maltepe cezaevinden dönemin en ünlü suikast erbabını tereyağından kıl çeker gibi kaçırmakla adın anılsın sonra sırra kadem bas gel burada böyle acemice yakalan. Sen git 1 Mayıs 1977 de akıllara ziyan eylemim sorumlusu olarak anıl yakalanma, gel burada yakalayanların bile şaşırdığı şekilde çocukça yakalan. Gel Kahramanmaraş olayları gibi bir olayı düzenlemekten zımmi ve gizli gizli suçlan, sonra gel burada yakalan, ne diyelim sen aklımızı koru yarabbi. Ya bu kurum anıldığı gibi bir kurum değil çok fazla şehir efsanesi üretilmiş hakkında ya da eğer anıldıkları eylemlerin tertipçişi ise bunlar bu son durum fazla amatörce, artık varın siz karar verin.

Efendim aslında hedef Bülent Arınç değil orada Genelkurmaydan bir başka albay bir takım gizli bilgileri sızdırıyordu da bahse konu ekip onu takip ediyordu diyerek duruma kurtarmaya çalışmakta; bir başka komedi. Peki, önemli ve ileri derece bilgi sızdıracak önemli görev yapan bir albayın Çukurambar’da ne işi vardır acaba, orada mı ikamet ediyor? Bilgileri sızdırdığı veya verdiği iddia edilen adam kim ve orada mı oturuyor? Peki, o derece önemli bilgileri sızdıracak şekilde görev yapan bir subay Askeri lojmanlarda oturmuyorsa ki öyle okumamız isteniyor bu mesajı, o kişi neden gözaltına alınmıyor ya da konu neden tamamen göz ardı ediliyor? Oysa bahse konu kişi hemen kendisinin takip edildiğini anlamayacak mı acaba? Bir yanda iddia edildiği üzere takip edildiği söylenilen Albay belli ve bilinen bir kişi, kime bilgi sızdırdığı da belli yine anlaşıldığı kadarı ile; ee peki konunun bu tarafına yönelik varsa hareket nedir, yoksa nedendir? Vs. vs.

Diğer taraftan en önemli görünen konu ise; Genelkurmay’ın bu açıklamalarına inanmayıp, güvenmeyip ve hatta değer vermeyip derhal günlerce sürecek bir delil arama ve inceleme süreci başlatan taraf hem de inanılmaz gerginlikleri göze almak kaydıyla, acaba neden zımmi olarak önümüze suçlu diye çıkardıklarını görevden almaz ya da alamaz, hani mademki bu zevatın yaptığı açıklamalar doğru değil güvenilir değil ise, ee o zaman hadi iktidar olmanın gereğini yerine getirin de görelim. Peki, karşı tarafın da; bağlı olduğu kurum ya da kurumun başındaki tarafından kendisine inanılmıyor ve güvenilmiyor davranışı alenen sergilenir iken, yapması gereken de çok basittir. Peki, o da yapılmıyorsa acaba bizim bilmediğimiz ama bize anlatılan hikâyelerin dışında bir konu olması olasılığı aklınıza gelmiyor mu?

Yoksa bütün bunların dışında bir izah yolu mu var tüm bu olup bitenin diye soracak olursanız, çok ta bu konuları bilmeyen biri olarak hiç tereddütsüz cevabım “evet” tir. Sanki öyle geliyor ki o bilgileri sızdırdığı iddia edilen de, kendisinin takip edildiği söylenen subayında ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik suikast iddialarını dillendiren ve bu iddiaların hedeflerinindekilerin ve bunu açığa çıkaranında bir başka ve önemli oyunun ayrı birer parçaları olduğu görünmektedir.

Ez cümle patron aynı, tavır aynı galiba; yani “Tavşana kaç tazıya tut” misali tüm bu maskaralıkların nedeni; gündemi değiştirmek için iktidar sahiplerinin ihbarları ve planları neticesinde ve Fatih Altaylı’nın anlattığı hikâye kadar basit midir?

Yoksa hepsi aynı mı? Yoksa aynı hepsi mi?

Acilen bu konuda her iki tarafında artık aptallığımızı yüzümüze vurmayı bırakarak inanılır bir açıklama yapmasını beklemekteyiz. Yoksa durum “ŞUYUU VUKUUNDAN BETER” haldedir, biline… (üç nokta)