Cumartesi, Eylül 21, 2013

ESTADIO VICTOR JARA


ESTADIO VICTOR JARA
(VICTOR JARA STADYUMU)
1970 li yıllarda Latin Amerika'nın en yoksul ülkelerinden Şili siyasal tarihi açısından önemli bir dönem yaşamaktadır, emek kutsallığı ve ulusal bağımsızlık, seçim beyannamelerinin en önemli başlıkları olan Unidad Popular (Halk Birliği) cephesi sosyalist lideri Salvador Allende seçimleri kazanmış ve hızlı bir biçimde radikal bir program uygulamaya başlamıştır, Şili’nin en önemli ihraç maddesi olan bakır madenleri kamulaştırılır ama dönem itibariyle Şili’deki “Amerikanın çocukları” başta faşist genelkurmay başkanı Augusto Pinochet olmak üzere, bir benzeri 7 yıl sonra 12 Eylülde canım yurdumda “Amerikan çocukları” vasıtasıyla yaşanacak, 11 Eylül 1973 tarihinde kanlı bir darbe gerçekleştirirler. Artık, ulusal bağımsızlık ve emekten yana, Şili’nin yoksul halkından yana kim varsa hedeftir, bu faşist sürülerince, başta başkent Santiago olmak üzere tüm Şili sokakları sürekavına sahne olmaktadır, tüm devrimciler, Üniversite öğrencileri, Sendikacılar, İşçiler, Sanatçılar, Bilim adamları, büyük ölçüde tutuklanmış, o kadar büyük tutuklamalara sahne olmuştur ki, karakolların, askeri ve sivil cezaevlerinin kapasitesi yetersiz kalmış stadyumlar, spor ve konferans salonları ve okullar adeta birer cezaevi, birer işkencehaneye dönüşmüştür. Şili’nin de her türlü baskıya, katliama karşı direnen, bağımsızlıktan yana emperyalizme ve faşizme karşı devrim sevdası ile akıl ve gönülleri dolmuş çocukları vardır, tıpkı canım yurdumdaki gibi, bu devrim sevdalıları büyük kırımlara uğramalarına rağmen, tıpkı bizim Mahirlerimiz, Denizlerimiz gibi Şili’nin de Zapataları görev başındadır, ayrıca bizdeki “halk ozanlarına” karşılık gelen “cantador” ları da görev başındadır…

Stadyumlar, artık Şili’de spor müsabakalarından başka işlere de yaramaktadır dedik ya, seyircilerin adeta büyülenmiş gibi, sanki trans halindeyken müsabaka izlenen alanlar olmaktan bir hayli uzaklaşmış, artık büyük konsantrasyonlarla itinayla insanları yok etme adresi konumundadır, başta Estadio Nacional de Chile (Şili ulusal stadyumu) olmak üzere…
 
Radyoda askeri marşların çalındığı, sokağa çıkma yasağının olduğu bir anda, işçi mahallelerine yağdırılan bombaların patlama sesleri arasında, Amerikanın çocuklarının yaptığı faşist darbeye direnen arkadaşlarının yanında olması kararını alan, İnka, Aztek kültürlerinin harmanı olan protest müzik çalışmalarının önemli temsilcisi Şilili Kızılderili Devrimci şarkıcı Victor Jara, üniversitedeki çalışma aslında direnme adresinde tutuklanır ve adeta bir toplama kampı olan, “Estadio Nacional de Chile”ye getirilir. Onu ne yazık ki çok hazin bir son beklemektedir. Şili'de görev yapan Sovyetler Birliği Pravda gazetesinden Vladimir Çernisev, Victor Jara'nın son anlarını şöyle anlatır; “Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, askerlerin ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor'un parmaklarını kırdılar. Artık gitar çalamıyordu, ama büyük acılarına rağmen zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.”

Victor Jara, tıpkı şiirlerinden besteler yaptığı dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Pablo Neruda gibi “Amerikanın çocukları” faşist general Agusto Pinochet’in emir-kumanda zinciri içerisinde yaptığı darbe döneminde katledilmiştir. Askerlerin büyük tehdidi neticesinde büyük bir sessizliğe bürünmüş stadyum, kadife sesli Victor Jara’nın Sergio Ortega’nın “venceremos” yani “kazanacağız” adlı parçasını söylemesi ile sessizliğini yırtmış ve stadyum dalga dalga onbinlerin müzik fırtınasına dönüşmüştür, faşist subayların cevabı ise, önce gitarı sonra Jara’nın parmaklarını kırmak ve bilahare de otomatik tüfeklerle taramak şeklinde olmuştur, bu tarama neticesinde Jara’nın vücudundan 44 adet mermi çıkarılmıştır, onbinlerin gözleri önünde katledilen Jara’nın cesedi ise birkaç gün sonra kolları ve dili bıçakla kesilmiş vaziyette Santiago’nun kenar mahallelerinin birinde, bir çöp bidonunda bulunur. Victor Jara’nın önce gitarıyla, parmaklarının tek tek kırılmasından sonra da sesinin çıkabildiği kadarıyla seslendirdiği “venceremos” adlı parçanın bir bölümü aşağıdadır.

Yırtıyor fırtına sessizliği
Ufuktan bir güneş doğuyor
Gecekondulardan geliyor halk
Tüm şili türküler söylüyor
Venseremos, venseremos!
Kıralım zincirlerimizi.
Venseremos, venseremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos.

Şili’de halk bugün savaşıyor
Cesaret ve halkın gücüyle.
Kahrolsun halkın katili cunta
Yaşasın "unitad popular"!
 
Venseremos, venseremos!
Kıralım zincirlerimizi.
Venseremos, venseremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos.
Faşist Pinochet ve avenesinin “stadyum katliamı”ndan sonra, stadyum kanlarından henüz temizlenmiş iken, Şili Ulusal Stadyumu’nda tarihin en ilginç maçlarından biri oynanacaktır, 1974 yılında Dünya Şampiyonası elemeleri için Şili milli futbol takımı Sovyetler Birliği ile karşılaşacak, ilk maç golsüz sona ermiş, rövanş maçı Şili’de yapılacaktır, eli kanlı darbecilerin de bastırmasıyla Şili Futbol Federasyonu, rövanş maçının Ulusal Stadyum’da oynanması için FIFA’ya başvurur, Amerikanın da fırıldak çevirmesiyle FIFA da başvuruyu kabul eder. Artık onbinlerce devrimci ile birlikte Victor Jara’nın da kanının döküldüğü bu stadyum, bunların hiçbiri yaşanmamış gibi, Şili-Sovyetler Birliği maçına ev sahipliği yapacaktır. Ancak, Sovyetler Birliği, büyük bir basiret gösterir, onbinlerce devrimcinin işkence gördüğü, katledildiği Stadyumda maç oynamayacağını FİFA ya bildirir ve maçın başka bir sahaya alınmasını  bir yazıyla ister, “Şili’de faşist bir ayaklanma sonucunda yasal hükümetin devrilmiş olduğu ve ülkede kanlı bir terör ve baskı rejiminin hüküm sürdüğü herkesçe bilinmektedir. Santiago Stadyumu futbol müsabakası oynanabilecek bir mekân olmaktan çıkarılmış, Şilili yurtseverlerin işkence gördüğü bir toplama kampına dönüştürülmüştür. Sovyet sporcuları Şili’li yurtseverlerin kanıyla bezenen bir stadyumda spor karşılaşmasına çıkmayı reddeder”. FIFA stadyumu bir heyet marifetiyle inceler ve “Stadyumun çimlerinin futbol oynamaya elverişli; sahanın ölçülerinin teknik standartlara uygun ve seyircilerin tribünlerinin düzenli ve temiz” ve Stadyumda “politik tutukluya rastlanmadığını, sadece hüviyetleri tespit edilememiş olan bazı şahısların alıkonulduğu”nu belirten bir rapor düzenlenir. Sovyetler Birliği maçı oynamak için gelmez, dünyada da bir örneği yaşanmamış ve yaşanmayacak bir rezalet ile Şili milli takımı maça çıkar ve rakip olmamasına rağmen gol bile atılır.
Victor Jara’nın “venceremos” diyen sesinin yankılandığı Şili Ulusal Stadyumu'na, Eylül 2003'te,  alçakça katledilişinin 30. yıldönümünde, “Estadio Víctor Jara” (Victor Jara Stadyumu) ismi verilir.
Ölümsüz anısı önünde saygıyla eğiliyoruz…
 

Salı, Eylül 17, 2013

İrfan Özbek - Yürü Bre Hızır Paşa

3F ( FADO – FİESTA – FUTBOL)

Canım Yurdumda, 2013–2014 futbol sezonu her türlü şaibeyi barındırarak ve bir türlü de bu durumdan kurtulmayı beceremeden sürüp gideceği haliyle başlamıştır. Canım yurdumda durum bu da sanki diğer ülkelerde durum farklı mı, kesinlikle hayır, çünkü futbolun bu kadar öne çıkarılması sistem zaaflarının kapatılması, yaşanan her türlü hayâsızlıkların gözlerden uzak tutulması çabası olup “cambaza bak yönteminin” en güzel ve etkili aracıdır. Kavli beladan beridir, büyük büyük stadyumlar yapılıp içine doldurulan yüz binlerce insana grup terapisi kabilinden afyondan geçirilme seansları düzenlenmekte olup, en büyük sıçramayı ise, bu formülün babaları İspanya’daki Faşist Franco ve Portekiz’deki faşist Salazar gerçekleştirmiştir.

