Cuma, Ağustos 16, 2013

KURTULUŞA İNANMIŞLIĞIN PORTRESİ

                                            MUSTAFA ÖZENÇ

Arkadaşlarına yazdığı son mektup

“Ben hiçbir karşılık gözetmeksizin, kendimi Türkiye emekçi halklarının sömürü, baskı ve zulme karşı verdikleri “insanca yaşama” mücadelesine adadım.
Bizatihi emperyalizm tarafından yönlendirilen oligarşinin resmi, sivil tüm güçleriyle halka karşı ilan ettiği sindirme, köleleştirme, yok etme savaşına karşı Türkiye halklarının “DEVRİMCİ YOL”unda mücadele ettim.
Yürüdüğüm yolun engebeli, dolambaçlı ve sarp olduğunu biliyordum. Doğruluğuna inandığım bu yolda ilk düşen de ben değilim. Son düşen de olmayacağım. Bu savaş kurtuluşa kadar sürecektir.
İnsanlığın bu onurlu savaşında bir sıra neferi olarak ölmek, ölümlerin en yücesidir.
Er ya da geç... Zafer Türkiye emekçi halklarının faşizme karşı birleşik devrimci savaşının olacaktır.
Her zaman için onur duyduğum, birlikte olduğumuz Türkiye emekçi halklarının kurtuluşu uğrunda omuz omuza çarpıştığımız Devrimci Yol saflarından beni ancak ve ancak ölüm ayırabilirdi. Ki bu da, geride mücadelemizi “kurtuluşa kadar” sürdürecek yoldaşlar olduğu müddetçe, şerefli bir nöbet teslimi olarak, beni hiçbir şekilde korkutacak bir olay değildir. Ancak istemeyerek bu nöbeti teslim ettiğim için üzüntü duyabilirim. Türkiye'de devrim yapmak için yola çıkan siyasi hareketimiz, izlediği doğru eylem ve mücadele çizgisiyle kısa sürede büyük mesafeler katetmiş ve emekçi kitlelerin büyük sempati ve güvenini kazanabilmiştir. Bu arada çeşitli eksikliklerimiz dolayısıyla sınıflar mücadelesinde yetişmek olanağı bulamadığımız olaylar olmuştur.
Devrimci Hareketimizin kazandığı prestijde hiç kuşkusuz, yiğitçe çatışarak, ya da işkence tezgâhlarında direnip sır vermeyerek, ölen, sakat kalan ve zindanlara tıkılan yoldaşlarımızın payı çok büyüktür. Ne yazık ki yiğit yoldaşlarımızın kanı pahasına sağlanan bu prestije gölge düşüren, devrimci hareketimize önemli ölçüde zarar veren dönekler ve hainler de çıkmaktadır. Bunlar zora gelince “paçayı kurtarma” düşüncesiyle bir anda Türkiye emekçi halklarına karşı sorumluluklarını unutmakta ve acizlikleriyle hem kendilerini hem de diğer birçok kişiyi utanacak duruma düşürmektedirler. İşin ilginç yanı böyle alçaklar, genellikle fazla işkence görmekten ziyade, psikolojik zayıflıktan dolayı çözülmektedirler.
Her şeye karşın Devrimci Hareketimizin bu sorunların üstesinden geleceğine ve Türkiye Halklarının kurtuluş bayrağını oligarşinin burçlarına dikeceğine olan inancım tamdır.
Bu inançla sizleri selamlar, devrim yolunda başarılar diler ve satırlarımı büyük devrimci CHE'nin şu sözleriyle bitiririm:
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin
Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa
Ve silahlarımız elden ele geçecekse,
Başkaları mitralyöz sesleriyle,
Savaş ve de zafer naralarıyla
Cenazelerimize ağıt yakacaklarsa,
Bu uğurda ölüm hoş geldi, safa geldi.”
 
Ailesine yazdığı son mektup
“Sevgili Babacığım
Hepinizi ne kadar sevdiğimi bilirsiniz. Sizin de beni ne derece sevdiğinizi ve en iyi şekilde yetiştirmek için ne çok çaba ve fedakârlıklar gösterdiğinizi de biliyorum. Sizlere bu satırları yazmamın nedeni kendinizi bu konuda suçlamamanız içindir. Siz bana karşı görevinizi fazlasıyla yerine getirdiniz. Bu yüzden sizi kimsenin suçlamaya hakkı yoktur. Buna yeltenenler olursa, bilin ki onlar bile bile ya da bilmeyerek bu sömürü düzenine köleliği savunanlardır…
Ben yolumu kendim çizdim. Şu veya bu şekilde. Kişisel hırs ve çıkarlar uğruna düzene sadık köleliği değil: emekten ve emekçiden yana olmayı, sermaye ve onun egemenliği ile sömürüsüne dayalı düzene karşı mücadeleyi seçtim.
Yürüdüğüm yolun ne kadar sarp, engebeli, dolambaçlı olduğunu da biliyordum. Çünkü sömürücü sınıf emperyalizme göbeğinden bağımlı, çıkarları emperyalizmle aynı yönde ve devlete egemendi. Bu egemenlik ve saltanatı sürdürebilmesinin temel koşulunu; baskı ve şiddete dayalı politika ve bunu tamamlayan yalan, demagoji v.b. propaganda oluşturuyordu.
Zaten hiçbir zaman istikrara kavuşmayan, emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalist düzenin açmazları derinleştikçe; baskı ve şiddet o ölçüde artmaktaydı...
Nitekim önce sivil köpeklerini halkın üzerine saldılar. Okulları, işyeri ve mahalleleri faşist zorbalara işgal ettirerek, geniş emekçi kitleleri, demokrat aydın ve öğrencileri köleleştirmeye çalıştılar. Katliamlar yarattılar. Olan bitenleri “anarşi ve terör” diye açıklayıp, sınıf mücadelesini örtbas etmeye kalktılar. Bütün bunlar yetmedi. Sivil sıkıyönetim, bölgesel sıkıyönetim ve arkasından 12 Eylül... Emekçi sınıf ve tabakalarının kazanılmış tüm haklarının ortadan kaldırıldığı bir ortam. Herşey önceden hazırlanmış bir oyunun parça parça sahnelenmesi idi. Her sahnede başrol oyuncuları değişiyordu. Ve Türkiye emekçi halklarının devrimci mücadelesinin yükselmesini önleyemedi. Hiçbir zaman da önleyemeyecektir.
Ben ve daha yüzlerce kişinin öldürülmesi, ülkemizde yaşanan sınıf savaşını durduramayacak ve bu savaş, bu bozuk düzen tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılıncaya kadar sürecektir.
Sizlere veda mesajı olarak yazdığım bu satırları bitirirken, tek isteğim sabır ve iradenizi koruyarak; bu olayı bir aile faciasına dönüştürmemenizdir. Hepinize sonsuz selâmlar, saygılar ve sevgiler.
Elveda...”
 

 

Cumartesi, Ağustos 10, 2013

SÜLEYMAN-EL İSA (ŞAİR-ÜS SAGİR)

Türkiye’de; gerek Doğu yazar ve şairlerine bakıştaki sorunlar, gerekse de Suriye ile çok uzun yıllara dayalı dostane ilişkilerin olamayışı nedeniyle, belki de Arap Ulusçuluğunu ilke edinmiş parti kurucusu olması nedeniyle çok fazla bilinmeyen ya da bilinse de yeterli ilgi gösterilmeyen ama Dünya şiirinin duayenlerinden, Ortadoğu’nun en büyük şairi, katıldığı Moskova Dünya Barış Konferansında tanıştığı ve dostluklarını ölüm ayırıncaya kadar sürdürdükleri Nazım Hikmet’in yaşayan son dostlarından, Dünya PEN Yazarlar Birliğinden Aziz Nesin’in dostlarından, Arap Dünyasının özgürlüğe açılan penceresinin büyük yazarı ve şairi Süleyman El İsa’yı 08.08.2013 akşam saatlerinden kaybettiğimizi öğrenmiş bulunmaktayım, ışıklar içinde yatsın, üzüntüm büyük olmakla birlikte başta dayısını kaybeden eşim olmak üzere tüm sevenlerine, yakınlarına ve ailesine baş sağlığı dilerim.

1982 yılında Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin “Lotus” ödülü sahibi, 2000 yılında “Arap Yaratıcı Şiir Ödülüne” layık görülen, yüzlerce eseri bulanan ve yaşamını Suriye'nin Başkenti Şam'da sürdürürken yaşamını kaybeden şair-yazar Süleyman El-İsa'yı yıllar önce Suriye’nin başkenti Şam’da, kendi ününün muazzamlığına karşın eşiyle birlikte mütevazı bir yaşam sürdürdüğü evinde ziyaret etmiş, Türkiye anıları ve yazıları, Asi nehrinde yüzmeleri, Fransızların Hatay’ı işgali ve onlara karşı verilen kurtuluş amaçlı direniş ve Fransız mapushanelerindeki çileler başta olmak üzere çok çeşitli konulardaki görüşlerini dinleyip, ilim, irfan ve feyz almış, özellikle Nazım Hikmet ve Aziz Nesin ile ilgili anılarını üstadın şiirimsi konuşmaları ile büyülenmiş bir vaziyette ve ayrı bir kulakla dinlemiş idim, bir hayli ilerlemiş yaşına rağmen Şam’ı gezmemiz sırasında da gezi rehberliğini bizden esirgememiş koca çınarı büyük bir hayranlıkla izlemiş idik. Bilahare; Hama, Lazkiye ve Şam’da çekilen sıkıntılar, lise hayatı ve özgürlük, vatan ve yurtseverlik üstüne yazılan şiir ve yazıların kendisine tutuklamalar ve yargılamalar olarak geri dönmesi, 2. Dünya savaşı yıllarında daha lise çağlarında iken Suriye BAAS partisinin, Irak Hükümetinin sağladığı burs ile Arap dili ve Edebiyatı dalında yüksek öğretim için Bağdat’a gittiği dönemde de Irak BAAS partisinin kuruluşunda katkı sunduğu dönemlere ilişkin anılarını dinlerken de, hafızasının diriliği, tazeliği ve derinliğine hayran olmuştuk. Hele, daha ilkokul 3. sınıf öğrencisi iken öğrendiği ama asla unutmadığı ve aksanından ötürü dinlemesini çok sevdiğimiz bizler için hiç sıkılmadan defalarca tekrarladığı “inatçı 2 keçi” şiirini nasıl unutabiliriz… Suriye Kültür Bakanlığının 1964’te dört kitabının yayımlanması üzerine kendisine ödenen telif hakkı olan para ile uzun yıllar önce terk ettiği Türkiye özlemi ağır basınca, koca çınar, bu parayı bitip tükenmeyen özlemini gidermek için Türkiye gezisine çıkarak harcamayı uygun görmüş ve ailesi ile birlikte Türkiye’ye gelmiştir, bu geliş onun ilk ve son gelişi olup bu gezisinde Hatay, Mersin, Ankara ve İstanbul’u gezmiş ve bu gezi ile ilgili anılarını kitaplaştırmıştır. Bir defasında, soğuk savaş günlerinin gerginliği içerisinde başvurduğu Türkiye vizesi için olumsuz yanıt alması üzerine, kalbinin burukluğunun yarattığı sıkıntı ile bir daha asla vize talebinde bulunmamış ve şimdilerde Suriye ile savaş ortamı öncesi oluşan olumlu iklime rağmen bu seferde yaşlılık nedeniyle vize girişiminde bulunmamıştır. Hatta öğrendiğimiz kadarıyla eski Dışişleri bakanlarından Vahit Halefoğlu ile ilkokul sınıf arkadaşlığı olmasına rağmen o dönemde bile kalbinin bir kez kırılmasına katlanamayacağından herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Hele başından hiç çıkarmadığı beyaz şapkası ile önümüze düşüp bizi gezdirdiği Şam’da ilerlemiş yaşına rağmen bizden kesinlikle geri kalmayışı ayrıca ne denli bir Şam tarihçisi ve gezi rehberi olduğunu da bizlere göstermiştir, üstat...

1921 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Nahırlı Köyü (şimdiki adıyla Aknehir Beldesi) Besatin-el Asi Mahallesi’nde doğmuş, babası Şıh Ahmet’in yörenin âlimlerinden olması ve köyünde ilkokul olmaması nedeniyle ilk öğretmenliğini babasının yaptığı bilinen, iki katlı evlerinin alt katı okul ve kütüphane olarak kullanıldığını ifade edilen, burada babasından aldığı okuma yazma kursları ile öğrenimini ilerleten ve Ömer Hayyam’ın rubaileri ile genç yaşta tanışan, bu tanışıklığın ve aldığı eğitimin ve öğretimin meyveleri daha 9 yaşında iken ortaya çıkar ve ünü Antakya’nın tamamına yayılır ve kendisine “Şair-üs Sagir (Küçük Şair)” denilerek şairlik süreci başlar. Eşi; Prof Dr Melek Abyad, dünya tatlısı bir insan olmanın yanında, eşi ile gurur duyduğunu gözlerinin içinde hissettiğimiz birisi olup, başta ve özellikle Fransız edebiyatında etkisi görülen Cezayirli yazarlar olmak üzere pek çok yazarın eserlerini Fransızcadan Arapçaya çevirmiştir.

Yaşamı; her özgürlük savaşçısının başına geldiği üzere, sıkıntı, çile ve zulüm ile doludur, üstelik kurucusu olduğu partinin iktidarında bile küskünlükler yaşadığı direk kendisinden duyulmasa bile bilinmektedir, Nazım Hikmet’e Türkiye Cumhuriyeti tarafından reva görülen zulüm ve işkenceler, Fransızların Hatay’ı işgali sırasında Fransızlarla başlayan bulunduğu tüm ülkelerde de koca çınar Süleyman El İsa’nın başına da gelmiştir.

Geçen yıl, Suriye Yazarlar Birliğinin de kurucusu olan bu koca çınar için, doğduğu topraklar olan Antakya Aknehir Beldesinde düzenlenen, Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), Aalen-Antakya Kültür Derneği ve Aknehir Belediyesi işbirliğiyle bir saygı paneli düzenlenmiş idi, ne yazık ki orada bulunamamış ve bulunamadığım için çok üzülmüş idim. Sonradan öğrendiğim kadarı ile başta, Belde Belediye Başkanı Mehmet Mübarek, TYS Antakya Temsilcisi Mehmet Karasu, Suriye Yazarlar Derneği Başkanı Dr. Ali Ekle Orsan ve çok sayıda seveni ve davetlilerin katıldığı panelde, “Bu topraklarda doğmuş, çocukluğunu burada geçirmiş, ben Aknehirliyim diyen büyük bir ustayı, halkımıza anlatmaktan dolayı mutluyum. Onun eserlerini konuşmak ve paylaşmak bizler için çok önemli” biçimiyle yapılan tanıtım kendisi için büyük mutluluk nedeni olmuş…

Değerli şair-yazar ve çevirmen Nuri Sağaltıcı ile yaptığı görüşmede; “Hayatımda hep insanı önemsedim. Yalnızca insanı. Ben şairim, şair gibi düşündüm ve şair gibi yaşadım. Ülkemi ve insanları karşılıksız sevdim.” diyerek, nasıl bir dünya yorumuna sahip olduğunu samimi ve çok şairane göstermiştir.  Nuri Sağaltıcı’nın çevirisi ile Koca Çınarın buram buram Antakya ve memleket özlemi kokan bir şiiri aşağıdadır.

ANTAKYA’DA KALICIYIZ

Yükseklere seriver hayalini, serpiştir ovalara
Seriver, serpiştir yeşil, yemyeşil Antakya’ya

Sevenlerimiz el ele kursunlar düğün dernek
Salıversin sevgi çiçeklerini o güzel yurduma

Papatya yanaklarına kazınmış özümü sarsıver Antakya’nın,
Selam söyle Antakya’nın söğüt ağaçlarına

Hayallerini seriver eski köprünün üzerine
Duyguların boşalıp doruğa çıktığı anlarda

Umutlu adımlarımızın andına uyuyan evlere seriver düşlerini
Ey dostum, ey vatana göklerin ve yeryüzünün renklerini armağan eden fırça.

Ey benim toprağıma özlem duyan olgun çocuk
Antakya’dasın, Antakya…
 
Sen tarihi efsanesin ey coşkulu kent
Tarih Antakya’dır bende ve Antakya tarihtir aslında.

Dostum, az uğrayıver bizim köyümüze de;
Özüm, çocukluğum, şiirlerimi göreceksin yanı başında.

Biraz da Asi’ye sapıver kanımda akan
Oradadır evim, uzanmıştır asi de bir yanında

Bir soluklan gölgesinde yeşil dut ağacının
Şairin sırdaşı olan kasideleri, sor o ağaca

Şiirlerimin nabız atışında vardır o, her zaman
Resmet, resmet gölgesini bile o sevdalı fırçanla.

Sevdiklerine, sevdiklerime selamlarımı ilet ey dost
Çam ağaçları gibi köklüdür onlar, o çamlar gibi, yüksek yamaçlarda

 

Cumartesi, Ağustos 03, 2013

SANDIKTAN GELDİK


İstanbul Tüp Geçit Projesi, daha başlamadan güzergâhı 2 defa değiştirilen 3. Boğaz Köprüsü, Akkuyu Nükleer Santrali, Haydarpaşaport Projesi, Uluslararası büyük destekçi Dubai Şeyhi El-Maktum'un Levent Garaj Projesi, İzmir Otoyol Projesi, sözde düşman ilan edilen Yahudi lobisinin önemli temsilcisinin Galataport Projesi ve kentsel yaralara dönüşen veya dönüşecek kentsel dönüşüm projeleri başta olmak üzere yüzlerce projedeki; ahlaki, sosyal, siyasi, ekonomik ve teknik sakatlıkları ya da alavere dalavereleri görerek ya da öne sürerek, üstelikte yasalardan gelen yetkisini kullanarak mahkemelere başvurarak dava açmak suretiyle karşı çıkan, tüm İnşaat, Jeoloji, Elektrik, Makine, Ziraat, Petrol, Elektronik, Bilgisayar Mühendisleri ve Mimarların ortak yasal organı TMMOB’nin yetkilerini, hem de Gezi parkı eylemlerinin sorumlusu tayin edilerek ya da bu bahanenin arkasına sığınılarak keyfi bir biçimde neden yok ettin diye sorulunca; cevap; Çünkü sandıktan geldik,

Sayıştay, genel ve katma bütçeli tüm kamu kurum ve kuruluşlarının, bütçe onayları ve denetimlerini yapma görev ve salahiyetlerine haiz iken şimdi hazırladığı raporlarının bile kaale alınmadığı bir döneme gelinmesi üzerine sorulan sorulara; cevap;  Çünkü sandıktan geldik,

Gezi parkında; gerek bu civarda kalan son yeşil alandır, gerekse de burası deprem anında toplanılacak alandır gibi çok çeşitli gerekçeler öne sürülse dahi, insanların orada toplanıp bu projeye karşı çıkışlarına sanki onlar bu ülkenin vatandaşları değilmişçesine, “Ne derseniz deyin oraya topçu kışlasını yapacağız”, “O zaman ne dedik, olacak dedik, şimdi oluyor. Bu tabi kışla olmayacak. AVM, belki rezidans olarak hizmet görecek.” denilmesine karşı ulusal ve uluslararası tepkilere verilen cevap; Çünkü sandıktan geldik,

İstanbul kanal projesi rasyonel akla, uluslar arası siyasete, bilime, tekniğe ve hayatın gereklerine uygun değil, adı üstünde bu tam bir çılgın projedir denilmesine karşı, kininizi içinizde tutmayın ruh haliyle verilen cevap; Çünkü sandıktan geldik,

Gezi parkına AVM yapılacak, size mi soracağız, birileri gelip bize akıl veriyor “bu yanlış” diye. Ya arkadaş sen aklını kendine sakla, Çünkü sandıktan geldik,

Suriye’de neden savaşın bir parçasıyız ya da en azından neden böyle bir algılama var, cevap; size mi soracağız, sizden akıl mı alacağız, istediğimizi yaparız, Çünkü sandıktan geldik,
Tüm komşu ülkeler ile kavga, niza ve sorun yaşıyoruz, böyle bir dış politika olmaz diyenlere, cevap; size mi soracağız yaparız Çünkü sandıktan geldik,

ÖSS sınavlarında yolsuzluk var diyenlere cevap, araştırıyoruz, bakıyoruz, dediniz, bir sonuç yok, olmayacağı da çok açık denilince hemen celallenip, ne yapacağımızı size mi soracağız, nasıl yapacağımıza biz karar veririz, Çünkü sandıktan geldik,

Anayasa Mahkemesi kararı ile irticanın merkezi olunmuş ne diyorsunuz sorusuna cevap, oluruz, keserler para cezasını biter, Çünkü sandıktan geldik,
Kimlik siyaseti yapıyorsunuz, cevap hakkımız, Çünkü sandıktan geldik, Din siyasete alet ediliyor deniliyor, size mi soracağız, Çünkü sandıktan geldik,
Yahu bu kanun ile çok eşlilik gelebilir deniliyor, sizden akıl mı alacağız, Çünkü sandıktan geldik,
10. yıl marşını istemezük, biz istemediğimize göre kimse de istememeli, neden, Çünkü sandıktan geldik,
10 Kasım anma törenleri yapılmamalı, bir putun karşısında sap gibi durulur mu, durulmaz neden durulmaz, Çünkü sandıktan geldik,
29 Ekim kutlanmamalı diyoruz herkes karşı çıkıyor neden karşı çıkıyorsunuz, biz ne dersek o olur, Çünkü sandıktan geldik,
Küçücük kızlar evlendiriliyor, “çocuk gelinler dünya klasmanında” en üst sıralardayız diye bize akıl veriyorlar, aklınız size kalsın, ihtiyacımız yok, Çünkü sandıktan geldik,
İnsanların fişlenmesi ileri demokrasinin gereğimi diye soruyorlar, eskiden de fişliyorlardı, şimdi de biz fişliyoruz ne olur ki, Çünkü sandıktan geldik,
Şu kadar çocuk yapacaksın, Çünkü sandıktan geldik,
Çocuk yaparken şu yöntemi kullanacaksın, Çünkü sandıktan geldik, Mizahçılara hapis, Çünkü sandıktan geldik,
Tabiatın can damarı bu derelere HES yapmayın, yaparız Çünkü sandıktan geldik,
Allonoi neden sular altında kaldı, Çünkü sandıktan geldik,
Hasankeyf neden sular altında kalacak, Çünkü sandıktan geldik,
Hergün kadınlar eski eşleri tarafından öldürülüyor, koca şiddetinden bunalmış kadınlardan geçilmiyor tedbir alınmalı deniliyor, size mi soracağız, Çünkü sandıktan geldik,
Deniz feneri soruşturması, Çünkü sandıktan geldik,
Bunlar stratejik kuruluşlardır özelleştirilemez, Çünkü sandıktan geldik,
Dolaylı vergiler artık vatandaş tarafından taşınamaz durumdadır, Çünkü sandıktan geldik,

Eeeee Hitler de sandıktan geldi diye sandığımı red mi edeceğiz, son bombamız da bu, ne diyelim Allah Selamet versin…

Vs. vs. vs. vs. vs.

