Geçen haftaki yazımda, muktedirlerin; şeytanı bile çileden
çıkaracak “sandıktan geldik, sandıkla
gideriz” kara propagandası üzerine görüşlerimi aktarmış idim, bunların
öncülleri de ardılları da birdir, aynıdır kesinlikle de aynı teranenin arkasına
sığınırlar, ahir ömrümüzde, “bulun 226
yı gelin” diyen somun pehlivanları ile başlayan bu yaklaşımların “sandıktan geldik” biçimine evrilmesi
son derece doğal ve kaçınılmazdır, literatürde bu yaklaşımların adının ne
olduğunu herkeste açıktan bilir, bu nedenle işin teorisine yönelik fazlaca
kelama gerek yoktur.
Hani çok sıkışınca ve gerçeklerin çarpıtılması ihtiyacı
doğunca kolayca ve rahatlıkla söylenen “sandıkla
geldik sandıkla gideriz” edebiyatı var
ya, hani sadece kendileri sandıkla gelmiş görüntüsü verip her şeyi yapma hakkı
elde ettikleri iddiasında bulunan bu zevatın öncüllerinden birisinin, sandıkla
gelip sandıkla gitmediği üzerine bir hikâyesi vardır ve bu hikâyeyi herkes
bilir ama unutmuş olanlara hatırlatmak, hafıza tazeletmek adına yazalım dedik…
Hani bu zevat Suriye’den demokratik adım atmasını talep ettikleri iddiası
taşıyorlar ya, kendilerinin destek aldıkları ya da kendilerini yırtarcasına
destekledikleri ya da üzerlerine toz kondurmadıkları Suudi Arabistan’da,
Katar’da demokrasi varmışçasına ya da bizim bunları bilemeyeceğimiz
düşüncesiyle bunları rahatlıkla söylerler ya kara propaganda adına ve
Göbbells’e inat… Hani meslek odalarının yönetimleri de seçimlerle gelmişlerdir
ama onların bu umurlarında değildir, neden, çünkü onlar ya da destekledikleri
seçilmemişlerdir öyleyse onlar seçimle gelmemişlerdir, hava ve tava bu işte
kendilerine göre…
Dönem 27 Mayıs cuntası sonrasıdır, siyaset arenasına güdümlü
sürülenler dışında bir de destekli sürülenler vardır ve bunlar siyaseti
önceleri kurallarına göre yapmaya başlasalar da, kuyruk sıkışınca kuyruk
sıkışıklık ölçüsünde toplumu sıkıştırmaya başlarlar, bu sıkışıklıkta
burjuvazinin temsilcisi sen olacaksın ben olacağım kavgası içinde, taşlar
yerine oturur, birisi uluslararası sermayenin ve yerli ortaklarının, diğeri de
Anadolu burjuvazisi diye adlandırılan, aslında diğerlerine kızarak yerine göz
dikenlerin, temsilcisi olmuş gibi pozisyon almayı tercih etmişlerdir… Bu renkli
simalardan birisi Süleyman Demirel diğeri de Necmettin Erbakan’dır… Dönemin
Amerikan destekli güçlü partisi AP (Adalet Partisi) dir ve cunta sonrası organize
olan ve Menderes’in DP (Demokrat Parti) sinin devamı iddiası ile politika
yürütmektedir, partinin başına da hemen cunta sonrası olduğundan cuntacıların tasfiye
etmelerine rağmen yine de hoşuna gidebileceği düşüncesi ile eski 3. Ordu
komutanlarından Ragıp Gümüşpala getirilmiştir, partinin ağır toplarından birisi
hatta en önemlisi ise Sadettin Bilgiç’tir ki, Bilgiç Ailesi, Süleyman
Demirel’in hemşehrisi olarak elinden tutup bürokraside ve siyasi hayatta
yükselmesinin yegâne aracıdır. Tarihe, sadece taraftarları tarafından “barajlar
kralı” ya da “baba” diye anılarak geçtiği iddia edilen Süleyman Demirel artık
Morrisonluğun kendisini kesmemesi üzerine, amerikanperverliğini daha iyi icra
edeceği ya da sergileyeceği evvela AP başkanlığı bilahare de Başbakanlık
koltuğu hedefi ile genel başkanlık yarışına girişince, rakibi konumundaki
Sadettin Bilgiç’in de Necmettin Erbakan ve arkadaşları tarafından desteklenmesi
ve nihayetinde de seçimi kaybetmeleri üzerine, Erbakan’ın aktif siyaset hayatı
şimdilik olmak kaydıyla sona eriyordu.
Necmettin Erbakan; 1956 da kurucuları ve ortakları arasında
olduğu “Gümüş Motor” şirketindeki
faaliyetlerine ve akademik kariyerine ağırlık verir bu boşluklarda, ancak
kaptan köşkünde bulunduğu şirketin, yanlış yatırımlar yapılması ve üretim
süreçlerindeki yaşanan mali ve idari problemlerde en büyük rolün kendisinde
olduğu kanısına varılınca, aralarında Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun
bulunduğu hissedar tarikatdaşları tarafından istifaya zorlanmış ve bir şekilde
de şirket ile ilişkisi kesilmiştir. “Gümüş Motor” Şirketinin adı da, tarikatın merkezinin
“Gümüşhane Tekkesi” olması hasebi ile düşünülmüş olup, tek ve en önemli üretimi
ise “Pancar motor”dur, önceleri darbecilerin de desteğini alan bu üretimler
çağa ve piyasa koşullarına uyamayınca hedeflenen gelişmeyi gösterememiştir ve
macera fiyasko ile sonlanmıştır.
