Pazartesi, Mart 25, 2013

ÇEŞMEYE KIYMAYIN EFENDİLER

KARADAĞ’a rüzgâr türbinleri kurularak elektrik enerjisi üretmek üzere 2057 yılına kadar geçerli lisans teminini gerçekleştiren firmalardan OKMAN ENERJİ, geçtiğimiz günlerde Çeşmelilerin artan tepkisini yatıştırmak deyim yerinde ise biriken gazı almak amacı ile ÇESO da bir sunum yapıyor, her nedense (!!!) duyurusu yeterince de yapılamayınca az da olsa karşı çıkanların, tesisin kurulmasına tepki gösterenlerin varlığına rağmen, klasik iş adamı yaklaşımı içinde hani bunlar her şeyi iyi bildikleri için iş adamı olmuşlardır edasına sahiptirler ya tam da o hava ile ciddi siyasi desteklerine de güvenerek biz Çeşmelileri de Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan dünyayı bilmeyen, tanımayan topluluklar yerine koyarak (belki de hak ediyoruz), adeta zekamızla dalga geçerek, aslında da bizlere tam bir aptal muamelesi yaparak, Karadağ’ın  “Yeşil Karadağ” olacağını buna itiraz edilmemesi gerektiği, istihdam yaratarak ta yerli insanların çalıştırılacağı ifadesiyle her zaman yaptıkları ve iyi bildikleri satın alma ya da piyasa deyimi ile mamalama işine girişmekten çekinmemişlerdir. Gerçi biz bu yeşil santralleri taaa Özal döneminde tesisi gerçekleşen Gökova Termik Santralinden (Kemerköy) beri iyi biliyoruz ya, onu yedik, bunu da yeriz, bizim hafıza kısa ama çocuğun hafızası maşallah!!!
Sizin başarınızın sırrı zekânızın ayaktakımlarından fazla olmasından kaynaklanmıyor, her ne kadar ayaktakımları uzun yıllardır öncüllerinizle başlayan propaganda yüzünden öyle olduğuna inansa bile, biz ayaktakımlarının asla ve kata tercih etmediği ama siz işadamlarının kolay tercih ettiği siyasi muktedirler ile ikbal tevhidi işine yatkın olmanızdan kaynaklanmaktadır ve biliyorum ki siz bu işlemi yapıyor ve başarıyor olmanızın yegâne şartının Allah’ın seçilmiş kulları olduğunuza bağlıyorsunuz ve inanıyorsunuz ama bilin ki az da olsak biz ayaktakımları öyle olmadığınızı çok iyi biliyoruz.
Evet; Siz Sevgili Çeşmeliler ve Canım Yurdumun tüm doğaseverleri; detaylarını http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adresindeki bloğumda daha önce yazdığım üzere; “Karadağ özelinde yamaçları tamamen teraslanarak ve yeterli toprak taşınarak elde edilen KARADAĞ’da Çeşme’nin uzun yıllardır dillere destan olan ve müthiş üzümü yetiştirilmiş, Çeşme şarapçılığı bu sayede bugün bile taaaa Fransa’ya kadar ün ve nam salmıştır. Terasların ne kadar muhteşem olduğunu, havadan fotoğraf çeken ama beni affetsin ne yazık ki ismini anımsayamadığım fotoğraf sanatçısının hazırladığı katalogdan bir kez daha görmüş idim geçenlerde, bu terasların bu haliyle bile bir kültürel ve turistik figür olduğunu asla unutmayalım, onları kaybettikten sonra hayıflanmanın bir faydası olmayacaktır.”, işte Karadağ böyle bir yer ve siz buna kıymaya hazırsınız… Uzun yıllardan beri Canım Yurdumun muktedirlerin biz ayaktakımlarına; çikolata içinde baldıran zehri yedirme misali, neoliberal politikaları her şeyin ilacı diye yutturmaya çalışıp, eğitim, sağlık, kitle ulaşımı, enerji, su temini, toplu konut başta olmak üzere tartışmasız kamu tekeli olması gereken sektörleri, kâh özelleştirmelerle kâh diğer yasal düzenlemelerle yeni yapımları, iştahları bir türlü ıslah olunamayan, terbiye edilemeyen her şeye paragözüyle bakan sermaye kesiminin insafına terk edilmesini seçim numaraları ile onaylatmışlardır. Tek kriterleri sömürü çarklarının dönmesi olan bu gözü doymazların, her geçen gün artan katmerleşen bu uygulamalarının toplumun nefes almalarını daraltmış olmaları, doğanın artık yeni nesillere sağlıklı şekilde devredilemeyecek olmaları konusunda hiç dert ve tasa taşımadan kahredici davranışlarına devam etmektedirler.  
Karadağ özelinde, benimde kısmen katıldığım karar ile doğal SİT alanı ilan eden, Çeşme’lilere bugüne kadar gavur eziyeti çektiren, hatta öyle ki tamamen kültür bitkisi olan tütün ve yulaf tarlalarını bile doğal SİT alanı ilan ederek insanların sabrını sınayan ve görünen o ki bu tercihlerini başka bir rant alanına dönüştüren “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarının” kadroları ve onların yerel uzantılarının doğal SİT alanı ilan edilen Karadağ’ın rüzgar enerjisi üretilecek olmasına kurban edilişi karşısında kıllarının kıpırdamıyor olması açıkçası beni şaşırtmadığı bir kenara yukarıdaki ikbal tevhidi olma ihtimalli rant alanı oluşturma iddiasına da çok ciddi bir altyapı oluşturmaktadır. Yahu kardeşim, ayaktakımlarından birileri gelseler mülkiyeti kendilerine ait sadece kültür bitkisi tarımı yapılmaya uygun tarlalarına bir “dam” yapacağız deseler, doğal SİT alanı kapsamından ötürü sizden izin çıkarmaları bir kenara size dertlerini bile anlatmakta binbir türlü meşakkat yaşarlar ama yine de başarılı olamazlar, peki bu tür yatırımları memleket hayrına gerçekleştiriyoruz numarasıyla cüzdanlarını şişirme derdine düşmüş bu oluşumlara neden ses çıkarmazsınız, sakın kamu yatırımı niteliğinde olduklarından kapsam dışı ya da zaten bize görüş sormuyorlar diye savunma yapmaya kalkışmayın, yemezler, başka konularda re’sen hareket eden kurullarınız burada tutum tatiline mi çıkıyor, acaba?
Biz gelelim tekrar; bize “angut” muamelesini uygun gören bu şirketin patronunun “proje özeti” başlıklı bildiride yazdıklarına, “Çeşme Yarımadasının elektrik ihtiyacının karşılanmasına yardımcı olacaktır. Türkiye’nin mevcut enerji üretim tahminleri ve emisyon oranları ile karşılaştırıldığında projenin yılda 40.000 ton karbondioksit azaltımı sağlayacağı hesaplanmaktadır” iddiaya bakarmısınız, sanki elektrik satış şartlarından bihaber olduğumuzu, nasıl pazarlanacağını bizim bilmediğimiz biliyor ya beyimiz, diğer taraftan karbondioksit salınımı gibi çevrecilerinde duyarlı olduğu noktaya parmak basarak, kaleyi içten fethetmeye çalışıyor, tabii ki gücünün cüzdanından geldiği bu zatın kastı, sanki konuya duyarlı Çeşmelilerin RES lere karşı olduğu gibi bir izlenim yaratmak, yahu kardeşim senin dediklerinin hepsini biz senden daha iyi biliyoruz,  konunun Türkçe mealine gereksinim yok, biz RES e değil, yerine karşıyız, anlaşıldı mı? Mezkûr şirketin bu amansız talan planı konusundaki toplumun algılamasının, siyasi, sosyal, ahlaki ve teknik olarak kabul edilebilir noktaya ve masumiyete çekilmesi konusunda görev üstlendiği anlaşılan AECOM Firmasından bir Çevre Mühendisi; ."Projeye en yakın yerleşim yeri 580 metre uzaklıkta bulunan Çiftlik mahallesidir. Proje sahası Orman arazisi içinde bulunmaktadır, bu nedenle şahıs arazisinin kullanımına gerek kalmamaktadır. Proje sahasının türbin yerleri ve yollar için kullanılacak küçük bir bölümü dışında kalan tüm alan proje öncesinde olduğu gibi kalıp bölge koruma altına alınacaktır. Karadağ RES projesi İlçenin ihtiyacı olan elektrik enerjisinin üretilmesini sağlayacak ve aynı zamanda İlçede daha güçlü ve kaliteli turizm ve yatırım imkanları sağlayacaktır. Böylelikle, İlçe halkının temiz enerjiye erişimi güvence altına alınmış olacaktır” diyerek erketelik noktasındaki desteğin ordinaryüslük örneğini janjanlı bir şekilde sunmaktadır. Eeee tabii ki, biz farkında değiliz, İlçemizin elektrik enerjisi gereksinimi sağlanacak, bölge koruma altına alınacak, sevgili Mühendis kardeşim, biz senin kafandaki koruma planının ne olduğunu iyi biliyoruz ayrıca sizin bu üretilecek enerjiyi nereye satacağınızı da iyi biliyoruz ya, neyse daha fazla bu konuyu uzatmayalım…
“Başka Çeşme yok” demekten başka çaresi kalmayan Çeşmeliler, bizi sürekli; para kazanma-istihdam yaratma ikilemi içinde düşünmeye zorlayan ve Canım Yurdum İnsanının en hassas noktasından yakalama çabaları içinde olan bu davranışları yemediğimizi her ahvalde bu ölçüsüz yaklaşım gösterenlere mutlaka göstermeliyiz, bu “kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesine sokulma çalışmalarına behemehâl “hayır” demeliyiz. Çikolata içerisine baldıran zehri yerleştirme çalışmalarına göz yuman, yardım ve yataklık edenlere şiddetle karşı çıkmalıyız, aksi taktirde kayıp edilecek değerlerin bir daha yerine konulması mümkün olmayacaktır.
Yürütülen “Karadağ’da RES e hayır” imza kampanyasına katıl, irade beyanını ortaya koy, siyasi muktedirlerin yumuşak karnı kitle kuyrukçuluğuna yönelik karar değiştirme talebini ilet, ilet ki torunlarımız bizi iyi duygularla anımsasınlar, ilet ki tıpkı “Fenerburnu Balıkçı barınağı”ndaki iptal edilme ya da askıya alma başarısını yakala, ilet ki, tıpkı yıllar öncesinde Çeşme limanının doldurulmasına ses çıkarmayıp şimdilerde de hayıflanır duruma düşme.