Bu sandıktan geldik edebiyatının hayat içindeki pratik karşılığı mı kast ediliyor acaba?  Hiç zannetmiyorum… Çünkü seçim performansını gerçekten ölçmenin yegâne yolu, direk, filtresiz, barajsız ve dolaysız ve de özellikle hilesiz ve hurdasız seçim yapmanın yolunu bulmak ve uygulamaktan geçmektedir, peki bunun böyle olduğu bilinmez mi? Bilinir elbette, ama ne yazık ki muhalefeti dahi bunu talep etmez canım yurdumun, çünkü piyangonun kendilerine isabet edeceği günü beklerler ya da öyle bir algılama yaratırlar, vatandaş gözünde… Bizden söylemesi bu piyango onlara bu kafa ile asla ve kata isabet etmeyecektir…

Yahu şu sandık meselesini;
1.    Seçim Barajlarından azade tutarak,
2.    Partiler tüm adaylarını ön seçimle belirleyerek,
3.    Parti üye kayıtlarının doğru yapılmasını ve denetlenmesini temin ederek,
4.    Seçim kanununu değiştirerek,
5.    Nispi temsil usulünü günümüze uyarlayarak,  
6.    Partiler kanunu değiştirerek,
7.    Partilere hazineden yardım behemehâl kaldırarak,
8.    Yunanistan’ın bile kullanmadan, ihaleyi kazanan firmaya geri iade ettiği “SEÇSİS” programıyla seçim ölçmeyi behemehâl bırakarak,

gibi detaylar başta olmak üzere seçimleri her türlü manipülasyondan uzak tutacak, görece, ahlaka ve adalete uygun hale getirirsek, “sandıktan geldik” lafı anlamlı olur…

Vs. vs. vs. vs. vs..

Sonuç olarak; SORU,

Peki, TMMOB yönetimleri sandıktan gelmedi mi, Baro yönetimleri sandıktan gelmedi mi, Tabip Odaları yönetimleri sandıktan gelmedi mi?

Pazar, Temmuz 28, 2013

YA TARAF YA BERTARAF


Demokrasi talepleri ile İstanbul Taksim Gezi Parkında başlayan ve adım adım tüm Canım Yurdumu saran eylemler evrile evrile başka boyutlar alarak, kökü dışarıdadır, arkalarında gizli örgütler vardır yalan ve kara propagandasına rağmen halen devam etmektedir ve görünen o ki uzunca bir süre devam da edecektir. Adalet, hak hukuk arayışı süreçlerinde; Baro, Tabip Odaları başta olmak üzere diğer tüm meslek kuruluşları gibi Mühendis Odaları da yerlerini geçmişte olduğu gibi bugün de almış ve alacaklardır, 3-5 kendini bilmez istiyor diye bu işten mühendislerin vazgeçeceği düşünülüyorsa çok yanılıyorlar. Mühendisler ve onların meslek kuruluşları bu mağrur muktedirlerin yaptığı yasalar ile kurulmuş olmalarına ve o kurallara uygun çalışmalarına rağmen neden sürekli hedef olmuşlardır diye baktığımızda; Süleyman Demirel, Turgut Özal, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan devri iktidarlarında imar numaralarının yarattığı mamanın büyüklüğünün başta çevre katliamı yaratan rant ekonomisine ve yarattığı çarpık kentleşme ve onun sonuçlarının doğurduğu sağlıksız toplumsal ilişkilere hep direnmişlerdir. Ancak bu sığ (hatta sığ bile denmez ya) zihniyetin en önemli temsilcilerinden birisi; bir tarihlerde kenti otoyollara çevirme girişimi olan ardı ardına inşa edilen onlarca alt-üst geçitlere karşı çıktığında TMMOB ni hedefe koyarak, kontrolünde tuttuğu şehir içi yolcu taşımacılığının en önemli unsuru minibüslerin arka camlarına “mühendisler siz işinize bakın köprü yapmak bizim işimiz” afişleri yapıştırtacak kadar da komikleşmişlerdi, ancak bu komikleşmeden nasip ve murat canım yurdumun insanları tarafından alınamadığı gibi o kurumda çalışan yüzlerce yandaş mühendisten de ses çıkmamıştı… Oysa mühendis yandaş olmaz, mühendis sadece kendisine, ilgili disiplinin yemini mucibince yüklenen misyon doğrultusunda, teknik, sosyal, ekonomik ve bunların sonuçlarının siyasal yaşama yansımasına uygun davranışları ahlaken göstermek durumundadır, yoksa “beni işten atarlar”, “ne yapayım bana emir verildi” gibi saiklerle değerlendirmeler başlamışsa ki maalesef bol miktarda örnek var bu konuda, artık kelamın kar etmediği noktada olduğumuzun yegane kanıtıdır bu.

Günümüzde de maalesef bazı meslektaşlarımız “Ya taraf ya da bertaraf” kara propagandasının yarattığı etki alanının, etki ya da tılsımı mucibince oluşan korku ortamında ses çıkaramaz hale gelmişlerdir, muktedirlerin sürekli toplumu rencide edecek karar üretimleri sonucunda “biz seçimle geldik” gibi kafa karıştırmaya yönelik abuk subuk yaklaşımlarına ses çıkaramaz, fikir beyan edemez noktasındaki bu aklı kiradaki muhteremler de, üstelik kendilerinin de katıldıkları seçimler sonucunda oluşmuş oda yönetimlerine destek vermeleri ya da en azından saygı göstermeleri gerekmez mi? Yahu kardeşim hani seçim kutsaldı, hani seçim muteberdi, hani seçimle gelen her şeyi yapabilir idi, bunların birer palavra olduğu gün gibi aşikâr da tabii ki görebilene… “Ya taraf ya da bertaraf” gibi faşist kafanın, hadi biraz yumuşatarak söyleyelim demokrasiye yatkın olmayan kafanın dışa vurumunun en önemli öğesi olan bu cümleyi kullanıp devamında da “bugün sessiz kalanların, yarın huzurumuza gelmesi halinde biz de sessiz kalacağız”  demesini, içlerine sindirmesini ya da bu görüşe tepkisiz kalışını ya da şiddetle ret etmeyişlerini olsa olsa “yetmez ama evet” çiler ile “babadan kalma ya da doğuştan evet”çiler becerebilirler…

Ancak kafalarının ardı çok karanlık bu fikri sadıkların, karanlık dedikse belirsiz demedik, karanlık dedik çünkü biz göremiyoruz, aydınlık ve net dedik çünkü kendileri adım adım neyi, nasıl ve ne zaman yapacaklarını, çok uzun yıllar önce karanlık mahfillerde yapılan plan doğrultusunda, bilerek uygulamaktadırlar.

Hatırlıyorum; bu ardı karanlık zihinlerin öncüllerinden bir muktedir bir zamanlar, cezaevlerindeki mahkûmları “Kuran”ı birkaç kez hatim etmeleri halinde serbest bırakalım diyebilecek kadar ileri götürmüş idi konuyu… Doktorların meslek icra ettiği yerlerin kendileri açısından bir rant kapısı olmaması halinde eminim ki, hiç sıkılmadan doktorların yerine üfürükçü hocaların ikame edilmesi önerisini bile getirebilirler… Eeeee ne olacak Öğretmen okullarını kapatıp yerine ziraat mühendislerini öğretmen atayan zihniyetlerin memleketi taşıyacakları yer ancak burası olabilir, her şeye rağmen yine de iyi sayılırız bir bakıma, bu kadar iç ve dış düşman saldırısı altında bu kadar dayanabilmek ve direnebilmekte mahir bir durumdur…

Gündemimizi Mısır’daki darbeci ordu ve darbe mağdurları gibi gösterilen İhvan (Müslüman kardeşler) hareketi oluşturuyor ya, oysa dünya âlem biliyor ki bunlar birbirlerinin mütemmim cüzüdürler, orayla çok ilgiliyiz ya keçinin koyuna popon göründü gerekçesi ile eleştirisi misali… Malum hikâye, koyun telin üstünden atlarken sürekli poposunu kapatan kuyruğun kalkması neticesinde, keçi ki kuyruğu sürekli kalkık ve popo sürekli görülür vaziyettedir, koyunla popon göründü şamatası yapması… Memleket yangın yeri, kimin umurunda, varsa yoksa Mısır, eeeee görev aşkı bu olsa gerek…

Şimdi; tüm yasa yapma temayüllerinin aksine komisyonlarda bile görüşülmeksizin, Meclis genel kurulunda gezi parkı eylemlerinin hiçbir mahkeme kararı olmaksızın sorumlusu ve kusurlusu ilan edilerek, Türkiye mühendislik hayatını çok olumsuz etkileyecek kararlar olan ve TMMOB yasası diye anılan ve Mühendis ve Mimarların ve de onların mesleki kuruluşu odalarının yetkilerinin önemli bir kısmının bakanlığa devri ile ortalık çalkalanmaktadır. Sanki Canım Yurdumun tek derdi, odaların denetim yapma yetkisinin neticeleridir de, yemeden içmeden torba yasaya bu konuda hemen atılıverip çorbaya devam edilmiştir. İddia edildiği üzere futbol oynarken kendisine faul yapanı bile asla unutmayan liderin Geziyi de unutmayacağını iddia edenler bir kez daha haklı çıkmış, ancak kişisel bu husumet ötesinde tüm memleketin bir arsa görülüp daha fazla rant nasıl üretilir modelinin önü açılmıştır, umarım destekçiler bunun farkındadır. Bugün bu subukluklara destek verenlerin; yapılmak istenenin mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı faaliyetlerinin mesleki disiplin içerisinde yürütülmesinin, koordine edilmesinin teminini sağlayan meslek örgütlerinin yürüttüğü kamusal hizmeti, rant peşinde koşanlara devrederek ve bunları yetkilendirmek suretiyle de tüm Türkiye’nin rant alanlarına dönüştürülmesinin amaçlandığını görmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde ahhh Türkiyem Vahhh Türkiyem demenin bir manası yoktur… Eksiğiyle gediğiyle ülkesini, meslek onurunu, doğayı, suyu, toprağı savunmaya çalışan meslektaşlarımıza nasıl bir kindir bu anlayamadım, ama yukarıdaki satırlarda da bahsettiğim üzere, Mühendislerin köprü yapımına müdahil olmalarından bile rahatsız bir muktedir profili ile karşı karşıya olununca yapacak fazlaca bir şey kalmıyor, direnmekten başka, bu saldırılara karşı durmaktan başka… Bu köprü meselesine taktığımı dillendirenlerin olduğunu duyuyor gibiyim, inanmayan varsa gitsin Ankara Sıhhıye meydanındaki ucube köprünün kaç denetim firması değiştirilmek suretiyle ulaşıma açıldığına baksınlar yeter…

Mısır’da, Mısır Elektrik İdaresinin yürüttüğü ve şirketimizin üstlendiği bir dolu projeden birinin çalışmalarını yürüttüğümüz bir dönem, bu vesile ile de idarenin farklı departmanlarında günlük işlerin takibi için bulunduğumuz sürelerde çalışanların birbirlerine görev farkı gözetmeksizin “başmuhendiz” benzeri bir sözcükle seslendiklerine şahit olmuş ve kendilerine, birbirlerine neden böyle seslendiklerini, burada çaycının bile böyle çağrılmasının nedeninin ne olduğunu sorduğumda, aldığım yanıt bir hayli ilginç idi. Ülkede 2 tür mühendis olduğunu, “mühendis el fenni” ve “mühendis el ehli” diye tanımlandıklarını, bunlardan birincisini mühendislik mektebi mezunlarının, ikincisini ise alaylı diye nitelenecek şekilde şantiyelerde uzun süre çalışmasının neticesinde edinilebildiğini hayretler içinde kalarak öğrenmiş idim… Evet; artık AK günlere az kaldı, adalet bakanı Kuran’ı hatim edenleri serbest bırakalım, diğeri köprüleri-altgeçitleri mühendisler değil şöförler yapsın, kontrol etsin, şimdide istermisiniz bu yasayla birlikte canım yurdumun inşaat faaliyetlerini “mühendis el ehli” vasıtasıyla yürütsünler ve mimar ve mühendisleri de amele atasınlar…

 

Pazartesi, Temmuz 22, 2013

KUTSALLARA HAKARET


28.05.2013 tarihinde kürsüden kükrüyor ve diyordu ki; “iki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor”, alkolü yasaklamak için ciddi manada yapılan cinlikler görülmüyor sanki her 15.000 m2 ye bir cami yapacağız ve camiye 100 mt yakında da alkol satışı yapan yere izin vermeyeceğiz, ne demektir Allasen… Aritmetik kurgusu ve bilgisi az olanlara duyurulur ki bunun Türkçe meali aynen, meskûn mahalde alkollü içki satışı yapılamayacaktır. Nasıl mı? 15.000 m2 nasıl bir alandır, eni boyu ne kadardır diye bakarsak cinliği fark ederiz. Şimdi burada kalkıp bu cinlikleri uzun uzun yazacak halimiz yok, asıl derdimiz neden kendi kutsalına saygı beklerken başkasının kutsalına dil ve el ya da başka uzvunu uzatıyorsun değil mi? Senin belli ki derdin var, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü ile ve bunu anlayabilir insanlar, gidersin adam gibi siyaseten beğenmeyebilirsin, eleştirisin hatta sonuna kadar hakkın da vardır bu açıdan. Ama toplumda hakaret algılaması yaratan ve böylesi bir kabule dayalı bir sözcüğü kullanamazsın, kendi kutsalına saygı bekleyenin evvel emirde yapması gereken başkasının kutsalına bihakkın saygı duymaktan geçer olduğunu evde zor tutulanların bilmediğini biliyor olman karşı tarafa koyduklarının da aynı kapsamda olduğu anlamına asla ve kata gelmez… Lütfen dikkat… Hani aslında ve önemlisi zihinlere “dinim gereği alkol yasaklanmalı” algısının yerleştirilmek istenmesi üzerine daha çok kelam edilebilir ama Bernard Shaw’ın veciz sözü ile bu tehlikeli yaklaşımın destekçilerine cevap vererek bu bahsi kapatalım; kendisini sarhoş diye itham eden hatun kişiye verdiği cevap üzerinden, “ben sabah ayılacağım ama siz hep böyle kalacaksınız”… Vallahi, cinlere perilere ve de en önemlisi öteki dünyada tahsisi yapılacak bakire hurilere fazlaca takan ve kanan insanlardan, Anayasa Mahkemesi kararı ile sübuta ermiş irticai faaliyet erbaplarından bundan alası da beklenemez tabii ki ama söylemeden geçemeyeceğim alkol bağımlılığı kömür bağımlılığından etkileri ve kalıcılığı bakımından daha kötü değildir… Bırakın bu nefret söylemlerini, zamandan zamana toplumdan topluma farklı kutsallıklar atfedilecek olabileceğinin unutulmaması gerekir demekten başka da bir şey gelmiyor elimizden… Allah Selamet, izan ve mağfiret versin, ıslah etsin… Hele de ayda yılda bile olsa 1 ya da 2 kadeh alkol alana sözlükte “alkolik” denir yaklaşımının üstünden 2 cümle bile geçmeden ama bize oy verenler sayılmaz mealinde bir yaklaşım da ne kadar uygun düşüyor bu zevata vallahi süper, haydi ne diyelim şimdi… Kargalarla oluşturduğumuz koro ile birlikte gülelim ki tarihe geçer belki…

Adam çıkmış kendisine yardım ve yataklık yapan herifin karşısına oturmuş, nefret ve kin kusuyor doğrudan toplumun üstüne; “insan kızının başkasının kucağına oturmasını ister mi” diye toplumumuzun hakaret ve küfür sayıp adam öldürmeye hazır hale getirilmesine sebep kelamlar ediyor, eeee tabii ki vites boşa atılmış, fren de patlamış ya karşısındaki de yokuşa yağı pasa döküyor hız artsın diye, tut tutabilirsen, bu ne kontrolsüz laf etmedir, Allasen… Sen kim oluyorsun da bu toplumun binlerce yıllık tecrübe imbiklemesi ile oluşturduğu ahlaki değerini bu kadar açıktan kaşıyorsun, ayaklar altına alıyorsun, en hafif deyimi ile terbiyesizliktir ayıptır bu kabil yaklaşımlar Vallahi… Bu toplumun oluşan ve oluşturduğu ahlaki değerlerini hiç sayarak, hiçe sayarak boş boğazlık ediyorsun derler adama… Sen bilmiyormusun ki bu ülkede; insanlar rencide etmemek adına dünyanın en eski mesleğini icra eden insanın çocuğuna bile bu kabil açıktan hedef gözeterek laf sokmazlar, dikkat ederler gönül kırmama adına, aaaa insanlar dedik değil mi pardon… Sen bilmiyormusun ki bu toplumda “sen bu mahallenin namus bekçisimisin” diye bir sözün olduğunu, Allah muhafaza biliyorsan ve de bekçiliğe de izin verilmiyorsa yani konumunun ne anlama geleceğini tahmin ediyorsundur, fazla kurcalama ve kaşıma lütfen… Eğer insanların yeterince tahrik edilip gop proje müdürlüğü öngörü ve fonksiyonu gereği iç savaş yaratılmasına, bir yandan benzin dökmek bir yandan da rüzgâr ekmek marifetiyle katkı sunmak ise amaç bu çok tehlikeli bir durum oluşturur, seni de yakar karşındakini de yakar Maazallah Allah esirgesin… Vatandaşın kızlarının erkeklerin kucağına oturması seni rahatsız ediyor olabilir, gerçekten buna saygı duyulur ve şapka çıkarılır ama aynı tavrı 12 yaşındaki kız çocuğuna hem de kendilerini yakan yoksulluklarından faydalanarak tecavüz ettiği iddiasıyla yargılanan öncüllerinizden meşhur gazeteci zata da gerekli yaptırımların uygulanması için adalet çağrısı yapmanız halinde samimi olduğunuz anlaşılacaktır aksi takdirde yukarıda bahsedilen ve yalanın doğruya galebesi yaklaşımının doğruluğu bir kez daha kanıtlanacaktır.

Sivas ta 3 Temmuz 1993 te, kutsallarına hakaret edildiğini öne süren uzun süreden beri de dini hassasiyetleri kaşınarak örgütlendiği iddia edilen gerici-yobaz grup Madımak Otelini yakıyor ve 35 kişi yanarak ya da dumandan boğularak can veriyor. Neler oluyor, ne uğruna oluyor, neden oluyor, nasıl oluyor, kimlerle oluyor vs. vs. bu alçakça insan yakmanın meşrulaştırıldığı kanısı yaratma kabilinden gerçekleşen eyleme karşılık gaz alma sorularının sorulması ve oluşan kanaate göre de yine başoyuncuların bir türlü yakalan(a)madığı bir adli süreç yaşanıyor, bul karayı al parayı kabilinden ve aaaa cambaza bak derken süreç tamamlanıyor, kamu vicdanı bir türlü huzur bulmuyor ama olsun oyun kurucular muratlarına eriyor. O Almanya’ya kaçtı, bu Suudi Arabistan’a kaçtı, o yakında gelecek teslim olacak, bu yola çıktı dönüyor, olay çok yönlü inceleniyor uluslar arası irtibatları araştırılıyor, suçlular mutlaka yakalanacak, olay mutlaka aydınlatılacak vs vs derken, muradın konuyu soğutmak ve unutturmak olduğu bir türlü anlaşılamadı… Ama ortada geri kalan tek şey korku oldu, genel kabul gören ve muktedirler tarafından kabul edilmiş, tarik ve şeriat dışı ya da muhalif gibi iseniz artık durumunuz pek parlak değil, pek rahat olmazsınız bundan gayri, muhalifseniz ya da farklı düşünüyorsanız bile bunu asla ve kata kimse ile paylaşmayacaksınız, susacaksınız… Bir de bunun üstüne zaman aşımına uğratılmış bir adli sürecin tam da üstüne denk gelecek şekilde, yakılmış insanların kutsalı yokmuşçasına, onların bir siyasi ve dini tercihi olamazmışçasına hatta birazda güçlü olmanın serkeşliği ve cesareti ile biraz da müstehzi tutum takınarak, zaten binbir türlü hile ve desise ile akamete uğratılmış bir süreç tam da plana uygun nihayetlenmiş iken biri çıkıyor ve “içerde bulunan insanlarının yakınları ile de empati yapılması gerekir” kabilinden süreç, karar ve murat gerçekleşmesinden şükürle bahsediyorsa, işte yandı gülüm keten helva noktası, ne diyebileceğiz ilaveten Allasen… Ama biraz da bu küfre hedef olanların kendi tutum ve davranışlarına dikkat etmeleri gerektiğini birileri bir anlatabilse…

Yahu bu kabil konularda yaz yaz bitmez cinsinden vallahi, adama da gına geliyor beeee. Cinliklerin arkasına sığınılarak, kendilerinden olmayanlara “ya taraf ya bertaraf” edasıyla, kürtaja yasak sebep, sağlık, sigaraya yasak sebep sağlık, ananı da al git sebep ananın sağlığı, alkollü mekan ruhsatına yasak sebep cami ya da eğitim kurumu, toplantı ve gösteriye yasak sebep istihbarat raporu, o yasak bu yasak gerekçe istihbarat, eeee bu istihbaratı da görevinden atılan şimdilerde gerici-yobaz blok TV lerinde nöbetçi yalan uzmanı bilmemneoğlu soyadlı istihbaratçı sayesinde alıyorlarsa, ohhhhhh ne ala ne ala…

Taksim’e AVM olmaz diyene sana mı soracağım, Çamlıca’ya cami olmaz diyene sen Müslüman değimlisin, camiye karşımısın, Karadağ’a RES yapılamaz diyene sen ne bilirsin, Çeşme’ye TOKİ eğer bina yapacaksa Çeşme imar kabulleri ile bina yapmalıdır diyene fakire konut verilmesine karşımısın, Boğaza Köprü yapmayalım, diyene sen köprüyü kullanma o zaman, diye çıkışırsan ve tüm bunların üstüne çıkar Hitler’de sandıkla geldi ne yapalım şimdi sandığa da mı karşı olalım diye dalga geçersen ki, şimdilik ne yazık ki her şeye rağmen bu hakkı kullanıyorsun, diyecek laf bulamıyorum Vallahi… Yahu biz kimsenin Camisi, Kilisesi ve Havrası ile ilgili değiliz, yahu biz kimsenin RES yatırımları ile ilgili değiliz sadece bunlar üstünden çevre katliamı, rant ve provakasyona karşıyız deyip duralım kim dinler ki bizi… Lütfen bizim zekâmızla dalga geçmeyin, sigarayı sağlığa zararlı diye yasakla sonra çık memleketi biber gazına boğ…

Anlayacağınız Hindistan’a giderseniz “inek” için kutsal değerlendirmesine binaen gerekli saygıyı göstereceksiniz, yoksa “kalk git lan altı inek üstü inek” değerlendirmesi yapamazsınız ve diyemezsiniz, şimdilik işte durumunuz bu… Ya Hindistan üstüne hiç konuşmayacaksınız ve oralara hiç gitmeyeceksiniz ya da saygısız biri olacaksınız… Anlayana saz anlamayana bunlar az…

Cumartesi, Temmuz 13, 2013

ATEŞ ÇİÇEKLERİ


12 Eylül açık faşizm uygulamaları döneminde, gerek işkencenin ve zulmün zirvesi sayılan ve tarihe de bu ünüyle geçen ve asla da unutulamayacak meşhur DAL grubu gözaltıları, gerekse de her dönem mutlaka kendine haklı şöhreti edinmiş MAMAK cezaevindeki siyasi baskıları ve tutsaklıkları ile bu sürece ve yaratılan fırtınaların alt üst ettiği dönem sonrasına ilişkin, gerek kendi tutsaklığı döneminde doğrudan yaşanmış ya da bir şekilde arkadaşlarının yaşadıklarına ilişkin gerekse de gözlemlerine dayalı 10 adet şiir tadında öyküsünün bulunduğu 2. baskısı Kasım 2011 de gerçekleştirilmiş olan, Alime Yalçın Mitap’ın yazdığı bir kitap elime geçti, fiziksel olarakta tam şiir kitabı görünümlü bir öykü kitabı, akıcılığı, sevecen ve kapsayıcı anlatımı ile hemen bir solukta okunabiliyor.

Çevre duyarlılığı nedeniyle de “Allianoi Girişim Grubu” dönem sözcülüğü de yaptığı bilinen yazar Alime Yalçın Mitap, özgeçmişinden anladığımız kadarı ile, ilkokuldan bu yana devam eden resim ilgisini tutsaklık sonrası dönemde katıldığı atölye süreçleri ile geliştirmiş ve yurt içi ve yurt dışı sergiler ile taçlandırmış, mezkur kitaba da resim ve desen faaliyetlerinin farklı dönemlerine ait resimlerini, konuların önemine göre dağıtarak müthiş bir çalışma oluşturmuş. Yazar bu öykü kitabını, bir başka yerdeki sunuş yazısında, 12 Eylül’ün zulmü altında yaşamlarını yitirmiş olan, hayatta kalmayı başarmış olmalarına rağmen bu kâbus nedeniyle yaşamları kararmış olan tüm devrimcilere ve cezaevi kapılarında yıllarca çile çeken tutsak yakınlarına armağan ettiğini ifade ediyor ve biz de işte bu yüzden bu güzel armağanı, kısmen anılarımızın tazelenmesi kabilinden, yüreğimizi burksa da adeta o günlere tekrar giderek, okuyoruz. Beynine ve ellerine sağlık diliyor ve tanıklıkları paylaşma aracı olarak bu yazıların uzun yıllarca devam etmesini diliyoruz.

“Güneşe yükselen” adlı öyküde 12 Eylül gözaltı döneminde, yaşanan büyük acıların içinde, sürekli dayatılanın doğal neticesi olacak ölümün gelmesini, “upuzun uzanıp beyaz çarşafların üstüne, pencereden esen hafif bir meltemin serinliğinde öylece ölmek ister insan” diyerek idealize ederek şiirselleştirmekte ve genç yüreklerimizde hoyratça izler bırakan büyük acılardan süzülüp gelen küçük sevinçlerle sürer şimdi yaşam” diyerek te; yaşama bağlılığın ve yaşamın, ezik yüreklere rağmen küçük sevinçlere dayalı sürmesini şiirselleştirmektedir.

“Tabutlukta bir İbrahim” adlı öyküde ise; “10 günlük açlık grevi yapma nedenimiz, Mamak askeri cezaevi genelinde, özellikle de A Blokta uygulanan sistemli zulmü, onur kırıcı uygulamaları protesto etmekti.” diye takdim ettiği ve sonucunda Mamak cezaevinde bizzat cezaevi komutanı Raci Tetik’in organize ettiği ve dönemin ceza üstüne cezası olan “tabutluk” a tıkılma gerçekleşir. 10 gün boyunca, bir insanın kısa bir süre için bile olsa tek başına kalmasının fizik olarak olanaksız olduğu tabutluklarda, 2 kişi nasıl yaşanabileceğinin, uyumanın ancak ayakta başarılabileceğinin, insanın yaşamını idame ettirirken nasıl destansı direniş ve dayanma gücü sergileyebileceğinin ipuçlarının görüldüğü anları anlatırken hemşehrisi bir askerin, “İbrahim”in, komutanların yaratıkları terör ortamında sadece tutsaklar üstünde değil askerler üstünde de uyguladığı yaygın şiddete karşı yiğitçe direnmesinin kısa öyküsüdür. Hemşehrisi askerin birer dilimde olsa portakal verdikten sonra iz kalmasın diye portakal çekirdeklerinin yutulmasının, İbrahim’ın nöbetçi olduğu anlarda türkü söylenmesinin yarattığı hoşluğu, hele hele de İbrahim’in terhis sonrası yazarın ailesine giderek sağlık haberi ileteceği olmasını gece ile gündüzün birbirine karışmasının yarattığı sonsuzluk duygusu ve ortamı içinde anlatması muhteşem… Yazarın bilahare İbrahim’den önce tahliye olması, sağlık haberi iletmek üzere gelen İbrahim’i evde bizzat kendisinin karşılaması ve birbirlerini sadece seslerinden tanıyor olmaları ise öykünün harika bir finali olmuş…

“Koral” başlıklı öyküde, bir kitabın sayfalarına “Yaşam bize çirkin yüzlerini gösterse de doğanın güzel çiçeklerini toplayıp masamızın üstüne koymasını biliriz” diye not düşen ve öyküye ismini veren arkadaşının yaşamını yitirmesinin derin acıları içinde, Koral’ın babasının doğum günü olan 19 Mayıs 1919 unda önemsenerek not edilmiş olması öykünün, günümüzün de önemine binaen bu yanıyla pek bir uygun düştüğünü söylemek gerekmektedir. Yazarın İnsanoğlunun, özgürlük ve barış içinde, doğaya saygılı bir yaşam idealinin neferlerinden di o” diyerek tanımladığı arkadaşı Koral Dünyaoğullarının 27 Şubat 2008 de ebediyete intikal ettiğini anlıyoruz, ışıklar içinde uyusun…

 “Bir ışık demetiydi o” başlıklı öyküde; yazar öğrencilik dönemi arkadaşlarından Aydın Erol’u konu edinmektedir, andıkça gözyaşlarının akmasına ve yüreğinin burkulmasına neden olmaktadır anıları, 12 Eylül öncesi devrimci dostluğa dayalı devrimci arkadaşının artık hayatta olmaması kendisini derinden yaralamaktadır, Aydın Erol 24 Ekim 1987 de, 12 Eylül Faşist darbesinin ardından gitmek zorunda olduğu yaban el Almanya’da, sorumsuzca sıkılan bir silahın kurşunuyla kaza ile hayatını kaybetmiştir. Ölümünün ardından Mamak cezaevine haber vermek üzere görüşe gittiğini ve görüş sonrası durumu ise; “görüş bittiğinde dışarıya çıkarken Mamak Askeri Cezaevi’nin sarsıldığını hissettim. Bu sessiz ama büyük bir sarsıntıydı. Aydın’ın ölüm haberiyle sarsılıyordu A blok… Aslında hiç ses çıkmıyordu. Bir kargaşa da yoktu, Her şey olağan akışında gibiydi ama gerçek durum farklıydı. Derinden hissediyordum ki bu acı haber, hücreden hücreye ve koğuşlara yayılan büyük bir yangın olup dağlamıştı yürekleri… diyerek açıklamaktadır. 1970 li yılların iç savaş koşullarında, iyi bir balet olmanın iyi bir devrimci olmaktan geçeceğine inanan ve o biçimiyle düşünce ve fizik yapısını geliştiren, Aydın Erol; kendisi adına gelecek vadeden bale yanında yer jimnastiği ile yakından ilgilendiği için mükemmel bir vücut performansına sahiptir diye tarif edilmektedir kendisini yakından tanıyanlar. Sinema ve tiyatro sanatçısı İlyas Salman’ın Aydın Erol’un ölümü üzerine şu şiiri ölüm ilanlarına koşut verdiği bilinmektedir.

“Aç idik, seninle doyduk
Ağladık, sayende güldük
Aydın'ım, bir tanem benim
Dost kurşununa gidenim
Yaşayacak nem var benim?
Seni vurdular, biz öldük."

Kitabın son öyküsünde ise; ötekileştirme, yok etme, sürgün etme hedefleri ile yaratılan nefret politikaları sonucu, Manisa’nın Selendi ilçesinde yaşayan Roman Vatandaşlarımızın Salihli’ye sürülmeleri üzerine onlara yapılan ziyarete ve bu konudaki gerek Romanlara ve gerekse de diğer etnik ve dini farklılıklara sahip vatandaşlarımıza karşı uygulanan ırkçı politikalara ince ince sert eleştirilerde bulunmaktadır. Canım yurdumun 2010 yılına girmeye hazırlandığı bir dönemde, mezkûr ilçede Roman vatandaşlara karşı nefret duyguları içindeki ırkçılar ve yardakçılarının uzun süredir kaynattıkları cadı kazanı sonuç verir ve olaylar patlar, uyduruk bir bahane ile başlayan bu nefret Romanların Salihli’ye sürülmeleri ile nihayetlenir. Vurun Çingenelere! diye bağırdılar” Bu nefret dolu cümle, insanlık tarihinin karanlık dehlizlerinden yankılanarak geliyordu kulaklarımıza. Tarihin kanalizasyonları zaman zaman patlıyordu. İşte bir kez daha pis kokular sarmıştı ortalığı…

“Vurun Yahudilere”
“Vurun eşcinsellere”
“Vurun komünistlere”
“Vurun kahpeye” denilerek sürgün öncesini, “Dönüş yolunda faşizmi, ayrımcılığı, hoşgörüsüzlüğü, önyargılı yaklaşımları lanetlerken bu nefreti yaratan “karanlığı sorgulamak” gerektiğini bir kez daha düşünmeden edemedik.” diyerek te ziyaret sonrasını, diplomasiyi eleştiride zirveye oturtarak zorluyor, Yazar Alime Yalçın Mitap…

Evet; dünü güne bağlayan, bağlarken de insanlık adına kıssadan hisseleri inceden veren bu şiirimsi öykü kitabı, bence okuyacak herkes tarafından çok sevilecektir.

 

 

Pazartesi, Temmuz 08, 2013

PALA AYNI PALA


1970 li yıllar; “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın ve Müslüman Türkiye” sloganları ile başlayan ve uluslar arası gladio örgütünden tam destek görerek gelişen, müdahale edilmeden tam 7 gün süren faşist saldırılarda, kimi görgü tanıklarının ifadelerine göre 500, resmi rakamlara göre ise 115 canım yurdum insanının can yitimiyle sonuçlanan bir katliam sürecinde tanıştık “siyasal pala” ile Kahramanmaraş olaylarında ve o dönem mezkûr kentinde emniyet müdürü herkesin çok yakından tanıdığı bir isim idi, Abdülkadir Aksu, son dönemde aslında aslına rücu ediyor… Daha önceden belirlenen ve işaretlenen evler basılmış, yaşlı genç ayrımı yapılmaksızın katliam yapılmış, kundaktaki çocuklar öldürülmüş, hamile kadınların karnı palalarla deşilmiş vs. vs. insanın kanını donduracak saldırılar yapılmış, cinayetler işlenmiş, her türlü fırıldak çevrilmiş, ama sonuç kocaman bir hiç, tutuklamalar, yargılamalar, sanki durumu aklama kabilinden işler…

1990 lı yıllar, yer Günaydoğu ve özellikle de Batman İli, teröre karşı bizim tosunlar, 1960 yılların Süleyman Demirel senaryosu “iti ite kırdırma” taktiği yine devrede dönemin siyasileri desteği ile binlerce faili meçhul, kâh enseye sıkılan kurşun kâh palalı dehşet saldırıları ile… Canım Yurdum; bu 12 Eylül öncesi başka mahfiller tarafından kullanılan ama artık posası sıkılıp kenara atılmış tosunları tekrar sahneye sürüldüğüne tanıklık etmiştir… Resmi güçlere yardımcı oluyorlar diye savunulan bu güruh için yine işaret aynı palalı kesme biçme kursları…

2010 lu yıllar; öykünülen ve aynı zamanda uluslar arası terzilerin biçtiği yeni Osmanlıcılık rolü ile, başta Suriye olmak üzere komşu ülkelerin iç sorunlarına yine aynı ekiplerin yeni versiyonları ile yapılan saldırılarda yeniden sahne almıştır, pala-satır…

2010 lu yıllar, bu sefer içerde, tarihe “Gezi parkı direnişi” diye geçmiş olan ve ileride Türkiye demokrasisi üzerine araştırma ve çalışmalar yapacakların ilk başvuracakları konu olacak ve bugün için insanların, demokrasi, adil yargılama, çevre talanına son, içki yasağı ile sosyal hayata müdahale, çocuk sayısı zikri ile de yatak odasına müdahale ve dayatmalar, laikliğin ayaklar altına alınması başta olmak üzere yüzlerce demokratik talebi kapsayan niyetlerle, üstelikte silahsız ve saldırısız olmak kaydıyla bir anayasal hak olan toplantı ve gösterilere katılmalarına bile tahammülsüzlük gösteren ve özellikle de “bize oy veren %50 yi evlerinde zor tutuyoruz” tehdidi ile karşı saldırıya geçen muktedirler sayesinde, desteğinde ya da verdikleri sınırsız cesaret ile “siyasal pala” yeniden sahne almıştır. Elinde pala; saldırdığı genç kadına önce pala ile vuruyor sonra kallavi bir tekme sallıyor, bilahare zembereğinden atmış gibi koşup diğer insanlara da, “Tayyip’in askerleriyiz” sloganı atarak dehşet saçan ve devlet büyüklerimizin açıklamalarına göre de artık kirasını bile ödeyemez duruma düşmüş bir esnaf diye takdim ettiği bu zatın, yukarıda bahsedilen birkaç 10 yıl içindeki saldırganlar ile benzerliği umalım ki sade ve sadece bir tesadüftür. Yahu bu ileri demokrasinin kurucularını da anlamak pek bir kolay olmuyor vallahi, bunlara, barış, kardeşlik, dayanışma, hak hukuk, adalet, çağdaş yaşam dedin mi hemen tüyleri diken diken oluyor ve su görmüş malumlar gibi saldırganlaşıyorlar ve barışçı gösteriler için meydanlara çıkanlara neden katlanılamıyorlar, neden bu gösteriler karşısında sabırları hemen tükeniyor ve neden hemen çaktırmadan ve tıpkı da öncülleri gibi bir takım abukluklara başvuruyorlar, neden ellerinde palalı saldırganlara hoşgörülü davranıyorlar, neden üniformalıların ancak gizli yerde yaptıklarını bu üniformasızların açık alanlarda yapması için cesaretlendiriyorlar, neden neden???. Gerçi mezkûr konunun başoyuncusunun babasının bilahare yaptığı ve inandırıcı görünen açıklamalar, kamuoyunda biraz vicdan soğuması yaratıyor ama ya hukuksal zeminde yaşananların burukluğu ne olacak… Peki, “Duran Adam”ı gözaltına alan, demokratik eylem yapma hakkını kullanan halkı gazlayan, coplayan hatta öldüresiye döven polisin, elinde öldürücü bir alet ile çevrede dehşet saçan insanlara bu müsamahası mıdır onları kahraman yapan yoksa destan yazmalarına neden olan, nedir nedir??? Fakat “Allah var pala da çocuğa pek yakışmış be” edasıyla olayı seyreden hatta ilk anda oradan uzaklaşmaya çalışan emniyet mensubu için ne yapıldı ya da ne yapılacak acaba, hemen rütbe ve maaş artışı ile kahraman mı ilan edilecektir, izleyeceğiz ve göreceğiz…

Çocuk hemen gözaltına alınıyor ve tutuklanma talebi ile de mahkemeye sevk ediliyor, saldırgan yandaş olunca adalet mekanizması olabildiğince hızlı çalışıyor, adeta üstüne basa basa deniliyor ki, bu kadar hızlı hukuk hukuksuzların hukukudur biz hala farkında değiliz ama… Neredesiniz eyyyyyyyy “yetmez ama evet” diyen bir avuç mutlu azınlık, yoksa siz zaten bu ifadeleri kullanırken bunu mu kast etmiştiniz, nerdesiniz Allasen nerdesiniz… Demokrasi, ileri demokrasi derken şimdi de pala demokrasisi, durmak yok yola devam… Neydi; aynı dağın yeliyiz biz, değil mi, 60 yıldır bu ülkede sürdürülen mart kedisi saikiyle mart politikaları, biz yedikçe yenisini çeviriyorlar…

Ama Canım Yurdum açısından en önemli gelişme olarak görülebilecek ve ne yazık ki bir kara leke olarak tarihteki yerini alacak, yandaş ve candaş nemalı mamalı medya hemen haberi şu şekilde verdi; “servis edilen görüntülerin yeni mi eski mi olduğu konusu açıklığa kavuşturulamamıştır”… Yaz bunları da CNN, yaz bunları da Reuters, yaz bunları da BBC… Yaz bu alçaklıkları da yaz, yaz ki insanlar görsün, yaz ki kendi evinde yangın varken başka mahallelerdeki yangınlar üzerine bir hiç uğruna geyiklemeler kabilinden beylik laflar eden, gazeteci müsveddelerini dünya âlem görsün, yaz ki giydirilmiş kıta kontenjanından nasıl gazetelerde köşe yazarı, TV lerde yorumcu ve uzman nasıl olunurmuş görsünler. Memleket yanıyor kimin umurunda, vah canım yurdum vah…

Ama daha da kötüsü ve asıl ağlamamız gereken nokta da; bir sürü de yalancı ve ahlaksız tanık bulunmuş olmasıdır, yok pala değildi sopa idi gibisinden şahadetlerde bulunarak durum hafifletilerek atlatılmaya çalışılmış ama ne yazık ki mahkeme kapısına kalmış Aklanmak… Biz 70 li yılların iç savaş koşullarında “nöbetçi tanık” kabilinden emniyetçilerin bulunduğunu, yandaşlara ihtiyaç oluştuğu an hemen imdade yetişilerek yalancı tanıklık icra edilmelerini asla unutmadık ve unutmayacağız işte bu nedenle de bugün eli palalı saldırganların nasıl kolayca serbest bırakıldığını kolayca anlamaktayız ve anlayacağız…

Muhalefet tarafından iktidar olununca ise; tüm bu olanlara göz yuman hatta başat rol oynayan başta kolluk kuvvetleri olmak üzere, adliye ve yargı personeli dâhil herkesin görevine son verileceği behemehâl açıklanmalı ve iktidar olunca da mutlaka yerine getirilmelidir ki hukukun kendisinden murat edilen örnek teşkil etme gerçekleşebilsin ve sonrasında yaşanacak olaylarda kamu görevlilerinin hukuka uygun davranışları ile vatandaşa davranılsın…

Sonuç itibariyle; provokatörlere ve marjinallere dikkat edelimi, olayların arkasında gizli örgütler ve uluslar arası kuruluşlar varı, diline pelesenk etmiş ve halkın kandırılmasından ve yanıltılmasından sorumlu imişcesine açıklamalar yapan, tüm mülki erkan onun valisi onun polisi ile tüm seçilmiş zevat, onun bakanı ve milletvekili, bu yaşananlardan özetle daha iyi provokatör nasıl olunabiliyor, burada toplantı yapılamaz deyip adamı patakla öteki tarafta sabahlara kadar vapur ve otobüs seferleri koy hem de bedava, Vallahi benden söylemesi mızrak bu çuvala da sığmadı galiba…

Sonuçta önce “polisimi yedirmem” sonra “esnafımı yedirmem” kampanyası “vatandaşı yiyelim” kampanyasına galip geldi, yeni saldırılara hazır olanların cesaretine cesaret katan bir olay gelişti ki bu cesaret ile bilmemkaçıncı nice Çanakkale zaferleri kazanılır, Allah selamet versin bunlara…

Pala yine aynı pala ama onu tutan eller sürekli değişiyor, bazen o bazen bu, ama hedef aynı…

Pazartesi, Temmuz 01, 2013

ÇEVRECİNİN DANİSKALARI

Geçtiğimiz tüm bir ayın gündemini oluşturan; yurttaşa davranış nezaketi ve çevre duyarlılığı ile hareket edilse olayın birkaç gün içinde kapanma ya da unutulma olasılığı bir hayli yüksek olan ama tam tersi bir davranış ile “kerim devlet saikiyle” hareket ederek, sonuçta da 4 kişinin ölümü, 12 kişinin gözünü yitirmesi ve yaklaşık 100 e yakın ağır olmak üzere binlerce insanın yaralanması ve “Devletin gücünü tebarüz ettirilmesi” ve “destan yazılması” ile nihayetlenen küçük çaplı bir iç savaş provasından herkesin ders çıkarıldığını söylemesine rağmen hala ders çıkar(a)mayaların iç savaşın her alanda ve topyekün hale gelmesi için sanki çaktırmadan çalışmalar yürütülmektedir ve bu uğurda ne çevre duyarlılığının ne de yurttaş talebinin göz önünde bulundurulmadığı gözlemlenmektedir. Gerçi belki hata “Yurttaş”tadır, karşında eğer varsa bir şey beklenebilir yani olmayan şey nasıl beklenebilir ki, oysa çevrecinin daniskasıyım diye ortada dolaşanlardan bu duyarlılığın olmayacağını öngörebilmeliydi, hadi yurttaşın kusurunu hafifletecek kömürlü ve makarnalı seansların varlığı hasebiyle anlaşılabilir durumdadır da; başta, taa bakanlık makamına kadar ulaşmış insanların da içinde bulunduğu ve kendilerini aydın(!!!!) diye tanımlayanların ve köşe başlarını tutmuşların bu öngörüde olamaması neyin emaresidir acaba, nema ve mama meselesidir herhal aslolan…
 
Muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de; enerji temin realitesi açısından da hiçte gereği yokken RES yatırımcılarına, Çeşme Halkının tüm karşı çıkışlarına rağmen, desteğe devam edilmektedir. İstanbul merkezli “Gezi Parkı” direnişine benzin püskürtülürken bu sefer Çeşme için, kaş ile göz arasında tüm süreç tamamlanarak 07.06.2013 tarih 28670 sayılı resmi gazetede yayınlanan acil kamulaştırma kararı çıkartılıvermiştir hem de hazine adına kamulaştırma yapılması kaydıyla, madem bu özel ve de güzel sektörün temsilcisi, OKMAN Enerji ki; sahibi “siz direnin biz yukarıdan işleri hallediyoruz ifadelerini kullanarak” ve “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” kabilinden dalgasını da geçerek, bırakın kamulaştırmayı da kendi finansman marifetleri ile halletsinler, ama olmaz… Resmi Gazetede bakanlar kurulu üyelerinin imzaları ile yayınlanan ve “İzmir İli, Çeşme İlçesinde tesis edilecek Karadağ Rüzgâr Enerji Santralinin yapımı amacıyla ekli listede bulundukları yer ile ada ve parsel numaraları belirtilen taşınmazların Hazine adına tescil edilmek üzere Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından acele kamulaştırılması; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 15/5/2013 tarihli ve 696 sayılı yazısı üzerine, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27 nci maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 27/5/2013 tarihinde kararlaştırılmıştır” biçimiyle ifade edilen karar; peki, kamulaştırma işlemlerinde “acil” kaydı şartı varsa bu neyin delaletidir deyip mezkur kanunun ilgili “acele kamulaştırma” başlıklı maddesine bakıyoruz; “Madde 27 - 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 11 ve 12 nci madde esasları dairesinde ve 15 inci madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına milli bir bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir. Bu Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak kamulaştırmalarda yatırılacak miktar, ödenecek ilk taksit bedelidir.”  “Hayda, ne oluyoruz kardeşim savaştamıyız” diye soran ve kamulaştırmanın muhatabı olan bir arkadaşımızın kendi sorusuna kendi cevabı “evet savaştayız, doğa ile, çevre ile ve onlara sahip çıkanlar ile savaştayız” . Eeee, tabi bu kadar çok bilen muktedirlerin olduğu yerde, tüm bunların başımıza gelmesi bizim kaçınılmaz ve karşı konulamaz mukadderatımızdır. Sonuçta anlaşılması gereken ise; “siz ne yaparsanız yapın, biz bir defa karar aldık” bunlar olacak, o kadar…
 
Peki; Çeşme’nin tek saldırıya uğradığı yer Karadağ üzerinden RES tesisleri midir? Nerdeeee, geçen yerel seçimler öncesi, idman ve manevralarının tuttuğu görülen ve halka ucuz konut verileceği vaadi ile canım yurdumun yarattığı ve son dönemde de tam bir rant devşirme aracı haline gelen TOKİ işi, yeniden ve yeni yerel seçim arifesinde tekrar hortlamıştır ve bu sefer de daha ciddi ciddi görüntüler vererek… Bir AKP li tanıdığımdan öğrendiğim kadarı ile; geçen yerel seçimler öncesi ilan edilen ve fakir-fukaraya TOKİ marifetiyle ucuz konut temin edilecektir çıkışı ile; yaklaşık 1.400 konut için 4.000 başvuru ve yaklaşık 2.200 parti üyesi kaydı gibi bir aritmetik büyüklük yaratılmış ancak rüzgarının bile bu büyüklüğü yakalamış olmasına istinaden de bu sefer daha somut adımlar atılmaktadır. Hani bu “özel sektör”e tapanlar, Cumhuriyetin çok olumsuz koşullarda yarattığı önemli sanayi değerlerinin, “devlet don mu üretir” gibi abuk laflarla itibarsızlaştırarak ve diğer taraftan da “devlet elini ekonomiden çekmelidir” propagandaları ile 3-5 kuruşa elden çıkarıldığı ortamda abdestsiz kapitalist davranışın sünnetlenerek, hatta rant varsa sadece muktedirler var diyecek mertebeye erişmesi olan TOKİ’nin ne olduğunu merak edenler, meclis lojmanlarının MESA’ya TOKİ üzerinden nasıl ihale edildiğine baksınlar yeter… 26 Haziran tarihinde Ilıca’da Çeşme AKP ilçe teşkilatı tarafından sunumu yapılan TOKİ’nin 1.584 konutluk Çeşme çıkarma harekâtının tanıtımı yapılmış ve katılan gazeteci arkadaşlarımızın aktardığına göre sunumu yapanlar ise yine fakir-fukaraya ucuz konut sloganı ile start alan tanıtımda bulunanlar; konu ile ilgili proje detaylarının AKP ilçe teşkilatından edinilebileceğini, müracaatların ise Kaymakamlığa yapılacağını, müracaat edeceklerin aylık 2.500 TL den az gelir ve 5 yıldır Çeşme’de oturmuş olmaları gereğini beyan etmeleri gerekebileceğini, sunumu yapanların TOKİ’nin kalite sorunu yaşadığı yönündeki yaklaşımın doğru olduğunu bildiklerini ama bu sefer kalite konusunun bizzat Sn. Başbakan tarafından denetleneceğini, güncel olan ve sıkıntı yarattığı görülen ağaç ve yeşil işinin ciddiyetinin boyutunu kavrayanlar hemen mezkur mahallere 30.000 ağaç dikileceği gibi çevreci bir rota tutturulacağını, AKP Çeşme İlçe Teşkilatı Başkanı Sn. Fatma Özen ‘‘Şükür rabbime, Dünya lideri Recep Tayyip ERDOĞAN’ın neferi olmayı bana nasip etti’’ diyerek yerel seçimlerde nasıl aday olunacağının tarihe not edileceğini vs. vs. diyerek teşekkürü hak etmişler, bakalım bu sefer gelişmeler açıklandığı gibi olacak mı? Ancak; kalite konusunda görevi olmayanlara görev tevdi etmenin de bir faydası olamayacağını, İstanbul’un siluetini bozan projeler konusunda yaşanan polemikler neticesinde binaların müteahhidine küsmüş olduklarından ötürü Sn. Başbakan’ın onca işinin arasında bu konu ile ilgili fazla mesaiye kalmasına yol açılacağını ve müteahhit’in de artık bu tür sözler karşılığında müteahhitlik yapmayacağını açıklamış olması nedeniyle de, benzer müteahhit kayıplarının yaşanabileceği gerçeğini de hatırlatmak gerekecektir.
 
Sonuç olarak görünen o ki; Çeşme sermayenin her türlü oluşumu için bir cazibe merkezi oluşturmuş durumdadır ve önce koy’lar sonra plajlar beach clup, arta kalanlar ise yat marina yapılarak denize ulaşım halka kapandı, şimdi RES ve TOKİ projeleri ile var olan SİT ve orman alanlarıda elden çıkarılacak gibi duruyor, eeeeeeee elindeki tek alet çekiç olana her şey çivi görünürmüş misali canım Yurdum tek bir arsaya indirilmiş iken Çeşme’nin bundan nasip almayacağı düşünülemez tabii ki… Görünen o ki daha çok Gezi Park vakaları yaşanacaktır çünkü hedef artık hatti değil sathidir ve bu satıh tüm vatandır ve denilen de odur ki; hodri meydan eeee ne de olsa çevrecinin daniskasıyız ya… Kaz dağları, Karadenizin tüm dereleri, Hasankeyf, Allonai, Sapanca Gölü başta olmak üzere tüm arkeolojik, doğal varlıklar elden gitmiş, kimin umurunda…  Hele birde “onların Bizans oyunlarına karşı da biz de onlara Osmanlı oyunu ile karşılık vereceğiz” gibi bir laf ortalıkta dolaşıyor ya, evlere şenlik… Durmak yok neobizans oyunu olan Osmanlı oyununa devam…
 
Marifet; kıl ya da kul-nefer olmanın dışında özgür bir tavır sergileyebilmektedir ve kimden ve nereden gelirse gelsin, bizden ya da onlardan gibi abukluklara tevessül etmeden davranabilmektedir, yoksa işin en kolay ve risksiz olanı ne olursa olsun kabullenmektir.