Necmettin Erbakan’ın Süleyman Demirel ile arasının yukarıdaki
satırlarda bahsedildiği üzere bozulması konusu, Erbakan’ın taktik çekilmesi ile
dönem itibariyle görünürde tekrar düzelmiştir ve artık Başbakanlık koltuğunda
oturan Demirel’in desteğine de muhtaçlık söz konusudur, aralarındaki görece
barış sürecinde, Amerikan emperyalizminin elde alternatifler olmalı kabilinden
değerlendirmelerine müteallik mezkûr dönemde gizli destekleri almaya devam
edecektir, direk ya da endirek... Hatta o kadar destek almıştır ki Başbakan Demirel’den,
bir söyleşisinde kendisi için; “Benim çok yakın arkadaşım kendisi. Zaten onu
sanayi odası genel sekreterliğine de ben getirdim” diyebilecek kadar konuyu
derinleştirmiş ve tekzip edilmeyen bir açıklama bile yapmıştır.
Siyasi hayatta tutunabilmenin yolunun kendisi açısından,
Sanayi Odası içindeki faaliyetlerden geçtiği analizi neticesi, taa MNP (Milli
Nizam Partisi) ni kurana kadar, önce ve sırasıyla 1959 da İstanbul Sanayi Odası
Makine İmalatçıları Sanayi Meslek Komitesi Başkanlığına, 1966 yılında Genel Müdürü
olduğu Gümüş Motorları daha ehven şartlarda satabilmek için ithal kotalarını düzenleme
yetkisini elinde bulunduran Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığına, buradan
ise aldığı ya da alınmasında önemli rol aldığı kararların Odalar Birliği Genel
Sekreterliği tarafından uygulanmamasını engel görerek, bu kez de Genel
Sekreterlik görevi hedeftir ve gerçekleşir o da, bilahare de Genel Başkanlık
hedefe girince Genel Sekreterlik koltuğunu doldurduğu dönem içinde bunun
gerçekleşmesi için her türlü altyapının ve kulisin hazırlıklarını yapar ve
nihayetinde de o da gerçekleşir. Seçimlerin iptali konusunda yapılan girişimler
neticesinde, Danıştay; girişimcileri haklı bulur artık başkanlık yargı kararı
ile iptal edilmiştir, Danıştay girişimcileri haklı bulur bulmasına ama hani
“sandık ile geldik sandık ile gideriz” ve “hukukun üstünlüğüne inanırız”
diyenlerin öncülüdür ya, ortada yargı kararı olmasına rağmen başkanlığı bırakmaz
ve ne yazıktır ki başkanlık makamı bu işgalden emniyet güçlerinin birkaç günlük
çalışması neticesinde hak sahibine teslim edilmek üzere geri alınabilmiştir, işte
durum budur görüleceği üzere bu kafa seçimle gelir ama seçimle gitmek ister mi,
vallahi yukarıdaki hikâyeden anladığınız kadarı iledir bu sorunun cevabı… Bu
kafa için yargı kendi lehlerine karar verirse, o yargı kararıdır ve kutsaldır,
değilse asla ve kata uygulanmaya değmez ve batıldır, seçim kendilerini muzaffer
kılmış ise eğer, seçim meşrudur aksi takdirde zinhar…
Hikâyenin, ilim, irfan ve feyz bölümü yukarısıdır ancak
hatırlamayanlar için mezkûr zatın siyasi hayatının bir bölümünü daha geliştirip
bırakalım, bilindiği üzere TOBB ricatının üzerine aktif siyasi hayatta
tutunabilmek için bu sefer Demirel’in başında bulunduğu AP ye milletvekili
olmak hesabı ile kayıt yaptırmak ister ama oradan da geri çevrilir, artık bu
ilişki ile köprüler atılmalıdır, Konya bağımsız milletvekili adayı olarak seçime
katılır ve Konyalı tüccar ve Anadolu eşrafının büyük sermayeli esnaflarının büyük
desteğiyle milletvekili seçilir, derhal kendi partilerini kurmak üzere
çalışmalar başlar yoğun kulisler neticesinde, AP den transfer edilen birkaç
milletvekili ile birlikte Nakşibendîlerin, Nurcuların ve Kadirilerin ittifakla
desteğini alarak MNP (Milli Nizam Partisi) kurulur ve 1990 larda Başbakanlığı
kadar uzanacak bir siyasi serüven başlar… Partinin kurulmasına ön ayak
olanların ise, tarım ağırlıklı üretiminden sanayi ağırlıklı üretime yönelen
kapitalizmin Anadolu’da her geçen gün ekonomik durumları bozulan küçük sermaye
grupları, küçük toprak sahipleri, küçük esnaf ve zanaatkârlar; büyük kentlerde
ise her geçen gün daha da yoksullaşan muhafazakâr emekçi kesimler ile
Cumhuriyet’in laiklik adı altındaki uygulanan politikalarından muzdarip dindar
kesimler olduğu göz önüne alındığında bu siyasi hareketin nasıl bir seyir
izleyeceği taaa o günlerden belli idi, bu arada Amerikan Emperyalizminin toplumun
bu kesiminin de zaptu rapt altında tutulması öngörüsü adına Türkiye
Cumhuriyetinin Silahlı kuvvetlerinin en tepesindekilerin de vasıtası ve desteği
ile 12 Mart faşist darbesinden korkusu nedeniyle yurdu terk eden bugünkülerin
öncülü bu zat, 1971 de sığındığı İsviçre’den garantiler verilerek getirilip
tekrar parti kurulmasına zemin hazırlanmış ve bu destek tüm söylenenlerin
aksine sonuna kadar hiç değişmemiştir hatta o kadar ki bu destek ardılları
içinde bir hayli cömert kullanılmış ve bugünlere kadar da taşınmıştır.
Son söz, ne diyor; Mark Twain, seçimlerin yani sandığın
özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi”