Cuma, Haziran 21, 2013

NÜRNBERG YARGILAMALARI

1930’lar dünyası, yaşanan ve tüm dünyayı sarsan büyük ekonomik kriz sonrası sermayenin azgın saldırılarının katmerleştiği bir dönem olarak tarihteki yerini almış ve kapitalizmin kalesi görünümü veren ülkelerde bu saldırılar faşist partilerin hile, hurda ve desise ile yönetime geçmelerinin tezahürü olmuş ancak totaliter yaklaşımların kriz içindeki kapitalizmin sorunlarını çözmesi hedeflenir ve beklenirken, sistemin despotik yaklaşımlarının yarattığı yan etkiler yeni krizlere yol açmış tıpkı bugünlerde yaşananlar gibi. Başta ve merkezi olarak tüm Avrupa olmakla birlikte tüm dünyayı çok derinden etkileyen ve yaraları bugün bile hala sarılamayan sosyal, kültürel, siyasal sonuçlar doğuran 2. paylaşım savaşı olarak tarihe geçen ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne yol açan ve yaklaşık 5 yıl süren kanlı bir boğazlaşma dönemi yaşanmıştır, kapitalizmin sorunlarına çözüm arama çalışmaları kapsamında… Peki, bulunabilmişmidir zinhar, peki bulunabilecekmidir zinhar… Ama çözüm arayışları sürekli olacaktır çünkü ayakta kalmanın yegâne yolu çözüm arayışlarındadır, sonuçlarımı, yoksulluk, sefalet, açlık, ölümler doğuracak küçük küçük bölgesel savaşlar ile… Tüm bu yaşananlara rağmen ders alınacak yerde bu savaşları savunacak, yürütecek insanlar hep bulunacaktır… Peki, çözüm arayışları adı altında gerek bölgesel savaşları ve gerekse de iç savaşları kışkırtanlardan hukuk içerisinde hesap sorulabilmişmidir, nerde… Peki, bu eli kanlı diktatörlerden hesap sorulamayışının ya da aklama süreçlerine dönüşen yargılamalar ile soruluyor gibi yapılıyor olmasının ya da tüm suçun birkaç kişinin üstüne yıkılarak kapatılmasının nedeni nedir diye bakıldığında, yine ve maalesef sermayenin sorunlarına çözüm arayışının bariyeri çıkmaktadır insanlığın önüne. Yaşanan büyük boğazlaşmanın ve yaklaşık 70.000.000 insanın ölümüne neden olmuş, Nazi zulmünün nihayetlendiği dönem sonunda yaşanan Nürnberg yargılamaları bunun en büyük örneklerinden biridir.
 
Bilindiği üzere, Faşist Adolf Hitler’in 1930’lar içinde; öncelikle Komünistleri, Sosyalistleri ve sosyal demokratları ve tüm siyasi muhalifleri “devlet düşmanı” kara propagandaları ile muhalefet edemez hale getirdikten sonra, başta Yahudiler olmak üzere, Yehova şahitleri, Romanlar, eşcinseller, “Ari Olmayanlar” ve ırk olarak “ikinci sınıf" olanlar veya “Ari ırkın” çoğalmasına engel olanlar gibi sıfatlarla yaftaladığı ve sonuçta da kendinden olmayan herkesi ve her kesimi hedefleyen toptancı bir tavır sergilemiş ve milyonların toplama kamplarında ölümlerine yol açmıştır. Hülasa kim biat etmemişse, bir kulp bulunup derdest ediliyor ve sonuçta yok ediliyordu, demir yumruk yok etme üzerine, son derece hırslı ve hızlı çalışıyordu… Sermayenin sorunlarına çözüm bulamadı diye sırtından attığı, binlerce örneğinde de görüldüğü ve ders alınamadığı için bundan sonra görüleceği üzere, artık totaliter yaklaşım yüzlerce denge parametresi adına yargı karşısına çıkarılmak zorunda kalındı, artık yargı “Nürnberg duruşmaları” diye tarihe geçen, sermayenin en baskıcı yüzü ile hesaplaşıyorum numaralarına sığınmıştı.
 
Galip gelen Müttefik kuvvetler (İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve ABD) tarafından atanan yargıçlar ile yapılacak duruşmalar için yer olarak Almanya’nın Nürnberg şehri seçilmiş olması nedeniyle “Nürnberg mahkemeleri” diye anılan mahkemelerde soykırım ve savaş suçları nedeniyle en önemli 22 Nazi’nin yargılanması gerçekleşti. 12 önde gelen Nazi’nin ölüme mahkûm edilmesi ile nihayetlenen duruşmalarda, sanıkların çoğu sadece üstlerinin emirlerini yerine getirdiklerini ısrarla belirtmiş olsalar bile, yöneltilen suçlamaları kabul ederek, katliamlara doğrudan katılmak nedeniyle sert cezalar aldılar ancak soykırımda kilit rolleri üstlenen, üst düzey hükümet yetkilileri ve bürokratlar ve toplama kampına getirilenleri zorunlu iş gücü olarak kullanan kuruluş sahipleri ya da yöneticileri gibileri, kısa süreli hapis cezaları ya da hiçbir ceza almamışlardır.
 
Ancak ve sonuç olarak, tüm savaş suçluları ve tüm insanlık suçu işleyenler yargılanmamış, hatta yargılananlarda layığı ile yargılanmamış olsa bile, milyonlarca insanın katili durumundaki generallerin ve bürokratın ortak savunmaları, “biz emir aldık, emirleri uyguladık, emir kuluyduk, vazifemizi yaptık” gibi başlangıçta masumiyet ifade etse bile sonraları sonuçları itibariyle birçok ülkede göstermelikte olsa, anayasalarda ve yasalarda “insanlık suçu işlemek ya da insan hakları ihlali olabilecek bir emri yerine getirmekte suçtur” ibaresinin yer almasına vesile olduğu için “Nürnberg mahkemeleri” tarihi önemdedir. Gerçek anlamda ise mahkemelerin sonunda, yaşanan boğazlaşmanın galiplerinin haklılığının teyidi gerçekleşirken, kapitalizmin sıklet merkezi de Avrupa’dan Amerika’ya kayıyordu…
 
İnsana ve insanlığa karşı işlenen suçların emir verilse dahi yerine getirilmemesi gerektiğine dair; oluşan yazılı ve örfi hukuk, tüm mücadelelere rağmen, başta canım Yurdum olmak üzere, ne yazık ki birçok ülkede hala uygulanamamakta olup bazen de tam tersine uygulanmaması için ciddi çabaların gösterildiğine tanıklık etmekteyiz.
 
Canım Yurdumu yönetenler; Avrupa Birliği ile flört zamanına denk geldiği anlaşılan dönemde düzenledikleri, 12.10.2004 tarihinde resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 24. madde 3. bendinde; “Konusu suç teşkil eden emir hiçbir surette yerine getirilemez. Aksi takdirde yerine getiren ile emri veren sorumlu olur”, demelerine rağmen, konu ile ilgili ciddi tavır takınmadıkları görünmektedirler, bu yüzden de bu düzenleme “defi bela kabilinden” durmaktadır sanki… Diğer taraftan 12 Eylül faşizminin temsilcileri bile; yaptıkları Anayasanın 137. maddesinde “Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde, emri yerine getiren sorumlu olmaz.” diye belirtmekten kaçınamadıkları bir ortam var iken, yasa ile düzenlemenin ruhuna; diğer taraftan da muktedirlerin hayatı tanımlamaktan maksat ve muratlarına uygun olarak düzenlemelere aykırı emirler verebilir, bunu kabul etmesek bile anlayabiliyoruz, günlük hayatın pratiğinden, peki kendilerini de işlenen suçun asli unsuru haline getirecek kanunsuz emri uygulayanlara ne demeli, bunlar ciddi ciddi yanlı ve seçilmiş ekiplermidir ya da durumun farkında mı değillerdir, sahi nedir onları bu kadar cesaretli ve umursamaz kılan… Üstler ve amirler tarafından verilen "yasal olmayan" emirlere uymama halinde, acımasız ve kıyasıya bir şekilde “emre itaatsizlikten” yargılanan binlerce, hatta bu yüzden memuriyetini ya da işini kaybeden onbinlerce insan varken, kanunsuz emri uygulayanlardan neredeyse kimsenin yargılanmamış olması hali mi bu cesaret ortamını yaratıyor acaba?
 
Günlerdir; artık adı tarihe “Gezi Parkı direnişi” diye geçecek, yaşanan çatışmalar içinde, üstelik yasal haklarını kullanan, şiddet içermeyen, barışçıl eylemlerde bulunan kişilere karşı, muhtemelen de çok yukarılardan gelen emir ile, sıvı biber gazı takviyeli tazyikli su, biber gazı, portakal gazı kullanarak, TOMA’ların insanların üzerine sürülmesi gibi, asla kabul edilemeyecek uygulamaların sorumluları, bu kanuni durumu düşünmeksizin belki de umursamaksızın tutumlarını sürdürmektedirler. Bu konuya ilk defa ama çok ta cesaretsizmiş gibi bir görüntüyle değinen CHP Genel Başkanı olmuştur, ileride muhtemel görevleri sırasında bu açıklamalarına uygun davranıp davranmayacakları ya da iktidarda bulundukları yerel yönetimlerde bu öngörüye uygun icraatlarda bulunup bulunmayacakları bundan sonra halkımızın ısrarla izleyeceği bir tutum olacaktır, herhalde.
Yapanın yanına kar kalmadığı, yasaların mutlaka bulunulan pozisyona ve duruma tabi olmaksızın ve kim olduğuna bakılmaksızın uygulanacağı bir güne kavuşmanın yegâne yolunun ise, gerçek anlamda bir hesap sorma ve verme mekanizmasının çalıştırılmasından geçeceği bilinerek ve asıl alınarak ve içselleştirilerek; 27 Mayısçılardan, 12 Martçılardan, 12 Eylülcülerden başlayarak, faili meçhullere, örtülü ödenekleri kendi hesaplarına aktaranlara, gezi parkı direnişine insani olmayan tutumlara kadar, kanuna ve hukuka aykırı kim ne yapmış ise, üstünü kapatmadan yılmadan ve korkmadan yargılanmalı ve hukukun ruh bulduğu örnek teşkil etme müessesesi çalışabilsin ve toplumsal yaşama katkısı olsun…
Son söz; AKP seçmenine; “Partimiz sadece kendi içinde değil, parlamento ve toplum içinde de kollektif iradenin tekil iradelerin yerini almasını sağlayacaktır. Yasalar sadece parlamento çoğunluğu değil, toplumun ortak iradesinin ifadesi olacaktır. Bu nedenle partimiz, hazırlayacağı yasa tekliflerini sivil toplum kuruluşlarının değerlendirmelerini alarak oluşturacaktır” şeklinde yazılan parti programını neden sadık kalınmadığını sorun ve sorgulayın ve toplumsal ah’lar ve beddualardan uzak durun, partinizi yönetenlerden bundan öte bir şey beklemeyenlerin sayısının hiçte az olmadığının farkına varın…  Peki, umutkâr bir ortam oluşuyor mu diye sorarsanız da? Ne yazık ki, hayır ve daha da vahimi 50 ya da 60 yaşına kadar şefkat ve sevgiden nasip almamışların, almadıklarını da veremeyeceklerine göre bundan sonra vah canım Yurdum vah diyeceğiz, galiba… Umarım yanılırım ve umarım ki meramım anlaşılmıştır…