Futbol; spor olmaktan ne yazık ki çıkarılmış ve işin içine milyonlarca doların girdiği bu kabil her müsabakada olabileceği üzere toplumları afyon terapisine tutulmuşçasına etkisi altına almaktadır, çünkü işin içinde artık büyük bahisler vardır büyük paralar vardır, aaa gerçi biri de çıkar, yahu amaç milleti uyutmak ise futbolla uyumazlarsa bu sefer basketbolu öne çıkarırlar, tıpkı ABD de olduğu üzere derse de buna itirazımız olmaz, maksat hâsıl olsun yeter muktedirler açısından diyerek… Bir diğeri de kardeşim biraz da bu toplum uyanık olsun hemen uyutulmaya hazır beklemesin der ise, bakın buna da itiraz edemem Vallahi… Ama nihayetinde bazı düşünürlerin söylediği üzere futbol kitleler üzerinde adeta bir din etkisi yaratmakta ve her geçen gün dini ritüel sayısı ile maç oynama sayısı neredeyse eşitlenmektedir…

Aslında yedekleri ile birlikte bakıldığında en fazla elemanı barındıran spor dalı olarak çok büyük kitleler tarafından izlenen ve ihtiyaç duyulan araçların ise harcıâlem olması nedeni ile de yapılması kolay ve izlemesi çok zevklidir futbol, bu yüzden büyük kitleler tarafından izlenir. Belki de bu yüzden para ve şovenizm bu kadar oturmuştur merkezine bu sporun…

Faşizmin ve Diktatörlerinin toplumları yönetirken, toplumun hayatın gerçeklerinden olabildiğince uzakta durmaları, toplumların gerçekleri görmesini değil rüyalar görmesini istedikleri için sıkça başvurdukları yöntem; Faşist diktatör Salazar Portekiz’inde Fado Fiesta Futbol, faşist diktatör Franco İspanya’sında Fiesta, Festival, Futbol formülü olmuş ve hayat bu bakış açısıyla şekillendirilmeye başlanmış ve bu formülde ilk 2 F si Fado müziği, fiesta eğlenceyi ifade etmektedir. Başkaları da çıkar ve 3F yi Fuhuş, Faşing ve Futbol diye de ifade ederse fazlaca itiraz etmem açıkçası. Hatta biri çıkar artık 3 F değil 4F vardır, hadi bakalım ekleyin Facebook’u da derse bu da makul bir önerme olarak kabul görür bence… Gerçek olduğu söylenen bir hikâyeden bahsedilir hep, faşist diktatör Salazar avenesine bir gün, “Bana onbinlerce insani uyutabileceğim bir beşik yapın” demiş ve bu talimat üzerine, derhal başkent Lizbon’da büyük bir stadyum yapılmış ve kendisine ülkeyi nasıl yönettiğini soranlara da bu büyük stadyumu göstererek “Futbol olmasaydı ben Portekiz’i yönetemezdim” dermiş… Bugünlerde ülkemizde de hiç te gereği yokken bu kadar çok ve büyük stadyum yapma girişimleri de bu fasıldan değerlendirmeli mi acaba? Kesinlikle ve tartışmasız doğru olan bir şey var, bir insanin, aylık ücretinin yarısını yakınını hafta sonları izleyeceği maç için bilet ve seyahat bedeli olarak harcamasının kolay kolay izah edilemeyeceğidir. Ne yazık ki, zaman zaman kendim de dâhil, insanlar futbol ile yatıp kalkmaktadır adeta, mezkûr insanlar arasındaki tek fark ise, bazıları uyanmayı becerebilmektedir…

Ancak muktedirler açısından bu sporun izleyicilerine yönelik, büyük bir hoş görü ile karşılanan her türlü saldırgan tavırlarının afyon terapisi konusunda aşama kaydettikleri aşikâr olup, normal hayatta olsa kesinlikle hapis cezaları ile sonuçlanacak her türlü hakaret, saldırı ve yaralama hatta öldürme fiilleri bile cezasız kalmaktadır. Buradan cesaretle maçlardan sonra mikrofon uzatılan küfürbaz ve saldırgan seyirciler “ne yapalım bu şekilde dejarj oluyoruz” deme cesareti gösterebiliyorlar, üzerine de TV lerin en önemli saatlerini işgal eden egoları gazlanmış ve şişirilmiş aslında kocaman birer hiç olan malum zevat tarafından da “seyirci haklı kardeşim” gibi subuk yaklaşımlarla topluma şirin gösterilmeye çalışılmakta, her bir gereksiz detaya müdahale etme gereği gören RTÜK denen sansür kuruluşundan ise ses çıkmamaktadır. Adeta 50 TL verip bilet alan herkes, karşısında olan herkese, beğenmediği hakem, yönetici, futbolcu, seyirci ayırımı yapmaksızın her istediğine küfür edebilme, saldırabilme ruhsatı/yetkisi almıştır. Tüm bu rezalete göz yumanlar işi o kadar uçuk noktalara getirmişlerdir ki, bir ambulans geçişi konusunda haddinden fazla geniş ve rahat davranan yetkililer, herhangi bir maç kutlaması için oluşan konvoylara adeta eskortluk yapılmasına prim vermektedirler. Bakıyorsun inanılmaz bütçelerle kurulan güvenlik ve izleme tesisleri neticesinde bu her türlü herzeyi yemiş zevat yakalanıyor, zannedersiniz ki ceza hukuku çalışacak nerde adeta dağ fare doğuruyor, “2 hafta maçlara girememe cezası”, komedi… Bu kutsanmışlık içinde bu kabil insanların bu kadar saldırganlıkla yetinmesini de bir kar olarak görmekten başka bir şansımız kalmamaktadır. Maçların yaratılan atmosferlerde oynanması esnasında normal hayatta son derece sakin, sessiz ve akıllı görünümlü deve dişi gibi insanların adeta kendilerini kaybedercesine illizyona kapılmaları ve örneğin 2 samimi arkadaşın karşıt takımların taraftarı olması halinde birbirlerine karşı takındıkları tavır mide bulandıracak noktaya tırmanmaktadır. Futbolun kendisinin afyon etkisi yaratmasının yanında asıl etkisi diğer olaylara türban geçirilmesine yol açabilmesi, muktedirler tarafından en fazla desteklenen ve köpürtülen yanıdır. Milli maç dönemlerinde, bu milli görevdir yorumu yapıp alkış bekleyen aktörlerin işin paraya döküldüğü prim tartışmaları tarafında milli görev yorumunu bir kenara bırakıp, şundan aşağı olmaz, bundan yukarı olmalı pazarlıklarına kolaylıkla girebilmeleri bile konunun ne türden bir milli görev algısına tekabül ettiğini göstermektedir. Futbolcuların çok büyük paralar ile transfer edilebildiği, Canım Yurdumda bile naklen yayın ihalesinin 2 milyar dolar civarında bir bilançoya ulaşabildiği, Rıdvan Dilmen gibi spor yorumcularına yıllık 5 milyon dolar ödenebildiği, kaldı ki bu zat gibi bu ülkede en az 25 milyon insan vardır, ortamlarda sporun toplumsallığı illizyon yaratmanın dışına asla ve kata çıkamayacaktır. Hiç unutmuyorum, Sovyetler Birliği döneminde katıldıkları 1982 dünya kupası finallerinde turnuva gol kralı olan futbolcusuna tebrik ve takdir için gönderilen 100 doları duyan bizim önemli zevatımızın hor görmeleri gazetelerin spor sayfalarını günlerce işgal etmişti, bu ekip etik, ahlak ve sporun erdemi üzerine koca koca laflar ettiklerini hemen unutabilmişlerdi… Şimdilerde bakıyorum da aynı zevat ortaya saçılan şike kayıtlarına, iddialarına ve mahkeme kararlarına karşın hala ve utanmadan “aman dikkat futbol çöker” gibi abuk subuk laflar etmekte, adeta aman futbol çökmesin de isterse toplumun tüm ahlaki değerleri çöksün demektedirler, ahlaksızlığın bu kadarı da ancak futbol yorumculuğu ile gerçekleşebilmektedir adeta… Ama bu işin de cılkı çıktı artık, eskiden bir maç izlemek için hafta sonu beklenirdi, şimdilerde her gün, her saat herhangi bir TV kanalında maç seyredilmek mümkün, buna paralel olarak ta afyon alma seansları uzamaktadır.

Artık dünya tek kutuplu dünya da oldu ya, sömürünün ve baskının artışına doğru orantılı bir biçimde daha da öne çıkarılıyor futbol haliyle, peki bu şişirilmiş ve abartılmış bütçelere dayanması mümkün mü, peki bu gidişle futbol çöker mi, bilemiyorum ama gelen sinyaller hiç te olumlu değil…

Son olarak; yıllar önce Devekuşu Kabare’de geceler oyununda duyduğum müthiş, “insanların rüya görmesini engellemeyin yoksa gerçekleri görürler” ile yakınlarda kaybettiğimiz futbol emekçisi Metin Kurt’un “Futbol borsada değil arsada oynanır” sözleri ile konuyu bağlayalım. Anlayana…


Çarşamba, Eylül 11, 2013

12 EYLÜL HUKUKU

(DÜN İYİ İDİ DİYENLERE)
Zulüm İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri; genelde Dünyaya özelde de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik tek hükümranlık politikaları çerçevesinde oluşturduğu “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde kuşağın coğrafyasına denk gelen ülkelerinden Türkiye’de 12.Eylül 1980 de; “içimizdeki Amerikan çocukları” ve tarihe eli kanlı 5’li çete olarak geçen ve tüm dünyada bir avuç destekçileri hariç nefretle kınanan faşist cunta tarafından bir darbe gerçekleştirilmiş ve Amerikan çıkarlarına hizmet etmede kusur yapmayacağı taahhüdünü yenilenerek, içine düşülen ekonomik krizden çıkmanın anahtarı gibi sunulan 24 Ocak kararlarının katıksız uygulanabilmesi için mıntıka temizliği yapalacağı sözü verilerek islamist politikaların ve politikacıların önü açılmıştır. Kemalizm bile hedef tutularak başlanan ve esasen de solun tüm renklerine kadar geniş bir yelpazede, inanılmaz bir intikam saldırısı olarak bilinen ve bugün ülkemizde yaşanan tüm sorunların temelini oluşturan bu faşist darbe, bugün temsilcileri konumundaki iktidar sahiplerine dikensiz gül bahçesi bırakan bu cunta ve başındaki faşistler bu ülkenin insanları tarafından asla ve kata unutulmamalıdır, unutulmamalıdır ki, ülkemizin son yüzyılda yaşadığı bu en büyük siyasi ahlaksızlık ve travma iyice anlaşılabilsin ve gelecek kuşaklara da anlatılabilsin. Yarattıkları tenkil, tedhiş ve tedip ortamı ile emperyalist talan, soygun ve yağmaya daha uygun alan açan “içimizdeki ABD’nin çocuklarından”, darbecilerinden, kontrgerillacılarından, gladiocularından hesap sorulmalıdır ve bugünkü ardılları olanlara da gerekli cevap verilip muhtemel gelişmeler için cesaretleri kırılmalıdır.