Cuma, Haziran 21, 2013

NÜRNBERG YARGILAMALARI

1930’lar dünyası, yaşanan ve tüm dünyayı sarsan büyük ekonomik kriz sonrası sermayenin azgın saldırılarının katmerleştiği bir dönem olarak tarihteki yerini almış ve kapitalizmin kalesi görünümü veren ülkelerde bu saldırılar faşist partilerin hile, hurda ve desise ile yönetime geçmelerinin tezahürü olmuş ancak totaliter yaklaşımların kriz içindeki kapitalizmin sorunlarını çözmesi hedeflenir ve beklenirken, sistemin despotik yaklaşımlarının yarattığı yan etkiler yeni krizlere yol açmış tıpkı bugünlerde yaşananlar gibi. Başta ve merkezi olarak tüm Avrupa olmakla birlikte tüm dünyayı çok derinden etkileyen ve yaraları bugün bile hala sarılamayan sosyal, kültürel, siyasal sonuçlar doğuran 2. paylaşım savaşı olarak tarihe geçen ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne yol açan ve yaklaşık 5 yıl süren kanlı bir boğazlaşma dönemi yaşanmıştır, kapitalizmin sorunlarına çözüm arama çalışmaları kapsamında… Peki, bulunabilmişmidir zinhar, peki bulunabilecekmidir zinhar… Ama çözüm arayışları sürekli olacaktır çünkü ayakta kalmanın yegâne yolu çözüm arayışlarındadır, sonuçlarımı, yoksulluk, sefalet, açlık, ölümler doğuracak küçük küçük bölgesel savaşlar ile… Tüm bu yaşananlara rağmen ders alınacak yerde bu savaşları savunacak, yürütecek insanlar hep bulunacaktır… Peki, çözüm arayışları adı altında gerek bölgesel savaşları ve gerekse de iç savaşları kışkırtanlardan hukuk içerisinde hesap sorulabilmişmidir, nerde… Peki, bu eli kanlı diktatörlerden hesap sorulamayışının ya da aklama süreçlerine dönüşen yargılamalar ile soruluyor gibi yapılıyor olmasının ya da tüm suçun birkaç kişinin üstüne yıkılarak kapatılmasının nedeni nedir diye bakıldığında, yine ve maalesef sermayenin sorunlarına çözüm arayışının bariyeri çıkmaktadır insanlığın önüne. Yaşanan büyük boğazlaşmanın ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne neden olmuş, Nazi zulmünün nihayetlendiği dönem sonunda yaşanan Nürnberg yargılamaları bunun en büyük örneklerinden biridir.
 
Bilindiği üzere, Faşist Adolf Hitler’in 1930’lar içinde; öncelikle Komünistleri, Sosyalistleri ve sosyal demokratları ve tüm siyasi muhalifleri “devlet düşmanı” kara propagandaları ile muhalefet edemez hale getirdikten sonra, başta Yahudiler olmak üzere, Yehova şahitleri, Romanlar, eşcinseller, “Ari Olmayanlar” ve ırk olarak “ikinci sınıf" olanlar veya “Ari ırkın” çoğalmasına engel olanlar gibi sıfatlarla yaftaladığı ve sonuçta da kendinden olmayan herkesi ve her kesimi hedefleyen toptancı bir tavır sergilemiş ve milyonların toplama kamplarında ölümlerine yol açmıştır. Hülasa kim biat etmemişse, bir kulp bulunup derdest ediliyor ve sonuçta yok ediliyordu, demir yumruk yok etme üzerine, son derece hırslı ve hızlı çalışıyordu… Sermayenin sorunlarına çözüm bulamadı diye sırtından attığı, binlerce örneğinde de görüldüğü ve ders alınamadığı için bundan sonra görüleceği üzere, artık totaliter yaklaşım yüzlerce denge parametresi adına yargı karşısına çıkarılmak zorunda kalındı, artık yargı “Nürnberg duruşmaları” diye tarihe geçen, sermayenin en baskıcı yüzü ile hesaplaşıyorum numaralarına sığınmıştı.
 
Galip gelen Müttefik kuvvetler (İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve ABD) tarafından atanan yargıçlar ile yapılacak duruşmalar için yer olarak Almanya’nın Nürnberg şehri seçilmiş olması nedeniyle “Nürnberg mahkemeleri” diye anılan mahkemelerde soykırım ve savaş suçları nedeniyle en önemli 22 Nazi’nin yargılanması gerçekleşti. 12 önde gelen Nazi’nin ölüme mahkûm edilmesi ile nihayetlenen duruşmalarda, sanıkların çoğu sadece üstlerinin emirlerini yerine getirdiklerini ısrarla belirtmiş olsalar bile, yöneltilen suçlamaları kabul ederek, katliamlara doğrudan katılmak nedeniyle sert cezalar aldılar ancak soykırımda kilit rolleri üstlenen, üst düzey hükümet yetkilileri ve bürokratlar ve toplama kampına getirilenleri zorunlu iş gücü olarak kullanan kuruluş sahipleri ya da yöneticileri gibileri, kısa süreli hapis cezaları ya da hiçbir ceza almamışlardır.
 
Ancak ve sonuç olarak, tüm savaş suçluları ve tüm insanlık suçu işleyenler yargılanmamış, hatta yargılananlarda layığı ile yargılanmamış olsa bile, milyonlarca insanın katili durumundaki generallerin ve bürokratın ortak savunmaları, “biz emir aldık, emirleri uyguladık, emir kuluyduk, vazifemizi yaptık” gibi başlangıçta masumiyet ifade etse bile sonraları sonuçları itibariyle birçok ülkede göstermelikte olsa, anayasalarda ve yasalarda “insanlık suçu işlemek ya da insan hakları ihlali olabilecek bir emri yerine getirmekte suçtur” ibaresinin yer almasına vesile olduğu için “Nürnberg mahkemeleri” tarihi önemdedir. Gerçek anlamda ise mahkemelerin sonunda, yaşanan boğazlaşmanın galiplerinin haklılığının teyidi gerçekleşirken, kapitalizmin sıklet merkezi de Avrupa’dan Amerika’ya kayıyordu…
 
İnsana ve insanlığa karşı işlenen suçların emir verilse dahi yerine getirilmemesi gerektiğine dair; oluşan yazılı ve örfi hukuk, tüm mücadelelere rağmen, başta canım Yurdum olmak üzere, ne yazık ki birçok ülkede hala uygulanamamakta olup bazen de tam tersine uygulanmaması için ciddi çabaların gösterildiğine tanıklık etmekteyiz.
 
Canım Yurdumu yönetenler; Avrupa Birliği ile flört zamanına denk geldiği anlaşılan dönemde düzenledikleri, 12.10.2004 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 24. madde 3. bendinde; “Konusu suç teşkil eden emir hiçbir surette yerine getirilemez. Aksi takdirde yerine getiren ile emri veren sorumlu olur”, demelerine rağmen, konu ile ilgili ciddi tavır takınmadıkları görünmektedirler, bu yüzden de bu düzenleme “defi bela kabilinden” durmaktadır sanki… Diğer taraftan 12 Eylül faşizminin temsilcileri bile; yaptıkları Anayasanın 137. maddesinde “Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz.” diye belirtmekten kaçınamadıkları bir ortam var iken, yasa ile düzenlemenin ruhuna; diğer taraftan da muktedirlerin hayatı tanımlamaktan maksat ve muratlarına uygun olarak düzenlemelere aykırı emirler verebilir, bunu kabul etmesek bile anlayabiliyoruz, günlük hayatın pratiğinden, peki kendilerini de işlenen suçun asli unsuru haline getirecek kanunsuz emri uygulayanlara ne demeli, bunlar ciddi ciddi yanlı ve seçilmiş ekiplermidir ya da durumun farkında mı değillerdir, sahi nedir onları bu kadar cesaretli ve umursamaz kılan… Üstler ve amirler tarafından verilen "yasal olmayan" emirlere uymama halinde, acımasız ve kıyasıya bir şekilde “emre itaatsizlikten” yargılanan binlerce, hatta bu yüzden memuriyetini ya da işini kaybeden onbinlerce insan varken, kanunsuz emri uygulayanlardan neredeyse kimsenin yargılanmamış olması hali mi bu cesaret ortamını yaratıyor acaba?
 
Günlerdir; artık adı tarihe “Gezi Parkı direnişi” diye geçecek, yaşanan çatışmalar içinde, üstelik yasal haklarını kullanan, şiddet içermeyen, barışçıl eylemlerde bulunan kişilere karşı, muhtemelen de çok yukarılardan gelen emir ile, sıvı biber gazı takviyeli tazyikli su, biber gazı, portakal gazı kullanarak, TOMA’ların insanların üzerine sürülmesi gibi, asla kabul edilemeyecek uygulamaların sorumluları, bu kanuni durumu düşünmeksizin belki de umursamaksızın tutumlarını sürdürmektedirler. Bu konuya ilk defa ama çok ta cesaretsizmiş gibi bir görüntüyle değinen CHP Genel Başkanı olmuştur, ileride muhtemel görevleri sırasında bu açıklamalarına uygun davranıp davranmayacakları ya da iktidarda bulundukları yerel yönetimlerde bu öngörüye uygun icraatlarda bulunup bulunmayacakları bundan sonra halkımızın ısrarla izleyeceği bir tutum olacaktır, herhalde.
Yapanın yanına kar kalmadığı, yasaların mutlaka bulunulan pozisyona ve duruma tabi olmaksızın ve kim olduğuna bakılmaksızın uygulanacağı bir güne kavuşmanın yegâne yolunun ise, gerçek anlamda bir hesap sorma ve verme mekanizmasının çalıştırılmasından geçeceği bilinerek ve asıl alınarak ve içselleştirilerek; 27 Mayısçılardan, 12 Martçılardan, 12 Eylülcülerden başlayarak, faili meçhullere, örtülü ödenekleri kendi hesaplarına aktaranlara, gezi parkı direnişine insani olmayan tutumlara kadar, kanuna ve hukuka aykırı kim ne yapmış ise, üstünü kapatmadan yılmadan ve korkmadan yargılanmalı ve hukukun ruh bulduğu örnek teşkil etme müessesesi çalışabilsin ve toplumsal yaşama katkısı olsun…
Son söz; AKP seçmenine; “Partimiz sadece kendi içinde değil, parlamento ve toplum içinde de kollektif iradenin tekil iradelerin yerini almasını sağlayacaktır. Yasalar sadece parlamento çoğunluğu değil, toplumun ortak iradesinin ifadesi olacaktır. Bu nedenle partimiz, hazırlayacağı yasa tekliflerini sivil toplum kuruluşlarının değerlendirmelerini alarak oluşturacaktır” şeklinde yazılan parti programını neden sadık kalınmadığını sorun ve sorgulayın ve toplumsal ah’lar ve beddualardan uzak durun, partinizi yönetenlerden bundan öte bir şey beklemeyenlerin sayısının hiçte az olmadığının farkına varın…  Peki, umutkâr bir ortam oluşuyor mu diye sorarsanız da? Ne yazık ki, hayır ve daha da vahimi 50 ya da 60 yaşına kadar şefkat ve sevgiden nasip almamışların, almadıklarını da veremeyeceklerine göre bundan sonra vah canım Yurdum vah diyeceğiz, galiba… Umarım yanılırım ve umarım ki meramım anlaşılmıştır…