Cumartesi, Haziran 15, 2013

SIRADAN FAŞİZM

Partisinin ve kendisinin yükselişi önlenemeyen ve kendisine geniş kitleler adına asla karşı durulamayan ama bir avuç sermayedar için ise kesinlikle parlatılması gereken lideri, uzunca bir süredir kolluk güçleri tarafından bilinen ve bu yüzden de izlenen ve aynı zamanda ilgili polis birimleri tarafından devlet bekasına tehdit mülahazası ile kendisine bir dosya bile oluşturulmuş biri olarak bilinmekte ve devletin buyurganlığı ile başı belada olan biridir.
Usta bir demagog olan lider, taraftarları ve destekçileri kimlerdi diye bakıldığında, küçük esnaf ve işletme sahiplerinin, memurların, işçilerin, geçmiş dönemlerde itibarını kaybedenlerin, hatta azda olsa kriminal unsurların olduğu açıkça görülecek olup, “prensiplerin durduramayacağı, güçlü yumruklara ihtiyacı olduğunu” sürekli vurgulayarak, bu taraftarların içinden gözünü budaktan esirgemeyen çekirdek bir oluşuma evrilmesi için her türlü fedakarlık yapılmıştır. Liderlik rolü başlangıçta kendisine pekte uygun görünmüyor olsa da, becerebileceği konusunda ise kendisini parlatanları endişelendiriyor olmasına rağmen, kendisi bu farkındalıkla her şeye rağmen inatla, sabırla ve yılmadan çalıştı, günlerce ayna karşısına geçerek hitabet antrenmanları yaptı, kaç kişi olduğuna bakmaksızın her tür kalabalığın önünde sahne alıyor, herkese refah sözü veriyor, kapalı kapılar ardında geçmiş dönemde ülkeyi yönetenler tarafından kaybedildiğini düşündüğü toprakların tekrar ülkeye katılacağı sözünü veriyordu, kiracıların çoğunlukta olduğu yerlerde kiraları düşürme, ev sahiplerinin yoğun olduğu yerlerde de kiraları yükseltme sözü veriyordu, büyük mağazaların sahiplerine rakiplerini ortadan kaldırma, küçük dükkân sahiplerine de büyük mağazaları kapatma sözü veriyordu, söz vermede asla cimri ve eli sıkı davranmıyordu, nasıl olsa insanlar da söylenenleri yiyordu atışlar serbest idi gayri, büyük mitingler ve gösteriler düzenleniyor, bu organizasyonlar için gerekli olan büyük bütçeler muvazaalı bağış sistemlerinin oluşturduğu gizli kanallardan sürekli olarak geliyordu, artık plan yürüyordu kendisine sahne verenler açısından… Sermaye açısından her şeyi, her alanı tam anlamıyla kapsayabilmek ve tanımlayabilmek, tayin edilmiş hayatı ve görece refahı sunabilmek ya da yaratabilmek için güçlü iktidara ihtiyaç vardı her zaman olduğu üzere, işte aranan kan bulunmuştu gayri…
Cumhuriyetin ne anlama geldiğini bilmeyen ya da aslında çok iyi bilen ama bir türlü içselleştiremeyen bir yönetim oluşturma sevdası ki büyük sermayenin böylesi bir yönetime ve diktatöre ihtiyacı olduğu ve bu uğurda da hiçbir finansal destekten kaçınılmayacağı çok açıktı ve de öyle tecelli etti. Artık bir diktatör doğuyor, bir güç yaratılıp önünde diz çöküp güce tapınma süreci başlıyordu, öyle ki başlangıçta kabine toplantılarında tüm kabine arkadaşlarına arkadaşça davranan, toplantıya geçilirken ilk oturan bile olmamak adına tevazünün zirve yapmasını bilhassa temin ederek, herkesin elini öncelikle sıkan ve oturulacak yeri bile tek tek işaret ederek arkadaşlarının oturmasını temin ediyor, herkesin oturmasını müteakip oturuyor, işte artık ülkenin kader yolcuğu kendisinden çok şey beklenen lider üstünden başlıyordu… Onlarda; ellerine geçirdikleri yeni düzenin gücünün kanıtlanması için hiçbir şeyi esirgemediler, insanları yapılan muhteşem gösteriler karşısında psikolojik baskı altına alıp önce nemalanmalarını sonra şaşırmalarını, en sonunda da güce tapmalarını temin ettiler…
Yukarıda anlatılan yakıcı ve ürkütücü gelişmelere gebe ortam; önemli Sovyet sinemacısı Mikhail Romm’un, hemen hemen tamamı Alman Faşist lider Adolf Hitler'in özel film arşivi, SS subaylarının çektiği özel filmler, Sovyetler'in ve diğer kimi ülkelerin devlet arşivleri gibi kaynaklar da bulunan filmler ile Almanya'da Nazizmin 1930'larda başlayan yükselişini ve yaşanan büyük bir trajedi ile yaklaşık 50.000.000 insanın ölümü ile nihayetlenen savaşın neticesi ile birlikte gelen çöküşün belgeselleşmiş film hikâyesidir.
Film; faşizm denen belanın hangi koşullar sonucu sermayenin dayattığı bir yönetim biçimi olduğunu; içeride, toplumun gündelik hayhuy içerisinde yönetime yönelik ilgisizliğin, durumun vahamet ve azametinin farkına varmakla birlikte çok tehlikeli sonuçlar doğuracak derece ya da aptallık seviyesinde hoşgörünün ya da iyi niyetin, küçük ve önemsiz değerlendirilmesi yapılarak olaylara zamanında müdahale edilmemesinin, sürekli savsaklanarak yerine getirilmeyen görev ve sorumlulukların, insani ilgisizliklerin, günlük kısır çekişmelerin deyim yerindeyse kayıkçı kavgalarının gözlerden ırak tuttuğu gelişmelerin ve dışarıda çağ dışı kalmış krallar ve kraliçelerin şatafatlı hayatların haricinde ilgi alanı oluşmamış uğraşların hikâyeleştirilmesinden yola çıkarak çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.
“Sıradan Faşizm” filmi, sinemanın gücünü belgelerden alan, emperyalizmin yaşlı kıtadaki yaşama düşman kabulü ve tayini yapılan doğuda doğmakta olan sosyalizmin yok edilmesini nihai hedef koyan niyetlerin, Adolf Hitler’in başrollerinde, Benito Mussolini ve Franco’nun yardımcı rolünde, komedi düzeyindeki toplumsal aptallığın ve aymazlığın zirvesinin büyük bir trajediye dönüşmesini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Askerinden siviline Avrupa’nın öğrenimi en yüksek bürokrat, teknokrat ve askerlerini yetiştirip istihdam eden bir ülkenin, her birisinin ayrı ayrı görüp, teşhis etmesine rağmen, kâh kişisel menfaatler uğruna göz yumma kâh iyi niyetlerin gözleri kör etmesi, akılları dumura uğratması sonucu nasıl olurda bir felaketin eşiğine gelebileceğinin hikâyesinin anlatıldığı bu filmi uzun yıllar sonra bir kez daha hatırlayıp seyretmenin keyfini ama gerçek hayattaki karşılığının bir kez daha hatırlanılması adına da hüznünü yaşamış oldum, günümüzü yansıtma ve günümüze dersler çıkarma adına da seyretmiş olanlar da dâhil olmak üzere herkese bir kez daha filmin izlenmesi önemle önerilir.
Sokaktan gelerek; burada sakın ve zinhar sokaktan gelinmiş olmayı küçümsediğim anlaşılmasın, bir kültürel seviye anlaşılması niyetiyle, “Her çavuş öğretmen olabilir ama her öğretmen çavuş olamaz” gibi abuk-subuk olsa olsa kurtlar vadisi dizisinden fışkırmış olabilecek bir felsefe tezahürü bir Alman atasözünün yaratıcısı, bu faşist Adolf Hitler, tüm ezikliklerini üstünden attıktan sonra, sahip olduğu itibari güce de tapanların her geçen gün geometrik artış izlemesi karşısındaki kurgulanmış ve sanal ortamı gerçek zannıyla, eğitim ve öğretiminin bu işleri kıvıramayacak düzeyde olmasına rağmen, çıkarları uğruna kendi abukluklarına destek verenler ile günlük basit çıkarları ve kaçamakları uğruna duruma göz yumanların aymazlığı içinde, yerleşik Alman kültürü ve hayatıyla adeta dalga geçmekte ya da zihin ve akıl yaşı 5 i geçmeyen çocuksu fantezilerle ortalığı kırıp geçirmektedir artık…
Yerleşik Alman medeni hayat değerlerinin köklü olmasına rağmen; herkesin arı ırktan olması kaydı şartıyla 4 çocuk yapmasını istemektedir, karşısındakilerin suskunluğu karşısında ise, eğer bir arı ırka mensup Alman kadın 4 çocuğu yoksa derhal arı ırkın bir erkek temsilcisini bulup sayıyı 4 e iblağ etmesini isteyebilecek düzeyde fütursuzlaşmıştır gayri, üstelik kadının evli olup olmamasının ve de bulacağı arı ırkın temsilcisi erkeğin evli olup olmamasının önemsiz olduğunu söyleyebilecek kadar akıllar tutulmuştu bir kere, hatta yüce Führer bir keresinde bir kenar mahalle de yaşanan pejmurdeliğin üstüne oraya arı ırkın temsilcilerinin oluşturduğu bir askeri birliği yerleştirip arı ırkın yeni çocuklar kazanmasına vesile olmuş, hatta Himmler bir keresinde kadınların askerlere hayır diyemeyeceğine yönelik çok ayrıntılı emirler bile hazırlamıştır.
“Oyuncu ve sanatçılara ara sıra parmağın ucunu göstermek gerekir” gibi veciz bir söz ederek sanata ve sanatçıya, Alman 3. İmparatorluğun kızlarının geniş kalçalı olması gerekir diyerek biyolojiye, anatomiye ve modaya, Tereyağı şişmanlık yapıyor diyerek beslenmeye bakışını derç ederek hayatın en küçük detayını bile belirlemek ve dikte etmek adına toplum mühendisliğine soyunulmuş ve totaliter bir tavır sergilenmiştir.
Diğer taraftan ise vahim gelişmeler vardı; tüm üniversitelerin önünde kütüphaneler boşaltılarak kitap yakma seansları düzenleniyor, bir defasında üniversite önünde “halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Göebbells konuşuyor; “Yahudi entellektüelizmi artık son buluyor, bu gecenin yarısında geçmişin iblislerini alevlere teslim ediyoruz” diye ateşli ve etkileyicili konuşmalar yapıyor, bu arada kimin kitaplarını mı yakıyorlar, Tolstoy, Mayokovski, Volteire, Anatole France, Jack London vs. gibi yabancı ve Heine, Thomas Mann, Heinrichmann gibi dönemin en önemli Alman yazarların kitapları da yakılıyordu, ama aslında insanlığın fikri ve zekâsı idi ateşe atılan ama ne gam ne tasa…
Faşizmin ve gestaponun vahşetinden İlk etkilenenler komünistler oldu, hemen toplandılar hapislere atıldılar, sonra sosyal demokratlar, sendikacılar muhalif işçiler gazete ve radyo-TV muhabirleri, sonuçta Führer Hitler gibi düşünmeme cesareti gösteren herkes zulmün tadına bakacaktı… Artık fren tutmaz duruma gelinmiştir, Alman hukuk akademisinde konuşan bir yetkili “her Almanın en büyük sevgiyi Führer e göstermesi gerektiği üzerine nutuk atıyor, konu hukuk ya söylediklerinin bir yasa tasarısı haline getirilmesi için öneride bulunabiliyor, işte dönemin özeti bu idi. “Annem basit bir kadındı fakat Almanya’ya büyük bir evlat hediye etti” gibi megalomanik bir noktaya gelen düşünceye, “sizin aranızdan biriydim, çalışarak, öğrenerek, aç kalarak buraya geldim. Kısaca ben eskiden ne isem şimdi de oyum. Bu büyük esere başlarken cesareti entelektüellerden değil, alman çiftçi ve işçilerinden aldım” diyerek, toplum mühendisliğinin altyapısı güçlendirilerek konuya romantizm de katılıyordu Tüm konuşmaları sıradan bayağı idi ama ateşli ve histerik konuşmalardı bunlar ve artık “parti führer führer ise partidir”, ona göre ve kendisini partinin bir parçası, partiyi de kendisinin bir parçası gibi hissediyordu, böbürlenmenin buyurganlığa, buyurganlığın da kibre evrilmesinin bir sonucu olarak… Allah taksiratlarını afferder mi bilemiyorum…

Cuma, Haziran 07, 2013

AYAK TAKIMI OLAYA EL KOYUYOR GALİBA!

