Cuma, Mayıs 02, 2014

HARALOMBOS KİLİSESİ


Çeşme Belediyesi tarafından 1990’lı yılların başında yeniden düzenlenerek kongre ve sergi merkezi olarak hizmete sunulan “Haralombos Kilisesi”, mezkûr yıllarda yine bir sergi için tahsis edildiğinde, emekli öğretmenler sergide görev almaktadırlar. Yeni işlevler için tahsis edilen bu dini mabetteki sergiye gelenlerin binanın yapımına ve tarihçesine yönelik sorular karşısında gerekli bilginin olmaması nedeniyle Belediye ilgili birimine gidilir bilgi edinmek adına, ancak görülür ki düzenlemeyi yapan makamın da yeterli bir bilgisi yoktur. Aynı soru ile Turizm Müdürlüğü, Müze ve Kale Müdürlüğü kapıları da ancak ne yazık ki kilise üzerine herhangi bir bilgiye ulaşılamaz. Bu süreçte başvurulan herkes konu ile ilgili bilgi sahibi olma ihtimali en yüksek kişinin, Hüsnü Karaman olabileceğini telaffuz etmiş ve bilahare de kendisine başvurulmuş, ne yazık ki onun da detaylı bilgisinin olmadığı anlaşılmıştır. Ama tarih ve kültür konularıyla ilgili bilgi edinme merakı yüksek olan Hüsnü arkadaşımız, o anda kendisine ziyarete gelen bir Yunanlı arkadaşının önerisi üzerine hemen İstanbul Fener Rum Patrikliğine bir yazı ile başvurur ve ellerindeki bilginin kendileri ile paylaşılması konusunda olabildiğince edebiyat parçalayarak ricada bulunur. Kendisine ulaşan cevabi yazının; bölgede çok miktarda kilise kaydı bulunuyor olması nedeniyle, mezkûr kilisenin bulunduğu yer için detaylı bilgi talebi ve teşekkür kelamları ile bezelidir. Bu müracaattan da murat edilen bilginin elde edilmesi adına bu sefer önce Çeşme Belediyesinden lokasyon bilgileri ve Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünden de alınan tapu kayıtları ile yeniden mezkûr makama başvurulur bu sefer de cevap verme nezaketi dahi gösterilmez. Çeşme Tapu Sicil Müdürlüğünde dönemin Müdürünün nazik ve görev anlayışı içindeki davranışı ile ilgili bilgileri Hüsnü arkadaşımıza verirken, eski Belediye Başkanlarından bir büyüğümüzde tesadüfen orada bulunmaktadır ve tarihe, kültüre ve geçmişe nasıl baktığını adeta tarihe not düşecek ve müstehzi bir şekilde, “Kilise ile bu kadar ilgileneceğine biraz da Camilerle ilgilen” diyerek meseleye duhul olmuş ve bilahare de Sakız Adasından bir restoratörün kilisenin ikonalarını bilabedel yapma önerisine de, kamunun öncelikleri arasında olmaması hasebiyle de olumsuz yanıt vermiştir. Bilahare Hüsnü Karaman arkadaşımız, halen Yunanistan da yaşayan ve konunun başlangıcına da tanık olan dostlarına müracaat eder ve nihayetinde yeterince ve anlaşılır bilgiye oradan gelen “ERITRAI” adını taşıyan bir kitaptan ulaşılır ve en azından mezkûr kilisenin 1832 tarihinde yapılmış olduğu gibi kesin bir bilgi başta olmak üzere daha başka bilgilere de ulaşılır. Oysaki aynı dönem itibari ile yukarıda referans edilen bu zihniyetin öncül ve ardıllarının tıpatıp benzer olması hasebiyle kayıt altına almamız gerekir ki; İzmir Valiliği İl Kültür Müdürlüğü tarafından 2001 tarihinde bastırmış olduğu “Çeşme Karaburun” adlı kitapta bile sadece laf olsun kabilinden yazılmış şu not bulunmaktadır; “yapılış tarihi kesin olmamakla birlikte 19. yüzyıl olduğu düşünülmektedir. Bazilikal planlı, üç nefli ve iki katlıdır. İkinci katında galeri bulunur. Yığma taştan bir yapıdır. Orta nefin üzeri tonozla geçilmiş çapraz tonozlar ile kapatılmış dıştan orta nefin çatısından aşağıda kalan ve ona dayanan düz damlı sundurma çatılar ile örtülmüştür. Tavanlarda ve apsislerde yer alan freskler alçı ile örtüldüğü için kısmen korunmuştur”. Görüldüğü üzere kocaman bir tarihten geriye sadece bu kadar yazılabiliyor oysaki Çeşme’nin geriye kalmış en önemli tarih, kültür ve turizm figürü için olan bu kilise için arşivleri ve yönetimleri elinde bulunduranların daha fazla bilgiye sahip olmaları gerekmektedir. Osmanlı Arşivlerine girilebilse ya da sıra bu konuya gelebilse, bu kilisenin yapımı, yapımcıları ve cemaati üzerine ciddi bilgilere ulaşılabilir görülmektedir. Örneğin; tevatür olarak güne gelen “kilisenin yapım ölçüleri ve planları için Bab-ı Ali’ye başvuran cemaat alınan izne ilaveten dönemin uygulaması gereği bina ölçüsünün iki ucu balmumu ile mühürlenerek kapatılmış bir şişedeki ölçü iplerinin daha uzunları ile değiştirilerek binanın verilen izin dışında bir ölçüye çıkarılmış olması” bilgisi konusunda bir tezahüre ulaşılabilir.