Perşembe, Mart 07, 2013

8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ

YÜZYILIN KADINLARI 78 KUŞAĞI DEVRİMCİLERİNİN ANALARIDIR
 
Eylül karanlığı tüm ucube haliyle çöktüğü dönemdir artık, canım Yurdumun bağrına ve sokaklarına, yürütülen sürek avı niteliğindeki saldırıların yarattığı korkunun her tonu sinmiş, kahpelik, puştluk kol gezmektedir. 12 Eylül faşizminin işkencehanelerinin ve mapushanelerinin yollarını adeta eskitircesine ayakları altında çiğnemiş, içeride yaşanan kelimelerin tarifte yetersiz kaldığı insanlık dramının, kah “çocuğunuz 5. kattan atlayarak intihar etti” diye, kah uyduruk cunta mahkemelerinde verilen idam kararlarının infazı neticesinde cenazelerin verilmesi, kah “çocuğunuz firar etti” denilip ölümün gizlenmesi ile nihayetlenmesi, mezkûr mahallerin kapılarının önünü artık, anaların gözyaşlarını yüreklerinin derinliklerine bir hançer gibi sapladıkları bir mahal haline getirmiştir, ahhh keşke o duvarların dili olsa da bu sessiz ama gururlu, yenilmiş ama aman dilememiş insanların içerden ve dışarıdan yaşadıklarına tanıklık etse…
Bir taraftan devrimciler işkenceler altında teslim alınmaya, yok edilmeye çalışılırken, diğer taraftan da analara babalara da çocuklarına sahip çıkmamaları hatta onları tıpkı bu ahlaksız muktedirlerin yaptığı gibi suçlamalarını açıktan istediler, beklediler, daha da ileri giderek devrimcilerin anaları babaları çocuklarını fiili ve hukuksal düzlemde savunuyor diye de şikâyetçi oldular, onların yok edilmesine alkış tutmalarını istediler, diğer taraftan da geniş halk kitlelerine de çocuklarını ihbar etmeye, teslim etmeye hatta bu ABD memuru gibi çalışanların insafına terk etmeye zorladılar.  Oysa bu halk düşmanlarının unuttuğu bir şey vardı, vefakar ve cefakar olan Anadolu insanı ki onların her biri birer anadır, bıçak kemiğe dayanınca, hele de devrimci kültürü özümsemiş ise, analarını, babalarını, kızlarını, oğullarını, eşlerini, sevgililerini böylesi bir durumda asla terk etmezler ve yavrusunu kapmaya çalışan aslana karşı direnen ve saldıran geyik gibi davranırlar ve hüzünlü de olsa destan yazarlar. 78 kuşağı devrimcilerinin aileleri ile ve de özellikle anaları ile ilişkileri asla ve kata kolay izah edilebilir bir ilişki değildir, bu ilişki zaman içerisinde gerek duygusal gerekse de planlı bir şekilde mücadelenin gerektirdiği bir direniş nüvesi haline evrilmiş ve ana oğuldan ziyade bir yoldaşlık destanıdır artık bu, anaların çocuklarına sevgisi ve güveni hiçte hesaplanmayan bir biçimde artmıştır.
12 Eylül 1980 öncesinde Faşist Diktatörlüğün yolunu açabilmek; kamuoyu nezdinde bu Faşist diktatörlüğün durumunu meşru hale getirebilmek için, süreçte 1978 Kahramanmaraş katliamı, 1980 Çorum katliamı başta olmak üzere, yüzlerce aydın, demokrat, devrimci katledilmiştir, meşruiyet yaratma yolunda insanların kanını oluk oluk dökmekten geri durulmamış, yaratılan iç savaş koşullarının yanında ekonomik açıdan yaşam koşullarının ağırlığı altında ezilen kitleler yanlarında gördükleri devrimcilerin örgütledikleri mücadeleye coşkulu katkılar sunmuş, devletin ezici gücünü kullananlar karşısında zaman zaman karamsarlığa ya da çaresizliğe kapılmalarına rağmen, kazanılması imkânsız gibi görünen bu mücadeleye hiç ara vermeksizin devam etmişlerdir.
Yaşanan büyük acıların, büyük kayıpların neticesinde, kararlı ve ısrarlı arayış ve taleplerini sürdüren analar, benzerlerini yaşamış Arjantinli analar gibi,  90 lardan sonra bir araya gelerek, içinde bulundukları durumu haykırmışlar, alev alev yanan yüreklerini soğutmaya çalışmışlar, üstelik sadece akıbet ve bu kötü akıbetin yaratıcılarının açıklanması ve yargılanması için uğraşmışlar. Ancak, anlaşılmıştır ki, artık çocuklarını ve eşlerini yok eden muktedirler bu arama talebine bile tahammül edemez olmuşlar, tahammülsüzlüğün cezalandırmaya döndüğü anda da dayak, jop ve tazyikli su kullanmaktan kaçınmamışlardır. Yani diyorlar ki, biz her şeyi yaparız, asarız keseriz siz ise bu akıbeti bile sorgulayamazsınız.
Yahu hem çocuklarını, ya kimseler görmeden farklı kimliklerle kimsesizler mezarlıklarına gömmüşsünüz, ya kimsenin bulamayacağı yerlere eşlerini atmışsınız, sonuçta kaybetmişsiniz, bu kayıplarına karşın sadece cumartesi günleri yakınlarının akıbeti öğrenmek adına bir araya gelip, bu zulmü işleyenlerin bulunması yargılanması için gösteri yapmalarına bile tahammül edemiyorsunuz, bu nasıl bir devrandır. Gerçi muktedirlerin baskıları ve acımasız saldırıları bu gösterilerin ilk gününden itibaren konunun nasıl gelişeceğini göstermiş idi ama artan destek gösterileri de geri adım atılmasına neden olmuştur. Zaten tarihi boyunca hep güçlüden yana olmuş medya, her konuda olduğu üzere bu konuda da üzerine düşeni fazlasıyla yapmış, gösterileri ve haklı talepleri, gündemde tutmaya çalışan küçük bir grup basın mensubunu ayırırsak, hep görmezden gelmiştir.
Anaların bağırlarını; Oğullarının, Kızlarının ya da Kocalarının işkencede öldürülmelerinin, fiziksel ya da ruhsal sakat kalmalarının ateşi yakmıştır ve o ateş halen yakmaktadır ve bu hala yanan ateş yüreklere düşmesine neden olanları da yakacak gibi durmaktadır birgün… Dün memleketimi çok seviyorum yaygarasıyla ve yanıltmasıyla, şahsi menfaatlerini ABD emperyalizminin siyasi ve ekonomik emellerine tevhit edenlerin bugün yavaş yavaş ta olsa foyaları ortaya çıkmakta, aslında memleketten çok kendi cüzdan ve siyasi ikballerine haddinden fazla düşkün oldukları görünmekte, hatta bunların gerçekleşmesi için her türlü alçak ve namussuzca eylemler gerçekleştirip beklentilerinin gerçekleşmesine hız kazandırmışlar, kimilerinin Almanya, İngiltere ve İsviçre bankalarında bol sıfırlı döviz cinsinden hesaplarının olduğu ortaya çıkmakta, kimileri başta uçak alım ihalelerinden dünyanın en zengin generalleri olarak anılmakta, kimilerinin mirası mirasçıları arasında inanılmaz ve birer memleket sevici olarak aile ünlerine yakışmayacak boyutta kavgalara neden olmakta, ama hepsinden önemlisi hepsinin siyasi ikbal beklenti ve planları gerçekleşmiş ve hala dokunulmazlıkları devam etmektedir.   
Yüzyılın anaları; 78 kuşağı devrimcilerinin analarıdır ve onlar oğullarının, kızlarının ve kızları, oğulları ise onların kahramanları olup, 12 Eylül faşizminin zorba generallerinin sürekli bu teröristlere sahip çıkmayın çağrı ve baskılarına rağmen, onlar mezkûr mahallin önünde olanca başıdiklikle çocuklarına sahiplenip, 12 Eylül faşizmin mağrurlarının korkulu rüyalarıdır, artık ve daima…
 
Dünya Emekçi kadınlar günü kutlu ve daimi olsun…
 
Ve Nazım Hikmet ile final.
Ve kadınlar
Bizim kadınlarımız:
Korkunç ve mübarek elleri
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yârimiz

Cumartesi, Mart 02, 2013

ŞİKE HER YERDE

SAHNE ŞİRKETLERİN ADLI MÜZİK YARIŞMASI ÜZERİNEİstanbul’da bulunduğum geçen hafta içerisinde; “Ballantine’s ile Sahne Şirketlerin” adı altında bu yıl 3. sü düzenlenen ve şirketler içerisinden amatör olarak müzik yapanların, deyim yerinde ise “beyaz yakalıların” oluşturduğu, sadece Türkçe veya yabancı pop ve rock tarzında müzik yapan gruplar için 9 Mart 2013’e kadar devam edecek bir maraton ve heyecanın bir bölümüne Garaj İstanbul’da izleyici olarak katıldım. Bu yıl 3. sü düzenlenen yarışmanın birinci olacak grubu için büyük ödül, pop ve rock müzik için önemli bir merkez olarak öne çıkan İngiltere’nin başkenti Londra ve sponsor Ballantine’s viskisinin anavatanı İskoçya’ya seyahat olacağından, genç müzisyen gruplar için bu yarışma bir hayli çekici ve cazip hale dönmüş ve özellikle ünlü İngiliz rock grubu Muse konserine gidilecek olması da pasta üstüne çilek mahiyetinde kabul görmüştür. Öğrendiğim kadarı ile de, en iyi icra, en iyi yorum ve en iyi ensemble (birlikte çalma uyumu) toplamında verilecek birincilik ödülü dışında aynı dallarda ayrı ayrı ödüller de verilecek olması yarışmayı daha cazip ve heyecanlı hale getirmiş.
Başta, daha önce de aynı yarışmanın 2. sininde de görev alan ve halen TRT de görev yapan yarışma sunucusu Bertan Horasan; jüri üyelerinin gözleri kamaştırır kariyerlerini anlatarak, seyircilerden kocaman alkış istiyordu ama sonuçtan bakınca da bu kariyerlerin ne kadar hormonlu oldukları konusunda kocaman nev bir nezaketsizlik ve saygısızlık çıkmıştır ortaya, bana göre… Ne diyordu tanıtım peşrevinde kerameti de kendinden menkul görünen sunucu bey; “Nev” jüri başkanı; besteci, söz yazarı, yapımcı ve aranjör olarak defalarca Türkiye’nin en beğenilen Erkek Rock Şarkıcısı seçilmiş, “Mehmet Teoman” jüri üyesi, 35 yıl boyunca söz yazarı, menejer, yapımcı ve gazeteci olarak görev yapmış, “Emre Irmak” besteci, müzik yapım şirketi sahibi, aranjör olarak görev yapmış, “Yalçın Birol” radyo ve televizyon programcısı ve direktör, Metro FM, Süper FM, Joy FM, Joyturk ve Radyo Mydonose gibi bir çok önemli radyonun bulunduğu Spectrum Medya’da Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapmaktadır. Vay be, sahip olunan ünvanların büyüklüklerine bakarmısınız, insanın eziklik duymasına yol açacak kadar parlak, peki bu ünvanlar ve parlak kariyer nasıl bir yaklaşım ve değerlendirme doğuracaktır derseniz, bu konuda “dağın fare doğurması” en isabetli tarif olacaktır konuyu anlatabilmek adına, emin olun…
Ne diyor; jüri başkanı bey yarışma için, “Özellikle bir dönem içlerinden biri olduğum iş hayatından arkadaşların yarışma heyecanı içerisinde, onlara katkıda bulunabilmek ve heyecanlarını paylaşabilmek adına bu organizasyonda bulunmak bana ayrıca keyif ve mutluluk verecektir”, yahu kardeşim, tüm yarışmacılar ve ciddi sayıda da izleyici arasında konuşulan, yapılan uzun pazarlıklar, öne çıkarılan kaprisler neticesinde, 35.000 TL’yi alınca başta reddettiği jüri başkanlığını kabul etmenin bilinmediği mi ya da fiskos gazetesinde yazılmadığını mı zannediyorsun da bu kadar kolaylıkla bu kelamları ediyorsun diyen yok tabii ki kendisine, ancak sonuçtan ve izlediklerimizden bakınca bile tercih kriterlerinin ipuçları çok net görünmektedir, işte…
Ben bu çocuğun babasının yerinde olsam alınırdım vallahi çünkü koyduğum adı beğenmeyip sadece %50 sini sahne adı için daha iyidir değerlendirmesi ile kısaltıyor ya, işte o nedenle, ama şükür ki yine bu yarısını kullanmış ya diğer yarısını kullansa idi… Babasının kendisi için uygun gördüğü ad olan Nevzat’ı bile ağırlığından ötürü taşıyamayıp “Nev” e öykünen ve dönüşen bir adam böylesine bir yarışmanın da ağırlığını taşıyamayacağı izlenimi vermekten kurtulamamıştır. Bir de ben, canım Yurdumda, bir adamın bir şeyi çok uzun yıllardır yapıyor demek ki bu işi iyi yapıyor anlamına gelen yaklaşımı bir türlü anlayamıyorum, yahu bunun iyi yapılıyor olmasının tek kriteri uzun yıllar boyu yapılıyor olmasından öte daha bir sürü parametrenin de uygun olması gerekir, şüphesiz uzun yıllarca yapılıyor olması “gerek şart” olabilir, buna nasıl itiraz edebilirim ama “yeter şart” olamayacağını da müzisyen değil ama bir mühendis olarak bilecek kadar da analiz ve değerlendirme yeteneğine haizim ve sonuç olarak tek başına teknik bilginizin ve becerinizin, iyi, hoş, ahlaklı ve adaletli bir sonuç yaratmak için yeterli olmayacağı aşikârdır. Dışarıda bir izleyiciden duyduğum kadarıyla şarkıyı dinlemek yerine, Mehmet Teoman, kah havaya bakıyor kah “sms” yazıyor ya da okuyor, yahu böyle bir ciddi durumda değerlendirme yapmak adına para alıp geleceksin sonra da gak guk yapacaksın olmaz, zinhar olmaz… Hele “Nev”in TRIODOR Firmasından “Trio Tones” grubunun “Man Down” isimli ilk performansında jüriye ayrılan yerde bulunmamış olması, performansı izlemeden puanlamış olması bile durumun vahametini, neticede akıbetini ve de özellikle bu konunun bu yazıya neden gerekçe olduğunu da gösterir, ne yapmış acaba bu beyefendi diğer jüri üyelerine vekâlet mi vermiş, ne olmuş Allahaşkına…
Maalesef Canım Yurdumun geldiği noktada; siyasi büyüklerimizin de çok sıkça kullandığı üzere “et kokarsa tuz basılır, peki ya tuz kokarsa”  atasözü mucibince bir tablo yaşanmakta ve ne yazık ki, son derece centilmence yürütülmesi zaruriyetinin doğduğu böylesi bir yarışmada bile, hiçbir profesyonellik ve ikbal beklentisi olmayan pırıl pırıl gençlerin bu kadar hoyratça ve nobranca yaklaşımla değerlendirmeye tabi tutuluyor olması baştaki iddiayı destekler durumdadır ve yarışmacı ruhu yaratma çabasını zedeleyecek bir sonuçtur… Sadece yarışmanın konusunu oluşturan faaliyetin teknik değerlendirilmesinin adaletli ve ahlaklı bir biçimiyle yapılıyor olması beklentisi karşısında, canım Yurdumun her alanında şike ve teşvik primi uygulamasının benzerinin bataklığında debeleniyor olması çaresizliğine itilmesi bu yarışma bazında organizatörlerinin ve jürinin vebali ve sorumluluğundadır, hadi debelenip durun bakalım, bünyesinde fazlaca personeli olanı kayırma, yarışma sponsorunun ürünlerinin kullanma potansiyelinin değerlendirilmesi olarak bir görüntü verilmesinden kurtarın da görelim bakalım bu yarışmayı… Bakın ben gençlerin bir deneme yapmalarına tanık oldum; TRIODOR Firmasından “Trio Tones” grubunu desteklemek adına 90 adet sms gönderiyorlar ve aldıkları teyit kısa mesajlarına rağmen, organizasyon tarafından 69 adet sms açıklamasına ateş püskürüyorlar, haydi bakalım temizleyin de görelim bu rezaleti… Köhneleşmenin boyutunun bu olmaması tercihi düşüncesi ile tüm firmalara durumu, önümüzdeki maçlara bakacağız yaklaşımından ziyade bir kez daha bu veçhesiyle gözden geçirmeleri acilen salık verilir… Yahu kardeşim bu firmalar personellerini gerek mesai saatlerinde izinli sayarak gerekse de provaları için stüdyolar kiralayarak parasal desteklerle donatarak maksat takım ruhu oluşsun diye tüm bu kayıp ve harcamalara katlanarak yaratılan bu ortamı, belli ki ehliyetleri yaratılan tılsımlı ortamın etkisiyle ters orantılı ve kendi dar çevrelerinde tartışılmıyor görünse bile geniş gruplarca kesinlikle ehliyetleri tartışılan ellere bu kadar kolay bırakılmamalı…
Fıtrattan gelen doğallıktan ve sadelikten çok uzak ve renkli neon ışıklarının yarattığı süslü hayatlara sahip olan bu zevatın, değerlendirmeye tabi tuttukları insanların hiçbirinin değerlendirme konusunda ikbal beklemediklerini bilemedikleri için bu noktaya gelinceye kadar kendi fedakârlıklarının bu gençler tarafından da feda edilebileceğini zannediyorlar ya, yanarım da buna yanarım…
Sonra maazallah birileri çıkar da; bunlar müzikten anlıyorlarmış havasındalar ya, bende hıyardan anlarım der, tıpkı Erman Toroğlu örneğinde olduğu üzere, tüm hıyarlar alınır, benden hatırlatması…
Durumu bir Osmanlı atasözü ile izah etmek belki de en hayırlısı olacaktır…. Vaziyet budur, Allah selamet versin…
Devlet-i Osmani ahalide
Terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz;
Terfi;
Ya olacak kuvvetli iltimas
Ya olacak madeni haz
Ya da olacak ten ile temas…

Pazar, Şubat 17, 2013

VALLAHİ KARA MİZAH

CNN Türk’te yayınlanan Cüneyt Özdemir’in hazırlayıp sunduğu 5N1K adlı programa CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu katıldı ve gündeme ilişkin sorulara cevaplar verdi. Özellikle CHP içinde yaşandığı iddia edilen ve son derece doğal olması gereken fikir ayrılıklarına, az da olsa parti içi demokrasinin çalışıyor olmasından rahatsız olanları mutlu etme adına olduğu fazlaca sırıtan bir şekilde ve belli ki CHP’ye yeni format atılma isteği uyarınca değinildi, yer yer çocuk şımarıklığına varan bir şekilde sorular üzerinden devam edildi… CHP’nin Genel Başkanı; bizlerin belki de değerlendiremediği, anlayamadığı bir biçimde iyi bir genel başkandır ama Canım Yurdumdaki genel kabullere göre, bir galibiyet ve mağlubiyet ikilemi arasında sıkışmış ve polemiklere boğulmuş siyasi yapılanma açısından pek karşılık bul(a)mayan sürükleyicilik vasıflarını öne çıkaramaması ve bunu yüksek belagat meziyetleri ile süsleyememesinden ötürü sınıfta kalmış gibi bir görüntü verdi ve taraftarları arasında da yer yer de olsa üzüntülere yol açtı gibi…

Cüneyt Özdemir “partiniz içersinde sözünüz geçiyor mu? Bundan sonra aykırı sesler yükselmeye devam edecek mi?” şeklinde soruyor Kılıçdaroğlu; “Hayır kesinlikle bundan sonra aykırı bir ses yükselmeyecek. Parti içerisinde sorunları kesinlikle çözdük. Bundan sonra bir sıkıntı olmayacak” diye cevaplıyor. Yahu desenize burası sosyal demokrat iddiasında olan bir partidir, siz onun Genel Başkanına böyle bir soruyu sorarken hiç mi sıkılmıyorsunuz, burada herkes düşünce özgürlüğüne sınırsız sahiptir, bari bu fikre katlanın, bırakın bu tek adama tapınma yaklaşımını, artık 21. yüzyıldayız, nerdeeeeeeeeee, modaya devam, hele birde gerçek anlamda niyette yoksa…

Diğer taraftan birde soruya bakın; gülerek sanki bir taraflarına bir şey olmuş gibi tavsamış gülüşüyle soruyor; “partiye hakimmisiniz yani” o da cevap veriyor “evet, tabii ki” ama belli ki soruyu soran daha tatmin olmamış soruya devam ediyor, “peki bu hareketler devam ederse ne yapacaksınız”, ve hükmediyor mübarek “aksine hareket edenler sonucuna katlanır” bravo, vallahi billahi bravo, aslında vallahi karamizah ya da komedi… Yahu şunu da bize demokrasi diye servis ediyorlar ya bravo… Ayrıca biz bu servisi teşekkürlerle karşılayıp yediğimiz için bize de bravo…

Eeeee; Canım Yurdumun yetiştirdiği ya da yetiştirebildiği insanın demokratik refleksleri gelişmiyor ise eğer, demokrasinin en önemli ayağının insanların birbirleriyle anlaşabilmesi adına doğru beşeri iletişim kabulü geçerli değilse eğer, iletişimden de anlayabileceği en fazla, büyüğünün dediğinin doğruluğunun kabulü, üst’ün ast’a aktardığının mutlak doğru, sorgulanmadan, herhangi bir akli denetim ve analize tabi tutulmaksızın emir telakkisi biçimiyle algılanması olacaktır ki, bu da sonuç itibariyle nesilden nesile menkıbeler üstünden tarih ve bilim öğretimini biçimiyle çıkacaktır ortaya,  bu duruma da Allah selamet versin demek düşer bize… Oysa insanların anlaşabilmesinin temeli iletişim; beşeri ilişkilerin en temel tanım fonksiyonu olup, 2 beşer’in aynı frekanstan birbirleri ile anlaşabilme adına doğru iletişebilme oranı da 1/81 dir (1 bölü 81) yani kolayca anlaşılacağı üzere yaklaşık %1,25 gibi çok düşük bir olasılığa tekabül etmektedir, hele siz bir de bunu birkaç kişinin, sonra da bir parti düzeyinde birkaç bin kişinin iletişebilme becerisinin aritmetik illiyetini kurmaya kalkarsanız, permütasyon hesaplarından ötürü, ortaya çıkacak rakamları sayfalar dolusu yazar durursunuz beyhude. Sonuç olarak insanların aynı frekanstan iletişerek birbirlerini anlamasını ve dinlemesini beklemekten ya da aynı şeyleri düşünmesini beklemekten ziyade, insanların demokratik beklentilerini karşılayacak, her türden görüşlerini açıklıyor olmasına savaş ilanı tepkileri vermeyecek, insanların birbirlerini anlamasından güçlünün dediğinin kabulünü anlamayacak, insanların sadece birer insan olduğu ve herkesin yukarıda aritmetik illiyeti verildiği üzere zaten aynı şeyleri düşünmesinin mümkün olmadığını bilecek, yani herkesi olduğu gibi ve farklılıkları ile normal görecek bir düzeye acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Aksi takdirde buradan demokrasi asla ve kat’a çıkmaz…

Bu verilen kaba yaklaşım mucibince, bir siyasal partide bunun hayat bulmasının siyasal ifadesine de insanoğlu “parti içi demokrasi” demektedir, uygar ve çağdaş ülkelerde… “Parti içi demokrasinin” olmadığı bir partinin iyi yönetilmesi mümkün değildir ve dolayısıyla da iyi yönetilmeyen bir partinin yönettiği ülkenin iyi durumda olması beklenemez, ancak çok şanslı durumda olan ülkelerde şans ihtimali kapıyı çalabilir tabii ki, sürekli sorun üreten bir sistemden de sorun çözmesi beklenemez. Yine yukarıda konuya teğet geçildiği üzere, demokratik refleksleri yeterince gelişmemiş insan topluluklarında, ne yazık ki uygarca iletişim yerine barbarca iletişim hâkim olur ki bunun adı, güçlünün güçsüzü yenmesi ya da “büyük balık küçük balığı yer” olur, bu da sizin demokrasi liginde hangi sırada olduğunuz gösterir.

Partilerde bunu konuşabilirsin, bunu konuşamazsın diye bir tefrik olursa bunun neresinde demokrasi olacak Allah aşkına, grup kararı almak ve bu kararın bağlayıcı olması demokrasi ile nasıl bağdaşır, siyasal partilerde partinin genel görüşüne ters düşüncede olan, konuşma yapan, demeç veren, oy kullanan, karar verenin sonu partiden ihraçtır ve bunun derinliği de parti genel görüşünü kim belirler sorusundadır, cevap ta Genel Başkandır, o zaman demek ki neymiş, Genel Başkan ne derse o olur, gerisi lafı güzaf… Harika konuşmalar içerisine bezenmiş mükemmel vaatlerle partinin başına gelinir, önceleri çaktırmadan bilahare çaktırarak Ali kıran baş kesen böyle olunuyor demek ki, parti genel başkanı olarak…

Diğer taraftan bazıları da; grup kararı alınmasını parti içi demokrasinin varlığına delalet ettiğinden bahisle, grup kararı alınırken demokrasi işletilir, parti grubundan çıkan karara uygun davranışını genel kurulda da gösterir diye izah eder durumu ve bunun parti içi demokrasiye aykırı olmadığını savlar. Eee, tabii ki bizim demokrasi anlayışı bu olanlara söyleyecek bir lafımız olamaz, ancak grup kararı oluşturulmasının da Genel Başkan’ın fikirlerine uygun üretildiği de bugüne kadar ki uygulamalardan görüldüğüne göre, Allah selamet versin bu vatandaşlarımıza… Ne fark eder, ha Parti Grubunda, ha Meclis Genel Kurulunda, kafanızdan geçenleri söyleyemiyorsanız, açıklayamıyorsanız, sizinle aynı yönde görüşü olanları muvafık ya da muhalif olsun destekleyemiyorsanız, hür iradenin başkalarının görüşüne nerede tevhit edildiğinin ne önemi var Allah aşkına… Hele bir de ahir ömrümde gözlemlediğim üzere, tüm sağ partilerde ve gerçi 1980 sonrası da kendisine sol diyen partiler de bu kervana dâhil oldu, hiç gördünüz mü Genel Başkanlığa aday olsun ve kaybedince de partide kalabilmeyi becersin insanlar, mutlaka bir yol bulunup partiden ihraç edilmişlerdir, ne oluyor, “parti disiplinine aykırı davranıyor” gibi sihirli bir cümlenin arkasından, hop kapı dışarı… Etme bulma dünyası darbı meseli mucibince, sonraki etaplarda mevcut muktedirler aynı akıbete uğruyor ve başlıyor feryat figan, yahu siz neyi başkalarına reva gördüyseniz başkaları da bu etapta size onu reva görüyor denilse de, kim dinler, artık onlar sıkı birer “Parti İçi Demokrasi” havarisi olmuşlardır… Durumdan da kolayca anlaşılacağı üzere, yasalara ve yönetmeliklere konulma zorunluluğundan ötürü vardır “parti içi demokrasi” yoksa necip milletimizin ne böyle bir meşrebi, ne de böyle bir geleneği, hatta ne de böyle bir beklentisi vardır, necip milletimizin derdi işin teorisidir pratik tarafına pek bakmaz…

Parti politikaları katılımcı ve aşağıdan yukarıya doğru belirlenmezse yani ta delegelerden başlamazsa, asla ve kat’a demokratik bir tutum olmayacağı gibi, bir gönüllü birliktelik olması gereken parti oluşumu zorunlu birlikteliğe oradan da çıkar birlikteliğine dönüşür ve sonu herkesin kolayca etrafından da görebileceği üzere, oligarşik binlerce yapı ile karşı karşıya kalınır.

Ama Canım Yurdumda; politika, politik muktedirler tarafından yukarıdan aşağıya telkin ve emir arasındaki çeşitli tonlardaki yaklaşımlarla yürütülür, aşağıdakilerin becerisi ve katılımları sadece ve sadece biat ile ölçülür ve değerlendirilir hale gelmişse, gelin artık güncel politika iflas etmemiştir deyin durun sabahtan akşama kadar, hamamda türkü çığırma misali… Konfüçyüs ne diyor; “sana saygımdan seni sabaha kadar dinlerim ama şimdiden bilesin ki görüşünün hiçbir detayına katılmam mümkün değildir”

Salı, Şubat 12, 2013

YENİ ANAYASA YAPILIRKEN: SU

Su; canlı varoluşunda olmazsa olmaz ve vazgeçilemezdir, Dünya yüzeyinin %80’ninin su ile kaplanmış olması, tüm suların %97’sinin deniz ve okyanuslardan oluşması, donmuş haldeki su oranının %2 olması, suların sadece %1'i içilebilir nitelikte olması ile insan vücudunun %70’inin su olması ve çağdaş koşullarda bir yaşam için kişi başına günlük yaklaşık 150-200 lt su ihtiyacının söz konusu olduğu bilgisi de bu vazgeçilemezliğin seviyesini göstermektedir. Bu vazgeçilemezlik nedeniyle, bir ekonomik faaliyet olmaktan çıkarılarak bir sosyal statüye kavuşturulması gereken su bir kamu malı olmalı, suyun ihtiyaca uygun, sağlanabilir ve sürdürülebilir bir kaynak olabilmesi için, suyun tartışmasız “doğal varlık” olarak görülmesi, yenilenebilme varlık ve kapasitesinin mutlaka korunması genel ve gerek şarttır, bu yaklaşıma uygun olarakta yeraltı ve yerüstü hidrolojik ortamın kamu yararına şeffaf bir kurum tarafından, katılımcılık ve dayanışma ilkelerine uygun bir şekilde yönetilmesi ve denetlenmesi gereklidir.
 
İşte bu nedenlerle herkese içilebilir, kullanılabilir ve yaşamsal faaliyetini sürdürebileceği miktar ve kalitede de su ve kanalizasyon ulaştırmak ve herkesin bunlardan bilabedel yararlanması Anayasal güvence altına alınarak bunların temel insan hakkı sayılması, “Su Hakkı” kaydı şartıyla da behemehâl şu anda hazırlıkları yapılan Yeni Anayasada başlık oluşturmalıdır.
 
Bir Hollanda seyahatimde, Amsterdam Belediyesinin TV kanalının birinde, Belediyenin şebekeye verdiği ve şehre dağıttığı suyun içilebilirlik açısından en kaliteli, en güvenilir su olduğundan bahisle vatandaşların sadece bu suyu tükenmeye davet edilerek tanıtılmasını görünce şaşırmış ve görece sosyalliğin gereği “darısı başımıza” diye de bir dilekte bulunmuştum, hala öylemidir bilemiyorum ama…
 
Bizde ise, “Ölümü gösterip sıtmaya razı etme” darbı meselinden haddinden fazla ders çıkaran özel sektörün goygoyluğunda politika yapanların, suyun sadece özel sektör vasıtasıyla dağıtılması için yaptıkları altyapı hazırlama çalışmalarını gördükçe içim sızlamaktadır, eee tabii ki her şeyin para üstünden izah edilmesinin önünü açan Amerikancı politika yapanlar ve dümen suyundakiler neden karşı çıksınlar ki, sayelerinde içme suyu pazarı yıllık 10 milyar litreye ve yaklaşık 5 milyar TL ticari hacme ulaşmıştır. Artık canım yurdumun sadece kentlerdeki vatandaşları değil, köyde yaşayan vatandaşları da, gözü para dışında başkaca bir şey görmeyen sermayenin hedefi haline gelmiş durumdadır, memleketi çok sevdiklerini iddia edenlerin ise “su akar Türk bakar” diye dalga geçerek 2023 plan hedeflerinde maalesef bu da vardır gayri. Su tasarrufu öngörülmesi doğalarına aykırı bulunan ve suyu ambalajlayarak satmaktan başka bir düşünceye sahip olmalarının mümkün olmasının düşünülemeyeceği bu cihat kolu, artık hedefi 20 milyar lt suya ve 10 milyar Tl ye çıkarmışlardır. Peki, 2025 ya da 2030 da bu kadar doğal su bulunup ambalajlanabilecek midir canım Yurdumda, yapılan çalışmalar göstermektedir ki bu bir hayaldir…
Su varlıklarımız çarpık kentleşme ve hızlı, plansız endüstrileşme ile hızlı kirlenme ve tükenmeye başlamıştır, hele de bir de iklim değişiklikleri ile küresel ısınma sonucunda, dünyanın bazı yerlerini seller götürürken bazı yerlerinde kuraklıklar neticesinde ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır, işin kötüsü de ciddiyetsiz ve plansız çalışmalar artarak ve tam gaz devam etmektedir. Bizi, bu dünyayı ya da ülkelerini çok sevdiklerini iddia ederek ikna eden muktedirler farkındamıdırlar acaba, hâlihazırda dünya nüfusunun %25 içilebilir ya da sağlıklı suya ulaşamamaktadır, bu kafayı değiştirmememiz halinde de, yapılan tahminlere göre yaklaşık 25 yıl içinde dünya nüfusunun ne yazık ki %50’si bu hakka sahip olamayacaktır artık. Yine yapılan ciddi ve güvenilir çalışmalar göstermektedir ki; Dünyada şu anda her sekiz saniyede bir çocuk kirli ve sağlıksız su içmek zorunda kaldığı için yaşamını yitirmektedir, ortaya çıkan hastalık ve rahatsızlıkların % 80’i temiz içilebilir ve sağlıklı kullanılabilir suya erişilemediği nedeniyle ortaya çıkmaktadır.
 
Yine anladığımız kadarı ile 2023 hedefleri içinde, Canım Yurdumun su potansiyelinin % 100 ünün kullanılması plan dahilindeymiş, acaba su potansiyelinin hepsinin kullanımda olması nasıl ekolojik sorunlar yaratacaktır, konunun bu tarafına bakan var mı, hiç zannetmiyorum… Canım Yurdum, barajlar kralı diye övünen, su planlamasının babası diye çalım çeken birinin siyasi görüşünün ve tercihlerinin yönetimi altında, son 40 yıl içerisinde 3 Van Gölü büyüklüğüne denk gelen yaklaşık 1.500.000 hektar sulak alanını kaybetmiş, ne gam, kimin umurunda… Kimse öyle Fırat, Dicle, Sakarya gibi devasa su kaynaklarımız var diye de övünmesin, bilinmelidir ki Dünyanın en önemli nehirlerinden Nil’in deltasında yaşanan dramlar en büyük dramlardır… Kaldı ki sahip olduğumuz bu devasa nehirler sınır aşan nehirlerdir ve Dünyada kolayca görülecek binlerce örneği olması hasebiyle de en önemli ülkeler arası problem kaynaklarıdır ve Ortadoğu’nun kaygan politik ve ekonomik zemininden bahsetmeye gerek bile duyulmaz konunun önemi açısından…
 
“Su hakkı kutsaldır” ve anayasal ilke haline getirilmelidir diyeceksiniz ama suyu belli bir miktardan az kullananlara bedava verdiği için Belediye Başkanlarını yargılayacaksınız ve Belediye Başkanlarının bedava ve indirimli su sağladığı gerekçesiyle yargılandığı Canım Yurdumda bu yazının, suya yazı yazmaktan başka bir şey olmadığını da iyi bilenlerdeniz, ama ne yapalım gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuz gereği de bunları söylemeye devam edeceğiz. Suda kaçak kullanımının %40 olduğu canım Yurdumda, (Almanya da ise %3) geliri düşük insanlara suyu bedava vermiyorsanız kaçağa davetiye çıkarırsınız, siz artık ve hala düşünün “yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan” paradoksu üstüne… Ayrıca, kamuoyunda İSKİ kanunu diye bilinen suyun temini, dağıtımı ve ücretlendirilmesi hakkındaki kanun; suyun mutlaka belirlenen rayiçler ve karlar mucibince satılacağı, indirimli satımının ya da bedava dağıtımının suç olacağı gibi kargaların bile güleceği bir yasal durumu içinize sindireceksiniz, böyle bir şey olabilir mi, olur olur söz konusu Türkiye ise…
 
Suyun özelleştirmesinin yasaklanması bir anayasal durum olmalıdır hatta o kadar ki teklif bile edilebilirliğinin önü kapatılmalıdır. DTÖ, IMF ve Dünya Bankasının dayatmalarına acilen dur denilmelidir, ne pahasına olursa olsun varolan anlaşmaların da durdurulması ya da iptali cihetine gidilmesi gerekir diye düşünüyorum. Suyun temin ve dağıtımı özelleşirse, arıtma ve şebeke yenileme, bakım, onarım ve kalibrasyon gibi pahalı sayılabilecek ara hizmetlerin, işletmeler içinde ciddi gider kalemleri olması hasebiyle de yeterince ve layıkıyla yapılamayacağı açıktır, gerçi taşeronlaşmayı önemseyen ve kutsayan, hani diğerlerini anlayabilirim de, sözüm ona sosyal demokrat olan belediye yönetimlerini ne anlayabilir ne de kabul edebilirim ve de hiçbir lafımız da olamaz bu arada…
 
Türkmenistan’ın bir önceki ve vefat eden 1. Cumhurbaşkanı Türkmenbaşı’nın, başka konularda çağdaş ve akli olmayan bir sürü kararı olmakla birlikte, Dünya Bankasının, Türkmenistan’a gerek duyulan kredileri derhal açabileceklerini ancak kendilerinin de, su, doğalgaz, petrol ve elektrik bedellerinin dünya ölçeğine uygun ücretlendirilmesi beklentilerini ifade etmelerinin ardından, “bunlar halkın malıdır, ben halkın malına nasıl zam yaparım nasıl ücretlendiririm” diyerek kendilerini makamından kovarak, hatta o kadar ki Türkmenistan’ı bile terk etmelerini istemesi, bu konuda tüm Dünyaya örnek olmalıdır…
 
Dünyada su kıtlığı yaşanmayan bölgeler genellikle çevre bilincinin yüksek olduğu insanların yaşadığı bölgeler olması nedeniyle, “su hakkı” konusunda buralarda örgütlü mücadeleler gündeme gelmektedir. Mücadeleler sadece özelleştirmelere karşı olmakla da kalmamalı, su tasarrufunun mutlaka hayatı geçirilmesini de zorlamalı ve kamu varlığı sayılmalı ve yeterince izlenebilir bir şeffaflıkla da yönetilmesi de talep edilmelidir.

Hele birde özellikle son 10 yılda yaşanan HES felaketleri var ki; bırakın insanın hakkını talan etmeyi, her türlü hayvan ve bitkinin bile katline ferman gibi durmaktadır, ama ne gam ne keder…
 
Aman kimse; yahu bu kadar yaylım ateş atışına tuttuğun sermaye, bunları düşünmüyor da sadece sen ve senin gibiler mi düşünüyor demesin, onlarda doğanın olası gazaplarına muhatap olmayacaklar mıdır herhangi bir risk oluşmasında demesin, bunu da mı bilmiyorlar demesin, valla düşünseler bile işlerine gelmez ve hemen yalaka bilim adamları imdada yetişir ve bilimin bu katliama hazırlanan uydurma istatistiklerle cevaz verdiği fetvası hazırlanır, aynen küresel ısınmaya karşı ABD’nin bir türlü Kyoto anlaşmasını imzalamaması ortamı hazırlanır, bilmem daha ne kadar uzun izah edilmelidir bu durum...
 
Her şeyi referanduma götürme pehlivanlığı gösterenlerden ya da çekinmeden göstereceğini beyan edenlerden; bu konunun yani, sağlıklı, kaliteli, içilebilir ve kullanılabilir suyun ve kanalizasyonun herkese bilabedel sağlanmasının referanduma götürülmesinin önünün açılmasını beklemekteyiz, hodri meydan…
 
Son söz; hani yaptıklarını engelleyemiyoruz ya, küçücük bir soru soralım; “Madem bunları özelleştiriyorsunuz; bize geriye yol su elektrik diye döneceğini söyleyerek neden vergi topluyorsunuz” derler adama maazallah…

Cumartesi, Şubat 02, 2013

ROBERT COMMER (VİETNAM KASABI)

ODTÜ kampüsünde bulunan TÜBİTAK Uzay merkezinde GÖKTÜRK-2 uydusunun uzaya gönderilmesi nedeniyle düzenlenen törene katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı ellerindeki “Bilimi satan emperyalist savaş çığırtkanı Tayyip ODTÜ’den defol” yazılı pankart ile protesto ederek demokratik haklarını kullanan öğrencilere, sanki böyle bir olayın çıkacağı bilinerek hazırlanılmış ve uygulanacak şiddet ile de öğrencileri yılgınlığa uğratmak için uygun ortam yaratmak adına, Başbakan ve heyetini korumak üzere gelen yaklaşık 2.500 polis, protesto eden öğrencilere biber gazı, gaz bombası ve tazyikli suyla adeta onları yok etmek üzere saldırmıştır. Zaten bu acımasız saldırının ipuçları daha birkaç yıl önceden Büyükşehir Belediye Başkanı aracılığıyla verilmiş, özellikle yalana dayalı ruhsatsızlık iddiası nedeniyle ODTÜ nün bir kısmının yıkılacağını ilan etmesiyle başlayan ve öğrencilerin direnişi ve bu direnişin genelde halktan ve diğer sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenmesi neticesi ricat edilmesinin sanki rövanşı izlenimi veren bir durum yaşanmıştır.
 
Yaşanan bu olaylar maalesef güdümlü ve kontrollü basında “zaten bu ODTÜ lüler ABD Büyükelçisi Commer’in arabasını da yaktılar” ya da “Bu ODTÜ lüler zaten kavli beladan beri komünisttirler” gibi fikirleri işleyerek, diğer taraftan da yaralanan polisler ambulanslarla hastaneye kaldırıldılar, polisler de biber gazından çok etkilendiler gibi konuyu bir yerden alıp başka bir yere taşımış hülasa rövanş maçının amacına hâsıl yelkene rüzgâr üflemeye devam ettiler, abe adamlar siz “bir katil Commer’den” bahsediyorsunuz diye kimse herhangi bir kelam etmemiş, biber gazını sanki öğrenciler atmış ta polisler etkilenmişler gibi gösteriyorsunuz, ayıp vallahi aslında konu ayıptan da öte bir laf demek gerektiriyor ama yasal mevzuata takılabilir bu ifade…
 
Hadi bir bakalım kimdir bu Robert Commer… II. Dünya Savaşı diye bilinen emperyalist paylaşım savaşından sonra Faşist Almanya’dan kaçan konuyla ilgili uzmanlıkları bilinen Alman faşistleri tarafından alınan destekle yeni kurulmakta olan CIA'e 1947 yılında katılan Robert Commer, Alman faşistlerinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile kazanılan başarılarına (!!!) binaen ABD Ulusal Güvenlik Konseyi üyeliğine getirildi, bilahare de asıl katil, işkenceci ve casusluk kariyerinde  ordinaryüslük mertebesine ulaştığı Vietnam bağımsızlık mücadelesini boğma, yok etme savaşına önderlik ettiği dönemde yaklaşık 100.000 kişinin ölümünden şahsen sorumlu olduğu ilgili otoriteler tarafından bugün artık kanıtlanmış bulunmaktadır. Muhtemelen Vietnam’da katlettiği insanların hatırına, ABD başkanlık “özgürlük madalyasına” layık görülen, kendisinden şalama Bob (pürmüz) diye söz edilen Vietnam kasabı unvanlı Robert, artık Türkiye’nin ABD büyükelçisidir, canım yurdumun bağımsızlığından yana olan devrimci kesimler tarafından bu atamanın bile hoş karşılanmadığı bir ortamda, 6 Ocak 1969'daki dönemin Rektörü Kemal Kurdaş’ın daveti üzerine ODTÜ'yü ziyarete gider, Rektörlük Binasının kapısının önüne park edilen Cadillac otomobili, dünya egemenliğini temsil etmesinden ötürü Amerikan değerlerine karşı çıkan ve Komer'in Vietnam kasaplığından kaynaklanan geçmişi nedeniyle ODTÜ'lü öğrenciler tarafından yakıldı. Vietnam’daki büyük bir kırım olarak tarihteki yerini alan bu “pasifikasyon (sindirme)” operasyonunun en önemli yöneticisi olan kasap “Honcho” diye de anılan Robert Commer’in Türkiye’ye büyükelçi olarak atanması Canım Yurduma karşı bir saygısızlık hatta hakaret sayılması gerekirken dönemin muktedirleri bu atamayı reddetmeleri gerekirken memnuniyetle karşılaşmışlardır hatta o kadar ki dönemin cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı “Amerikayı sevmek vatanseverliktir, sevmeyenler ise komünisttir” diyerek tavırlarını açıkça ortaya koymuşlardır. Bu arada kısaca nedir diye bir bakalım; mezkûr “pasifikasyon” programına; ABD işgali altındaki Güney Vietnam’ın 15 milyonluk nüfusu, etrafı dikenli yüksek tellerle çevrili yaklaşık 10.000 toplama kampına toplanacaktı, insanların buralara toplanmaları yetmiyormuş gibi sahra kuvvetleri, eyalet keşif birlikleri gibi adlar altında kurulan paramiliter kuvvetler eliyle de katliamlar ve talanlar gerçekleştiriliyor, asıl olarak ta özel şube diye kurulan işkence merkezlerinde yaklaşık 100.000 kişi katledilecektir ve tüm bunların başında da Robert Commer olacaktı… İşte böyle bir adam olan Commer, bağımsızlığı çok önemseyen, sömürge olmayı içine sindiremeyen, insanın insan olmaktan kaynaklanan haklarının çiğnenmesine katlanamayan devrimciler tarafından elbette ki protesto edilecekti, bugün de edilmelidir ayrıca…
 