Bu başlığı koyarken çok düşündüm, ne olmalı diye; kucağa oturmuş kızlar kucaktan kalkmış ya da anamı aldım gidip eve bıraktım ve geldim ya da 2 ayyaş üzerine düzenlenen panelden çıkanlar ayağa kalkmış ya da Gâvur İzmirliler çaktırmadan gezi parkına dalmış ya da haftada 1-2 kadeh içerken birden alkolik olduğunu anlayanlar pişmanlık ve tövbe hareketi düzenlemiş ya da kaç çocuk yapamayacağını bilemeyip en hayırlı çocuk sayısının kaç olduğunu öğrenmek isteyenler sokaklara dökülmüş ya da hamile kalanların yoğun sezaryen baskılarından bıkan doktorlar yollara çıkmış ya da 10. yıl marşının ne kadar köhne olduğu ve ne kadar banal kaldığını anlayanların sevinç gösterileri parklara taşmış ya da erkek zulmü altında inleyen kadınların isyan ve öfke patlaması yaşanmış ya da asker ocağında yan gelip yatanlara kızanların sabrı taşmış ya da kelleler sokaklara çıkmış ya da Sivas’ta otelde yakılanların yerine yakıcılarının çocukları ile empati kurulmasına kızanların öfke patlaması ya da sigaranın zararlı diye yasaklanması ve yerine son derece organik hatta cilde faydalarından bahsedilmesi üzerine biber ve portakal gazından faydalanmak için fırsatı kaçırmak isteyenler gösterilere başlamış ya da alkoliklerin hezeyana kapılmış hali vs. vs. daha yüzlerce gaf ve toplumu tahkir edici söz yazılabilirdi ancak başlık bu şartlarda en geneli ifade etmesi bakımından en doğrusu herhalde…
Son günlerde; kamusal bir açık alan olan Taksim Gezi Parkı'nda, 31 Mart gerici-yobaz kalkışmasının simgesi durumundaki, 1940 yılında yıkılmış olan Topçu Kışlası yeniden yapılıyor görüntüsüyle hem de tarihimize sahip çıkıyoruz cinliğiyle, bir AVM (alışveriş merkezi) ve rezidans içerikli bir yeni yapı yapımı için mahkeme kararlarına rağmen yaratılan oldubitti projesine kazma vurulması ile birlikte üzerine ölü toprağı serildiğini düşündüğümüz, başta da apolitik diye çokça eleştirdiğimiz gençlik önderliğinde toplumun hemen hemen her kesiminde yoğun ve ciddi bir direniş oluşmuş, “Gezi Parkı” üzerinden dalga dalga Canım Yurdumu tam anlamıyla etkisi altına almış ve uzun süredir düdüklü tencere misali kendi kutsallarına saldırılmasının biriktirdiği basınç ve enerji dışa vurmuştur.
Bir tarihlerde, AKP Konak İlçe Başkanı Latif Özkan yaşam tarzlarına müdahaleden korkan İzmirlilere “Bizden korkmayın” demek üzere bir internet sitesinin kurulmasına ön ayak olmuş ve özellikle İzmirlilerin tercih etmedikleri bir yaşamın kendilerine dayatılmasının yarattığı tepkiler üzerine 03.02.2011 tarihinde “KORKUYORUM BAY BAŞKAN KORKUYORUM” başlıklı bir yazı kaleme almış ve http://www.blogger.com/blogger.g?blogID=38384184#editor/target=post;postID=8922710789658740390;onPublishedMenu=overviewstats;onClosedMenu=overviewstats;postNum=93;src=postname adresindeki bloğumda yayınlamış idim. Toplumun sadece hamasi nutuklarla yönetilemeyeceğini, sahip olunan itibari gücün bunu sürgit yürütmesinin mümkün olmadığını ve insanların neden fazlaca bu dayatmalar karşısında korktuğunu ama korku eşiğinin de korkunun artmasıyla birlikte aşılacağını dilimizin döndüğünce ve aklımızın yettiğince anlatmaya çalışmış idik. İşte “3-5 ağaç kesiliyor diye insanlar yaygara yapıyor” diye izah edilmeye ve konunun küçültülmeye hatta yok sayılmaya çalışılmasına rağmen, kara propagandaya yönelik büyük finansal desteklere rağmen, büyük ölçüde medyanın 3 maymunu oynamasına rağmen konunun 3-5 ağaç olmadığı sağır sultanlar tarafından bile anlaşıldı kısa süre sonra, asıl muktedirin hala özür dilemiş olmamasına rağmen tüm yoldaşlarının özrü artık tarihin ilgili sayfalarına not olarak düşülmüştür. Peki; nedir, sosyolojik izah zemini tüm bu yaşananların diye bakılırsa, beğenelim ya da beğenmeyelim, toplumun kutsallarına giren konularda ve başta da, 2 büyük tarihi şahsiyet için 2 ayyaş değerlendirmesini, 2 sevgilinin metroda elele tutuşmasını “kızınız kucağa otursun istermisiniz” gibi ahlaki tüm sınırları ve sabırları zorlayan aşağılayan bizim gibi yaşamayan kızlar orospudur yaklaşımını, Elhamdülillah şeriatçıyız yaklaşımını, İstanbul’u Medine yapacağız yaklaşımını, İnsanlar Anıtkabirde sap gibi duruyorlar yaklaşımını, demokrasi tramvaydır varılacak noktada inilecektir yaklaşımını, sanata ve sanatçıya ucube ve içine tükürürüm böyle sanatın yaklaşımını, bize karşı direnenler 3-5 çapulcudur yaklaşımını, milletimiz bize tarihimize sahip çıkın diye oy vermiştir deyip tarihin kendi siyasal iklimine uygunlarını ihya, Hasankeyf, Bergama Allonai, İstanbul Boğaz geçişi sırasında çıkan 5.000 (yazıyla beşbin) yıllık kocaman tarihi buluntuları ise 3-5 taş çıkmıştır edasıyla imha etme yaklaşımını, Mahkeme kararlarına rağmen HES ler vasıtasıyla Karadeniz’in katline göz yumulması yaklaşımını, 3. Boğaz köprüsünün adının Sivas’ta empati kurduğu insan yakmaktan sorumlu gösterilenlerin çocuklarına ithaf ediyor görüntüsü veren yaklaşımını görmek mümkündür. İnsanların binlerce kitap yazdığı konuları ana başlıklar halinde ve emin olunmalı ki sadece sadece % 0,1 düzeyinde başlıklandırabildik ancak, görüldüğü üzere. Şimdi tüm bunları göz ardı ederek yapılacak her türlü değerlendirme gerçeklerden ve bilimsellikten uzaktır, eksiktir ve yanlıştır.
Bugün Taksim Gezi Parkı’na yapılması planlanan işlerin konunun uzmanlarına göre, hiç birinin ayrı ayrı ve birlikte hiçbir bilimsel değeri yoktur ve olamayacağı da aşikârdır ki bu görüşe aynen katılıyorum, şimdi birileri çıkar ve der ki “yahu kardeşim bizim uzmanlarda bu iddiaların tam tersini söylüyor” nasıl karar vereceğiz biz o zaman denilebilir, bizim uzmanlar denilen çakma uzmanlara ve kendi akıl yürütme süreci illiyetine ve de meşrebine çok da uygun düşer bu değerlendirme ama bilim, bilgi, akıl ve insana saygının ve insan tercihlerinin bu kadar devre dışı bırakılmasının da ahlaki olmaması gerçeğine de aykırı olmaya devam eder.
Devlet olmanın basiret, ahlak ve büyüklüğü vatandaşa özellikle de iktidar muhalif ve karşıtlarına gösterdiği hoşgörü ile ölçülen çağımızda, “bizde evlerinde zor tuttuğumuz % 50 yi sokağa davet ederiz” yaklaşımı olsa olsa birkaç küçük çocuğunun sokakta kavga ederken kullandıkları ve sidik yarıştırma kabilinden laflara benzer ve ne yazık ki vakur olunması gereğinden çok uzaktadır. Hele bu yaklaşım “azınlığın çoğunluğa tahakkümüne izin vermeyiz” saikiyle yapılırsa daha da vahim bir hal alır ve seçmen sayısının 52.758.907 olduğu canım Yurdumun 21.442.206 sının oyunu alıyorsanız, size oy vermeyenlerin azınlık olduğu savı da güme gider Allah muhafaza, bu sözlere dikkat etmek gerekir, ayrıca ve de özellikle demokrasi de çoğunluğun her istediğini yapabileceği hakkını doğurmayacağı gibi tam aksine azınlıkların haklarının teminat altında olması halidir, bunların bilinmiyor olması mümkün mü, zinhar ama politika işte, ama tehlikeli sularda yapılan cinsinden…
Diğer taraftan; devlet yönetmenin gereği olarak ta muhaliflerinizin de size güvenmesi gerekir, peki neden güvenmedikleri konusunda hiç kafa yordunuz mu; pekâlâ, Suriye ile mutlaka savaşılmalı diye yarattığınız izlenime bakabilirsiniz, Marmara gemisi ile yaratılan cinnet ortamına bakabilirsiniz, hala düşürülen uçak konusunda bir sonuç elde edilememiş olmasına bağlayabilirsiniz, ÖSYM sınavlarında ayan ve de beyan belli olan yolsuzluklara ve usulsüzlüklere bakabilirsiniz, İzmirlinin irfanı eksiktir yaklaşımına bakabilirsiniz, Deniz feneri yolsuzluk iddialarının bir şekilde üstünün kapatıldığı izlenimine bakabilirsiniz, TC yazılmasının kaldırılmasının yarattığı travmaya bakabilirsiniz, vs. vs. hele mağrurun ve kibrin küstahlığı sayılabilecek şekilde bir bakanın kalkıp ta; biz kestiğimiz her bir ağaç için yüzlerce ağaç dikeriz gibi abidik gubudik, bir büyük şehir belediye başkanının kalkıp ta istersek sizi bir kaşık suda boğarız ama dua edin ki istemiyoruz gibi külhanvari, bir başka bakanın kalkıp ta isteseydik interneti keserdik gibi komedi ama aynı zamanda zihinlerin bir tarafındaki bir niyet tezahürü görüntüsündeki yaklaşımlarının gözden geçirilmesi halinde, hele de tam keyfinize göre bir de muhalefet partileri bulmuşsunuz, tulum çıkararak keyif çatmak varken nelerle uğraşıyorsunuz…
Bir başka konu da beni bir hayli üzmüş bulunmaktadır, asıldı diye Menderes’i, zehirlendi diye Özal’ı kendisine öncül tayin eden ve öykünen ama kendilerini buralara taşıyan, kaldı ki hiçbir görüşüne artık katılmıyor olabilirsiniz ama en azından ahde vefa kabilinden de olsa Erbakan’a yönelik hiçbir şey söylemeyenlerin böyle davranıyor olmalarını kolaylıkla anlayabiliyor ve kendilerine Allah selamet versin diyoruz. Durmayın devam edin…

Cumartesi, Haziran 01, 2013

İLERİ DEMOKRASİNİN TEMELLERİ (Dejavu)

«Aziz İzmirli hemşehrilerim,
Karşımızdakiler görünen ve görülmeyen hasımlarımız tek bir cephe halinde hareket ettiler ve bir tek karargâhtan sevk ve idare edilmişcesine olan hareketlerindeki intizam ve insicam dikkatten kaçmayacak kadar aşikâr oldu.
Maalesef bir takım gazeteler de bu harekette mevkilerini aldılar ve rollerini her ne pahasına olursa olsun ifaya çalıştılar.
Gördük ki, muhtelif muhalefet partileri siyasi hayata doğuşlarındaki sebep ve hikmeti bir tarafa bırakarak ve bütün bir maziyi hattâ dünü ve bugünü tamamiyle unutarak, kendilerini her hal ve kârda desteklemeye azmetmiş bir kısım matbuat ile birlikte elele ve kucak kucağa gelerek karşımıza çıktılar. Muhalif gazetelerin muhalefetleri tabiidir. Fakat tarafsız olduklarını iddia edenlerin dahi bir kısmının hakikatlerden ne kadar uzaklaşmış olduklarını görmüş bulunuyoruz.
Bunlarda memleket manzarası olarak çizilmek istenen tabloyla memleketin hakikî manzarası gözünüzün Önünde olarak meydandadır. Bu ikisi arasında ak ile kara kadar fark vardır.
Sizin hayat şartlarınız ve duygu ve düşüncelerinizle bir avuç muhalefetçi politikacının ve her ne pahasına olursa olsun hükümranlığını hissettirmek hevesine ve her gün artan satış temini fikrine kapılmış bir takım gazetecilerin his ve düşünceleri arasında ne kadar derin bir fark mevcuttur.
Vaktiyle saray halktan ve milletten, politikası ile entrikaları ile hakikati görmemek temerrüdü ile hattâ sanatiyle, edebiyatiyle ve musikisiyle nasıl ayrılmış ve enderunu yaratmış idi ise, bugünün muhalefetçileri aynı suretle kendilerini millî tefekkür ve millî tahassüs âleminin dışında, bırakmışlar ve İllâ kendi düşündüklerini kendi ihtiraslarını ve kendi heveslerini hâkim kılmak için, mezbuhane bir mücadeleye girmiş görünüyorlar.
Ekalliyet olarak büyük bir ekseriyete ve 60.000 sandığın reylerinden hasıl olmuş bir millî iradeye nasıl hükmetmek istediklerinin birçok delil ve eserlerini gördük. Siz bunun için üzgünsünüz ve bundan dolayı münfail ve heyecanısınız. Vatanperverlik hisleriniz galeyandadır. «Biz varız» demek istiyorsunuz. Var olduğunuzu, memleketin sevk ve İdaresinde behemehal hissettirmek kararındasınız. Nitekim buradaki topluluk memleket ölçüsünde duyulan bu heyecanın bir sembolüdür.
40-50 kişinin 500 e yakın Büyük Millet Meclisinde nasıl tahakküm etmeğe yeltendiğini ve birkaç gazetecinin hakikatleri değil sade gizlemek daha da ileri giderek hakikatlerin aksini ve zıddını imal ve telkin için sarfettikleri gayretleri gören Türk milletinin böylesine bir mücadeleden teşe'üm etmesi, binnetice üzüntü ve infial duyması pek tabiîdir.
Nitekim bu toplantımız için de, hakikatleri, ketmetmek yahut değiştirmek temayülüne ve usulüne uyarak diyeceklerdir ki, Menderes bir iki bin adam karşısında konuştu. Yahut «Menderes matbuata ağır bir şekilde çattı ve hürmetsizlik gösterdi.»
Veyahut bunları da söylemiyerek bizim bu karşılaşmamızı sadece görmemezlikten ve bilmemezlikten geleceklerdir. Yani küskünlüklerini göstererek bize bu şekilde sitem edeceklerdir. Ama biz biliriz ki hasmın sitemini anlamamak hasma sitemdir. Mukabelemiz bundan ibaret kalacaktır.
Şu var ki ve bunu açıkça söylüyorum, bu tarz mücadele demokratik bir zihniyetin ve demokrasiye inanan vicdanların eseri olamaz.
Dört beş muhterem gazete sahibi 25 milyon vatandaşın hattâ büyük siyasî partilerin mahrum bulundukları maddî imkândan istifade edip vaktinde modern ve büyük matbaalar kurmuş olmanın rüçhanına güvenerek Büyük Millet Meclisinin rağmına halkımızın arzusu hilâfına hükümetler ve hattâ iktidarlar ve rejimler değiştirmek hevesi ile hareket etmektedirler.
Biz bu hali matbuatımızın geçirmekte olduğu bünyevî bir rahatsızlık devresi olarak kabul ediyoruz. Belki bu haller, demokrasimizin çok süratle inkişaf etmiş olmasının ve bir takım müesseselerimizin meselâ matbuatımızın bu süratli seyre göre inkişaf ve tekemmül edememiş bulunmasının tesirini göstermektedir.
Filhakika Ötedenberi bir matbuatın mevcut olması karşısında siyasî partilerimizin henüz matbuat sahasında kudretleriyle mütenasip olarak cihazlanmamış ve teşkilâtlanmamış olmaları, «tarafsızız» diyen bir takım gazetelere, böyle bir devreye mahsus olmak üzere, müstesna bir imkân ve iktidar vermektedir.
Onlar en ağır, en insafsız hücumları hürriyet fikri ve tenkid hürriyeti nam ve hesabına yapmakta beis görmedikleri için ben de müsaadenizle, bizim de sahip olmamız derkâr bulunan tenkid hürriyetimize ve hele meşru müdafaa hakkımıza dayanarak bunları konuşuyoruz.
Memleketimizde demokratik hareketin ananelerini kurduğumuz ve demokrasimizi şekillendirip istikametini tayin etmekte bulunduğumuz şu tesis devresinde ileride ve hattâ yakın bir istikbalde tehlikeler teşkil edecek kadar mühim olan bugünün bir takım hata ve heveslerine işaret etmeyi ve bunların kökleşmesine karşı mücadele etmeyi, hürriyet rejimine karşı gösterilmesi lâzım sevgi ile hürmetin icabı saymaktayım.
Matbuatın umumî efkârın tercümanı olmak vasfını kazanabilmesi için milli tahassüs, millî tefekkür, milletçe duyulan üzüntü, ıstırap veya iştiyak ve tahassürlerin maskesi olması lâzımdır. Memleket realitelerini, hakikatleri, hiç değilse maddî hakikatleri olduğu gibi aksettirmek matbuatın vazifesidir.»
«Bir kere haberleri, hâdiseleri ve hakikati değiştirmeden olduğu gibi halka bildirmek. Bunu yaptıktan sonra hür gazeteciliğin diğer vasfına geliyorum ki, o da, tezyif ve tahrik etmeden, haysiyet ve hürriyetlere kendi haysiyet ve hürriyeti gibi riayet göstermek şartiyle tenkid sahasında istediği gibi kalem yürütmek hakkına sahip olabilmelidir. Bu, asla münakaşa götürmez bir esastır. Görüyorsunuz ki, matbuata uluorta çatmakta değilim. Sadece onun için de kaideler mevcut olduğuna işaret eylemekteyim.
Zira, maddî hakikatleri de yani, bir çok insanların gözü önünde cereyan ve tekevvün eden hâdiseleri ya gizlemek, veyahut olduğundan başka göstermek, hülâsa bunları tağşiş etmek için çalışmak, bir köşe bakkalının halka mağşuş gıda maddeleri satmasına benzer.
Düpedüz yalan yazmak, maddi hakikatleri dahi maksadı mahsusla tam aksine göstermeğe çalışmak, memleket menfaatleri ile de, matbuata gösterilmesi lâzım hürmetle de telife imkân yoktur. Büyük Millet Meclisinin gözleri önünde cereyan eden hâdiseler ve sahneler bile baştanbaşa tahrif olundu.
Maddî hakikatleri ve Büyük Millet Meclisinin gözleri önünde cereyan eden hâdiseleri dahi umumî efkâra aksettiremeyen matbuatın, efkârı umumiyenin tercümanı ve maskesi olduğu iddiası, kabili müdafaa değildir. Haktan ayrılmak, memleket realitelerinden uzaklaşmak, bir nevi enderun hüviyetine bürünmek işte budur.»*
 
Yukarıdaki yazı; bugünkü devlet büyüklerimizden birinin ağdalı ve hamasi nutkunun eski Türkçe ağırlıklı çevirisi değildir, bu yazı çok eski devlet büyüklerimizden Adnan Menderes’in 1956 yılında İzmir’de bir açık hava mitinginde yaptığı bir konuşmanın bir bölümüdür. Hani bugünlerde “ileri demokrasinin” memleketimize avdet etmesine sebeb-i vasıta olduğunu iddia edenlerin, “muris” gördükleri ve demokrasi şehidi diye adlandırdıkları kişinin, ileri demokrasiye aslında diktatörlüğe; demokratikleşme çabalarına set çekerek hatta yer yer saldırarak, nasıl yelken açtığının bir ibretlik öyküdür. Bugünler aslında o günlerin “dejavu” su olmaktan başka bir şey olmayıp tam tersine ibretlik bir hikâye olmasının yanında, mart aylarının ünlüsü nasıl olunabileceğinin de harika bir örneğidir. Yahu size o günde bugünde muhalefet edenin başına ne geldiğini, ne geleceğini bilmek için kâhin olmaya gerek yok, hepsi ortada, matbuattan şikâyetçisiniz ama o günde bu günde %90 nını kontrol ediyorsunuz, ne kast ettiğimizi merak edenler bugün kendisine çok önemli şair dediklerini muhteremin geçmişinde örtülü ödenekten nasıl beslendiğine ve bugünkü ardıllarına nasıl örnek teşkil ettiğine bakabilir ve nasıl övgü ve güzellemeler yapılabileceğinin külliyatına sahip olabilirler. Ne yazık ki; o gün de bu gün de muhalif basının önemli bir bölümü bile kurma muhaliflik yapmaktadırlar, dün alkışlayanların bugün sahte ve kurma muhaliflik yapmalarını onların öngörüsüzlüğüne mi yoksa kolay kandırılabilecek olduklarına mı bağlarsınız bilemem ama her 2 halde çok kötü bir durum oluşturmaktadır.
 