Bilindiği üzere; “Haralombos Kilisesi” çeşitli tarihlerde, Elektrik santralı, Belediye Otogarı, Belediye araç tamir atölyesi, Üretici toptancı hali, çeşitli dükkânlar gibi farklı farklı amaçlara yönelik kullanılmış, şimdilerde ise sergi, müzik sunu ve konserleri için kullanılmaktadır. Bu kullanımlara tahsis edildiği 1960 öncesi bir dönemde, belki “gavur izi kalmasın” saikiyle belki de imar beklentisi gereği ile yıkım kararı alınır, DP’li belediye yönetimi tarafından… Yıkım başlar ve bugün artık binanın restore edilmiş halinde de bulunmayan “çan kulesinin” yıkılması tamamlandığında, geçen süre ve gerekli atık taşıma araçları ile gereken işçinin yarattığı maliyetin büyüklüğü ve zorluğu ya da dinamit gibi patlayıcıları kullanmanın riskli olması konusundaki zorluklar nedeniyle yıkım ileri bir tarihe ertelenir. Yıkım ile ilgili bu yaşananlar dönemin belediye meclis üyesi bir büyüğümüz tarafından aynen bu biçimiyle anlatılmış olup nihayetinde bir anı aktarımıdır, abartılı ve aksi bilgiler olup olmadığı bilinmemektedir.

Diğer taraftan; kilisenin son restorasyonları kapsamında güney bölümünde, şimdilerde yıkılmış olan eski Belediye pasajının bulunduğu alanda yapılan kazılarda, yukarıda referans edilen kitapta da bulunan mevcut kilisenin aslında kendisinden önceki ve tamamen yıkılmış bir kilisenin temelleri üzerinde yükselmektedir. Bu bilgilerin doğruluğu konusunda iddia sahip olmamın, konunun uzmanı olmamam nedeniyle söz konusu olamayacağının altını özellikle çizerek, tüm bunları etrafında neler oluyor konusunda ve tarihine ve kültürüne gerçek anlamda ilgi duyan bir vatandaş duyarlılığı ile yazılmış yazı ve sorulmuş sorular olarak görerek, bilgi eksikliğini gidermeye çalışan biri kabulüyle, bu kabil bilgilerin ilgili makamlar tarafından toplanması ve derlenmesi ve halkımızın hizmetine güvenilir bilgiler haliyle sunulması gerektiğinin aşikâr olduğunu söyleyerek iktifa etmek istiyorum.

Çeşme’nin kamu tarafından kurulan “ilk elektrik santrali” bu kilisede kurulmuş olup dönem itibariyle sadece aydınlatma için ve karanlık çökmesiyle başlayan ve gece saat 23:00 ile sınırlı olan bir enerji üretimi söz konusudur. Şu anda ismini ne yazık ki anımsayamadığım ama “Sn. Bay” diye bir lakabı olan bir büyüğümüzün teknik sorumluluğunda çalıştırılan yine anımsayabildiğimiz kadarı ile “mak” marka dizel motor ile müteharrik bir jeneratör vardı. Üretilen elektrik, yaşanan dönemin ekonomisinin, teknolojisinin ve aklı baliğin konfordan azade ihtiyacın karşılanması ile iktifa edildiğinden, elektrik sadece aydınlatma amacıyla kullanılmıştır. Gece saat 23’e yaklaşınca, birkaç kez arka arkaya elektrik voltajının düşürülmesi marifetiyle insanlar uyarılır, kısa süre içinde elektrik enerjisinin kesileceği tebarüz ettirilir ve herkesin işini ve durumunu ayarlaması sağlanırdı. Soğutma suyu olarak, kilisenin kuzey ucunda ve kapalı alan dışındaki havuzda bulunan su kullanılır (ya da ben böyle hatırlıyorum) dizel motora buradan uzatılan borularla devridaim imkânı sağlanırdı.