Bu baptan özetle anlaşılacağı üzere; bugün ülkemizde ne varsa 12 Eylül de kurgulanmış ve planlanmış olup, sendikal ve işçi hakkı daralmasından, özgürlük daralmasına kadar akla ne musibet geliyorsa mesnet ve gerekçe oluşturmuştur. Kısaca 12 Eylül halen devam etmektedir, günün gerekleri ve uluslar arası beklentiler bu yönde olduğu sürece de uzunca bir süre devam edeceği de anlaşılmaktadır.

Şimdi bakıyorum da bir kesim, bugün yaşananların canım Yurdumun geçmişinde hiç görülmediğinden dem vurarak sanki örtülü ve zımni bir 12 Eylül unutturmacasına çanak tutmaya çalışıyor, oysa dün de kötü idi bugün de kötü ve korkarım ki ahir ömrümüzde sosyal politikasını öne alan bir iktidar görmeyeceğiz herhalde. Ancak özellikle 12 Eylül döneminin, kelle avına çıkılmış paranoyasının bu kadar çabuk unutulması gelecek adına hepimizi açıktan korkutmalıdır, o günlerde yaşanan ve maalesef mecelleden bu yana hukuk nasibinin toplum adına hiç yaşanmamışları sahnelendi.

O dönem bir konuşmasında kendilerine muhtemel bir istihbarat ya da plan tatbikatı diktesi mucibince, eğer “5 Lİ ÇETE” yani MGK üyelerinden birine herhangi bir suikast yapılması halinde suikastı yaptığına karar verilen örgüt üyelerinin cezaevlerindeki tüm üyelerinin öldürüleceğinin kararını aldıklarını televizyondan tüm dünyaya açıklamıştı. Sonraları, dizginlerin uluslararası tertibin sözcüleri tarafından, taleplerine binaen görece serbest kalması ortamında da, ilk önce MHP milletvekillerinden Rıza Müftüoğlu’nun gündeme yeniden taşıması ve bilahare de sözde gazeteci Ali Kırca ile bir röportajında da hiç korkmadan tekrarlamıştır aynı görüşleri, “evet, Genelkurmayda böyle bir karar aldık ve bunu açıkladım ki, korksunlar, netekim bu yüzden de böyle bir şey de olmamıştır” diyerekten, ancak bir insanın cinnet halinde alabileceği bir kararı heyet olarak aldıklarının altını çizerek nasıl bir katliamı göze aldıklarını tekrarlamıştır. Peki, bunlar diğer tüm faşist diktatörler gibi böyle bir katliama hazır oldular diyelim, bunların gözünü kan bürümüş diyelim, çetenin başı Kenan Evren’e, hem de canım yurdumda hukuk adına ne varsa ayaklar altına almasına rağmen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2 Aralık 1982 tarih ve 4943 sayılı kararınca “Fahri Hukuk Doktoru” unvanının verilmesini hem de ittifakla alınan bir kararla verilmiş olmasını ve aynı gün her fakültenin dekanın, birer öğretim üyesinin, yüksekokul müdürlerinin ve rektör yardımcılarının katıldığı İstanbul Üniversitesi Senatosunca da hukuk doktorluğu yetmezmişçesine oy birliğiyle “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu (Honoris Causa)” verilmesini nasıl izah edeceğiz. Hani bugün adalet ne hale geldi diye hayıflanan, dövünen ve bağıranlara göre bu durum nasıl izah edilebilir acaba? Aman kimse bana o dönem başkaydı demesin lütfen, dün ile bugün arasındaki fark sadece şekildir… Hem de şimdilerde hukukçu diye ortalıklarda vızır vızır dolaşanların önemli bir bölümü bu rezalet paye taltifini öneren ve hazırlayanların rahle-i tedrisatından geçmişken, nasıl olurda bu görmezden gelinir, anlamak mümkün değil… Hele bir de kararın gerekçesine bir bakım, “Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren'e ilmi kıymet ve meziyetlerinin tebcili için "fahri profesörlük" payesinin tevcihine karar verilmiştir.” Tam bir rezalet…

Peki, hiç hukuk öğrenciliği yapmamış olanların bile kolayca bilebileceği üzere, örneklerinin yüzlerce yıl gerilerde kaldığı, hukukun en önemli düsturu suçun kişiselliğinin ayaklar altına alındığı bu davranışı bir üniversite hocası olarak, deve dişi kabilinden olan koca koca Prof lar, Doçentler bilmez mi idi? Bilmemeleri mümkün mü, bilirler hem de domuz gibi bilirler, ama yağcılık ve yalakalık unvanı kazanılma karşılığında düzenlenen bu kâğıt parçasının ne önemi vardır bu zevat için. Nasıl olsa kimse onlardan bu rezaletin hesabını soramazdı hatta sormayacaktı. Yaklaşık 5 yıldan beri, o dönemdeki İstanbul Üniversite’si Hukuk Fakültesi Fakülte kurulu üyeleri ile İstanbul Üniversitesi Senatosunu oluşturan bu zevatın kimler olduğunu öğrenme konusundaki tüm girişimlerim maalesef olumlu sonuçlanmamıştır. Çok merak ediyorum acaba bu heriflerden arta kalanlar kimler ve bunlardan hangileri nerelerde hangi paye ve unvanlarla görev yapıyorlar ya da akıldanelik ediyorlar, acaba geçmişte katkı verdikleri bu subuk karar için pişmanlık duyuyorlar mı vs. vs. görüşüme göre bunların her birinin adı unutulmamalı ve unutturulmamalı… Eğer yaşamıyorlarsa da mirasçılarından özür dileyerek tüm bu kelamları ediyorum, aralarında aklı başında insanların varolma ihtimalini göz önünde tutarak tabii ki. Tarihin her döneminde İstanbul Üniversitesi bu kabil gerici ve faşizan görüşlerin etkisi altında kalmıştır, ama bu seferki bu kadar da kolay açıklanacak cinsten değil Vallahi. İstanbul Üniversitesi alnındaki bu kara lekeden kurtulmak için behemehal, bu unvanı geri alma kararı almalıdır, aksi takdirde bu kamburla anılacaktır hep…

Neymiş demek ki, suç ile hiçbir ilişkisi olma ihtimali olan binlerce insanın katli için karar almış, diktatörlerin başı için örnek hukukçu anlamı da taşıyabilecek paye taltif kararı veren hukukçular da varmış geçmişte, şimdi de bol miktarda örneği olduğu üzere… Aslolan, demokratik, ahlakı yüksek ve hiçbir zaman utanç ve pişmanlık duyulmayacak kararlar üretebilmek, namusu asla tartışılamayacak karar üretecekleri yetiştirebilmek, aksi sadece ve sadece utanç müzelerinde resim olarak kalacaktır geleceğe… Üstelikte artık faşist askeri darbenin üstünden yaklaşık 1,5 yıl geçmiş artık, işkence de ölenler, sokakta sürek avı neticesinde öldürülenler, tutuklu sayılarının milyonu aşmış olması, idamların durmadan gerçekleşmesi gibi gayri hukuki keyfi uygulamaların ayyuka çıkmasına ve yok ben duymadım, yok ben görmedim demenin mümkün olmadığı bir ortamda olmasına rağmen bu rezalet yaşanmıştır.

Pazar, Eylül 08, 2013

MUTAVVA

Suudi Arabistan'da günlük yaşam içerisindeki tüm faaliyetlerin İslam dininin Vahabi yorumuna uygun olup olmadığını denetleyen din polisinin bilinen adı “Mutavva”dır ve genellikle 2 şerli ekip halinde, sakallı, cüppeli ve değnekli aynı zamanda asker ya da polis korumalı bir biçimde gezerler, insanların ve de özellikle kadınların ve yabancıların şeriat kurallarına uygun yaşayıp yaşamadıklarını denetlemek ve gerektiğinde ya da uygunsuzluk tespit edildiğinde derhal müdahale etmekle görevlidirler. Kısaca görev tanımları ne olursa olsun, pratik olarak, kadınların çarşaf giyip giymedikleri veya giymişlerse dahi kurallara ne kadar uygun giyindikleri, mutavva tarafından projektöre yakın gözlerle itina ile izlenir bu zındık, münkir ve münafık soylarının davranışı, ilaveten tam anlamıyla bir erkek toplum olsa bile, görev sadece kadına müdahale etmekle sınırlı olmayıp, namaz vakti sokakta gezenleri yakalayıp camiye namaza getirmek, vakit kaçmışsa da kaza namazı eda edilmesinin şartlarının yaratılmasından sorumludurlar. Hele hele Laikliğin kalesi diye adlandırdıkları Türkiye’den biri iseniz ve hafifte olsa kural ihlali yaptıysanız hele namaz kaçırdıysanız bunun burnunuzdan fitil fitil geleceği aşikârdır ama başta yabancılar olmak üzere kuralların sıkılığına itiraz eden yerlilerde işin kolayını bulmuşlar, hemen namaz vakti biniyorlar arabaya “seferi” duruma geçerek durumu savuşturuyorlar… Bir boyutu ile de, Osmanlının “istemezük” diye başkaldıran yeniçeri ocağı gibi dayatma sahibidirler, yönetime bile müdahale hakları vardır bir dereceye kadar, genel yönetimi fazlaca hedef tutmazlarsa “hacı kıran baş kesen” rolünü oynamalarına her daim müsamaha ile bakılmıştır. Bildikleri en önemli 2 kelime ise; “Hijappp” ve “Sela” olup, bu ülkede yaşanacaksa herkesin evvel emirde bilmesi gereken 2 kelimedir de aynı zamanda, biri örtün diğeri ise ezan anlamındadır.