 
* Basın yayın ve enformasyon Genel Müdürlüğü sayfasından alınmıştır.

Pazartesi, Mayıs 20, 2013

MÜBADELE TOPRAKLARINA SEYAHAT

Mübadele; gerçek manada gönülsüz-isteksiz-zorunlu göç ya da sürgün, her ne nedenle yapılırsa yapılsın, çok büyük ölçüde bir daha geri dönmemek üzere bir yerden bir başka yere gitme ya da gönderilme olup, insanın fazlaca sebebi olmaksızın sevdiği ve bağlandığı, toprağım dediği doğduğu toprakları terk ederek bir başka diyara yerleşmesidir. Devletin ali menfaatleri gereği diye başlayan yüksek hamaset ile şekillendirilmiş yaklaşımlarla, görece küçük bir grubun bir yerde ve şekilde karar alması sonucu milyonlarca insanın, bu insanların transferi nasıl olur, ne kadar süre de gerçekleşir, uygun sıhhi koşullar yaratılabilir mi, salgın hastalıklara nasıl engel olunabilir, muhtemel saldırılara karşı nasıl önlemler alınmalı, dahası uzun yılladır birlikte yaşam kültürü yaratmış aileler ve sülaleler parçalanmadan gideceklere yerlere nasıl ulaştırılabilir, ekonomik değerlerine ciddi bir kayıp olmadan tekrar nasıl kavuşabilirler, vs. vs. gibi detayların karar alıcılar tarafından en ince noktasına kadar düşünülerek ve gerekli önlemlerin alınması ve ehven koşulların yaratılması gerekirken, tarihin her döneminde ve her tehcirinde yaşanan trajediler, 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunan Hükümeti arasında imzalanmış antlaşmanın 1. maddesinde “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının” şeklinde genel çerçevesi çizilmiş ve 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren de başlaması kararlaştırılan ve konumuzu teşkil eden sürgün ya da zorunlu göç “mübadele”de en katmerli biçimde yaşanmıştır.
Sözlüklerde; “mübadele; bir şeyi diğer şey ile değiştirme, karşılığını verme" olarak tariflenmekte ve çoğunlukta esir olsa bile genelde insan ya da mal değişimi üzerine kullanılmaktadır. Mübadele denilince kolayca anlaşılacağı üzere de, konunun kabaca, göç ve gidilecek yere varılabilirse de yerleşme (iskan) gibi önemli 2 ayağından bahsedilebilir. Yaşadığımız toprakların da bir göçler (tehcirler-sürgünler) coğrafyası olduğu düşünülürse ve bilinen tarihlerden bu yana, Karamanoğulları’nın Yunanistan’a sürülmesi ile başlayan, Kızılbaş sürgünleri, Ermeni tehciri, Dersim sürgünleri başta olmak üzere devam eden sürekli bir gönüllü ya da zorunlu göçlere tabi tutulmuş bir kavimler kapısıdır, nerdeyse canım Yurdumun tarihi de sürülen kavimlerin acıları, sefaletleri ve yok oluşlarının bir tarihidir adeta… Muktedirlerin oluşturdukları siyasal rejime ve bağlı olarak oluşan beklentilere uygun olarak, her birisinde de şüphesiz ki sürülenleri suçlu bulacak uygun bir bahane ve makul bir açıklama uydurularak, kendi beklentilerine uygun kitlesel ıslahın gerçekleşmediği gerekçesiyle bu rezalet uygulamaları gerçekleştirmişlerdir. Şimdi yaşanan bunca elem, keder ve ızdırap ortada iken birileri de çıkar canım o günün koşullarında bu kaçınılmazdır, mutlaka yapılması elzem idi gibi, durumu makul karşılanması gereken hale çevirmeye çalışabilir, onlara da karışamayız, Allah Selamet versin der geçeriz… Ve biliriz ki, onlar bu yaşanan trajedilerin ne olduğunu pek bilmezler ya da bilmezlikten gelirler… Ve biliriz ki, bu kabil sürgünlerin sonucunda toplumsal mutsuzluklar, uyumsuzluklar ve rahatsızlıklar oluşmuşsa, insanlardan ohhhhhh ne iyi oldu sürgün geldik, ne güzel oldu kabilinden durumu olumlayacak kelamlar duyulmuyorsa, sözün bitiği noktada bulunulmaktadır. Oysa bütün dinler ve ideolojiler insanlara mutluluk vaat eder, hedefe sürekli insanları mutlu etmek konur ama sonuçta milletin çoğunluğu mutlu değilse ya yalandır bu vaatler ya da uygulamalar yalandır…
Sürgünlerde sürgün edilenlerin sürgün edildikleri yerlere tutku ile bağlılıkları ölünceye kadar sürmüştür, yazılı ve sözlü tarih bunların binlerce örnekleriyle doludur, yazımıza konu oluşturmasını planladığım ve bu tutkunun ya da geride bırakılanlara bağlılığın ve yaşanmış trajedinin izlerinin örnekleri olabileceğini düşündüğüm, büyük ölçüde de ata topraklarına yaptığım seyahatte yaşadığım anılardan çarpıcı birkaçını akılda kaldığı kadarıyla kısa kısa aktaracağım…
2001 yılı Ekim ayı içinde “Mübadil buluşmaları” adı altında Ata topraklarına gerçekleştirilen seyahatimizin düzenleyicisi “Lozan Mübadilleri Vakfı” idi hatırlayabildiğim kadarıyla, lideri de bir barış emekçisi olan Sefer Güvenç idi, tüm katılımcıların uğramak istedikleri her yere uğrama gibi bir incelikte yaratılmış ve bu durumdan katılımcılardan da herhangi bir karşı yaklaşım oluşmamıştı ve bu kapsamda Batı Trakya’da bulunduğumuz süre içerisinde deyim yerindeyse kasaba kasaba, köy köy dolaşılmıştı seyahat süresince…
Birgün seyahatin gerçekleştirildiği otobüsün ikmal için girdiği bir akaryakıt istasyonunda, seyahate katılanların aracın durmasından istifade ederek, istasyonun tuvaletlerini kullanmak istediğinde, Mübadillerle dolu ve Türkiye’den gelen otobüsü fark eden Yunanlı çalışanın muhtemelen milliyetçi Saiklerle işgüzarca kapattığı tuvaleti kullandırmaması üzerine, “Mübadiller Vakfı” ile ilişkide bulunması hasebiyle rehber-tercüman olarak bulunan Yunanlı mübadil dostu derhal akaryakıt ikmalini durdurarak bağırışları ve çağırışları karşısında, 2 farklı portrenin tanığı olarak, hemen yakındaki bir başka istasyona hareket edilmiş, orada da kendi atalarının Trabzon Maçka’dan geldiğini ve bu nedenle her fırsat bulduğunda ata topraklarını ziyaret ettiğini beyan eden mübadil torununun, bırakın tuvalet blokajını ilaveten çay, kolonya ve akide şeker ikramını bizzat kendisinin yapması da takdire değer bir durum idi…
Hele ziyaretlerin birinde küçük bir mübadil köyünden tam da ayrılış saatinde, Türkiye’den mübadillerin geldiğini çok geç öğrenen ve son anda kendini otobüsün önüne atarak otobüsü durduran ve bana 5 dakika verin deyip, onca yaşına rağmen bir koşuda evden kaptığı kurabiye tepsisi ile otobüse giren ve herkese tek tek bizzat kendi elleriyle dağıtım yapıp, “sizler benim kurabiyemden yemeden giderseniz, kocamın mezarında kemikleri sızlar” diye kendisinin de Bursa civarından gelen Mübadil çocuğu olduğu, çok güzel bir Türkçe ile anlatması ise herkesin gözlerinin yaşarmasına sebep olmaya yetmiştir. Portrenin diğer yüzleri ise, aşırı milliyetçi propagandanın etkisi altında kalmış, kendilerini milliyetçi diye tanımlayan, seyahatin başlangıcında seyahat esnasında yer yer ikramlarda bulunmak için Türkiye’den temin edilmiş lokumun dağıtımı için kahvehaneye girdiğimizde her hallerinden milliyetçi oldukları anlaşılan gençlerin gözlerinin faltaşı gibi açılıp, çakmak çakmak bakışlarıyla tehdit edercesine lokum ikramlarımızı ret etmelerini bugün bile anımsıyorum.
Hele bir keresinde; Gagavuz (Gökoğuz) Türklerinden bir mübadil torununun, bilindiği üzere Gagavuzlar Hiristiyan Türklerdir, Tokat civarında Jandarmanın Hıristiyanları göç için hazırlanmaları için uyarırken, mezkûr mübadilin atalarının kendisinin de Türk olduğunu göç etmek istemediğini yalvar yakar anlatmasına rağmen kurtulamadığını ahlar vahlar içinde dinlemiştik…
Sokaklardaki çocukların 2000 yılında kazanılan UEFA Kupasının etkisiyle Galatasaray futbolcularını, başta Hakan Şükür, Arif, Hasan Şaş, Hagi olmak üzere neredeyse tamamını hatırlamaları ise, doğru ve adam gibi yapıldığında sporun nelere kadir olduğunun da ayrı bir göstergesi olarak tezahür etmiştir.
Peki, göç ettirildikleri topraklara ve oradan gelen insanlara bir taraftan iyi yaklaşım gösterenler ile diğer taraftan da nefret dolu bakışlar fırlatan insanlar sadece Yunanistan’a özgü bir şey mi, şüphesiz hayır, aynı sevecenliği ya da nefreti taşıyan dillendiren insanların varlığına yakın çevrenizden açıktan tanık olabilirsiniz, kolaylıkla…
Örneğin şimdi üst yaş grubu içinde olan bir abimizin, çocukluk dönemine denk gelen, 2. Dünya savaşında Alman-Hitler faşizminden kaçarak canım Yurduma bulabildikleri teknelerle sığınmak için gelen Yunanlıların karaya çıkmamaları hatta teknelerin kıyıya yanaşmamaları için, açık ve belli ki, dönemin muktedirlerinin Alman taraflısı olmaları ya da sempatisi taşımaları nedeniyle, direk kendilerinin yapamadığı ama kolaylıkla çocuklara taş attırmak suretiyle teknelerin karaya çıkmalarının önüne geçilmesini organize ettikleri, anlatımlarından durumun bu tarafta da vahametini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan karaya ulaşabilme şansını yakalayıp ta açlık ve susuzlukla boğuşan Yunanlılara da, tarlalarında çalışan ve sadece çocukları için ayırmış oldukları ekmekleri veren insanlarında hiçte az olmadığı anlaşılmaktadır, Mübadillerin anlatımlarından… Portrenin 2 yüzü işte…
Batı Trakya’da bulunduğumuz dönem içinde Mübadil torunları ile olan ilişkilerde şaşırtıcı olacaktır belki ama iletişim dili kesinlikle Türkçe idi ve hayrete şayan bir durum oluşturmuştur en azından benim için, Türkçeyi bu kadar güzel konuşmayı nereden bildikleri sorusuna da hemen hemen her yerde sanki çalışılmış bir soru imişcesine, “babalarımız analarımız tarlada çalışırken, bize nenelerimiz baktı ve onlar Türkçe dışında dil bilmiyorlardı” cevabını veriyorlardı. Canım Yurdumda da durumun pek farklı olmadığını yaşayarak bilenlerdenim…
Ama sohbetlerimizde hep aklıma Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun “Benden selam Anadolu’ya” adlı kitabı geldi ki 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının ilk yaptığı işlerden biri de bu kitabı yasaklamak olmuştu, kitap bilindiği üzere Selçuk ilçesinin Şirince Köyünden olan ailenin yaşam öyküsüdür ve bir yerinde de kardeşinin, 1. Dünya savaşında Osmanlı saflarında, Yunanistan’ın işgali döneminde ise Yunanistan saflarında zorunlu askerliğinin trajedisini işlemektedir, savaşan tarafların her iki tarafına da askerlik yapma acılarını yaşamak nasıl bir travma yaratır insanoğlunda, Allah bilir…