Diğer taraftan neydi bu; “Dünya egemenliğini temsil eden Amerikan değerleri” diye kısaca hatırlamakta fayda vardır, durumun vahametini kavrayabilmek açısından, aksi takdirde temsiliyet karşılığı bu eylemin değeri ve önemi tam anlaşılamayabilir ve bir büyükelçiye yapılmış bir eylem gibi algılanabilir. Şimdilerde Afganistan, Vietnam, Lübnan, Cezayir, Şili, Venezüella, Küba, Irak, Libya başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde, yaptığı vahşetlerle adı zulüm imparatorluğuna çıkmış ABD; dünyanın, kapitalist batının âli menfaatleri için birkaç yüz aile tarafından yönetilebilmesi adına, sömürü çarkının jandarmalığını üstlenmiş ve bu uğurda hiçbir katliamdan, soykırımdan kaçınmamıştır. Nihayetinde kolayca anlaşılacağı üzere Amerikan Emperyalizmi demek, Dünyanın en büyük terör örgütü demektir, nerdeyse tüm ülkelerde binlerce üssü, oralarda konuşlanmış milyonlarca askeri ile birlikte neredeyse katiller sürüsü, BM (birleşmiş milletler), Dünya Bankası, OECD, IMF gibi siyasi ve ekonomik olarak askeri gücün hâkimiyetine çanak tutan organizasyonları ile tam bir küresel çetedir. Huntington’un deyişiyle zinde gücün dinamizmini yitirmemesi için savaşması ya da savaşa hazır olması hali için dünyanın tam zapturapt altına alınması halinde bile mutlaka bir yerlerde nifak çıkararak cephe açması kaçınılmazdır bu şebeke için…
 
Commer; kendinde bırakın Canım Yurdumun genel siyasetine karışmayı, ODTÜ başta olmak üzere üniversitelerin okutacakları derslere bile karışma cüretini göstermekteydi ama o günlerde gerçekleştirilemeyenleri Commer ya da benzerlerinin eğittiği 12 Eylülcüler buradan aldıkları ilim irfan ve feyz ile ve aynen Vietnam kasabının dediklerini önlerine gelen ilk fırsatta gerçekleştirmişlerdir.
ODTÜ; bugün bizlere, Canım Yurdumun içinden geçtiği sıkıntılı süreçten muzdarip milyonlarca insana dayatılan büyük güç karşısında biat etmeye, kendi gücünün sayısal küçüklüğüne bakmaksızın direnmeyi ve direnmenin haklı gururunu yaşatmış ve haksızlığa, sömürüye ve baskıya karşı direnişin kaçınılmazlığını hatırlatmıştır. ODTÜ lü devrimci gençlik vasıtasıyla sömürge durumuna düşürülmüş ülkelerde öğrenilen İngilizce 3 kelimeyi yine hatırladık; “Yankee go home”
Che’nin sözü dün olduğu gibi bugünde Dünya Halklarına rehberlik etmektedir, “Eğer kaynağının Amerika olduğunu kabul etmezseniz emperyalizmi yenmek elbette ki imkânsız olur, kapitalist bir sistemde insanlar görünmez bir kafesin içinde yaşarlar mesela kendini yaratan efsaneye inanırlar, ama çoğunluk adına imkânların bireysel kontrolün ötesinde güçler tarafından belirlendiğini anlamazlar”
 
Son olarak “vatanseverliğin” çok güzel tanımını yapmış olan eski Genelkurmay Başkanına nazire olması bakımından Nazım Hikmet’ten “vatan hain”liği üzerine bir şiir;

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
           hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
                            ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
 

Perşembe, Ocak 24, 2013

AÇLIK

Hükümet tüm karşı çıkışlara rağmen, siyasi tutuklular için hapishane koşullarını görece iyileştiren ve o güne kadar alınmış mahkûm lehine tüm kararları iptal ettiğini açıklıyordu, hapishaneler dışında yapılan bu açıklamalar kamuoyunda tutuklu ve mahkûmların yakınları dışında olağan şeyler söyleniyormuşçasına tepkisizce karşılanmıştı ama hapishanelerdekiler açısından insan onurunun ayaklar altına alındığının, artık kendilerinin insan yerine konulmadığının ve savaş tutuklusu ilanı görülen bu hak gaspları karşısında pasif direnme haklarını kullanma kararı almışlardı çaresiz olarak. Öncelikle kapıları yumrukluyorlar, gürültü çıkararak, kendilerinin maruz bırakıldıkları muameleleri protesto ediyorlar, gürültü özellikle de demir kapılara vurularak çıkarılıyordu ve inanılmaz şekilde insanın sinirlerini yerinden oynatıyor ve tansiyon artıyordu.
Adam işe gitmek için hazırlanıyor, su ile doldurduğu lavabo içerisine ellerini sokuyor, bekliyor suyun tılsımlı masajı neticesinde, akşam öldüresiye dövdükleri adamın, ellerinde dayak atmaktan ötürü oluşan ve akşamdan kalma sızıları gidermeye çalışıyor. Yatak odasına geçip, eşinin kendisi için hazırladığı temiz gömlek, pantolon ve kravatı giyerken, yaptığı işin ciddiyetinin belki de ağırlığından oluşan gizli yorgunluğunun belki de yaptığının gururunun yüzüne vurması baktığı aynada dikkatini çekiyor, bilahare de eşinin büyük bir özenle hazırladığı kahvaltısını atıştırırken de kahvesini yudumluyor bir yandan da TV de sabah haberlerini izliyor.
Artık işe gitme zamanı gelmişti, kendisini dışarıya atıyor, önce yüzüne vurmuş yoğun bir tedirginlik ve korku ile çıktığı kapı önündeki bahçeyi yavaş ve emin olmak istercesine gözlüyor, sonra da açık otoparkın kapısını açmak için kapıya yaklaşıyor, gözleriyle yine hızlı ama korku dolu bakışlar fırlatıyor, yolda olağan dışı bir durum var mı yok mu gibisinden, park eden araçların içinde yabancı bir aracın ve kişinin olmadığından emin olunca hızlı adımlarla hemen arabasına doğru yöneliyor, öncelikle arabaya girmeden aldığı eğitim ve talimat neticesinde alışkanlığı haline dönmüş bir şeklide arabanın yanında yüzükoyun elleri üstüne şınav çekme pozisyonu biçiminde yere yatıp, arabanın altına bakıyor, temiz olduğundan emin olunca da doğrulup, arabanın kapısını da açıyor, bu ana kadar hala bir tehlike olmamasının yüzüne yansıttığı bir rahatlık var şüphesiz ama daha bir etap var, bugününde bu faslını atlatmaya, yavaş ama bir o kadar da tedirgin bir şekilde anahtarı kontağa yerleştiriyor ve nihayet araba çalıştı, “çok şükür” diye dudaklarına yansımayı engelleyemeden ama içinden geçirerek, bugünde kendisine direk ya da arabası vasıtasıyla bir saldırı olmamıştı. O sırada eşi evin penceresine gelmiş, tüm bu gerekli kontrollerin yapılmasını ve arabanın çalışarak yola koyulmasını, tedirginliğinin midesine vurmasının yarattığı acının yüzüne yansımasını engelleyemeden izlemişti.
Şu an için emin bir şekilde işi için yola düşmüş ve arabanın radyosunda, çalıştığı hapishanenin mahkûmlarının politik hakları üzerine konuşulan bir programı dinlemekteydi, radyodaki kendinden çok emin ve her şeyi bilen adam edasıyla konuşan ses; “Açıklamak gerekirse, istekleri kendilerinin politik eylemler diye nitelendirdikleri bu korkunç suçları işlemiş olanlara farklı muamele edilmesi, işte Hükümet bunun garantisini vermiyor” demekteydi.
“Politik cinayet, politik bombalama ve politik şiddet diye bir şey yoktur, sadece cinayet, bombalama ve şiddet vardır. Bununla ilgili bir uzlaşmaya varmayacağız, politik haklar diye bir şey yoktur.” İşte Hükümet yetkilisinin açıklamaları bu yönde ve bu söylemlerin büyük bir dikkat ile dinlendiği ve nerdeyse birer emir diye uygulandığı bir sahne yaşanmaktaydı, kapıaltında; hapishaneye getirilen mahkûma, “bir suçlunun psikolojisini yansıtacak tek tip elbiseyi giymeyi reddediyorum” dediği anda kendisini dikkatle dinleyen ama kendisine böcekmiş gibi bakan kişi hemen “uyumsuz kişi” notunu düşüyor kişisel dosyasına, bunun da anlamı artık burada kaldığı sürece başına geleceklerin yol haritasını oluşturmaktadır. Anadan doğma soyunmuş bir vaziyette kendisine uygun görülen hücreye doğru, diğer hücrelerden yükselen protesto sesleri arasında koluna girmiş gardiyan tarafından adeta sürüklenerek götürülmektedir artık. Üzerine kapanan demir kapı ile birlikte, geriye dönülmez yolculuk başlamış ve kirden pislikten duvarlar yerler görünmez, ışıksız, tuvaletsiz ve susuz küçük bir hücrede başına gelecekleri beklemektedir, hücre arkadaşı ile birlikte.
Koridorda sesleri ve yükselen protestoları duyan, gelişmelerin nasıl olacağı konusunda bir hayli tecrübeli olan hücre arkadaşının hazırlan diye kendisini uyarmasıyla birlikte kapının açılması, çırılçıplak mahkûmların gardiyanlar tarafından koridora adeta taş gibi fırlatılıyor olması bir çırpıda gelişti, birikmiş gardiyanların öldüresiye dayakları arasında, büyük acılar çektirilerek, mahkûmların eli yüzü tefriki yapılmaksızın kanatılarak saçları kesiliyordu.
Bir açık görüş için gelmiş anne baba, dışarıda anlatılanların ne kadar büyük bir yalan olduğunun kanıtı olarak karşılarında bulunan oğullarının yüzünün yara bere içinde olduğunu görürler ama işte annelik babalık yaralara bir tedavi uygulanıp uygulanmadığını soruyorlar, nereden bilecekler tabii özellikle bu muameleye tabi tutulanların neden tedavi edilemeyeceklerini, anne ısrarla yemeğini yiyor musun, sana nasıl davranıyorlar gibisinden burası için inanılmaz lüks kaçan sorular soruyor ama çocuk büyük bir kararlılık içinde her şeyin yolunda olduğunu söylüyor ama anne ve babanın yüzündeki korku ve tedirginlik hiç dağılmıyor şüphesiz…
Kutsal bir gün, hapishanenin görevlendirdiği din görevlisi, kendilerine hitap ederken “tüm kötülükler inançsızlıklardan gelir” demektedir ama kendilerine yapılan bütün kötülükleri de inançlarının çok koyu olduğu tartışılmaz olanlardan geldiğini bilen mahkûmlar için ne yaman bir çelişki oluşturmaktadır bu durum. Ancak böyle günlerde bir şeklide bir araya gelmelerine izin verilen mahkûmlar artık kendilerine uygulanan politik ve insanlık dışı baskılar karşısında ölüm orucunu tartışmaktadırlar ve denenen tüm yollar ile mahkûmluktaki politik hakların elde edilemeyişi ya da bu konuda karşıdan iyi niyet taşıyan bir yaklaşım görülmeyince de kaçınılmaz olmuştur. Mahkûmlar geçen sefer düştükleri hataya bu sefer düşmeyecekleri tecrübesini de masaya yatırırlar, geçen seferki gibi hep birden başlamayacaklardı ölüm orucuna çünkü geçen sefer en zayıf yanlarının bu olduğunu fark etmişlerdi ve fazla duygusal bir durum olduğunu kararlaştırmışlardı, şimdi 2 şer hafta arayla başlanacaktı ölüm orucuna ölen birisinin yerini hemen başka birisi alacaktı, hemen gönüllü olan 75 kişi ile yola çıkılıyordu ve karar bugün açıklanacaktı artık. Arabulucu soruyordu, “peki bu protestoyu farklı kılan nedir, ölümü kabullenmiş olman mı acaba” cevap “böyle sonuçlanmasına da hazırım” olunca arabulucu “sen zaten ölmeye karar vermişsin” tespitini yapıyor ve “bu onların elinde mesajımız çok açık ne kadar kararlı olduğumuzu görecekler” diyerek devam eden ama sonuç almaktan uzak bir görüşme yürütülmüş oluyordu…
Kamusal bir sesleniş olarak topluma çağrıda bulunmak, karşı karşıya bulunduğu uygunsuz koşulları değiştirememenin karşılığında kendi bedenini ölüme yatırarak protesto oluşturmak diye bilinen ölüm orucu, ta Manga Carta’dan beri ama özellikle de 1789 Fransız Devrimi ile birlikte hukuksal olarak bir hak haline gelmiş, en doğal ve zamanaşımına uğramaz kabul edilen, baskıya karşı direniş gösterme halidir.
Evet, bir filmden bahsediyorum, AÇLIK, IRA hareketi içinden Bobby Sands ve yoldaşlarının insanlık dışı muamelelere maruz kalışını ele alan bir film,  mahkûmların battaniye ve yıkanmama eylemleriyle başlayan direnişleri, altı hafta süren açlık grevi ile çok ciddi bir boyuta geliyor ama mesafe kat edilememesi nedeniyle de kalınan çaresizliğin sonucu Bobby Sands’ın son savaş aracı olarak kendi vücudunu ortaya koymasının hikâyesidir. Tam da bu aşamada film; “gözden düşmüş amaçlarının başarısızlığıyla yüzleştiklerinde şiddet yanlıları ellerinde kalan son kartı oyuna sürmeyi tercih ettiler, hapishanelerdeki açlık grevini ölüme dönüştürerek uyguladıkları şiddeti kendilerine yönelttiler, gerilim yaratmak, acı ve nefret ateşini körüklemek için, en temel insani duyguyu, merhameti kullanmaya çalışıyorlar” biçimiyle hükümetin başının provakatif açıklamaları ile devam etmektedir.
İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) üyesi siyasi tutukluların 1981 yılında başlattıkları ölüm orucunda 10 IRA üyesi yaşamını yitirmiş, bu 10 kişi içinde 66. günün sonunda ilk ölen Bobby Sands olmuş ama tam da bu sırada da İngiltere Parlamentosuna milletvekili seçilmişti. 10 Mahkûmun ölmesi sonucu başta 2 İrlanda’dan ve İngiltere içinden olmak üzere Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen büyük destek sonucu ve sosyal düzenin bozulmaya başlaması üzerine, İrlanda’yı işgal etmiş olan İngiltere yönetimi büyük ölçüde talep edilen politik hakları tanıdı ve ölüm oruçlarına son verilmişti. Silahsızlanmaya giden yolun da başına gelinmiş oldu böylece…
Ama bunun bir film olması ve sadece İrlanda gerçeği gibi görünüyor durması bizi yanıltmasın, dünyada her tarafta her an yaşanabilir ve yaşanmaktadır da, kökeni yüzyıllar öncesine dayanan ve muktedirlere karşı pasif ama etkili bir şekilde laf anlatmanın en etkili yoludur bu tür eylemler.
Sonuç olarak sorulacak soru madem bu talepleri karşılayabilecektiniz de neden ölün orucunun başlamasını ve ölümlerle sonuçlanmasını beklediniz, ey muktedirler şeklinde olmalıdır…