Arapçada, itaat ettirmek, boyun eğdirmek kökünden üretilen “Mutavva” kelimesi ile bilinen bu dini polis ekibi, Suudi Arabistan’da “Fazileti yükseltme ve günahı önleme komisyonu” resmi adı ile anılmaktadır. Bu kelimelerin sihirli kıvrımına bakarak Suudi Arabistan’da çalışıp oranın cennet olduğunu düşünenler de din polisi diye bir şey yoktur olamaz da, diyorlar ama tabii ki bu itiraz “zevahiri kurtarmaya” yetmiyor…

Son dönemde basını sıklıkla işgal eden Suudi Arabistan mahreçli fetvalara bakılırsa, “Fazileti yükseltme ve günahı önleme komisyonu” nun görevleri sadece kadın-erkek ilişkilerine sıkışmış kalmış gibi görünmektedir, sanki bu komisyonun anayasasında; kadınlar edepsiz, hayasız, sadece erkek düşünürler ve düşkünüdürler, onları nasıl ayartırım, nasıl yoldan çıkarırım dışında bir şey düşünmezler, erkekler ise Alimallah korumasız(!!!), yolda yalnız yürüyen bir kadın görürlerse hemen saldırırlar, bir kadın ve bir erkek kamuya açık bir yerde dahi bir araya gelirlerse zina yapılır yaklaşımı, bulunmaktadır. Nedir bu kadın ve erkek ilişkisi üzerine bu saplantı pek anlaşılmaz ama kadın üzerine bu kadar titizlenmelerine rağmen her Suudi erkeği çok eşlidir, ne yaman çelişkidir… Bir de bu durumu savunurken “canım ne var onlarda sevgilileri ile gizli gizli benzer hayatı yaşıyorlar” demezler mi, gülermisin ağlarmısın… Nasıl bir algılama oluşuyor bu kafalarda acaba, kadın ve erkek söz konusu ise eğer, varsa yoksa cinsel ilişki, bir toplumun böyle düşünme saikiyle bu kabil örgütler oluşturuyor olması asla ve kata makul olamaz, çok muhtemel ki sıkıntılı bir ruh hali ya da anlaşılamayan bir dünyanın dışa vurumudur… Gerçi canım yurdumda da benzer manzaralar fazlaca yaşanıyor ama görmek isteyene, kadın kameramanın görünen topuklarından tahrik olan milletvekillerinden başlayan, aynı denize giren kadın ve erkek zina yapmaktadırlar görüşüne kadar subuk düşünceler basında sıkça boy göstermekte ancak önemli bir kitle bu durumu görmek istememektedir ya da makul karşılamaktadır.

Suudi Arabistan’da çalıştığımız dönemde bir akşam bir AVM de dolaşırken, birden yanındaki askerlerle birlikle bodozlama üzerimize gelen mutavvalardan, pasaport kontrolü sonrasında neden durdurulduğumuzu sorunca “kadınlara bakıyorsunuz” gibi yanıt alınca, gülermisin ağlarmısın, bir şey de diyememe noktasında, ülkeye henüz giriş yapmamızın hoşgörülme gerekçesi oluşturması hasebiyle, sert uyarılarda bulunarak yanımızdan ayrılışlarını müteakip arkadaşlarla etrafımızda kadın olup olmadığı sorusunu birbirimize sorarak gülmüştük, oysaki etrafımızda bulunan kadınların hiçbir taraflarının açıkta olmaması nedeniyle, genç mi, yaşlı mı, çocuk mu ya da gerçekten kadın mı olduklarını bilebilmek için müneccim olmanın kaçınılmazlığı ortadayken… Ayrıca bu mutavva’ların bir başka ulvi görevi daha var, ülkeye yabancı menşeli gazeteler bunların denetimde girmekte ve büyük bir özenle ve üşenmeden, kendi kurallarına uygun giyinmemiş kadınların poz verdikleri gazete haberlerinin boyanarak sansürlenmesi, eskaza boyanmamış mezkür fotolardan birinin olması durumunda bu işle görevli kişilerin cezalandırılması bu baptan olup, bu ahvalde gel de gazete okumaktan keyif al, gazeteler bir geliyor önemli bir bölümü boyanmış, boya başka taraflara da bulaşmış, ne gam…

Suudi Arabistan’da öğrenebildiğimiz kadarı ile yaklaşık 25.000 Mutavva’nın varlığından bahsedilmektedir sayının azlığı önemsenmelerini hafifletmez yaklaşık 5.000 prensin olduğu bir ülkede bunların etkinlikleri inanılmazdır. O kadar etkindirler ki, 2002 yılında Mekke’de bir kız okulunda çıkan bir yangından kurtulmaya çalışan 15 genç kızın, dini kurallara uygun giyinmedikleri yani çarşaf ve başörtüsü giymedikleri gerekçesiyle, dışarıya çıkmalarına izin verilmemiş hatta çıkmaya çalışanları da döverek içeriye tekrar sokmuşlar ve hatta itfaiye ekipleri tarafından kurtarılmaları da engellenmiş, itfaiye ekiplerine “kızlar uygun giyimli değil içeriye giremezsiniz, onlara dokunamazsınız” diyerek ölümlerine yol açılmıştır.  Peki, sonuç ne oldu derseniz çocukların ailelerinden az biraz tepki o kadar. Tıpkı bizdeki Konya yatılı kurs misali, konu kapandı gitti…


Suudi Arabistan’da Vahabi öğretisinin getirdiği katı kurallar toplumsal yaşamın en önemli damgası olup mahremiyet çok büyük öneme haiz olup, restoranlar, AVM’ler, kafeler mutlaka aileler için ayrı bir alan düzenlemekte hatta bir kısmı ayrı giriş kapılarına sahiptirler. Canım Yurdumun bir dolu kentinde benzer görüntüler yaşanmakta ve korkarım ki bu görüntüler durmadan da artacaktır çünkü katı ve metodik dinsel yorumlara dayalı, hayata bu cenahtan nizam verme iştah ve arzusu arttıkça benzer tanıklıklarda artacaktır. Muktedirlerin her gün her an herhangi bir şeyleri bahane ederek yeni düzenlemelere yönelmesi de ne yazık ki kanıksanır hale gelmekte ve şeriata pupa yelken rota tutturma konusunda toplumsal fren oluşturması beklenen bariyerlerde birer birer aşılmaktadır. 

Pazartesi, Eylül 02, 2013

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

DEJAVU
Dünya kaynaklarının sömürülmesi için ABD ve AB tarafından kurgulanan ve yürütülen politikaların acımasızlığı ve kaynak daralmasına paralel acımasızlığın daha da artmasına tepki olarak sömürüye ve baskıya direnen unsurlara rağmen savaş, katliam ve soykırımlar ne yazık ki devam etmektedir. Emperyalizmin yeni sömürgecilik evresinde oluşturduğu talan ortamında, talep edilen barış ve demokrasinin de anlamı, geniş kitleler tarafından yoğun savaş histerisinin yarattığı kara propaganda karşısında pek anlaşılamamaktadır. Uyuşmazlıklara, sömürüye karşı duruşlara, emperyalizmin kendi ekonomik gerçeklerinden ötürü adaletli olması ya da en azından hoşgörülü olması, anlaşmazlıklara barışçıl ve adil çözümler araması gibi bir şık hiç olamamaktadır ve de bu düzen sürdüğü sürece de olamayacaktır. Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları, uyuşmazlıklara, anlaşmazlıklara, adaletli ve barışçı çözüm taleplerine karşı, tüm dünyada silahlı güce dayalı baskı, şiddet, savaş ve yok etme yöntemlerine, sömürünün devam edebilmesi adına sürekli başvurmaktadır. Salt bu yüzden; barış, demokrasi, eşit ve adil paylaşım, sömürüye karşı durma, insan hakları söylemi; Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları tarafından hoş görülmeyecek ve yok edilecektir.
Bugünlerde de; canım yurdumun muktedirleri tarafından da yürütülen BOP eşbaşkanlığının, Savunma Sanayi destekleme fonu, Milli Savunma Bakanlığı bütçesinden direk ve endirekt, örtülü ödeneklerden gerek iç savaşa gerekse de dış savaşlara aktarılan, hem de yoksulluk ve yolsuzluklar içindeyken, mali büyüklükler barış adına moral bozucu noktalardadır ne yazık ki… Bu duruma bakmaksızın eşbaşkanlığın görevi adına önce Tunus, sonra Libya daha sonra Mısır şimdi de Suriye’de her türlü katakulliye yatıp, savaş çığırtkanlıkları yapmaktadırlar, hem de öyle bir çığırtkanlık ki, adamları sınırlı operasyon bile kesmiyor, sonuna kadar taş taş üstünde, baş baş üstünde kalmasın edasıyla bağırıp duruyorlar.  Emperyalistler ve bu coğrafyadaki yalakaları Irak’ta kimyasal silah vardır diye ortaya attıkları yalanlara benzer yalanlarla adeta hepimizi keriz yerine koyarak şimdi de Suriye’yi “kimyasal silah kullandı” palavralarıyla, yakmanın, yıkmanın idmanlarını yapıyorlar. Bir yandan “BM’in Kimyasal Silahları Araştırma Heyetinin raporunu bekliyoruz” deyip aynı anda içerideki terör faaliyetlerine destek verip diğer yandan saldırı hazırlıklarını tamamlıyorlar ve bizim niyetlerini anlamadığımızı varsayarak bize de hikâye anlatıyorlar, yok kongreden karar çıkacakmış, yok BM güvenlik konseyinden karar çıkacakmış vs. vs. yahu be adamlar bizimkilerin ne dediğini görmüyor musunuz sizin adınıza…  Türkiye dış işlerine hakim zihniyetin batılı mahfillerin fikirlerine angaje olmuşluğu bu seviyede olunca, yapılacak bir şey kalmıyor geriye…
Bu yazı kaleme alınırken “1 Eylül dünya barış günü” etkinlikleri sona ermiş, belki de emperyalist güçler ve bu topraklardaki işbirlikçileri tarafından komşumuz Suriye’ye büyük bir saldırı başlamış ta olabilecektir.
Canım Yurdumun çok uzun yıllardır kaderine hakim olan batılıların çıkar ve saldırı politikalarına angaje zihniyet, hep kendini bir önceki dönemin devamı ve takipçisi diye adlandırmıştır ve adeta noter görevi yapan vatandaşımızın da teveccühüne mazhar olmuştur. Mevcut muktedirlerin öncül tayini yaptıkları 1980’lerin muktediri Turgut Özal’ın Irak’a karşı nasıl husumet gösterdiği uluslar arası sömürü çarkının jandarmasının saldırgan politikasına nasıl eklemlendiğini herkesin dün gibi hatırlayacağını bildiğimden, mevcutların en önemli öncül saydıkları Adnan Menderes’in bu konudaki nasıl bir öncül olduğunu gösteren “Kore Savaşı”nı yazmak istiyorum.
Demokrasi, özgürlük ve insan hakları vaat ederek 1950 yılında iktidar olan DP (Demokrat Parti) ve Adnan Menderes, sanki iktidara gelişinin 2. ayını kutluyormuşçasına bir skandal karara imza atmış, Büyük Millet Meclisine danışmadan, üstelikte anayasa emri olmasına rağmen meclis kararına ihtiyaç duymamış, hatta muhalefet partilerine bile görüş sormaksızın, savaşa dâhil olma kararı almıştır.
Dünya halklarının emperyalizmin sömürüsü altında bulunmayı ret etmeleri her zaman olduğu üzere, emperyalist jandarma ABD nin gadrine uğramaları için yeterli bir neden oluşturmuştur. 2. paylaşım savaşı sonuçlandığında mağluplardan Japonya işgal ettiği Kore topraklarından çekilmekteydi, benzerlerinin Avrupa kıtasında da yaşandığı üzere Kore Korelilerin tüm karşı çıkışına rağmen ne yazık ki Kuzey ve Güney Kore diye 2 ye bölünmüştü, Güney Kore’nin Amerikan, Kuzey Kore’nin de Sovyetler Birliği desteği aldığı aşikâr olup, Kuzeyde 1948'de Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nin oluşması ve izlenen sağlıklı politikalar ile Güney Kore’de aynı politikaların cazibesi artmıştır. Bu bağlamda yaşanan iç savaşa, ABD önderliğindeki emperyalist takım mezkûr coğrafyaya müdahale etmek ve olası politik ve psikolojik sorunları oluşmadan boğmak ister. Bu uğurda da bu olay öncesinde ve sonrasında, her daim ABD’nin bir bakanlığı gibi çalışmakta olan Birleşmiş Milletler “Güvenlik Konseyi” daimi üye Sovyetler Birliğinin katılmadığı bir toplantıda Kore’ye asker gönderme kararı alır ve savaşın resmen tarafı olur.  ABD ve Müttefiklerinin savaşa katılması ile artık savaş uluslar arası bir hal almıştır, bir tarafta ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Filipinler, Fransa, Hollanda, Türkiye, Yeni Zelanda, Belçika, Lüksemburg, Yunanistan, Tayland ve Güney Afrika, diğer tarafta ise Çin ve Sovyetler Birliği savaşın aktif savaşanlarıdır. Skandal karar neticesi savaşa katılan Türkiye ise; 4.500 kişilik kuvvetle katılır ve ne yazık ki 37 subay, 26 astsubay, 658 er olmak üzere toplam 721 şehit, 2147 yaralı, 346 hasta, 234 esir ve 175 kayıp vererek savaşı tamamlar.
Muhalefet ise savaşa katılma kararının alınma şekli dışında herhangi bir şeye itiraz etmez sadece Meclis kararı alınmadı diye gensoru verilir, ama bugünkülerin benzeri bir tablo o günde hâkimdir ve Başbakan Adnan Menderes; yeni güvenlik konsepti gereği Türkiye’nin NATO’ya girmesinin kaçınılmazlığı iddiasıyla, girişi hızlandırmak ve kolaylaştırmak için bu kararı aldıklarını ve bunun için Meclis kararı almaya lüzum görmediklerini açıklarken; “Kore savaşına katılma kararı Bakanlar Kurulunun ittifak kararıyla alınmış, anayasanın ihlali söz konusu değildir, biz gördük ki ülkemizin selameti uzun vadede sayısız riski göze almada ve dış politikadaki inisiyatiflerimizi korumada yatmaktadır” demiş ve üslubu ve içeriği bugüne aynen miras bırakmıştır.
Diğer taraftan tıpkı bugün olduğu üzere aktif olarak barışı savunanlar ağır saldırılara hedef olmuşlar, Barışseverler Cemiyeti bildiriler dağıtarak ciddi biçimde gizlenmiş olan bu kararı halka duyurmuşlar ve Barışseverler Cemiyeti üyeleri “kararı tenkit etmek, milli mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici beyanname neşretmek” ile suçlanırlar ve Askeri mahkemede yargılanırlar ve sonuçta da 3 yıl 9 ay hapse mahkûm oldular; askeri temyiz mahkemesinin kararı bozması ile 15 ay hüküm giydiler.
Büyük şair Nazım Hikmet; Kore’de şehit olan bir subayın Menderes’e söyledikleri diye aşağıdaki şiiri yazar.
DIYET
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki gözünüzle bakarsınız,
İki kurnaz,
İki hayın,
Ve zeytini yağlı iki gözünüzle
Bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
Ve topraklarına çiftliklerinizin
Ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki elinizle okşarsınız,
İki tombul,
İki ak,
Vıcık vıcık terli iki elinizle
Okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
Dövizlerinizi
Ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
İki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
Ve bütün kaygınız
İki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
Halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
 
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
Vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
Ve ben al kan içinde ölürken
Çığlığımı duymamanız için
Kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
Ölüler otomobilden hızlı gider,
Kör gözlerim,
Kopuk ellerim,
Kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum Adnan Bey,
Göze göz,
Ele el,
Bacağa bacak,
Diyetimi istiyorum,
Alacağım da.

Cumartesi, Ağustos 24, 2013

BİR SANDIKLA GELME HİKÂYESİ

Geçen haftaki yazımda, muktedirlerin; şeytanı bile çileden çıkaracak “sandıktan geldik, sandıkla gideriz” kara propagandası üzerine görüşlerimi aktarmış idim, bunların öncülleri de ardılları da birdir, aynıdır kesinlikle de aynı teranenin arkasına sığınırlar, ahir ömrümüzde, “bulun 226 yı gelin” diyen somun pehlivanları ile başlayan bu yaklaşımların “sandıktan geldik” biçimine evrilmesi son derece doğal ve kaçınılmazdır, literatürde bu yaklaşımların adının ne olduğunu herkeste açıktan bilir, bu nedenle işin teorisine yönelik fazlaca kelama gerek yoktur.

Hani çok sıkışınca ve gerçeklerin çarpıtılması ihtiyacı doğunca kolayca ve rahatlıkla söylenen “sandıkla geldik sandıkla gideriz” edebiyatı var ya, hani sadece kendileri sandıkla gelmiş görüntüsü verip her şeyi yapma hakkı elde ettikleri iddiasında bulunan bu zevatın öncüllerinden birisinin, sandıkla gelip sandıkla gitmediği üzerine bir hikâyesi vardır ve bu hikâyeyi herkes bilir ama unutmuş olanlara hatırlatmak, hafıza tazeletmek adına yazalım dedik… Hani bu zevat Suriye’den demokratik adım atmasını talep ettikleri iddiası taşıyorlar ya, kendilerinin destek aldıkları ya da kendilerini yırtarcasına destekledikleri ya da üzerlerine toz kondurmadıkları Suudi Arabistan’da, Katar’da demokrasi varmışçasına ya da bizim bunları bilemeyeceğimiz düşüncesiyle bunları rahatlıkla söylerler ya kara propaganda adına ve Göbbells’e inat… Hani meslek odalarının yönetimleri de seçimlerle gelmişlerdir ama onların bu umurlarında değildir, neden, çünkü onlar ya da destekledikleri seçilmemişlerdir öyleyse onlar seçimle gelmemişlerdir, hava ve tava bu işte kendilerine göre…

Dönem 27 Mayıs cuntası sonrasıdır, siyaset arenasına güdümlü sürülenler dışında bir de destekli sürülenler vardır ve bunlar siyaseti önceleri kurallarına göre yapmaya başlasalar da, kuyruk sıkışınca kuyruk sıkışıklık ölçüsünde toplumu sıkıştırmaya başlarlar, bu sıkışıklıkta burjuvazinin temsilcisi sen olacaksın ben olacağım kavgası içinde, taşlar yerine oturur, birisi uluslararası sermayenin ve yerli ortaklarının, diğeri de Anadolu burjuvazisi diye adlandırılan, aslında diğerlerine kızarak yerine göz dikenlerin, temsilcisi olmuş gibi pozisyon almayı tercih etmişlerdir… Bu renkli simalardan birisi Süleyman Demirel diğeri de Necmettin Erbakan’dır… Dönemin Amerikan destekli güçlü partisi AP (Adalet Partisi) dir ve cunta sonrası organize olan ve Menderes’in DP (Demokrat Parti) sinin devamı iddiası ile politika yürütmektedir, partinin başına da hemen cunta sonrası olduğundan cuntacıların tasfiye etmelerine rağmen yine de hoşuna gidebileceği düşüncesi ile eski 3. Ordu komutanlarından Ragıp Gümüşpala getirilmiştir, partinin ağır toplarından birisi hatta en önemlisi ise Sadettin Bilgiç’tir ki, Bilgiç Ailesi, Süleyman Demirel’in hemşehrisi olarak elinden tutup bürokraside ve siyasi hayatta yükselmesinin yegâne aracıdır. Tarihe, sadece taraftarları tarafından “barajlar kralı” ya da “baba” diye anılarak geçtiği iddia edilen Süleyman Demirel artık Morrisonluğun kendisini kesmemesi üzerine, amerikanperverliğini daha iyi icra edeceği ya da sergileyeceği evvela AP başkanlığı bilahare de Başbakanlık koltuğu hedefi ile genel başkanlık yarışına girişince, rakibi konumundaki Sadettin Bilgiç’in de Necmettin Erbakan ve arkadaşları tarafından desteklenmesi ve nihayetinde de seçimi kaybetmeleri üzerine, Erbakan’ın aktif siyaset hayatı şimdilik olmak kaydıyla sona eriyordu.

Necmettin Erbakan; 1956 da kurucuları ve ortakları arasında olduğu “Gümüş Motor” şirketindeki faaliyetlerine ve akademik kariyerine ağırlık verir bu boşluklarda, ancak kaptan köşkünde bulunduğu şirketin, yanlış yatırımlar yapılması ve üretim süreçlerindeki yaşanan mali ve idari problemlerde en büyük rolün kendisinde olduğu kanısına varılınca, aralarında Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun bulunduğu hissedar tarikatdaşları tarafından istifaya zorlanmış ve bir şekilde de şirket ile ilişkisi kesilmiştir. “Gümüş Motor” Şirketinin adı da, tarikatın merkezinin “Gümüşhane Tekkesi” olması hasebi ile düşünülmüş olup, tek ve en önemli üretimi ise “Pancar motor”dur, önceleri darbecilerin de desteğini alan bu üretimler çağa ve piyasa koşullarına uyamayınca hedeflenen gelişmeyi gösterememiştir ve macera fiyasko ile sonlanmıştır.

Necmettin Erbakan’ın Süleyman Demirel ile arasının yukarıdaki satırlarda bahsedildiği üzere bozulması konusu, Erbakan’ın taktik çekilmesi ile dönem itibariyle görünürde tekrar düzelmiştir ve artık Başbakanlık koltuğunda oturan Demirel’in desteğine de muhtaçlık söz konusudur, aralarındaki görece barış sürecinde, Amerikan emperyalizminin elde alternatifler olmalı kabilinden değerlendirmelerine müteallik mezkûr dönemde gizli destekleri almaya devam edecektir, direk ya da endirek... Hatta o kadar destek almıştır ki Başbakan Demirel’den, bir söyleşisinde kendisi için; “Benim çok yakın arkadaşım kendisi. Zaten onu sanayi odası genel sekreterliğine de ben getirdim” diyebilecek kadar konuyu derinleştirmiş ve tekzip edilmeyen bir açıklama bile yapmıştır.

Siyasi hayatta tutunabilmenin yolunun kendisi açısından, Sanayi Odası içindeki faaliyetlerden geçtiği analizi neticesi, taa MNP (Milli Nizam Partisi) ni kurana kadar, önce ve sırasıyla 1959 da İstanbul Sanayi Odası Makine İmalatçıları Sanayi Meslek Komitesi Başkanlığına, 1966 yılında Genel Müdürü olduğu Gümüş Motorları daha ehven şartlarda satabilmek için ithal kotalarını düzenleme yetkisini elinde bulunduran Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığına, buradan ise aldığı ya da alınmasında önemli rol aldığı kararların Odalar Birliği Genel Sekreterliği tarafından uygulanmamasını engel görerek, bu kez de Genel Sekreterlik görevi hedeftir ve gerçekleşir o da, bilahare de Genel Başkanlık hedefe girince Genel Sekreterlik koltuğunu doldurduğu dönem içinde bunun gerçekleşmesi için her türlü altyapının ve kulisin hazırlıklarını yapar ve nihayetinde de o da gerçekleşir. Seçimlerin iptali konusunda yapılan girişimler neticesinde, Danıştay; girişimcileri haklı bulur artık başkanlık yargı kararı ile iptal edilmiştir, Danıştay girişimcileri haklı bulur bulmasına ama hani “sandık ile geldik sandık ile gideriz” ve “hukukun üstünlüğüne inanırız” diyenlerin öncülüdür ya, ortada yargı kararı olmasına rağmen başkanlığı bırakmaz ve ne yazıktır ki başkanlık makamı bu işgalden emniyet güçlerinin birkaç günlük çalışması neticesinde hak sahibine teslim edilmek üzere geri alınabilmiştir, işte durum budur görüleceği üzere bu kafa seçimle gelir ama seçimle gitmek ister mi, vallahi yukarıdaki hikâyeden anladığınız kadarı iledir bu sorunun cevabı… Bu kafa için yargı kendi lehlerine karar verirse, o yargı kararıdır ve kutsaldır, değilse asla ve kata uygulanmaya değmez ve batıldır, seçim kendilerini muzaffer kılmış ise eğer, seçim meşrudur aksi takdirde zinhar…

Hikâyenin, ilim, irfan ve feyz bölümü yukarısıdır ancak hatırlamayanlar için mezkûr zatın siyasi hayatının bir bölümünü daha geliştirip bırakalım, bilindiği üzere TOBB ricatının üzerine aktif siyasi hayatta tutunabilmek için bu sefer Demirel’in başında bulunduğu AP ye milletvekili olmak hesabı ile kayıt yaptırmak ister ama oradan da geri çevrilir, artık bu ilişki ile köprüler atılmalıdır, Konya bağımsız milletvekili adayı olarak seçime katılır ve Konyalı tüccar ve Anadolu eşrafının büyük sermayeli esnaflarının büyük desteğiyle milletvekili seçilir, derhal kendi partilerini kurmak üzere çalışmalar başlar yoğun kulisler neticesinde, AP den transfer edilen birkaç milletvekili ile birlikte Nakşibendîlerin, Nurcuların ve Kadirilerin ittifakla desteğini alarak MNP (Milli Nizam Partisi) kurulur ve 1990 larda Başbakanlığı kadar uzanacak bir siyasi serüven başlar… Partinin kurulmasına ön ayak olanların ise, tarım ağırlıklı üretiminden sanayi ağırlıklı üretime yönelen kapitalizmin Anadolu’da her geçen gün ekonomik durumları bozulan küçük sermaye grupları, küçük toprak sahipleri, küçük esnaf ve zanaatkârlar; büyük kentlerde ise her geçen gün daha da yoksullaşan muhafazakâr emekçi kesimler ile Cumhuriyet’in laiklik adı altındaki uygulanan politikalarından muzdarip dindar kesimler olduğu göz önüne alındığında bu siyasi hareketin nasıl bir seyir izleyeceği taaa o günlerden belli idi, bu arada Amerikan Emperyalizminin toplumun bu kesiminin de zaptu rapt altında tutulması öngörüsü adına Türkiye Cumhuriyetinin Silahlı kuvvetlerinin en tepesindekilerin de vasıtası ve desteği ile 12 Mart faşist darbesinden korkusu nedeniyle yurdu terk eden bugünkülerin öncülü bu zat, 1971 de sığındığı İsviçre’den garantiler verilerek getirilip tekrar parti kurulmasına zemin hazırlanmış ve bu destek tüm söylenenlerin aksine sonuna kadar hiç değişmemiştir hatta o kadar ki bu destek ardılları içinde bir hayli cömert kullanılmış ve bugünlere kadar da taşınmıştır.

Son söz, ne diyor; Mark Twain, seçimlerin yani sandığın özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi”

Cuma, Ağustos 16, 2013

KURTULUŞA İNANMIŞLIĞIN PORTRESİ

                                            MUSTAFA ÖZENÇ

Arkadaşlarına yazdığı son mektup

“Ben hiçbir karşılık gözetmeksizin, kendimi Türkiye emekçi halklarının sömürü, baskı ve zulme karşı verdikleri “insanca yaşama” mücadelesine adadım.
Bizatihi emperyalizm tarafından yönlendirilen oligarşinin resmi, sivil tüm güçleriyle halka karşı ilan ettiği sindirme, köleleştirme, yok etme savaşına karşı Türkiye halklarının “DEVRİMCİ YOL”unda mücadele ettim.
Yürüdüğüm yolun engebeli, dolambaçlı ve sarp olduğunu biliyordum. Doğruluğuna inandığım bu yolda ilk düşen de ben değilim. Son düşen de olmayacağım. Bu savaş kurtuluşa kadar sürecektir.
İnsanlığın bu onurlu savaşında bir sıra neferi olarak ölmek, ölümlerin en yücesidir.
Er ya da geç... Zafer Türkiye emekçi halklarının faşizme karşı birleşik devrimci savaşının olacaktır.
Her zaman için onur duyduğum, birlikte olduğumuz Türkiye emekçi halklarının kurtuluşu uğrunda omuz omuza çarpıştığımız Devrimci Yol saflarından beni ancak ve ancak ölüm ayırabilirdi. Ki bu da, geride mücadelemizi “kurtuluşa kadar” sürdürecek yoldaşlar olduğu müddetçe, şerefli bir nöbet teslimi olarak, beni hiçbir şekilde korkutacak bir olay değildir. Ancak istemeyerek bu nöbeti teslim ettiğim için üzüntü duyabilirim. Türkiye'de devrim yapmak için yola çıkan siyasi hareketimiz, izlediği doğru eylem ve mücadele çizgisiyle kısa sürede büyük mesafeler katetmiş ve emekçi kitlelerin büyük sempati ve güvenini kazanabilmiştir. Bu arada çeşitli eksikliklerimiz dolayısıyla sınıflar mücadelesinde yetişmek olanağı bulamadığımız olaylar olmuştur.
Devrimci Hareketimizin kazandığı prestijde hiç kuşkusuz, yiğitçe çatışarak, ya da işkence tezgâhlarında direnip sır vermeyerek, ölen, sakat kalan ve zindanlara tıkılan yoldaşlarımızın payı çok büyüktür. Ne yazık ki yiğit yoldaşlarımızın kanı pahasına sağlanan bu prestije gölge düşüren, devrimci hareketimize önemli ölçüde zarar veren dönekler ve hainler de çıkmaktadır. Bunlar zora gelince “paçayı kurtarma” düşüncesiyle bir anda Türkiye emekçi halklarına karşı sorumluluklarını unutmakta ve acizlikleriyle hem kendilerini hem de diğer birçok kişiyi utanacak duruma düşürmektedirler. İşin ilginç yanı böyle alçaklar, genellikle fazla işkence görmekten ziyade, psikolojik zayıflıktan dolayı çözülmektedirler.
Her şeye karşın Devrimci Hareketimizin bu sorunların üstesinden geleceğine ve Türkiye Halklarının kurtuluş bayrağını oligarşinin burçlarına dikeceğine olan inancım tamdır.
Bu inançla sizleri selamlar, devrim yolunda başarılar diler ve satırlarımı büyük devrimci CHE'nin şu sözleriyle bitiririm:
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin
Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa
Ve silahlarımız elden ele geçecekse,
Başkaları mitralyöz sesleriyle,
Savaş ve de zafer naralarıyla
Cenazelerimize ağıt yakacaklarsa,
Bu uğurda ölüm hoş geldi, safa geldi.”
 
Ailesine yazdığı son mektup
“Sevgili Babacığım
Hepinizi ne kadar sevdiğimi bilirsiniz. Sizin de beni ne derece sevdiğinizi ve en iyi şekilde yetiştirmek için ne çok çaba ve fedakârlıklar gösterdiğinizi de biliyorum. Sizlere bu satırları yazmamın nedeni kendinizi bu konuda suçlamamanız içindir. Siz bana karşı görevinizi fazlasıyla yerine getirdiniz. Bu yüzden sizi kimsenin suçlamaya hakkı yoktur. Buna yeltenenler olursa, bilin ki onlar bile bile ya da bilmeyerek bu sömürü düzenine köleliği savunanlardır…
Ben yolumu kendim çizdim. Şu veya bu şekilde. Kişisel hırs ve çıkarlar uğruna düzene sadık köleliği değil: emekten ve emekçiden yana olmayı, sermaye ve onun egemenliği ile sömürüsüne dayalı düzene karşı mücadeleyi seçtim.
Yürüdüğüm yolun ne kadar sarp, engebeli, dolambaçlı olduğunu da biliyordum. Çünkü sömürücü sınıf emperyalizme göbeğinden bağımlı, çıkarları emperyalizmle aynı yönde ve devlete egemendi. Bu egemenlik ve saltanatı sürdürebilmesinin temel koşulunu; baskı ve şiddete dayalı politika ve bunu tamamlayan yalan, demagoji v.b. propaganda oluşturuyordu.
Zaten hiçbir zaman istikrara kavuşmayan, emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalist düzenin açmazları derinleştikçe; baskı ve şiddet o ölçüde artmaktaydı...
Nitekim önce sivil köpeklerini halkın üzerine saldılar. Okulları, işyeri ve mahalleleri faşist zorbalara işgal ettirerek, geniş emekçi kitleleri, demokrat aydın ve öğrencileri köleleştirmeye çalıştılar. Katliamlar yarattılar. Olan bitenleri “anarşi ve terör” diye açıklayıp, sınıf mücadelesini örtbas etmeye kalktılar. Bütün bunlar yetmedi. Sivil sıkıyönetim, bölgesel sıkıyönetim ve arkasından 12 Eylül... Emekçi sınıf ve tabakalarının kazanılmış tüm haklarının ortadan kaldırıldığı bir ortam. Herşey önceden hazırlanmış bir oyunun parça parça sahnelenmesi idi. Her sahnede başrol oyuncuları değişiyordu. Ve Türkiye emekçi halklarının devrimci mücadelesinin yükselmesini önleyemedi. Hiçbir zaman da önleyemeyecektir.
Ben ve daha yüzlerce kişinin öldürülmesi, ülkemizde yaşanan sınıf savaşını durduramayacak ve bu savaş, bu bozuk düzen tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılıncaya kadar sürecektir.
Sizlere veda mesajı olarak yazdığım bu satırları bitirirken, tek isteğim sabır ve iradenizi koruyarak; bu olayı bir aile faciasına dönüştürmemenizdir. Hepinize sonsuz selâmlar, saygılar ve sevgiler.
Elveda...”
 

 

Cumartesi, Ağustos 10, 2013

SÜLEYMAN-EL İSA (ŞAİR-ÜS SAGİR)

Türkiye’de; gerek Doğu yazar ve şairlerine bakıştaki sorunlar, gerekse de Suriye ile çok uzun yıllara dayalı dostane ilişkilerin olamayışı nedeniyle, belki de Arap Ulusçuluğunu ilke edinmiş parti kurucusu olması nedeniyle çok fazla bilinmeyen ya da bilinse de yeterli ilgi gösterilmeyen ama Dünya şiirinin duayenlerinden, Ortadoğu’nun en büyük şairi, katıldığı Moskova Dünya Barış Konferansında tanıştığı ve dostluklarını ölüm ayırıncaya kadar sürdürdükleri Nazım Hikmet’in yaşayan son dostlarından, Dünya PEN Yazarlar Birliğinden Aziz Nesin’in dostlarından, Arap Dünyasının özgürlüğe açılan penceresinin büyük yazarı ve şairi Süleyman El İsa’yı 08.08.2013 akşam saatlerinden kaybettiğimizi öğrenmiş bulunmaktayım, ışıklar içinde yatsın, üzüntüm büyük olmakla birlikte başta dayısını kaybeden eşim olmak üzere tüm sevenlerine, yakınlarına ve ailesine baş sağlığı dilerim.

1982 yılında Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin “Lotus” ödülü sahibi, 2000 yılında “Arap Yaratıcı Şiir Ödülüne” layık görülen, yüzlerce eseri bulanan ve yaşamını Suriye'nin Başkenti Şam'da sürdürürken yaşamını kaybeden şair-yazar Süleyman El-İsa'yı yıllar önce Suriye’nin başkenti Şam’da, kendi ününün muazzamlığına karşın eşiyle birlikte mütevazı bir yaşam sürdürdüğü evinde ziyaret etmiş, Türkiye anıları ve yazıları, Asi nehrinde yüzmeleri, Fransızların Hatay’ı işgali ve onlara karşı verilen kurtuluş amaçlı direniş ve Fransız mapushanelerindeki çileler başta olmak üzere çok çeşitli konulardaki görüşlerini dinleyip, ilim, irfan ve feyz almış, özellikle Nazım Hikmet ve Aziz Nesin ile ilgili anılarını üstadın şiirimsi konuşmaları ile büyülenmiş bir vaziyette ve ayrı bir kulakla dinlemiş idim, bir hayli ilerlemiş yaşına rağmen Şam’ı gezmemiz sırasında da gezi rehberliğini bizden esirgememiş koca çınarı büyük bir hayranlıkla izlemiş idik. Bilahare; Hama, Lazkiye ve Şam’da çekilen sıkıntılar, lise hayatı ve özgürlük, vatan ve yurtseverlik üstüne yazılan şiir ve yazıların kendisine tutuklamalar ve yargılamalar olarak geri dönmesi, 2. Dünya savaşı yıllarında daha lise çağlarında iken Suriye BAAS partisinin, Irak Hükümetinin sağladığı burs ile Arap dili ve Edebiyatı dalında yüksek öğretim için Bağdat’a gittiği dönemde de Irak BAAS partisinin kuruluşunda katkı sunduğu dönemlere ilişkin anılarını dinlerken de, hafızasının diriliği, tazeliği ve derinliğine hayran olmuştuk. Hele, daha ilkokul 3. sınıf öğrencisi iken öğrendiği ama asla unutmadığı ve aksanından ötürü dinlemesini çok sevdiğimiz bizler için hiç sıkılmadan defalarca tekrarladığı “inatçı 2 keçi” şiirini nasıl unutabiliriz… Suriye Kültür Bakanlığının 1964’te dört kitabının yayımlanması üzerine kendisine ödenen telif hakkı olan para ile uzun yıllar önce terk ettiği Türkiye özlemi ağır basınca, koca çınar, bu parayı bitip tükenmeyen özlemini gidermek için Türkiye gezisine çıkarak harcamayı uygun görmüş ve ailesi ile birlikte Türkiye’ye gelmiştir, bu geliş onun ilk ve son gelişi olup bu gezisinde Hatay, Mersin, Ankara ve İstanbul’u gezmiş ve bu gezi ile ilgili anılarını kitaplaştırmıştır. Bir defasında, soğuk savaş günlerinin gerginliği içerisinde başvurduğu Türkiye vizesi için olumsuz yanıt alması üzerine, kalbinin burukluğunun yarattığı sıkıntı ile bir daha asla vize talebinde bulunmamış ve şimdilerde Suriye ile savaş ortamı öncesi oluşan olumlu iklime rağmen bu seferde yaşlılık nedeniyle vize girişiminde bulunmamıştır. Hatta öğrendiğimiz kadarıyla eski Dışişleri bakanlarından Vahit Halefoğlu ile ilkokul sınıf arkadaşlığı olmasına rağmen o dönemde bile kalbinin bir kez kırılmasına katlanamayacağından herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Hele başından hiç çıkarmadığı beyaz şapkası ile önümüze düşüp bizi gezdirdiği Şam’da ilerlemiş yaşına rağmen bizden kesinlikle geri kalmayışı ayrıca ne denli bir Şam tarihçisi ve gezi rehberi olduğunu da bizlere göstermiştir, üstat...

1921 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Nahırlı Köyü (şimdiki adıyla Aknehir Beldesi) Besatin-el Asi Mahallesi’nde doğmuş, babası Şıh Ahmet’in yörenin âlimlerinden olması ve köyünde ilkokul olmaması nedeniyle ilk öğretmenliğini babasının yaptığı bilinen, iki katlı evlerinin alt katı okul ve kütüphane olarak kullanıldığını ifade edilen, burada babasından aldığı okuma yazma kursları ile öğrenimini ilerleten ve Ömer Hayyam’ın rubaileri ile genç yaşta tanışan, bu tanışıklığın ve aldığı eğitimin ve öğretimin meyveleri daha 9 yaşında iken ortaya çıkar ve ünü Antakya’nın tamamına yayılır ve kendisine “Şair-üs Sagir (Küçük Şair)” denilerek şairlik süreci başlar. Eşi; Prof Dr Melek Abyad, dünya tatlısı bir insan olmanın yanında, eşi ile gurur duyduğunu gözlerinin içinde hissettiğimiz birisi olup, başta ve özellikle Fransız edebiyatında etkisi görülen Cezayirli yazarlar olmak üzere pek çok yazarın eserlerini Fransızcadan Arapçaya çevirmiştir.

Yaşamı; her özgürlük savaşçısının başına geldiği üzere, sıkıntı, çile ve zulüm ile doludur, üstelik kurucusu olduğu partinin iktidarında bile küskünlükler yaşadığı direk kendisinden duyulmasa bile bilinmektedir, Nazım Hikmet’e Türkiye Cumhuriyeti tarafından reva görülen zulüm ve işkenceler, Fransızların Hatay’ı işgali sırasında Fransızlarla başlayan bulunduğu tüm ülkelerde de koca çınar Süleyman El İsa’nın başına da gelmiştir.

Geçen yıl, Suriye Yazarlar Birliğinin de kurucusu olan bu koca çınar için, doğduğu topraklar olan Antakya Aknehir Beldesinde düzenlenen, Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), Aalen-Antakya Kültür Derneği ve Aknehir Belediyesi işbirliğiyle bir saygı paneli düzenlenmiş idi, ne yazık ki orada bulunamamış ve bulunamadığım için çok üzülmüş idim. Sonradan öğrendiğim kadarı ile başta, Belde Belediye Başkanı Mehmet Mübarek, TYS Antakya Temsilcisi Mehmet Karasu, Suriye Yazarlar Derneği Başkanı Dr. Ali Ekle Orsan ve çok sayıda seveni ve davetlilerin katıldığı panelde, “Bu topraklarda doğmuş, çocukluğunu burada geçirmiş, ben Aknehirliyim diyen büyük bir ustayı, halkımıza anlatmaktan dolayı mutluyum. Onun eserlerini konuşmak ve paylaşmak bizler için çok önemli” biçimiyle yapılan tanıtım kendisi için büyük mutluluk nedeni olmuş…

Değerli şair-yazar ve çevirmen Nuri Sağaltıcı ile yaptığı görüşmede; “Hayatımda hep insanı önemsedim. Yalnızca insanı. Ben şairim, şair gibi düşündüm ve şair gibi yaşadım. Ülkemi ve insanları karşılıksız sevdim.” diyerek, nasıl bir dünya yorumuna sahip olduğunu samimi ve çok şairane göstermiştir.  Nuri Sağaltıcı’nın çevirisi ile Koca Çınarın buram buram Antakya ve memleket özlemi kokan bir şiiri aşağıdadır.