Cumartesi, Mayıs 11, 2013

KEBAPÇI EYÜP - YUSUF TÜRKİYE’NİN EN İYİ KEBAPÇISI

Toplumun davranış ve algılama biçimi yavaş yavaşta olsa değişmektedir canım Yurdumda, bunu bir olumluluk ya da olumsuzluk ve bir fazilet ya da faziletsizlik anlamında değil ama bir tespit anlamında gördüğümü hemen söylemeliyim, geçmişte yemek yenilecek yerlerin ve onların leziz yemeklerini anlatmak ya da yazmak ayıp olarak görülürdü, hatta dostlar arasında bile olsa, ne yediğini anlatacak kimse söze, artık bugünlerde pek kullanılmayan “ayıptır söylemesi” diye başlardı. Çocukluğumda bakkallardan alınan ürünlerin evlere taşınması sırasınd
a en yaygın taşıma aleti sepetler idi, sonraları sepetlerin yerini “file”ler almaya başlayınca ki bizim evde asla bir file olmamıştır çünkü babamın bu konudaki tavrı çok net idi, satın alınan ürünü alan var alamayan var, ya da senin aldıklarını burun kıvırarak izleyecekler var sen onu gizlemelisin yaklaşımı içinde, alınan ürünlerin görülmeyeceği sepet kullanılması devam etti gitti yıllarca…
Şimdilerde, bu mekânlara giden var gidemeyen var, bu yiyecekleri yiyen var yiyemeyen var denilmeksizin her şeyin açıktan reklamının ya da tanıtımının yapıldığı bir ortam oluştu, bir taraftan yazılı basında diğer taraftan TV’lerde konu ile ilgili reklam ya da gurme programlarından geçilmiyor, şüphesiz bu bizlerin tercihi olmasa bile dayatılan bir durumdur, bir boyutuyla konunun bu denli ticarileşmesi kapitalistlerin ilgi alanını oluştururken, bir boyutuyla da kültürleri tanıma bir bakıma kültürlerin karşılaşması adına sen gelemiyorsan biz sana geliriz yaklaşımı ile örneğin ağırlıklı İstanbul (Feshane) merkezli yöresel mutfak tanıtım günleri düzenlenmektedir.
Bunların hangisinin daha doğru daha isabetli değerlendirme olduğu gibi bir tartışmaya girmeden, durumun tespit edilmesi adına edilen kelamlar olarak görülebilir yazdıklarım. Yine de bu tür çalışmaların yapılması; Amerikan kültür dayatması “fast food” karşısında “slow food” yani benim algılama biçimimle yerel mutfak adına bir direniştir ve direnilmelidir de..
Geçenlerde; kayınbiraderim vefatı dolayısıyla gittiğim, asla değişmeyecek bir gönül bağı ile bağlı olduğum Çukurova ve Adana seyahatinde, Çukurova dışında asla yemediğim “Adana kebap” ile uzun sürelik ayrılığıma son vererek sabahları ciğer, öğlen ve akşamları kebap tercihlerimden asla ödün vermedim.
Bugün “Adana kebap” ve kebabın merkezi “Kebapçı Eyüp” ile sizleri tanıştırmak için bir şeyler yazmak istedim, yemek ve tanıtımı ile ilgili ilk ve muhtemelen de son olacak bir yazı olacaktır bu.
“Kebap” etimoloji sözlüklerinin tespitine göre; Arapça kökenli sözcük olup, Türkçede ilk kullanımının 1300’lü yıllar olarak belirlendiği anlaşılmaktadır ve genellikle ateşte pişirilen et ilk akla gelmekle birlikte, ateşte pişirilmiş her türlü yiyeceği kapsamaktadır aslında.
“Adana kebap” olarak bilinen ve Çukurova’ya; başka bir yazıya konu olacak Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın Osmanlı İmparatorluğuna karşı başkaldırısı sırasında Oğlu İbrahim Paşanın Çukurova’da Fransız tekstilcilerinin beklentilerine evsaf ve miktarda pamuk yetiştirilmesi çalışmaları için ve ağırlıklı Suriye’den getirilen Araplarla birlikte geldiği aşikâr olan kıyma kebabı kolayca anlaşılacağı üzere bir Arap mutfağı ürünüdür. “Kebapçı Eyüp” olarak ünlenmiş kebapçının bugünkü işletmecisi ve başustası oğul Yusuf böyle bir göçün içinde yer almış bir aileden gelmekte olup kendisi ile dostluğum uzun yıllar öncesine dayanmaktadır ve yolumun Çukurova’ya düşmesi halinde yakınım uzağım demeden mutlaka uğradığım, kendime işletmenin standart olan kıyma kebabından ziyafet çektiğim bir yerdir. İşletmenin sahibi olan Yusuf kardeşim, kesinlikle kebap imalatını bir başkasına bırakmadan bu küçük ama sıcak işletmede, gelen her müşterisini bizzat son derece kibar ve nazik üslubu ile karşılamaktadır zaten mekâna girerken de kendisinin hiç ayrılmadığı ocağın ve mutfağın içinden, yapılan çalışmayı ve ürünleri yakından görerek içeriye adım atarsınız.
Kendi anlatımlarından anlaşıldığı kadarıyla ve kısaca; kökeni çok daha eskilere dayansa bile Mahmut Ağa Vakıf kira kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla, taaa 1918’lere dayanan bir kebapçılık geçmişi olduğunu öğreniyoruz, baba Eyüp ile diğer kardeşleri kendilerini bugünlere taşıyacak kebapçılığa neredeyse aynı dönemde başlarlar, kendi web adreslerinden daha önceden bilmediğim aile safahatına göre ise, 4 kardeşin en büyüğü Süleyman dönemin meşhur kebapçısı Hannavi (Kınacı) ustanın yanında yetişir ve kendisini geliştirir ve mesleğinde ilerler, usta olur. Hannavi Ustanın ölümünden sonra, dükkân Süleyman Ustaya kalıyor o da kardeşi Eyüp’ü yanına alıyor, Süleyman ustanın sağlık sorunları nedeniyle zamansız hayata veda etmesi neticesinde Eyüp Usta mekânı devir alıyor, artık “Kebapçı Eyüp” Tarsus’un ticari merkezi olan buğday pazarındaki mekânında 1987 yılındaki vefatına kadar sürdürür kebapçılığı, ölümünü müteakip oğlu Yusuf halen aynı mekânda gelenekselleşmiş zırhlarla hazırlanan el kıyması ile yapılan lezzetli kebaplarıyla halen hizmet vermeye devam etmektedir.

Başlıktaki “Türkiye’nin en iyi kebapçısı” spotuna bakarak, benim konunun uzmanı havası yarattığımı düşünenlerin ve bu yüzden bana kızacakların her birinden peşinen ve tek tek özür dilerim, kimse bu konuda kendi beğenimin ukalaca yansıması zannetmesin bu tespitimi, elbette konunun uzmanları kalkar kendileri açısından çok başka kelamlar edebilirler hiç itirazım olmaz, ancak, damak tadı ya da ağız tadı kişisel bir şey olmakla birlikte bir mutluluk hissidir de aynı zamanda… Böyle değerlendirilmesi dileğiyle…

Salı, Mayıs 07, 2013

SİZİ VATAN SEVİCİLER SİZİ

12 Eylül askeri faşist darbesinin 5 li çetesinin başı general her gün ziyaret ettiği herbir kentimizden kendisini dinlemek üzere zorla miting alanına toplanmış insanlara, devrimcileri ve onların önderlerini hedef alarak sürekli onları tahkir ederek halkın gözündeki prestijlerini sarsmaya yönelik “Kanı bozuk, Sütü bozuk, Ahlakı bozuk, Soyu-sopu bozuk, Dini bozuk, Cibilliyetsiz, Nesepsiz, Milliyetsiz” gibi ucuz ve anlamı kişiden kişiye, dönemden döneme bir hayli fazla değişkenlik gösteren sıfatlarla suçlayıp durdu… Hedef ve kasıt neydi, hedefteki devrimciler ve onların yiğit önderleri bahse konu sıfatları taşıdıklarından vatanı satma konusunda hiç tereddüt etmezlerdi o çüçük beyinlerine göre ve işte bu yüzden konuyu sürekli “asmayıp ta beslesinler miydi” sonucuna getirip, cesaret edip tamamını bir türlü yok edemediği için cesaret takviyesini halkın alkış ve lehteki tezahüratlarında aramakta idi sürekli, bu çete… Kendilerini hiç hak etmedikleri halde sürekli “vatan sevme konusunda” üstad-ı azam yerine koyarak, kendilerini ister ciddi ister sıradan ve çok basit konularda bile olsa eleştiren herkesi “vatan hainliği” ile suçlamakta idiler kolaylıkla, memleketi babalarının malı ve mülkü zannıyla, arkalarındaki emperyalizmin kalesi ABD’nin ve yerli ortaklarının dayattığı, sermayeye dikensiz gül bahçesi yaratma amacı ve kendi yaşamlarına da yönelik janjanlı beklenti büyüklükleri gözlerini kamaştırmış olmalı ki, memleketi toptan bir cezaevine dönüştürmüş, önüne geleni işbirlikçi ilan etmiş ve çanakçıları marifetiyle işkenceden geçirtmiş, olmadı mahpus damlarında çürütmüş, olmadı idam etmiş, olmadı kaçtı deyip kimsenin görmediği yerlerde infaz edip toplu mezarlar oluşturmuşlar ve bu perdenin arka tarafında da dünya nimetlerinden şahsi ikballeri için her biçimde “bir onlara bir bize” aritmetiği uyarınca olanak devşirmişler, önce basına yansıyan şimdilerde ise mahkemedeki dosyalarını süsleyen raporlardan geçilmez durumdadır.
 
Oysa o günlerde tüm devrimcilerin dilleri döndüğünce, güçleri yettiğince, sesleri çıktığınca her ortamda haykırdıkları biçimiyle; bunların başta çete lideri olmak üzere, Amerikan emperyalizminin vurucu ve askeri görünüşlü siyasi gücü NATO bünyesinde ve hemen mücavirindeki ülkelerde devrimci örgütlenmelere ve emperyalizm karşıtı halk iktidarı taleplerine karşı kurulan ve bu saikler çerçevesinde her türlü operasyon kabiliyetine haiz donatılan halka karşı olması nedeniyle de yasadışı ilan edilmesi gereken silahlı-külahlı kuvvetlerin genel ve gayri hukuki boyutu olan “STAY BEHİND” komutanları olduğu gerçeği o günlerin hayhuyu içinde tıpkı bugün olduğu üzere hep gizlenebilmiştir. Manipülasyon, korku ve şiddet üçlüsünden oluşan ortamın kara propaganda ile yoğrulması neticesinde, doğrular eğri, eğriler doğru gösterilerek yaratılan kamuoyundan, emperyalizmin ve yerli uzantılarının kendilerine uzun yıllardan beri yazılı verilen talimnameleri uyarınca, canım yurdumun bugünkü duruma düşmesine yol açmışlar ve dizlerinin üzerine çöker duruma getirmişlerdir. Bundan sonra toparlanmanın ve tekrar ayaklarının üzerinde dikilmenin ne kadar zor olacağını anlatmanın kolay olmadığı aşikâr olup, konunun uzunluğu nedeniyle de bir başka yazının konusunu oluşturacaktır.
 
Şimdi bakıyorum herkese giydirilen deli gömleğinin de yarattığı şaşkınlık ve aptallık ortamında; gömleği giydirenlerden birisinin de bugün hocalığı ile nam salmış ikameti uzaklardaki muhteremin; bu çetenin liderinin cennetlik olduğu iddiasıyla da kaim durum yaratılmış, çalmanın çırpmanın uhrevi boyutu da oluşturulmuş, bugünlere taşınmış dayatmalara hayatiyet kazandırılmış ve “vatan sevmek mezkûr zatı ve ardıllarını sevmektir” e dönüşmüştür konu, yaratanlara Allah selamet versin gayri… Şimdi bakıyorum da mezkûr muhteremlerin ardıllarının ağızlarına pelesenk olmuş durumda bu hainlik suçlaması, ne diyorlar hiç sakınmadan birbirlerine “Kanı bozuk, Sütü bozuk, Ahlakı bozuk, Soyu-sopu bozuk, Dini bozuk, Cibilliyetsiz, Nesepsiz, Milliyetsiz” haydi buyurun bakalım şusu busu bozuk edebiyat külliyatı, oku dur… Diğer taraftan hepsi birbirlerini bu kadar kendilerinden geçmiş vaziyette bu aptal sıfatlarla suçluyorlar ya, aman dikkat hani bizim saha içerisinde durum pek kolay çakılmaz da, dış sahadakiler sonra demesinler ne mümbit topraklar var bunlarda, boyuna vatan haini yetişmiş, eeeee ne de olsa bir bildikleri de vardır bu birbirlerine iddialı çıkışlarında deyiverirler Maazallah…
 
Bir tarafıyla; “Vatanı sevmek” bir partinin peşine takılıp nemalanmayı, sahip olduğun ve namusun sayılan oyunu satmak için makarna, kömür, çorap ya da ayakkabı beklemeyi, seçimden seçime oyuna talip olanla pazarlık etmeyi, oya talip olanın isteğini yerine getirmeyi kabullenmek değildir, diğer tarafıyla “Vatan sevmek” nutuklar atarak, uğruna can vermek olduğunu sürekli vurgulayarak, canı verenler başkaları olurken, cüzdanı kalınlaşanlardan da olmak değildir, sevsinler böyle vatan sevmeği derler adama… Vatanı sevmek bir karşılıksızlık eylemidir, kafada planları olanın işi asla ve kata değildir, gece yarısı merkez bankasını açtırıp silah alıyoruz numarasıyla çil çil dolarları cebe indirmekte hiç değildir, Vatanseverlik kendisi gibi düşünmeyeni cibilliyetsiz nesepsiz kansız diye kolayca suçlamak ta değildir. Oy verirken iş bekleyen, iş bulamayınca da vatan satıcı ilan etmemektir de ayrıca… Hülasa muktedirlerin icraatlarının sevilmediğinin ve beğenilmediğinin beyanı karşısında, beyan sahiplerinin derhal vatan haini ya da terörist ilan edilmesi vatan sevmek olmamalıdır, bunu yapanlara ya da yeltenenlere asla ve kata yüz verilmemelidir, ama hoş bir rüya içerisinde olduğumun da bilincinde olabilecek kadar da kafasız değilim hani…
 
Vatanseviciler, vatan hainliklerini vatanseverliğe tahvil etmeyi her daim becermişlerdir, bakın bakalım şöyle son bir yılın gazetelerine neler görülecektir neler, kendilerini vatana adadıklarını her konuşmalarında öne çıkaran 5 li çetenin banka hesaplarının hareketleri bile silinmiş kolayca… Tam vatansevicilere göre bir hukuk kurulmuş kolayca anlaşılacağı üzere… Aksi takdirde; miras ta kalmadığı aşikâr görünen bu muhteremlerin bu servetleri öyle devlet memuru maaşıyla izah edilebilir değildir…
 