Cuma, Ocak 18, 2013

ÇEŞME KARADAĞ’DA RÜZGÂR TÜRBİNLERİNE HAYIR

Çeşme’nin; çok sınırlı konut ve ağırlıklı olarak ta rekreasyon alanı olarak ayrılması gereken, belki de bu yüzden ve bir ölçüde benim de doğru gördüğüm 1. derece doğal SİT alanı ilan edilen, kentin önemli yeşil alanını oluşturan Karadağ adında bir dağı vardır, bugünlerde farklı bir yaklaşımın hedefi durumundadır. Bu dağ http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/  adresindeki blok ve Yeni Çeşme gazetesindeki 07.02.2011 tarihli  “İLK YAP İŞLET DEVRET ÇEŞME’DE PAFTOS MESELESİ” başlıklı yazımda bahsettiğim “1914-1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın anılarını topladığı “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” adlı kitabında Çeşme bölümünde “Paftos meselesi” adlı başlık altında yazılmış enteresan bir bölüm vardır. Burada; benim bugüne kadar okuduğum kaynaklar içinde, bugün literatüre “Yap-işlet-devret” adıyla girmiş bulunan bir uygulamanın bulunması dikkatimi çekti. Nasıl anlatıyor bu uygulamanın kilometre taşlarını Hilmi Uran; “Çeşme’nin yakın tarihi hakkında sonraları edindiğim bilgiye göre, vaktiyle Çeşme’de de arazi büyük parçalar halinde idare edilir” ve devamında “İnsan elinin azlığından ve himmetsizliklerinden bu çiftlikler sahiplerine pek az fayda sağlarlarmış. Fakat Çeşme bu durumda iken adalar da, nüfus fazlalığından muzdarip bulunuyorlarmış, oralardan da nüfus kendine taşacak yer aramakta imiş. İşte adalardan bazı çalışkan ve becerikli Rumlar ihtiyaç sevkiyle Çeşme’deki çiftlik sahiplerine müracaat ederek, kendilerine ayrılacak küçük arazi parçaları üzerinde bağ tesisine izin almışlar ve uzunca bir müddet faydalanacakları bu bağları bu müddetin hitamında bağ olarak aynen çiftlik sahiplerine bırakmayı taahhüt etmişlerdir” (shf 67-68)… Zamanla bu Rumlar köylere de yerleşerek, kayalık arazileri set yapmak ve başka yerlerden toprak taşımak suretiyle bağlıklar kurmuş ve Sakız Adasından koyun getirerek yetiştirmeye başlamışlardır”
Evet; yamaçları tamamen teraslanarak ve yeterli toprak taşınarak elde edilen KARADAĞ’da Çeşme’nin uzun yıllardır dillere destan olan ve müthiş üzümü yetiştirilmiş, Çeşme şarapçılığı bu sayede bugün bile taaaa Fransa’ya kadar ün ve nam salmıştır. Terasların ne kadar muhteşem olduğunu, havadan fotoğraf çeken ama beni affetsin ne yazık ki ismini anımsayamadığım fotoğraf sanatçısının hazırladığı katalogdan bir kez daha görmüş idim geçenlerde, bu terasların bu haliyle bile bir kültürel ve turistik figür olduğunu asla unutmayalım, onları kaybettikten sonra hayıflanmanın bir faydası olmayacaktır.
Şimdi bu KARADAĞ rüzgâr türbinleri kurularak elektrik enerjisi üretilmek üzere ve 2057 yılına kadar geçerli olacak lisans tanzimi ile tahsis edilmiş bulunmaktadır.
Enerji; sanayi, teknoloji, ulaşım, iletişim başta olmak üzere bilgi toplumunun en önemli ve asla vazgeçilemeyecek bir ihtiyacıdır ve görünen o ki olacaktır da, dolayısıyla bu kadar değerli ve toplumun temel taşının temin kaynaklarının sınırlı olması ve dayandığı fosil yakıtların yarattığı çevre etkileri ve kaygıları nedeniyle, sürekli bir arayış içinde olan bilim dünyası, devamlılığı ve yenilebilirliği çevresel olumsuz etkileri en az olan enerji kaynaklarını bulmak ve geliştirmek adına yoğun çalışmalar içindedir. Bugün bilim dünyası, yenilenebilir enerji kaynaklarından başta Güneş, Rüzgâr, Jeotermal, deniz dalgası, hidrojen gibi kaynakların, Dünyanın yaşanabilirlik ortamının ve teminde de sürekliliğinin bozulmaması amacıyla enerjinin üretim yöntemi ve biçimleri ve bunların çevresel etkileri üzerine ulusal ve uluslar arası hukuk, üretim ve iletim teknik ve güvenlikleri bakımından bir hayli mesafeler kat etmiştir veya en azından bugünkü bilgi ve tecrübe düzeyimiz mucibince bu rahatlıkla söylenebilir görünmektedir. Günümüzde ihtiyacın çok önemli bir bölümünü oluşturan fosil yakıt kaynaklı enerjinin, sonuçta açığa çıkan sera gazı başta olmak üzere karbondioksit ve metan gazı, kükürt partikülleri, azot oksit ve kül neticesinde insan ve çevre sağlığı üzerinde çok olumsuz etkiler oluşturduğu sağır sultanın bile malumudur artık. HES (hidro elektrik santral) lerin de habitat ve iklim üzerinde olumsuz etkileri ise bugünlerde gerçekleşen eylemlerde çevre duyarlı sivil toplum kuruluşlarınca, özellikle de Karadeniz Bölgesinde yaşananlar yeterince afişe edilmiş bulunmakta ve kanımca salt bu nedenle de konuyla ilgili yatırımların bu oluşan yeni bilgi ve teknolojilerle yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Uzun yıllardır Canım Yurdumda izlenen neoliberal politikalar çerçevesinde, eğitim, sağlık, kitle ulaşımı, enerji, su temini, toplu konut başta olmak üzere tartışmasız kamu tekeli olması gereken sektörler, bir taraftan var olan kamu tesisleri özelleştirmelerle diğer taraftan tahsis edilen lisanslarla da yeni yapımları, iştahları bir türlü ıslah olunamayan, terbiye edilemeyen her şeye para gözüyle bakan sermaye kesiminin insafına terk edilmiştir. Kapitalizmin genel ya da yerel bunalımının tavan yaptığı dönemlerde de, daha da katmerleşen bu uygulamaların rezalet örnekleri de asla göze görünmemekte hatta daha da radikalleşen boyut kazanmaktadır, yeter ki kapitalizm esenlik içinde sömürü çarklarını korusun muktedirler açısından, tek kriter budur, ancak gözü doymaz sermayeye yeni kârlı yatırım alanları ve olanakları açmak zorunluluğu bizim hayatımızı cendere altına alıyor ya adamı kahreden taraf o oluyor işte.
Enerjinin bir şekilde temin edilip sunulacağını bilen bizler, hele bu kaynak da yenilenebilir ve sürekliliği korunabilir, insan ve çevre açısından klasik kaynaklar kadar olumsuz sonuçlar doğurmayan rüzgâr ise, olsa olsa buna destek veririz ama seçilen yer KARADAĞ olunca, buna itiraz edilmesi gereği hemen oluşuyor. Adamın çıkıp meydana “başka yer mi bulamadınız beeee” diye bağırası geliyor, valla…
Yerleşim alanına bu kadar yakın hatta yerleşim alanının deyim yerindeyse dizinin dibine, rüzgâr türbinleri koymak önüne geçilemeyecek sorunlara neden olabilir, bu kadar mı aklıselimden vareste kararlar alınır, valla anlamak mümkün değil… Genelde enerji üretimi sırasında, oluşmasına neden olduğu olumsuzlukları en az olan kaynak olsa bile, bu hiç zararsız ve sorunsuz anlamı taşımaz ve taşımayacaktır da, başta gürültü, estetik, elektromanyetik alan, habitat ve doğal SİT alan tahribatı, rüzgâr kararlılığının bozulması, rüzgâr perdelemesiyle başlayan tespit edilmiş ve şimdilik yeni olması hasebiyle tespit edilememiş bir dolu sonucu da vardır ya da olabilir.
Hemen yakınında öğretim kurumlarının bulunması nedeniyle oluşacak elektromanyetik alanın ve gürültü sürekliliğinin, ilkokul çağındaki çocuklarımızın fizik ve ruh sağlığı üzerinde yaratacağı olumsuzluklar hiç düşünülmemiş gibi görünüyor… Gürültü kirliliği bugüne kadar baktığım tüm raporlarda sadece insanın duyduğu ses aralıklarına göre değerlendirilmiştir, bu konuda kuşlar, köpekler, tavuklar, koyun keçi gibi küçükbaşlar ve de özellikle arılar hep göz ardı edilmiştir, peki bunlar bu çevre ile ilgili unsurlar değimlidir, bu karar vericiler açısından acaba?
Peki, buraları benimde kısmen katıldığım karar ile doğal SİT alanı ilan eden, Çeşme’lilere bugüne kadar gavur eziyeti çektiren, hatta öyle ki tütün tarlalarını bile doğal SİT alanı ilan ederek artık konuyu başka bir rant alanına dönüştüren kadroların ve onların yerel uzantılarının doğal SİT alanı ilan edilen Karadağ’ın kurban edilişi karşısındaki tutumlarının ne olduğunu çok merak ediyorum doğrusu.
Görsel ve estetik açıdan sanki bu şehirde yaşayanları cezalandırmak istercesine gözümüze ve kulağımıza ve hatta zihnimize estetik değerlerimize bir saldırı şeklinde algılanmasının önüne geçemiyorum, açıkçası… Üretilen enerjinin ana şebekeye aktarılması için enerji nakil hatlarının geçeceği bölgelerdeki elektromanyetik alanın olumsuzluklarının göz ardı ediliyor vb. vb…
Bu her şeyi para kazanma-istihdam yaratma ikilemi içinde göstererek Canım Yurdum İnsanını en hassas noktasından yakalama çabaları içinde olanlara, daha az istihdamla daha büyük paralar kazanılabileceğini de hatırlatmak isterim, üstelik az istihdam ama çok geniş ekonomik güvence yaratılabilir, kolayca anlaşılacağı üzere. Bırakın insanları “kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesine sokmayı…
Büyüklüğüne bağlı olarak değişiklikler gösteriyor olmasına rağmen, yatırım geriye dönüşlerinin 1 yıldan 3 yıla kadar, hatta büyük çaplı yatırımlarda 6 aya kadar düşüyor olması, sadece kendi işletmesini fazla önemseyen, asla insan ve çevre kaygısı olmayan, benim dışımda tufan-kıyamet olsun yaklaşımı ve basiretine sahip canım yurdumun kapitalistleri açısından hiçbir zaman ve hiçbir şart altında beis yoktur.
Sonuç olarak kentleri insan odaklı düşünmüyor ve planlamıyor iseniz tabii ki sözümüz olamaz, zaten tüm gelişmeler de bize muktedirlerin ve onun yoğun etkisi altındakilerin dert ve tasalarının “insanın kendisinin” olmadığı biçiminde olduğunu göstermektedir, bir taraftan şehirleri otobanlara çevirerek övünenler, diğer taraftan kentin ortasına termik santral yapıp dünyanın en çevreci termik santralini yaptık diyerek yalan söyleyenler, nihayetinde artık ustalaşınca da “çevrecinin babasıyız” mertebesine ulaşanların bizi getireceği nokta, çevrenin tüketildiği nokta olacaktır. Tam da bu nedenle KARADAĞ da rüzgâr türbinlerine hayır diyoruz…
 
Son olarak bir Afrika Yerli Sözü:
Son ırmak kuruduğunda,
Son ağaç yok olduğunda,
Son balık öldüğünde;
Beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!

Cuma, Ocak 11, 2013

ÇEŞME KUMRUSU

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, 2009 yılında Çeşme’nin tanıtımı amacıyla ücretsiz dağıtılmak üzere bastırılan ve bugünlerde Çeşme Belediyesi tarafından da dağıtımı yapılan “Çeşme İzmir” adlı broşürde, bazı maddi hatalar ve İngilizce çevirisinde anlam kaybına uğradığı açık olan tanım ve kelimeler seçilmiş bulunmaktadır, hadi bunlar çok önemli değil mütalaası ile göz ardı edilebilir şeyler diyelim ancak Çeşme Kumrusu ile ilgili seçilen söz “İzmir Kumrusu” olunca bu yazıyı yazmak kaçınılmaz olmuştur. Çeşme karışık kumrusu sıcak servis edilen “yengen” ile İzmir kumrusu ki soğuk sandviç niteliğinde soğuk servis edilir kolayca bilindiği üzere, Çeşme karışık Kumrusu “yengen” ise sıcak servis edildiği gibi ekmeği içinde de nohut hamuru ve pekmez ilavesi ile değişik bir tat oluşturur bu kadar bariz farka rağmen neden karıştırılır anlaşılmaz. Neden Çeşmeli bir kumrucuya sorulmaz bu yazılırken, yalnız kumrunun gelişimine hizmet etmişlerden birilerine, sonradan yüzlerce taklidini üretenlere değil elbette… Ayrıca şimdilerde İzmir’de de benzeri yapılıyorsa da bunu adı kesinlikle ÇEŞME KUMRUSUDUR… Biraz özen ve dikkat lütfen, adına yazılıyor bu yazı…
 
İzmir’de yaşayanlar bilir hatta İzmir’den ayrılıp uzaklara gidilince kıymeti daha da iyi anlaşılan İzmir Kumrusu; simit (İzmir’de kendileri gevrek olurlar) hamuru ile hazırlanan ve üzerine susam serpilerek fırınlanan şekli kumruya benzediği için kumru adı verilen, içine İzmir tulum peyniri, ince bir dilim domates, boydan ikiye bölünmüş acı sivri biberin yarısı konulan ve soğuk servis edilen bir çeşit soğuk sandviçtir. İzmir kumrusunun ticari olarak fazlaca tutulmasından ötürü diğer şehirlerde de taklitleri geliştirilmektedir, ancak öyle karikatür boyutlara vardırılmıştır ki bu yapımlar, normal sandviç ekmeği içine peynir domates konularak adeta bir kumru ucubesi yaratılmaktadır. Bunlar İzmir kumrusu ile alakaları olmayan imalatlar olup ancak bilmeyenlerin kandırılmasına yarar ancak bilmeyenlerinde gerçekleri ile karşılaştıklarında nasıl kandırıldıklarını kolayca anlayabilecekleri farklara haizdir İzmir kumrusu, tüm “beni ye” edasıyla size alımlı alımlı baktıkları yer genellikle gevrekçi tezgâhları olup, ilaveten sandviç büfelerinin de ilgili köşelerini o güzel ve alımlı halleri ile süslemektedir. İzmir’e özgü bu kumru ekmeğini bazı fırınlardan temin etmek mümkün olup, evlerde de kendinize afiyetle yiyebileceğiniz “İzmir Kumrusu” ziyafeti çekebilirsiniz.
 
Diğeri ise, İzmir Kumrusundan hareketle ve Çeşmenin kendine özgü yaklaşımı ile geliştirilerek daha lezzetli ve daha aranır hale getirileni “Çeşme Kumrusu” olup bu kumrunun Çeşme kumrusuna evrimlenmesinde “Kumrucu Hüseyin” en önemli katkıyı sunan kişi olarak bilinmektedir. İçine konulan malzemelerinin ve sıcak servis edilmesinin yanında Çeşme kumrusunun ekmeğinin geliştirilerek daha leziz bir hale getirilmiş olması bile 2 kumru arasındaki bariz farkın olduğunu göstermektedir. Çeşme kumrusunun ekmeği, bazı yerlerde tamamen nohut hamuru ekmeği deniliyorsa da bu haliyle ekmek daha kısa sürede tüketilmesi gerektiğinden ve kırılarak ufalanıyor olmasından ötürü fazlaca tercih edilmez, doğrusu sandviç ekmek hamuru içine az miktarda nohut hamuru katılması, biraz şeker ve tuz ilavesi ile hazırlanan ki bu ekmeği daha dayanıklı hale de getirmektedir, hazırlanan bu hamurun ana maddeleri pekmez ve yağ olan bir sos malzemenin üzerine sürülmesi ve susam ile süslenerek fırınlarda uygun ve mezkûr lezzete ulaşılıncaya kadar pişirilmesi ile elde edilmektedir.
 
İzmir kumrusunun soğuk servis edilmesinin yanında, sıcak servisi yapılan Çeşme Kumrusu ise, yukarıda bahsedilen güzel ekmeğinin uzunlamasına ortadan ikiye bölünerek kömür ateşi üstündeki ızgarada nar gibi kızartılması ve ızgarada ısıtılmış muhteşem peynirin, Türkiye çapında çok bilinmiyor gibi olmasına rağmen bana göre canım yurdumun en kaliteli ve lezzetli sucuklarından olan Tire Ege sucuğunun ve kızartılmış salamın domates ile doldurulması şeklinde servis edilmesi, yanında bazılarının Cola önermesine karşın kesinlikle ayran ile ve yanında kütür kütür salatalık turşusu ve biber turşusu sunulması, bu lezzet küpü Çeşme kumrusunun doyumsuz bir şölene dönüşmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu serviste kesinlikle ketçap ve mayonez gibi soslar alışılmış olan klasik tadın bozulmaması için kullanılmamalıdır, aksi takdirde sabah, öğle, akşam ve gece yarısı demeden her öğün yenilebilecek bu küçük ekmeğin içine bu kadar büyük lezzetin sığdırılmasının tılsımını bozulacaktır.
 
Yeni delikanlı olmaya başladığımız yıllarda sadece sinema için izin alınabildiği yıllarda yani, uzun yaz gecelerinin en önemli eğlencesi olan yazlık sinemalardan ki Ilıca semti bu açıdan hem sinema sayısı hem de gösterilen film kaliteleri açısından en önemli yer idi ve bu sinemalardan gece geç saatlerde çıkıldığında, delikanlılık dönemlerinde ise disko çıkışlarında, pişmiş güzel ekmek kokularına karışan sucuk salam kokuları arasında kumrucular önünde oluşan uzun kuyruklar bugün artık birer nostaljidir bizim kuşak için ama yeni kuşaklar bu geleneği devam ettirmektedir anladığım ve gördüğüm kadarıyla.
 
Çeşme kumrusunun oluşmasında her ne kadar Kumrucu Hüseyin’in ciddi çalışması olmuşsa da, bu ürünün ününün Çeşme dışına taşması hatta Çeşme’nin sembollerinden olması ve hatta gezi yazılarında “yapmadan dönülmemesi gereken şeyler” bölümünde mutlaka yazılan ve gerçekten ciddi bir ticari ürün haline dönüşmesi de “Kumrucu Şevki” olarak bilinen nerdeyse kumru gurusu haline dönüşen Şevki Çilek sayesinde olmuş ve Şevki de bu markalaşmış fast-food ürün konusunda haklı bir gurur yaşamaktadır. Ancak ticari başarının kalite ve lezzet kaybına uğramasının kaçınılmaz ve dayanılmaz sonuçları maalesef yaşanmaktadır bu işletmede de özellikle “Franchising” yöntemiyle oluşan kollarında. Aman dikkat tılsım bozulmasın…
 
Çeşme’de kumrunun oluşmuş bu ününe uygun çalışan yerler olmakla birlikte tamamen kumru adı altında kumrudan başka her türlü sandviçe benzeyen üretimlere de rastlanılmaktadır, zaman zaman bizde mecburen arkadaşlığımıza binaen bu lezzetsizliklere katlandığımız olmaktadır, ne yapalım diye geçiştirmekteyiz bu durumu, ününe uygun çalışan yerlerden birisi de Çeşme’nin hemen girişinde 24 saat açık bulunan “Kumrucu Hikmet” ve Alaçatı ve Ilıca’da da şubesi bulunan kumrucu Erol da sayılabilir. Ancak Kumrucu Hüseyin mutlaka gidilmesi gereken yerlerden biri olup, daha iyiye ulaşmanın en iyi yolunun deneyerek kıyaslamanın en önemli ve doğru yöntem olduğunu da söylemeliyim bu arada.
 
Kumru, Şevki sayesinde ticari başarı kazanmış ve bu markanın “Franchising” yöntemiyle başka şehirlerde de faaliyette olduğunu biliyorum ama Çeşme Kumrusunun en önemli ve tamamlayıcı parçasının Çeşme’nin doyumsuz deniz manzarası, bitimsiz harika rüzgârı ve atmosferi olmasından ötürü, diğer şehirlerdekilerin aynı başarıyı tekrarlama şanslarının yüksek olduğunu da düşünmemekteyim. Bu nedenle Çeşme Kumrusunun yenileceği yerin Çeşme olduğunu bir kez daha şiddetle öneririz.
 
Fiyatlar; İstanbul’dan gelen ve rakamların abartılı olmasına efsunlu Çeşme severler haricindekiler için biraz yüksek tabii ki fast-food için ama her şeye rağmen batı icadı hamburger karşısındaki kazanılan prestij ve başarı düşünülecek olursa gerekli tescil işlemlerinin behemehal yapılması gerekir, müseccel marka haline dönüşmelidir yani.

Pazartesi, Ocak 07, 2013

İÇİMİZDEKİ DÜŞMAN

Gecenin karanlığı; müfreze yüksek dağın başında biraz sonra çok büyük olacağı anlaşılan bir operasyon için hazırlanıyor, askeri birliğin yanında yöreyi iyi bildiği her halinden anlaşılan bir köylü korucu da bulunuyor, kimsenin kaale almamasına rağmen operasyon yerinin yanlış olduğunda ısrarcı davranıyor korucu ama müfreze komutanı bu öneriyi bir üst komutanın emrinin bu yönde olması nedeniyle göz ardı ediyor, artık yapacak başkaca bir şey yoktur önemli ölçüde mühimmat stoku olan müfreze pusuya yatıyor, alınan istihbarat gereği oradan geçit yapacak gerillaları beklemeye başlıyor. Ve beklenen oluyor, pusu kurulan tepenin hâkim olduğu yamaçta konuşlanan müfreze, aşağıdaki bodur ağaçların arasından karartıların belirmesi ve komutanın gecenin sessizliğini delen “ateş” emrini müteakip, kulakları sağır edercesine yaylım ateşine başlıyor. Tüm telsiz ve harita bilgi desteği imkânlarına rağmen nasıl oluyorsa oluyor, kendilerine desteğe gelmesini bekledikleri ekibe yaylım ateşi açtıklarını fark ettiklerinde artık iş işten geçmiş oluyor, başta müfreze komutanı olmak üzere o müfrezedeki köylü korucu da ölüyor. Cenaze törenleri de; sahip oldukları statüye göre yapılıyor, müfreze komutanı devlet töreni, köylü korucu ise önemsiz bir törenle cenaze namazını müteakip defnediliyor.
İki ekipten mürekkep yeni oluşturulan müfreze, gerillanın saklandığı ya da sıkça geçit yaptığı istihbaratı üzerine mezkûr bölgeyi hedef tutarak bir yeni operasyona çıkarlar, sonuç olarak bu müfrezenin köylü korucusunun köyü olan bölgeye gelinir, muhkem bir tepeden köy gelişmiş dürbünlerle izlenmektedir. Meydanda oynaşan çocuklar, yayılmayı bekleyen miskin koyun sürüsü, diğer tarafta harman savuran köylüler, diğer tarafta da kilimlerini dokuyan kadınlar, sanki rutin bir köy hayatı görüntüsü vermekte kendilerini muhkem tepeden izleyenlere. O sırada köyün girişinde kaya üstünde oturan bir köylüye takılır dürbün köylü korucunun da işaretlemesiyle, adamın dudakları ve burnu kesilmiştir, gerillanın kestiğini anlıyoruz adamın organlarını köylü korucunun izahatından, gerillanın vergi tahsilâtından da bahseder ilaveten köylü korucu müfrezenin yeni komutanına burada kural budur işte, herkes öderde öder diye bilgi aktarmaktadır. Aynı anda köyün meydanına doğru muhteşem teçhiz edilmiş diğer müfreze ilerlemektedir, bir diğer köylü karşılar kendilerini, gerillanın dün akşam köylerinde olduğunu ve bütün yiyeceklerini aldığını anlatmaktadır müfrezenin komutanına, genel arama yapılmaktadır ve kimler geldi nereye gittiler gibi klasik sorular ile operasyon sona erer. Operasyonun 2. gününde kendilerine gelen önemi büyük bir istihbaratın hedefine girmiştir yine gerilla ve bu sefer ilaveten hedef önemli bir gerilla lideridir de ve yine aynı köye gelinmiş ve muhkem tepeden bakıldığında köyde kimsenin kalmadığı ya da köyün terk edildiği bir görünüş vardır, sıkı askeri kural ve önlemlerle köye girilir, müthiş bir katliamla karşı karşıyadır müfreze, nerdeyse tüm köylüler kadın çocuk ihtiyar demeden öldürülmüştür.
Yasak bölgede bulunan ve tutuklanan bir köylü de karargâha getirilmiştir, hemen gazinonun yanındaki odada sorgulanmakta, kime bağlı olduğu sorulmakta, köylünün herhangi bir şey söylememesi üzerine de, gazinoda bulunan ve gelen sesleri merak eden müfrezenin komutanı kapıyı açınca, bir varil içerisinde belli ki elektriğin şiddeti daha fazla olsun diye suya oturtulmuş, elleri ayakları bağlı, her halinden artık çektiği bu büyük ızdırabın acısıyla yaşamak istemediği belli olan köylüye elektrik verildiğini görmektedir. Sıkı aile terbiyesi aldığı her halinden belli olan ve ahlaki değerlerini henüz yitirmediği anlaşılan komutan duyduğu vicdan azabı neticesinde işkenceyi durdurmuştur, ancak ertesi gün, görevden dönüşte aynı köylünün zincirlenmiş kan revan içinde ve ölmek üzere bir vaziyette asılı olduğunu görünce, yıkıntıya uğrar ve karargâhın istihbarat sorumlusu subayından da ince ince fırça yiyerek, vicdan sorunu üzerine uzun bir nutuk dinlemektedir, istihbarat subayının adamı kan revan içinde bırakacak şekilde işkence yapmasının bir emir gereği olduğunu söylemesi üzerine “bir emir ahlakı açıdan uygun değilse reddedilmelidir” çıkışına, burada psikolojik bir savaş yürütülüyor cevabı karşısında, konunun artık çığırından çıktığının farkına varıyor.
Bir operasyon sırasında yaralanan bir askerin karargâha götürülüşü esnasında, gerillanın uzaktan kumanda bombasının patlaması sonucu istihbarat sorumlusu komutan ile askerin ölümü üzerine başlatılan operasyon esnasında, gerilla siperlerinden gelen yaylım ateşe karşılık karargâhın gönderdiği uçakla atılan napalm bombasının vahşeti karşısında vicdanın yenilmesi yaşanmaktadır yeniden ama gerilla kuvveti tümden yakılarak yok edilmiştir. Operasyonların devamı içinde güvenlik gerekçeleri ile boşaltılmış köyler ve yakılmış köyler gerçeği ile de karşılaşılmakta, yakılan köylerde yaşanan kinin ve hıncın karşısında taşın taş, başın baş üstünde duramadığı gözlerden kaçırılamamaktadır, şimdi de kendisinin de içinde bulunduğu müfrezenin yapılan köy baskını sırasında köyün alev silahları ile baştanbaşa yakılması, köylülerin bir kısmının rastgele ateş altında öldürülmesine tanıklık etmekte, yaşananlar karşısında artık yürek nasırlaşmaktadır. Artık emrin ahlakiliğinin düşünülmesinin bile mümkün olamadığı noktadadır, insanlık ve vicdan kaybetmektedir, başarı madalyalı köylü korucuların bile infaz edilmesi noktasına getirmiştir müfrezeyi kuşkuları, adını bir türlü savaş koymadıkları halde her tutukluya savaş esiri muamelesi yapıldığı, kuşkuların paranoya noktasında ise, kendilerince “firar girişimi” adını verdikleri ve böyle raporladıkları ince ayar ile infaz yapılması “vukuatı adiye”dendir gayri… İnfazı için irade oluşturmadıklarına reva görülen muamele ise açıktan işkencedir, elektrik, askı, şaloma (pürmüz) ile insanın derisini yakma, yumurtalık sıkılarak hadım etme girişimleri, vs vs…
Televizyonlar ve basın ise; askerin vatandaşa götürdüğü sağlık yardımları, sağlık taramaları, köylüler için kurdukları kilim ve halı tezgâhları, hayvan yetiştiriciliği konusunda fenni gelişmeleri kendilerine tanıtma ve faydalanmalarını temin etme, tarım ıslah çalışmaları konusunda köylüye yardım çalışmaları haberleri ile doludur, boşaltılan ve yakılan köylerin gerilla tarafından nasıl hunharca gerçekleştirildiği, askerlerin ise köylüleri nasıl huzurlu ortamda yaşatırız arayışı içinde cansiperane koruma yaptıklarını anlatılmaktadır boyuna…
Bu kirli ve ahlak dışı savaş nerede mi yürütülmektedir? Dünyanın herhangi bir ülkesinde olabilir bu manzaralar…
Ama yazımıza konu bir filmdir ve filmden alınma kısacık özettir, Fransa’nın Cezayir işgali sırasında uyguladığı insanlık dışı, akıl ile izah edilemeyecek uygulamaları da içeren bir film “içimizdeki düşman”. 1962 yapımı filmin Fransa’da gösterimi 1971 yılına kadar yasaktır, çünkü Fransız yönetimi filmin doğruları aktarmadığını ve taraflı ve kasıtlı bir film olduğunu iddia ediyordu, gösterimin serbest bırakıldığı yıllarda bile Fransız sömürge yönetiminin Cezayir halkına reva görüp yaptığı işkenceler ve katliamlar sansürlenmiştir, bu işkence sahnelerinden ötürü film İngiltere ve ABD’de de makaslanmıştır. Tunus ve Fas’a bağımsızlık verilmesinin normal ama bu talebin Cezayir’den gelmesi karşısında, insanlığın Cezayir’i terk etmiş olmasını anlamayan ya da sorgulayan subaya, sömürge uygulamaları karşısında Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele eden FLN nin iyi ya da haklı sebepleri vardır yaklaşımına, istihbaratçının yanıtı basittir, “gerçekleri gördükçe değişeceksiniz, evet hepimiz gibi değişeceksiniz” demekle yetinir. Cezayir kurtuluş örgütü FLN sömürgecilere karşı eylemlerini arttırıp geliştirdikçe, sömürgecilerde bağımsızlık mücadelesini bastırmak için akla hayale gelmedik terör yöntemlerine başvurmuştur.
Fransa bu vahşet politikaları neticesinde Cezayir nüfusunun nerdeyse %15 ini öldürmüş idi ama sonuç değişmiyordu, değişmedi de, dünyanın herhangi bir bölgesinde bu kabil sömürge politikalarının sökmeyeceği de anlaşılmıştır ve Fransa’nın her türlü vahşetine rağmen Cezayir bağımsızlığını elde etti ama arkasında yüz binlerce ölü milyonlarca yaralı ve psikolojisi bozulmuş bir toplum bıraktı…

Salı, Ocak 01, 2013

ODESA (POTEMKİN) MERDİVENLERİ

Tarihte önemli liman kentlerinden biri olarak yerini almış bir kent olan Odesa; ki Osmanlı döneminde Hacı Bey olarakta adlandırılmaktaydı, önceleri patikalardan ve tahta basamaklardan oluşan bir merdivenle limanın şehre bağlantısı olan, sonradan ünlü Potemkin merdivenleri diye adlandırılan merdivenler, 1837 ile 1841 yılları arasında bugünkü şekli ve planıyla inşa edilmiş olup, ilk yapımı sırasında 200 basamak olarak planlanmış ve inşa edilmiş ancak zaman içinde ihtiyaca binaen limanın genişletme çalışmaları sırasında ise 8 basamak dolgu çalışmaları esnasında toprağa gömülmüş ve bugün hala yaşayan ve turistlerin akınına uğrayan 192 basamak olarak hizmet vermektedir.
Mimari çevreler ve konunun uzmanları tarafından her ilgili çalışmada Avrupa'nın en çok etkileyici 10 merdiveni arasında gösterilen Odessa Merdivenleri turistik açıdan Odesa şehrinin en popüler mekânlarından biri olup, hemen merdivenlerin şehir (üst) tarafından girişinde şehrin ilk yöneticisi olan Fransız asilzade “Duc de Richelieu” nün heykeli yer almaktadır. Değişik bir sürü perspektifler göz önüne alınarak yapılan mimari değerlendirmeler neticesinde, ilginç bir yaklaşımla merdivenlerin en alt basamağı 21,6 mt en üst basamağı ise 12,5 mt genişliğinde inşa edilmesine rağmen, aşağıdan bakıldığında optik illizyon oluşmasından ötürü merdiven enleri eşit görünmekte, yukarıdan bakıldığında ise basamakların görünmeyip sadece merdiven sahanlıklarının görünüyor olması da çalışmanın plan aşamasında nasıl ince elenip sık dokunduğunun göstergesidir.
Odessa (Potemkim) Merdivenlerinin hemen yanında, çeşitli tamiratlar ve değişiklikler ile son haline gelen yaklaşık 200 yıllık Füniküler hala merdivenlere alternatif oluşturmaya devam etmektedir.
Asıl ve resmi adı aynı adlı caddenin sonlandığı nokta olması nedeniyle “Primorsky merdivenleri” olarak bilinen Odesa merdivenlerini tüm dünyaya “Potemkin merdivenleri” diye tanıtan ise, Sovyetler Birliğinin unutulmaz sinema yönetmeni Sergei Eisenstein'ın unutulmaz filmi "Potemkin Zırhlısı” olmuştur. Özgün adı “Bronyenosyets Potyomkin” olan filmin konusunu; kısaca 1905 yılında Çarlık Rusyasının Karadeniz filosuna ait Savaş Gemisi Potemkin'de yaşam koşullarının dayanılmaz hale gelmesinden bezerek mürettebatın öncelikle yaşam koşullarının iyileştirilmesi talebi ile yaşam koşullarının ağırlığının asıl kaynağını oluşturan rejime karşı bir ayaklanma başlatmaları, gemiyi ele geçirmeleri ile başlayan ve tüm şehri kaplayan çatışmalar oluşturmaktadır. Potemkin zırhlısının yönetimi, ayaklanan tayfaları kurşuna dizmeyi reddedenlerin oluşturduğu bir komitenin eline geçer, işçi sınıfının yoğun bulunduğu bir şehir olan Odesa’ya gelir ve orada işçi grevlerini destekler bir tavır ortaya koyar, bu bakımdan Çarlık Rusya’ya karşı Çarlığın en güvenilen kesimi olan ordu içinden ilk direniş olarak tarihe geçen bu olay 1905 devriminin ateşleyici faktörlerinden kabul edilmekte olup Rus Japon savaşının Rusya adına bir yıkıma dönüşmeye başladığı mezkûr dönemde, yoksul halkın savaşa ve savaşın yarattığı yıkıma ve kayıplarına ve özellikle de yoksulluğa karşı tepkileri artık devrimci içeriğe evrilmeye başlamıştır.
Ancak Çar'ın; 50 bin kişilik askeri birliği vasıtasıyla işçilerin üzerine saldırması için uzun süre geçmez, şehre giren askeri birlik işçilerin üzerine ateş açarak büyük bir katliama başlar, resmi rakamlara göre 7 ya da 8 bin civarında insan asker kurşunlarıyla katledilir, yaşanan bu katliamdan sonra Potemkin Zırhlısı Odesa'dan derhal ayrılır ve Romanya'ya sığınır ve Potemkin zırhlısı Romen yetkililere teslim edilir.

Odesa-Primorsky-Potemkin merdivenlerinin ünü ise yukarıda da belirttiğim üzere, Sovyetler Birliğinin unutulmaz sinema yönetmeni Sergei Eisenstein'ın 1925 yılında sessiz olarak çektiği unutulmaz filmi "Potemkin Zırhlısı” nın çevrilmesinden sonra kat be kat artmış olup, filmin etkisinin büyüsü altında kalan kapitalist batıda oradaki işçilerin de ayaklanmasına neden olabileceği kaygısıyla uzun süre gizli ya da açık engellemelerle karşılaşmıştır. Merdivenlerin meşhur olması ise filmin, eleştirmenlerin ve sinemaseverlerin bir ortak kararı gibi görünen, en önemli ve etkileyici sahnesi olarak kabul edilen, çarlık askerlerinin işçi direnişlerini destekleyen halkın üzerine, hedef gözetmeksizin ve çoluk çocuk yaşlı genç demeden ateş açıp büyük bir katliama girişmiş olduğu yer olarak görünmesidir. Merdivenlerde gerçekleştirilen bu katliam, filmde o kadar etkili sahneye dönüştürülüyor ki, merdivenlerde sıkışan bir insan seli üzerine açılan yaylım ateş neticesinde, çaresizlik içinde kurşunlara hedef olmamak için kaçmaya çalışan insanlar, basamaklarda yığılıp kalan cesetler, onların üstünden kah zıplayarak kah üstlerine basarak kaçmaya çalışan insanlar, adeta sel olup akan kan arasında feryat, figan, korkudan bağırtılar… Filmin diğer asla unutulamayacak sahnelerinden olan, kolları olmayan birinin elleri üstünde zıplayarak kaçmaya çalışması, çocuğunun gözleri önünde öldürülmesinin öfkesi ile çocuğunun ölüsünü bile kurşunlara hedef olmaktan kurtarmaya çalışması, başka bir yerde öldürülen çocuğunu kucağına alıp askerlere doğru ölümüne yürümesi, sayılabilir. Hele bir annenin, çocuk arabasındaki çocuğuyla kaçmaya çalışırken merdivenin daha ilk basamaklarında kurşunlanması ve ağır yaralanması, ağır ağır yere yığılması, yığılırken de çocuğunun içinde bulunan arabanın üstüne yığılması ve çocuk arabasını itelemesi, yaşananlardan haberi olmayan sevimli bebeğin içinde olan arabanın merdivenlerden yuvarlanması ve ölmek üzere olan annesinin çocuğunun ardından bakışı filmin en vurucu ve etkileyici sahnesidir.
Potemkin Merdivenlerinde yaşanan ve filme tüm çıplaklığıyla yansıtılan bu kıyım bu vahşet, Rusya Çarlık düzenini zulmün sembolü haline getirmiştir, sonuç itibariyle.
Eisenstein'ın "Potemkin Zırhlısı" filmi 1958 yılında Brüksel'de gerçekleştirilen dünya sinema fuarında bütün zamanların en önemli ve en büyük filmi olarak ilan edilmiştir.