ANTAKYA’DA KALICIYIZ

Yükseklere seriver hayalini, serpiştir ovalara
Seriver, serpiştir yeşil, yemyeşil Antakya’ya

Sevenlerimiz el ele kursunlar düğün dernek
Salıversin sevgi çiçeklerini o güzel yurduma

Papatya yanaklarına kazınmış özümü sarsıver Antakya’nın,
Selam söyle Antakya’nın söğüt ağaçlarına

Hayallerini seriver eski köprünün üzerine
Duyguların boşalıp doruğa çıktığı anlarda

Umutlu adımlarımızın andına uyuyan evlere seriver düşlerini
Ey dostum, ey vatana göklerin ve yeryüzünün renklerini armağan eden fırça.

Ey benim toprağıma özlem duyan olgun çocuk
Antakya’dasın, Antakya…
 
Sen tarihi efsanesin ey coşkulu kent
Tarih Antakya’dır bende ve Antakya tarihtir aslında.

Dostum, az uğrayıver bizim köyümüze de;
Özüm, çocukluğum, şiirlerimi göreceksin yanı başında.

Biraz da Asi’ye sapıver kanımda akan
Oradadır evim, uzanmıştır asi de bir yanında

Bir soluklan gölgesinde yeşil dut ağacının
Şairin sırdaşı olan kasideleri, sor o ağaca

Şiirlerimin nabız atışında vardır o, her zaman
Resmet, resmet gölgesini bile o sevdalı fırçanla.

Sevdiklerine, sevdiklerime selamlarımı ilet ey dost
Çam ağaçları gibi köklüdür onlar, o çamlar gibi, yüksek yamaçlarda

 

Cumartesi, Ağustos 03, 2013

SANDIKTAN GELDİK


İstanbul Tüp Geçit Projesi, daha başlamadan güzergâhı 2 defa değiştirilen 3. Boğaz Köprüsü, Akkuyu Nükleer Santrali, Haydarpaşaport Projesi, Uluslararası büyük destekçi Dubai Şeyhi El-Maktum'un Levent Garaj Projesi, İzmir Otoyol Projesi, sözde düşman ilan edilen Yahudi lobisinin önemli temsilcisinin Galataport Projesi ve kentsel yaralara dönüşen veya dönüşecek kentsel dönüşüm projeleri başta olmak üzere yüzlerce projedeki; ahlaki, sosyal, siyasi, ekonomik ve teknik sakatlıkları ya da alavere dalavereleri görerek ya da öne sürerek, üstelikte yasalardan gelen yetkisini kullanarak mahkemelere başvurarak dava açmak suretiyle karşı çıkan, tüm İnşaat, Jeoloji, Elektrik, Makine, Ziraat, Petrol, Elektronik, Bilgisayar Mühendisleri ve Mimarların ortak yasal organı TMMOB’nin yetkilerini, hem de Gezi parkı eylemlerinin sorumlusu tayin edilerek ya da bu bahanenin arkasına sığınılarak keyfi bir biçimde neden yok ettin diye sorulunca; cevap; Çünkü sandıktan geldik,

Sayıştay, genel ve katma bütçeli tüm kamu kurum ve kuruluşlarının, bütçe onayları ve denetimlerini yapma görev ve salahiyetlerine haiz iken şimdi hazırladığı raporlarının bile kaale alınmadığı bir döneme gelinmesi üzerine sorulan sorulara; cevap;  Çünkü sandıktan geldik,

Gezi parkında; gerek bu civarda kalan son yeşil alandır, gerekse de burası deprem anında toplanılacak alandır gibi çok çeşitli gerekçeler öne sürülse dahi, insanların orada toplanıp bu projeye karşı çıkışlarına sanki onlar bu ülkenin vatandaşları değilmişçesine, “Ne derseniz deyin oraya topçu kışlasını yapacağız”, “O zaman ne dedik, olacak dedik, şimdi oluyor. Bu tabi kışla olmayacak. AVM, belki rezidans olarak hizmet görecek.” denilmesine karşı ulusal ve uluslararası tepkilere verilen cevap; Çünkü sandıktan geldik,

İstanbul kanal projesi rasyonel akla, uluslar arası siyasete, bilime, tekniğe ve hayatın gereklerine uygun değil, adı üstünde bu tam bir çılgın projedir denilmesine karşı, kininizi içinizde tutmayın ruh haliyle verilen cevap; Çünkü sandıktan geldik,

Gezi parkına AVM yapılacak, size mi soracağız, birileri gelip bize akıl veriyor “bu yanlış” diye. Ya arkadaş sen aklını kendine sakla, Çünkü sandıktan geldik,

Suriye’de neden savaşın bir parçasıyız ya da en azından neden böyle bir algılama var, cevap; size mi soracağız, sizden akıl mı alacağız, istediğimizi yaparız, Çünkü sandıktan geldik,
Tüm komşu ülkeler ile kavga, niza ve sorun yaşıyoruz, böyle bir dış politika olmaz diyenlere, cevap; size mi soracağız yaparız Çünkü sandıktan geldik,

ÖSS sınavlarında yolsuzluk var diyenlere cevap, araştırıyoruz, bakıyoruz, dediniz, bir sonuç yok, olmayacağı da çok açık denilince hemen celallenip, ne yapacağımızı size mi soracağız, nasıl yapacağımıza biz karar veririz, Çünkü sandıktan geldik,

Anayasa Mahkemesi kararı ile irticanın merkezi olunmuş ne diyorsunuz sorusuna cevap, oluruz, keserler para cezasını biter, Çünkü sandıktan geldik,
Kimlik siyaseti yapıyorsunuz, cevap hakkımız, Çünkü sandıktan geldik, Din siyasete alet ediliyor deniliyor, size mi soracağız, Çünkü sandıktan geldik,
Yahu bu kanun ile çok eşlilik gelebilir deniliyor, sizden akıl mı alacağız, Çünkü sandıktan geldik,
10. yıl marşını istemezük, biz istemediğimize göre kimse de istememeli, neden, Çünkü sandıktan geldik,
10 Kasım anma törenleri yapılmamalı, bir putun karşısında sap gibi durulur mu, durulmaz neden durulmaz, Çünkü sandıktan geldik,
29 Ekim kutlanmamalı diyoruz herkes karşı çıkıyor neden karşı çıkıyorsunuz, biz ne dersek o olur, Çünkü sandıktan geldik,
Küçücük kızlar evlendiriliyor, “çocuk gelinler dünya klasmanında” en üst sıralardayız diye bize akıl veriyorlar, aklınız size kalsın, ihtiyacımız yok, Çünkü sandıktan geldik,
İnsanların fişlenmesi ileri demokrasinin gereğimi diye soruyorlar, eskiden de fişliyorlardı, şimdi de biz fişliyoruz ne olur ki, Çünkü sandıktan geldik,
Şu kadar çocuk yapacaksın, Çünkü sandıktan geldik,
Çocuk yaparken şu yöntemi kullanacaksın, Çünkü sandıktan geldik, Mizahçılara hapis, Çünkü sandıktan geldik,
Tabiatın can damarı bu derelere HES yapmayın, yaparız Çünkü sandıktan geldik,
Allonoi neden sular altında kaldı, Çünkü sandıktan geldik,
Hasankeyf neden sular altında kalacak, Çünkü sandıktan geldik,
Hergün kadınlar eski eşleri tarafından öldürülüyor, koca şiddetinden bunalmış kadınlardan geçilmiyor tedbir alınmalı deniliyor, size mi soracağız, Çünkü sandıktan geldik,
Deniz feneri soruşturması, Çünkü sandıktan geldik,
Bunlar stratejik kuruluşlardır özelleştirilemez, Çünkü sandıktan geldik,
Dolaylı vergiler artık vatandaş tarafından taşınamaz durumdadır, Çünkü sandıktan geldik,

Eeeee Hitler de sandıktan geldi diye sandığımı red mi edeceğiz, son bombamız da bu, ne diyelim Allah Selamet versin…

Vs. vs. vs. vs. vs.

Bu sandıktan geldik edebiyatının hayat içindeki pratik karşılığı mı kast ediliyor acaba?  Hiç zannetmiyorum… Çünkü seçim performansını gerçekten ölçmenin yegâne yolu, direk, filtresiz, barajsız ve dolaysız ve de özellikle hilesiz ve hurdasız seçim yapmanın yolunu bulmak ve uygulamaktan geçmektedir, peki bunun böyle olduğu bilinmez mi? Bilinir elbette, ama ne yazık ki muhalefeti dahi bunu talep etmez canım yurdumun, çünkü piyangonun kendilerine isabet edeceği günü beklerler ya da öyle bir algılama yaratırlar, vatandaş gözünde… Bizden söylemesi bu piyango onlara bu kafa ile asla ve kata isabet etmeyecektir…

Yahu şu sandık meselesini;
1.    Seçim Barajlarından azade tutarak,
2.    Partiler tüm adaylarını ön seçimle belirleyerek,
3.    Parti üye kayıtlarının doğru yapılmasını ve denetlenmesini temin ederek,
4.    Seçim kanununu değiştirerek,
5.    Nispi temsil usulünü günümüze uyarlayarak,  
6.    Partiler kanunu değiştirerek,
7.    Partilere hazineden yardım behemehâl kaldırarak,
8.    Yunanistan’ın bile kullanmadan, ihaleyi kazanan firmaya geri iade ettiği “SEÇSİS” programıyla seçim ölçmeyi behemehâl bırakarak,

gibi detaylar başta olmak üzere seçimleri her türlü manipülasyondan uzak tutacak, görece, ahlaka ve adalete uygun hale getirirsek, “sandıktan geldik” lafı anlamlı olur…

Vs. vs. vs. vs. vs..

Sonuç olarak; SORU,

Peki, TMMOB yönetimleri sandıktan gelmedi mi, Baro yönetimleri sandıktan gelmedi mi, Tabip Odaları yönetimleri sandıktan gelmedi mi?