Sizi cebini düşünen vatan seviciler sizi, ama sizin kabahatiniz yok biz sizin nasıl vatan haini olduğunuzu anlattığımız dönemde bile, size %92 oy verenler düşünsün gayri, durumun vahametini…
 
Son söz yine büyük vatansever Nazım Hikmet’e…
 
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Pazartesi, Nisan 29, 2013

ÇEVRE ve MÜHENDİSLİĞİ ÜZERİNE

Çevre mühendisliği, doğal kaynakların doğru ve yerinde kullanımının insan sağlığına ve ihtiyaçlarına uygun olabilmesi dikkati ile doğaya ve dengelerine azami özen ve hassasiyeti gösterme beceri, yetenek ve ahlakını bilimsel değer düsturu kabul eden bir mühendislik disiplinidir ve asla da mensupları tarafından kanunlara uygun doğa nasıl kirletilir, sömürülür hatta yok edilir kampanyalarının bilimsel aleti değildir. Siz bakmayın bazı çevrelerde; temiz su temini, atık su arıtma, toprak kirliliğini önleme, hava kirliliğinin kontrolü, katı atık bertarafı vs vs gibi disiplin tariflerine, bunun böyle algılanmasını isteyen çevreler böyle diktelerle uğraşırlar oysa çevre mühendisliği disiplini, doğanın; insan yaşamı ile uyum içerisinde dengeli ve ölçülü, yenilenebilirlik ahlak ve disiplinine helak getirmeden, doğal ortam ve dengelere saygı gösterilerek asıl olanın kirliliklere yol açmadan kaynak kullanımının yol ve yöntemlerini uygular olmasının iştigal alanıdır. Yoksa sermaye sahiplerinin kendi varlıklarını ve değerlerini büyütmesi adına doğanın yok edilmesi ya da yenilenebilme kabiliyetinin yitirilmesinin ardından timsah gözyaşları içerisinde, ahlarla vahlarla kirletilenlerin temizlenmesinin yöntemlerinin bulunması değildir bu bilim dalı, ayrıca olmamalıdır da… Tüm diğer mühendislik disiplinleri doğanın sunduğu kaynakları, şüphesiz ki bilimsel ve ahlaki bir ölçü dâhilinde nasıl kullanırımın yolunu arar ve açarken, “Çevre Mühendisliği” disiplini ise doğanın ve doğal kaynakların tüketilmesini değil doğanın sahip olduğu ve insanoğluna sunduğu değerlerin ölçülü ve minimal kullanımını ve insanın doğadan aldığının asla ve kata yenilenebilirliğin üstünde olmamasına özen gösterme üzerine kafa yoran ve doğadan alındığı kadar geri verilmesinin yöntemini arayandır ve anlamayanlar için bir kez daha yineleyelim olmalıdır da…
 
Âdemoğlunun doğanın sunduklarının sınırsız olduğunu anlamadığı ve ne yazık ki görünür bir gelecekte de anlayamayacağının aşikâr olduğu bu ortamda, bıkmadan usanmadan yeni yaşam kurallarının belirlenmesi, kaynakların kullanımında azami tasarrufa gidilmesi gereğinin tayin ve tespiti, daha az tüketilerek yaşanabilmesinin yollarının aranmasının gereği, dünya nüfusunun geldiği nokta ve ne yazık ki bugün muktedirlerin sömürülecek genç ve ucuz emek yaratmak adına yaptıkları yaygaraya bakarak ta gelinecek noktanın katmerleşeceği düşünülürse, minimal yaşama geçmenin kaçınılmazlığı ortadadır. Bugün alışıla gelen ve bilinen yaşam kurallarının sunduğu konforun artarak devam etmesi halinde doğanın ve sunduğu kaynakların takatinin ne kadar daha sürebileceği üzerine bilimsel çalışmalar yapan insanlara adam gibi kulak verirse eğer tablonun ne kadar karanlık olduğunu ve ne kadar hızlı hareket edilmesi gerektiğini görecektir Âdemoğlu… Muktedirlerin düşüncesiz hatta acımasız kara propagandası altında bunların görülebilmesi ihtimalinin yüksek olduğu düşünmek safdillik olur diye düşünüyorum, ancakkkkk doğanın hızlı ve ahlaksız tüketiminin yarattığı doğa intikamlarının, su ve sel baskınlarının, büyük kitle ölümlerine yol açan depremlerin ve salgın hastalıkların, muhtemel ozon tabakası delinmesinin yaratacağı kitlesel kanser vakalarının yaşanması vs vs aklı başa devşirmeye yol açacaktır, çünkü en ilkel ama en kalıcı öğrenme yöntemi olan “dene-yanıl”ı aşamamış durumdayız, be adam işte olma ihtimali olan şeyler ortada, önlem alsana desen de kar etmiyor…
Konu ile ilgili daha sayfalarca yazmak mümkün ama bu kadar ile iktifa edip, muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de korumak adına tekrar önümüze dayatılanlara ve bu uğurda söylenen yalanlara hadi yalan demeyelim diyorum ama bilgisizliğe mi diyelim, yoksa bizi Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında dış dünya ile yeni tanışmış kabilelere mi benzetiyorlar diyelim, vallahi bilemiyorum… Ancak bildiğim kadarıyla her 3 durumda rezalettir…
Çeşme’ye karşı açılan bu ahlaksız ekonomik saldırının, özür dileyerek diyeceğim, ama daha hafif bir kelime bulamıyorum da ondan, erketeliğine soyunan, hangi yalan ile bizi kandırabileceğinin planını bile doğru dürüst yapmamış, ancak öncüllerinden ve maaşını aldığı ekipten iyi ilim, irfan ve feyz aldığı görüntüsü veren ve aynı zamanda canım yurdum insanının zayıf noktalarını iyi hatim ettiği her halinden belli olan ve kartvizitinde ne yazık ki “Çevre Mühendisi” yazan vatandaş özetle ne diyor;
“Proje sahası Orman arazisi içinde bulunmaktadır, bu nedenle şahıs arazisinin kullanımına gerek kalmamaktadır” ,
“Karadağ RES projesi İlçenin ihtiyacı olan elektrik enerjisinin üretilmesini sağlayacak ve aynı zamanda İlçede daha güçlü ve kaliteli turizm ve yatırım imkânları sağlayacaktır”, “İlçe halkının temiz enerjiye erişimi güvence altına alınmış olacaktır”,
“hem inşaat sırasında hem de işletme sırasında İlçe’mizde iş olanağı sağlayarak istihdama katkı sağlayacaktır. Her iki aşamada da projeye sahibi şirket çalışanlarını yerel halktan sağlamayı tercih etmektedir. İstihdamın yanı sıra projenin, taşeronlar ve satın almalar ile de yerel ekonomiye çok önemli katkıları olacaktır”,
“Proje yatırım çerçevesinde bu tepe ilgili Kurum ve Kuruluşlar’dan izin almak sureti ile ağaçlandırma kampanyası çerçevesinde Karadağ’ın ağaçlandırılması planlamaktadır. Bu proje ile birlikte, Karadağ bundan sonra Yeşildağ olarak Çeşme’ye ve Çeşme yarımadasına bir nevi akciğer görevi görecektir”…
 
Bu görüşlerin hangisinden başlayayım değerlendirmeye ya da toptan görmezden mi geleyim, bu mühendislikten ziyade piyasa kalfalığı düzeyindeki (tüm kalfalardan özür dileyerek yazıyorum” ucuz yaklaşımı…
Ben haddimi bilirim; bu kartvizitinde ne yazık ki “Çevre Mühendisi” yazan vatandaşın mühendisliğini tartışmayı ne haddim ne de hakkım olarak görürüm, ona diploma verenler bu alanda faaliyet gösterme konusunda kendisini yeterli bulmuşlar demek ki, ne yapalım, ama mühendisliğe “mühendis yemini” ile sadık kalması gerektiği konusunda yeminin metnini hatırlatarak her türlü eleştiriyi yapmaya kendimi mezun ve hak sahibi görüyorum. Nasıldı Mühendis yemini; “Bana verilen mühendislik unvanına daima layık olmaya, onun bana sağladığı yetki ve yüklediği sorumluluğu bilerek, hangi şartlar altında olursa olsun onları ancak iyiye kullanmaya, yurduma ve insanlığa yararlı olmaya, kendimi ve mesleğimi maddi ve manevi alanlarda yükseltmeye çalışacağıma namusum üzerine yemin ederim.” Şimdi bu mezkûr meslektaşım çıkıp kendimi maddi olarak yükseltiyorum tam da bu nedenle mühendis yemini ettim diyebilir, kendisine neyi yakıştırıyorsa onu yapmaya yetki ve hak sahibidir, bize ancak Allah selamet versin demek düşer. Ancak mühendis yeminine bağlı değil de, dert; dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmak adına gözleri, cüzdanları ve kasaları bir türlü doymayan ve dolmayan patrona bağlılık ve sadakat temelinde mühendis postu altından çanak yalama tekliflerini bizim önümüze nimet diye koyma ise, işte buna itirazımız ve şiddetli tepkimiz vardır, olacaktır da… Mühendislik ve müsveddeliğinin* karıştırıldığı her durumda itiraz etmeyi de “haddini bilmeyene haddini bildirmeyen haddini bilmeyendir” prensibinin bir gereği olarak görmekteyim.
 
Şimdi gelelim; janjanlı kelamın eleştirilerine; mesele şahıs arazisi üstünde olması ya da olmaması değil ki, derdimiz de şahıs arazileri elden gidiyor biçiminde değil, ayrıca arazinin Orman arazisinde olması daha da kötüdür ya, ormanı yok etme riski taşıyor, ancak bunların dışında bir anlamı var sözlerinin başında söylediği cümle ile birleşince daha anlamlı ve dolayısıyla daha tehlikeli ve tehditkar oluyor, ne diyor konuşmanın başında bu muhterem; “santralın kurulumu için resmi kuruluşlardan olumlu görüşmeler ve izinler alındığını” bu cümlenin ardına koyarsanız arazinin mülkiyet sorununu, Türkçe meali şu hale geliyor, “yukarıdakilerle iş tamam”… Bu elektriğin Çeşme’nin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere üretilmeyeceğini bilebilecek kadar bi adamız biz kardeşim, bırak bize salak muamelesini, velev ki sen ürettiğin enerjiyi devlete sattın, “enterkonnekte şebekeye” vereceksin, oradan TEİAŞ ve TEDAŞ ile vatandaşa ulaşacak, ya da özel anlaşmalarla özel sektöre satacaksın ama iletim sistemi aynı ama çocuğun dediğinin Türkçe meali şu, “bi karışmayın ya kolay ve az yatırımla bi para kazanacağız”… Gelelim “Yeşildağ” meselesine, adama sorarlar sen orman arazisini ve doğal SİT alanını bozuyorsun, bırak bu sonradan yeşillendireceğim numaralarını… Esas ise Canım Yudumun insanının en önem verdiği ve de ne yazık ki bu duruma getirildiğinden ötürü de dar anlamda çok haklı olduğu, kendisine iş ve aş verileceği vaadine, işte buna diyebilecek bir lafım olamaz, sen burayı verdikten sonra bunun karşılığı 3 ya da 5 kişiye istihdam olarak dönecek diye destek verilecekse, o da destek vereceklerin sorunu… Bu boyutuna yönelikte çok da uzun yazabilirim ama yer ve yen dar geliyor gayri…
 
Yalnız böylesine pespaye ve demode görüşleri bize matah bir şeymiş gibi anlattığına göre çocukta kabahat yok Vallahi, bunları yiyebileceğimizi düşündüğü için kabahat bizde demek biz böyle bir izlenim veriyoruz, sevsinler senin mühendisliğini… Adama derler, enerji kararlılığı açısından toplam üretilen enerji içinde rüzgâr enerjisi payının % 15 ten fazla olmaması gerekir, Canım yurdumun da meskûn mahaller dışındaki alanları bu oranın çok üstünde bir potansiyele haizdir, git oraları bitir ve hala gereksinim var ise buraya da gelirsin, o zaman kimse ses çıkarmaz…
 
Ancak; aslolan sıkıntı, küçük bir grup idealist ve yurdunu karşılıksız seveni hariç tutarsak, kimsenin enerji tasarrufundan bahsetmiyor olmasıdır, muktedirler ve onların çok büyük ölçüde kara propagandasının etkisinde kalanlar daha çok enerji üretilmesini istiyor gibi görünmesindedir, tüketilsin ve sonuçta daha çok üretilsin ki sermayedarlar daha çok kazansın, kimin umuruna kayıp ve kaçağın toplam üretilen enerjinin %33 üne vardığı, ne gam ne tasa, yaşasın tüketim sloganı ile aslında dünyanın tükendiğini ne zaman anlayacağız, umalım ve dileyelim ki bu kadar kötü kullanılan hatta saldırılan doğanın intikamı vahim olmasın…
 
*Müsvedde: Bir şeyin kötü benzeri. (Türk Dil Kurumu büyük Türkçe sözlük)

Pazar, Nisan 21, 2013

UMARIM ANLAŞILMIŞTIR: ÇEŞME’YE KIYMAYIN

Çeşme’nin yakıcı sorunu olarak önümüze hiçte gereği olmadan dayatılan, adeta Çeşme’nin bağrına hançer saplama planı gibi duran, tamamen rekreasyon alanı olması gerekirken, sadece estetik kaygılarla bile olsa karşı durulması gereken, “Karadağ’a RES projesi yatırımı” konusunda, belki de Çeşme tarihinde ilk kez, yerel iktidar CHP ve muhalefet AKP birlikte hareket kararı almış bulunmaktadır, hepsine teşekkürler, umarım ileride herhangi bir karar değişikliği oluşmaz…
Çeşme Belediye Meclisi Nisan ayı olağan toplantısında, öğrenildiği kadarıyla her 2 parti meclis gruplarının ayrı verdikleri önerge ile Çeşme’nin Sakız Adasına hakim muhteşem manzaralı ve Çeşme ve Çiftlikköy’ü etkilemesi çok muhtemel ve Karadağ’a yapılması planlanan ve her türlü gerekli ön izinleri alınan Rüzgâr Enerji Santraline (RES), karşı durma kararına varmışlar ve Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’na konuyla ilgili olarak, her makam nezdinde girişimde bulunmaya ve nihayetinde de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) ile mahkemeleşmeye haiz, yer yer siyasetin cilveleri gereği karşılıklı söz düelloları yaşanmış olmasına karşın, grup kararları ile destek vermişlerdir. Yalnız daha önce belediye meclis gündemine geldiği sırada reddedilen, ancak EPDK nezdinde yapılan girişimlerle tekrar ısıtılan ve lisansı alınan bu proje için yatırımcı neden bu kadar ısrarcı herkesin malumudur, iştah kabarmış ya bir kere hedef burası ve hedefe kilitlenmişler…
Çeşme ve Ovacık vadilerine hakim tepeler olan; Karadağ, Mamur Baba, Çeşmeköy tepeleri ve Kızılkaya, Okman Enerji, ABK, Tivmikli ve Egenda firmalarına teslim edilmek istenmektedir, üstelik karar vericiler ve kanun yapıcılar kanunlarda bugünlerin düşünüldüğü izlenimi verircesine, satır aralarına ya da maddeler arasına her türlü boşluk eklenerek ya da bırakılarak, başta proje büyüklüklerindeki limitler değiştirilerek ÇED ve SİT alanları olmak üzere her türlü yaklaşım ile ilgili olası kurumsal karşı duruşların önüne de geçilmek istenmiştir sanki, deveye hendek atlatmak adına… Diğer taraftan Firmalardan birisinin yetkililerinin vatandaşlara sunum yapılırken davranışına bakarmısınız, “bu proje ile birlikte, Karadağ bundan sonra Yeşildağ Çeşme’ye ve Çeşme yarımadasına bir nevi akciğer görevi yapacaktır”, bu ne nobranlık bu ne bilgiçlik, eeee haklı tabii ki çocuk, Afrika’nın balta girmemiş ormanındaki ağaç kadar bile bilgili değiliz gözünde, pes doğrusu, hele başka bir yerde “proje orman sahasında kalıyor, bu nedenle şahıs arazisi kullanımına gerek yoktur” vallahi haklı, gördü tabii karşısındaki kazmaları frene basmadan atmış yokuş aşağı boşa gidiyor, sanki dert şahısların arazilerinin kamulaştırılmasıymış gibi düşünmemizi istiyor ya, kimse de demiyor çocuğa, hadi kalk git şuradan, dalga mı geçiyorsun… Peki şahıs arazileri üzerinde orman yönetiminin hak iddia ettiği durumlardaki saldırganlığı, tavizsiz tutumunu aramıyormuyuz bu konuda, arıyoruz şüphesiz, peki neden herhangi bir karşı duruş göstermiyor orman yönetimi, hadi onu da düşünün bakalım…
Şimdi geriye dönülüp bakılması gereken algılamaların başında, kendilerini kaybedircesine özel sektöre tapıcı insanlar ve yönetimler yaratmanın görüleceği çok açıktır, başta bugünlerde emekli Cumbaba olarak gerdan kıran muhterem olmak üzere, ardılı şişman zat ve bunların muhtelif takipçi ve yoldaşları o kadar kutsadılar ki bu özel sektörcülüğü, yer yer adeta kendilerinden geçerek kurumsal kontrol ve denetimi, sanki canım Yurdumun garip vatandaşı yaratmışçasına, kahrolsun bürokrasi diyerek, sanki gereksiz birşeymişcesine adeta işverenler için hiçbir kayıt, denetim ve kontrol istenmiyordu ve canım Yurdum insanı da bunlara onay verdi durdu ve vermeye de devam ediyor sanki doğrusu buymuşçasına, memleket de bu kabil yatırımcılara tahsis edilmiş sanki… İşte böyle sonradan görme işverenlerin goygoyluğunda koskoca ülke ekonomisi şekillendirilmeye çalışılırsa olacağı buydu, şimdi hiçbir işveren nerdeyse tamamen denetimsiz kontrolsüz iş yapabilme peşinde, son birkaç yılda nerdeyse 5 kez SİT uygulamaları değiştirilirse hemde sadece bu kabil yatırımcılar lehine kim ne yapabilir, böylesine şeytana pabucunu ters giydirecek uygulamalar ile aşılamayan bürokrasi de atamalar yoluyla aşılıyordu, eeeeeeee ne de olsa artık durmak yok idi prensip… Bir de Yurdum İnsanının algılaması varya kahroluyorum vallahi, neymiş, bunlar para sahibi imiş paralarını buraya yatırım olarak getiriyormuş, muş mış ve müş vs. vs. yahu emin olun ki bunlar ceplerinden 1 TL koymazlar, o kadar koymazlar ki “özsermaye”yide kredi içinden devşirmeye çalışırlar, eeeeee nasıl olsa ürettiğini kendin satamıyorsan bile gel devlet garantisi de var yaklaşımı sayesinde 2 ila 7 yıl içinde projeler amorti olabiliyor, daha ne istiyorsunuz, sonraki minimum 42 yıl paralar çuvallara, pasta üstü çilek bu olsa gerek…
Bu tür dayatmaların görsel, estetik ve kentleşme açısından sanki bu şehirde yaşayanları cezalandırmak istercesine gözümüze ve kulağımıza ve hatta zihnimize ve estetik değerlerimize bir saldırı şeklinde algılanmasının önüne geçemiyorum, açıkçası… Üretilen enerjinin ana şebekeye aktarılması için enerji nakil hatlarının geçeceği bölgelerdeki elektromanyetik alanın olumsuzluklarının göz ardı ediliyor vs. vs…
Bu her şeyi para kazanma-istihdam yaratma ikilemi içinde göstererek Canım Yurdum İnsanını en hassas noktasından yakalama çabaları içinde olanlara, daha az istihdamla daha büyük paralar kazanılabileceğini de hatırlatmak isterim, üstelik az istihdam ama çok geniş ekonomik güvence yaratılabilir, kolayca anlaşılacağı üzere. Bırakın insanları “kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesine sokmayı…
Sonuç olarak kentleri insan odaklı düşünmüyor ve planlamıyor iseniz tabii ki sözümüz olamaz, zaten tüm gelişmeler de bize muktedirlerin ve onun yoğun etkisi altındakilerin dert ve tasalarının “insanın kendisinin” olmadığı biçiminde olduğunu göstermektedir, bir taraftan şehirleri otobanlara çevirerek övünenler, diğer taraftan kentin ortasına termik santral yapıp dünyanın en çevreci termik santralini yaptık diyerek yalan söyleyenler, nihayetinde artık ustalaşınca da “çevrecinin babasıyız” mertebesine ulaşanların bizi getireceği nokta, çevrenin tüketildiği nokta olacaktır. Tam da bu nedenle KARADAĞ da rüzgâr türbinlerine hayır diyoruz…

Son olarak bir Afrika Yerli Sözü:

Son ırmak kuruduğunda,
Son ağaç yok olduğunda,
Son balık öldüğünde;
Beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!

Salı, Nisan 16, 2013

HAYVANSEVERLERE MÜJDE KEDİ KÖPEK NÜFUSU İNSAN NÜFUSUNU GEÇMEK ÜZERE

Necip Milletimizin en iyi ve sıkıntı duymadan yaptığı işlerden biride, herhangi bir vicdani sorumluluk taşınmadığı için olsa gerek, hatta bunları aç bilaç sokağa kim bırakıyor diye kızarak, sokakta kedi köpek beslemektir. Tabii sokakta hayvan beslemek nasıl olsa, herhangi bir vicdani, ahlaki ve toplumsal bir sorumlulukta getirmiyor, tek sorumluluğunuz evinizde artan ya da hoşlanmadığınız yemekleri ya da fazlaca iddialı olacak ama kaldığınız otelin açık mutfağından çıkardığınız yiyecekleri bu hayvanlara vermek olunca, gel keyfim gel… Tabii ki başkasının alanında sadece artan yemeklerinizle kedi köpek beslemek kolay, ortalığı plastik kab kaçaktan geçilmez hale getirdiğiniz yetmiyor, yemek artıkları artık yollarda hijnenik ve estetik sorunlar oluşturmaya başladı.
Ne kadar kolay yazlıkçıları hedef alan açıklamalarda bulunmak biraz dikkatli etrafınıza bakın göreceksiniz kışlıkçıların durumunu, özetle “hep bir hallı Turhallıyız yüzbin kere tövbe eder yine şarap içeriz” gibidir bizim hallarımız…
Ne diyor Çeşme Belediyesi Veteriner Hekimi İsmail Ekmekçioğlu; “yazlıkçılar servet ödeyerek bir heves uğruna aldıkları hayvanları, yaz bitip artık kışlaklarına dönerlerken, yaz döneminde sahip olunan hoş bir tatil anısı biçimiyle kaderlerine terk ettiklerini” her fırsatta beyan etmektedir. Terk edilen bu hayvanların bir kısmı için Çeşme Belediyesi hayvan barınağı tesis ettiğini ve bu tesiste hayvanların doğal ortamda yaşıyor gibi yaşayabildiklerini, beslendiklerini, veterinerlik hizmetlerinden faydalandıklarını ancak olanakların sınırlı olması nedeniyle başka çözümlerin üretilmesi gerektiğini de belirtmeden geçemiyorlar.
Şimdi konunun uzmanlarının konu ile ilgili yaptıkları değerlendirmelere bir bakalım; bir dişi köpeğin doğurganlık yaşamı boyunca doğurduğu yavrular ve bu yavruların da üremesi nedeniyle köpek popülâsyonunun yaklaşık 67.000 e varmasının mümkün olmasından bahsetmektedirler. Diğer taraftan kedi popülâsyonu konusunda ise konunun uzmanları 6-7 yıl içerisinde ortalama 73.000, hatta yüz binlere varan yavrulamaların gerçekleşeceğini belirtmekte ve rekorun ise 400.000 in üzerinde olduğunun da altı çizilmektedir. Kısaca verilen bu kedi köpek nüfus artışlarının ne kadar ciddi bir sorun ile karşı karşıya olunduğunun ifadesi olmakla birlikte, neden ciddi ciddi önlemlerin alınmasının kaçınılmazlığını adeta ispat etmektedir.
Çevre uzmanları; dünya genelinde bugüne kadar bulunabilen en mükemmel olmasa bile en rasyonel çözümün, kedi ve köpeklerin erken dönemlerde kısırlaştırmalarla doğaya salınarak üremenin bu boyutta olmasının engellenmesi ve hayvan sayısının sahipli ve özel yerlerde kontrol altına alınması olduğunu ifade etmekte ve erken dönemde yapılacak kısırlaştırmaların fahiş üremenin önlenmesi ve netice itibariyle istenmeyen, beklenmeyen, sahiplenilmeyen ya da terk edilen kedi köpek sayısının azalmasına ya da kontrol altına alınmasına neden olacaktır. Yine aynı uzmanlara göre, acil ve etkili bir çözüm bulunamaması halinde başta ve özellikle hayvanseverlerin hatta hayvan sevmezlerin hiç arzu etmediği, görmek istemediği, kontrol edilemez şekilde ve muhtemelen bu durumdan zarar görmüş ya da zarar görme ihtimali bulunan sivil güçlerce ciddi bir itlaf uygulaması günün birinde yaşanabilir, işte tam da bu nedenle yol yakın iken akla ve vicdana uygun davranışa herkesin yaklaşması gerekmektedir. Yoksa yıllar önce Deli Turan diye bilinen ve köpek itlaf ekibi olarak çalışan kişi benzeri kişilerin bulunması gibi bir abuk durum önerecek hali yoktur kimsenin ama çözüm arama konusunda da herkesin çaba bekleme hakkı olduğunu düşünüyorum ayrıca soğuk kış gecelerinde sokakta 10 lu ya da 20 li gruplu köpek saldırısına uğrayan ya da saldırıya uğrama korkusu taşıyan her insanın bu tür itlaflara onay vermesine kolayca yol açacağı da açıktır.
Diğer taraftan;  unutulmamalıdır ki kedi köpek, popülasyonunun kontrol altına alınamaması halinde, diğer memeli hayvanların da neden olabilecek olmasına rağmen başta mezkur hayvanların öldürücü hastalık olan kuduzun en önemli aracı olmaktadırlar, evlerde besleniyor olsa bile yüzlerce değişik kist hastalıklarına yol açmaktadırlar. Bilindiği ya da küçücük bir araştırma ile öğrenileceği üzere, Dünya’da her yıl yaklaşık 50.000 civarında insan kuduz yüzünden hayatını kaybetmektedir ve gelinen bu vahim tablo karşısında da milyonlarca insan da bu ölümcül hastalığın tehdidi altında hayatına devam etmekte olup ve ne yazık ki canım Yurdum da kuduz vakalarında Avrupa ülkeleri arasında 1. sırada hatta tek ülkedir denilirse de yanlış olmayacak durumdadır. Mezkûr vakaların istatistikî veçhesine de bakılınca; kentlerde köpek ve kedi popülasyonunun artışına uygun ve anlamlı bir artış gösterdiği kolayca görülecektir. Yine bir Sağlık Bakanlığı kaynaklı istatistiki netice daha bulunmaktadır kuduz vakaları açısından yapılan çalışmalar kapsamında, ne yazık ki, başta İzmir olmak üzere tüm Ege Bölgesi ciddi bir tehdit altındadır.
Ancak, unutulmamalıdır ki, kuduz vakalarının tek gerekçesi mezkûr hayvanların olmadığı kesindir ve özellikle kedi popülasyonunun tamamen yok edilmesi halinde ise, başta fare olmak üzere diğer kemirgen popülasyonun artışı nasıl olur, bunlarla mücadele nasıl olur, burada yeni kimyasal mücadele artışı yaşanır mı bilmiyorum, hep uzman çalışmaları gerektiren durumdur bunlar…
Kontrol konusunda çalışma yapılmasının doğru olmadığını savunanlara da bir hatırlatma; bizde olduğu gibi hiçbir gelişmiş ülkede elinizde köpek, kentin merkezi alanlarında dolaşamazsınız, gidin görün öykündüğünüz ülkeler ve şehirler ile oranın ahalisinin davranışına bir bakın bakalım. Parklar var, özel alanlar var, eeee şehri insana açmaz da tam tersine araç ve hayvan trafiğine açarsanız gelinecek nokta burasıdır, hoş geldiniz derler adama… Şimdi bu iddialar karşısında; yok köpekten korkan insan vücudunda bir salgı oluşurmuş köpek bunu düşman olarak algılarmış gibi bir dolu abuk ve subuk açıklamalar ile konuya bilimsel türban giydirmeye de kimse çalışmasın lütfen, komik olunuyor Vallahi…
Her yıl 5.000 kişi trafik kazalarında yaşamını yitirir ses çıkmaz, 30 yıldır yaklaşık 45.000 kişi öldürüldü ses çıkmaz bu hayvan sevicilerin bir bölümünden, ama olsun insanın ne önemi var ki!!!!!. Üniversitelerde öğrenciler gruplar halinde dövülürken, sokakta açız diye bağıran işçi ve memurlar gazlanırken, joplanırken, su ile ıslatılırken ses vermeyeceksin, sonra kalkıp hayvan sever olacaksın, manidar bir durum oluşturmaktadır… Kurban bayramlarında hayvanlar ortalık yerlerde kesilir, ses çıkarma görmezlikten gel, devlet büyüklerini karşılayacağız diye yüzlerce hayvan kesilmesini görmezden gel… Canım yurdumda sahipli hayvanlarda sahipsizdir aslında, çünkü necip milletimiz hayvanını başkasının da alanı olan alanda büyütür besler, gezinmesini sağlar, yani bir aşı yaptırıp sokağa salınca köpek sahipli mi oluyor Allahaşkına… Hayvan seviciler, “sokakta hic bir sekilde sahipsiz hayvan kalmamasına yönelik çalışmalar yapılıyor” gibi bir takım süslü kelimeler kullanarak durumu aslından daha önemsiz göstermeye çalışıyorlar ya, bayılıyorum bu mantığa, yahu tabii ki sokaklar bu sahipsiz ve başıboş bırakılan hayvanlardan kurtarılmalıdır… Fena mı olur yine eskisi gibi sokaklar, ama bu ama şu nedenle insanlara saldıran köpeklerin yerine, bisikletleri ya da motorsikletleri ile dolaşan insanlarla dolu olsa…
Modern dünyada insan ilişkileri; içine sürüklenilen güvensiz ortama doğru orantılı olarak evcil hayvanların insan yaşamında rol almaları ve insan yaşamı içinde yer ve önemleri artmakta olup evcil hayvanların işlev ve görevlerinin de değişmesine neden olmuşlardır. İnsan yaşamında kedi ve köpekler evin bir parçası haline gelmektedir ve kontrollü popülasyonlarıyla klasik görevleri şehri zararlı kemirgenlerden korumanın ötesine geçmiş ve sadece kentlinin psikolojik sorunlarına çözüm aramanın bir aracı haline gelmiştir. O kadar ki hatta kedilerle birlikte olmanın kan basıncı üzerinde olumlu etkilerinden ciddi ciddi bahsedilmektedir… Sokak hayvanlarına karşı olanlar da, psikolojik destek kabilinden bir dolu yalnız kalmış insanın psikolojisinin düzeltileceği yer olarak hepimizin ortak alanı sokakları da uygun görmesinler diyorlar…
Ortada ciddi bir sorun var, kimse çözüm üretmek peşinde değil herkes mevcut durumun sürmesini istiyor gibi, çıkın sokağa da sorun bu kentlerde yaşayanlara bakalım, sıkıntının boyutunu nasıl anlatacaklar size… Sokaktaki bazı 2 ayaklı hayvanlara da bu kadar serbestlik fazladır diyebilir bir başkası, katılmıyorsam namerdim valla…
Yoksa her konuda olduğu üzere, Kamu olarak; kendi okulunu kendin yap, kendi yolunu kendin yap, fakire yardım yap, hastaneye yardım yap, camiye yardım yap vs vs gibi kampanyalarla bu tür sorumlulukları da at üstünden, tıpkı bu konuda gösterilen kayıtsızlık örneği, ama vergi toplamaktan da geri durma ve ülkeyi yönetiyorum de sonra, ohh ne ala memleket be, sevsinler sizi…

Pazar, Nisan 07, 2013

SÜRGÜNLER (TEHCİR) BEŞİĞİ ANADOLU

Canım yurdum, bilinen tarihlerden bu yana, Karamanoğulları’nın Yunanistan’a sürülmesi ile başlayan, Kızılbaş sürgünleri, Ermeni tehciri, Mübadele adı altında Ortodoks ve Müslüman nüfusun göç ettirilmesi, Dersim sürgünleri başta olmak üzere devam eden sürekli bir gönüllü ya da zorunlu göçlere tabi tutulmuş bir coğrafya olup, nerdeyse canım Yurdumun tarihi de sürülen kavimlerin acıları, sefaletleri ve yok oluşlarının bir tarihidir adeta… Muktedirlerin siyasal çizgisine ve oluşturdukları sisteme ve bunların beklentilerine uygun olarak, her birisinde de tabii ki sürülenleri sürekli suçlu bulacak uygun bir bahane ve makul bir açıklama uydurularak, kendi beklentilerine uygun kitlesel ıslahın gerçekleşmediği gerekçesiyle bu rezalet uygulamaları gerçekleştirmişlerdir.
Siz bakmayın, başta Süleyman Demirel olmak üzere, devletin önemli makamlarında görev yapmış mühim zevatın, kendilerinden kırmızı plakalar ile donatılmış yetkileri ellerinden alınmış ve artık devletin gücünü kullanamaz hale geldikleri dönemlerde hukuka uygun işlemlerin yapılmadığı iddialarına, kendilerinin hükümranlığı altındaki dönemler için her şey hukuka uygundu iddialarına, bunlar sadece bizi aptal yerine koydukları, hafızalarımızın balık hafızası olduğunun tespitini iyi yaptıkları için bu kabil gudubet lafları etmektedirler.
Canım Yurdum ne yazık ki hiçbir zaman normal hukuk kurallarıyla yönetilemedi, İstiklal Mahkemeleri, 27 Mayıs Mahkemeleri, Devlet güvenlik mahkemeleri, sıkıyönetim mahkemeleri, özel yetkili mahkemeler vs. vs. hep muktedirler adına ve onların uluslar arası müstevlilerinin çıkarları uğruna işler yapmaktan çekinmediler, çekinmemekteler… Tek dert sürekli kendi amaçlarına uygun hukuk kurguları yaratarak, bu rezalete uyum göstermeyenleri, itiraz edenleri ya da direnenleri yok ederek toplumsal zapt-u rapt… Toplu sürgünler, tek tek sürgünler, Kalebentlikler, neler yaşandı neler, bu zapt-u rapt adına… Canım Yurdumun insanı tarihinin öğrendikçe faşizmi anlatırken örnek olarak Avrupalara gitme ihtiyacı duymamaktadır artık, öz be öz yerli faşist diktatörleri vardı, çok şükür…
Normal zaman denilen dönemlerde; işkenceden ölenlere yönelik bir soruşturma açılmıyor olması bir yana işkencede ölen yüzlerce insanı hangi normal hukuk sistemi normal karşılıyor olabilir, Allahaşıkına. Peki, Doğan Öz adlı savcı ile başlayan, bilim adamları, Mühendisler, Avukatlar, Sendikacılar, Öğretmenler başta olmak üzere yüzlerce katliam için ne yaptı bu normal hukuk düzeni, sadece bahane üretmenin dışında Allahaşkına… Bu ulu Türk büyüklerinin hezeyan içinde parmak kaldırmaları ile Deniz, Hüseyin, Yusuf idam edilmedi mi? Sadece onlar yapınca normal hukuk düzeni oluyor, kendilerine yapılırsa anormal hukuk düzeni, tam bir kepazelik işte… Bu normal hukuk düzeni ne yaptı Kahramanmaraş katliamı için, Çorum katliamı için 70 li yıllarda, peki aynı normal hukuk düzeni Sivas’ta yakılan insanlar için ne yaptı, hikâye bunlar hikâye, geçin bunları… İnsanların canları alınırken, malları gasp edilirken hukuk hukuk diyerek inanılmaz boyutta kara propagandaya başvurdular, her biri faşist Almanya’nın “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Göebbells” oldular, bizde yedikçe pişirdiler pişirdiler koydular önümüze…
Eskiden de her şey ama her şey; bir aşağı, bir yukarı hukuksuz idi sonrada her şey aynı şekilde hukuksuzdur, tek fark zamana ve ihtiyaca bağlı uygulamanın şiddeti olmaktadır, öncede yargısız infazlar diz boyuydu, sonrası da diz boyuydu. Ahir ömrümüzde çağdaş hukuk kurallarının uygulanacağını görme umudumu yitirdim gayri…
Yazımızın konusunu bu uygulamalardan sadece bir tanesi oluşturacaktır; Sıkıyönetim komutanlarının emirleri ile kendilerinden şüphelenilen (aslında kendileri gibi düşünmeyen) kişilerin sürgünleri ve komutanlık sınırları dışına gönderilme kararları…
Padişah yetkisinin, kuralsızlıklar manzumesi halinde sıradan insanlara verilmesi, hayatın tanzimi, iyi öğretim görmemiş demiyorum aslında iyi okullarda öğretim görmüş olmalarına rağmen eğitilmemiş bu zevatın 2 dudağının arasından çıkacak kelama terk edilirse, neler olabileceğini çok fazlaca anlatmaya gerek yoktur sanırım. Mezkûr yetki için, hiçbir siyasi, yok ben vermedim yok şöyle yok böyle demesin, bu yasa ile tanınmış bir durumdur, istemiyorsan ya da uygun görmüyorsan iptal edersin gider ama nerde, gelin misali hem ağlar hem gider hesabı işte…
Bizler Canım Yurdumun sıkıyönetim mahkemeleri (cunta dönemi demiyorum) uygulamaları içinde, işkenceci güvenlik kuvvetleri için hiçbir işlem yapmayan ama müvekkillerinin doktor raporu ile tespit edilmiş olmasına istinaden gördükleri işkenceler için suç duyurusunda bulunan avukatların güvenlik kuvvetlerine hakaretten ve güvenlik kuvvetlerini görev yapamaz hale getirmekten cezalandırıldığına tanık olduk. Fazla savunma yapıldı, gereksiz uzunlukta savunma yapıldı gibi abukluklarla avukatların tutuklandığına ya da sıkıyönetim bölgesi dışına çıkarılmalarına tanık olduk… Savunma yaptı diye avukat tutuklamak ta çağdaş hukuktan sayıldı yukarıda pozisyonları zikredilen zevat tarafından… Sıkıyönetim bölgesi sınırları dışına adam sürme diye “çağdaş hukuk” normunu da yeniden keşfetmişti, tıpkı Dersim’de olduğu üzere, sıkıyönetimin apoletli karar vericileri, hani normaldi bu hukuk düzeni, adam şüphelendiği adamı alıyor sıkıyönetim sınırları dışına çıkarma kararı veriyor üstelik bu kararın temyizi de yok gidiyorsun sana uygun görülen ile ya da ilçeye, sabah akşam karakola imzaya gidiyorsun, yahu sen orada nerede kalırsın, ne yer ne içersin kararı veren gestapo subayı kılıklı herifin ne umuruna, istersen orada geber… Sıkıyönetim komutanlarına kanun dilediği ve istediği insanları kendi sorumluluk bölgesine sürme yetkisi verdi, bu damı normal hukuktu ey zalimler ve destekçileri… Bu ülke öylesine garabet kararlara tanık ve alışkandır ki, sıkıyönetim komutanı talimatı ile avukatlık yetkisi bile kaldıran barolar oldu, ne diyelim bunlar normal hukuk düzeni (!!!) işleri tabii ki… Kamu görevlilerine işten el çektirme yine sıkıyönetim yasasının komutanlara verdiği bir yetkiydi, tam rezalet bir uygulama… Yeter ki komutan, emniyet ve asayiş bakımından gerek görsün, fertleri, aileleri, ya da grupları istediği yere sürmeye, ya da kendi sorumluluk sınırları içinde ikamet etmekten men etmeye kanunen yetkilidir, hadi siz şimdi kalkın bize o dönemde adalet daha adaletli dağıtılıyordu deyin, biz de size inanalım. Ha birde sakın şöyleydi böyleydi diye gak guk etmeyin, deyin evet ayıptı ama korktuk, imkânlarımızı kaybetmek istemedik vs. vs… Sakın ola o gün lazımdı bugün lazım değil gibi garabet savunmalarda yapmayın, sizin muhaliflerinizde çıkar, o gün lazım değildi bugün lazım der, konu tıkanır gider, bu olağanüstülük hiçbir zaman lazım değildir, lazım olmamalıdır…
Görüldüğü üzere, üzerinde muhalifleri ya da muvafıkları açısından “doğrudur” ya da “yanlıştır” değerlendirmesiyle çok tartışılan bu kabil bireysel ya da kitlesel sürgünler, Dersim sürgünlerinde de “kanun” marifetiyle kendisini göstermekte, peki, Dersim öncesinde ya da sonrasında yok mu, olmaz olur mu, durmak yok yola devam. Sür gitsin baba sür gitsin…
Doğal olmayan onlarca çeşit mahkemeler kuracaksınız, sonra bizim dönemimizde normal hukuk uygulandı diyeceksiniz, bu iddialara kargalar bile güler, hem de karakargalar bilesiniz… Bu aynı zevat, sıkıyönetim mahkemelerini kaldırdı yerine devlet güvenlik mahkemelerini kurdu, devlet güvenlik mahkemelerini kaldırdı yerine özel yetkili mahkemeleri kurdu, kolayca görüleceği üzere, muktedirlerin yürütmeleri nasıl ki isim olarak değişiyordu, hukukun müşahhas yüzü mahkemelerde sadece isim olarak değişiyordu,
Sonuç olarak; şimdilerde konjonktüre uygun düşmediği tespit edilen dün bizzat destek verenlerin bugün köstek vermesi ile, “28 Şubat” 1000 yıl sür(e)medi ama, istibdat ya da 12 Mart ya da 12 Eylülün, görünen o ki, insanlık var oldukça var edilmesi konusunda muktedirlerin gizli bir andının olduğu her halinden anlaşılmaktadır.
İşte değiştiği söylenen, iddia edilen hukukun durumu budur ve hiciv üstad-ı azamı Neyzen Tevfik’in Mustafa Kemal ile sohbetlerinden birinde, kendisine “Eee, Neyzen sen Osmanlı istibdadını da gördün, yaşadın, şimdi Cumhuriyeti de yaşıyorsun, sence değişikliler var mı” diye sorulması üzerine,“Olmaz mı Paşam, Olmaz mı” deyince paşa da çok sevinir ama Neyzen “eskiden sormadan asarlardı, şimdi ise sorarak asıyorlar” deyince buz gibi bir ortam oluşmuştur ve sanki bizim hikâyenin tespitini yapmıştır üstad-ı azam…