Kilise ile ilgili, gerek anı gerekse de bilgi düzeyinde paylaşımlara önümüzdeki haftalarda da devam edeceğim, umarım tüm bu çabalar daha geniş bilgiye ulaşma ve varsa yanlış anımsamalarımızın düzeltilmesi çerçevesinde bir girişim olur.

Cuma, Nisan 25, 2014

DOĞA MI KORUNACAK?


Malum ve çok bilinip az hatırlanan hikâye; “Bir Meksika sahil kasabasına yolu düşen Amerikalı iş adamı, kıyıya yanaşan kayıktaki balıkçıyla çok az balık yakalamış olması nedeniyle konuşur. “neden daha fazla denizde kalıp da daha çok balık tutmadın?”
“Bu kadarı bugünlük aileme yeter.”
“Peki”, der Amerikalı iş adamı.
“Geri kalan zamanın nasıl dolduruyorsun?”
“Sabahları geç kalkıyorum. Sonra birkaç balık tutuyorum. Sonra çocuklarla oynuyorum. Öğleden sonra eşimle biraz şekerleme yapıyorum. Akşamları da kasabaya iniyorum; Amigolarla birşeyler içip gitar çalıyoruz. Böylece hayatı dolu dolu yaşıyoruz, senyör.”
Amerikalı iş adamı bu hayatı son derece sevimsiz bulur.
“Ben Harvard mezunuyum, sana yardımım dokunabilir” der.
“Herşeyden önce, daha fazla balık tutmalısın.”
Balıkçı hayretle sorar: “Niçin senyör?”
“Artan balıkları satar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Zamanla kendine daha büyük bir tekne alırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha büyük tekneyle daha çok balık tutar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha başka tekneler alır, bir filo kurarsın.”
“Sonra senyör?”
“Sonra balıkları işlemek için kendin konserve tesisleri kurarsın. Böylece kârın önemli bir kısmını başkalarına kaptırmamış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Tabii, bütün bu işleri böyle küçük bir sahil kasabasında yürütemezsin. bu arada Los Angeles veya New York gibi büyük bir dünya kentine taşınmış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Yeteri kadar büyüyünce halka açılır, hisse senetlerini satarsın. Büyük zengin olursun. Milyonlarca doların olur.”
“Sonra senyör?
“Bu kadar paran olduktan sonra çalışmana gerek kalmaz. Emekliye ayrılır, bir sahil kasabasında kafanı dinlersin. Sabah geç saatlere kadar uyursun. Biraz balık tutar, çocuklarla oynar, öğlenleri de şekerleme yaparsın. Akşamları ise amigolarınla bir şeyler içip gitar çalarsın.”
“Şu an bunları yapıyorum zaten senyör!..”

Yukarıdaki kıssadan, vatandaş teorik olarak ne hisse çıkarır bilemem ama yaşadıkları hayata bakarak pratik olarak ne hisse çıkardıklarını görerek kahroluyorum. İFRAT… İFRAT… İFRAT… Ne adına ifrat, sözde konfor adına yaratılan motivasyonun (güdülemenin), sömürüye türban oluşturması adına… Konfor artıyor, doğa batıyor, ne gam ne tasa…

Isısı birkaç derece düşük tutulmuş ya da azaltılmış evlerde hayat sürme tercihi neden yapılmaz ki? Neden klimalarla iklimlendirilmiş ortamlarda yaşama tercihi yapılır? Neden soğuk havalarda evimizde otururken, biraz daha kalın, sıcak havalarda ise ince giyinme tercihi yapmayız? Örneğin, “Herkes içlik giysin yeni HES’lere ihtiyaç kalmaz” diye bir ileti dolaşmakta “facebook” ta, katılmamak ne mümkün, çünkü bu yüzyılda yaşayanların konforu uğruna önümüzdeki yüzyılların, gelecek nesillere zindan edilmesi söz konusu… Ama kimin umurunda, ne gam ne tasa…

Neden “derin dondurucularda” büyük enerji tüketimlerine rağmen gıda saklama ihtiyacı duyar insanoğlu? Oysaki “derin dondurucular” çıktı, gıda koruma teknolojileri gelişti de ne oldu, kimyasal proseslerin hastalıklara neden olduğu bu kadar ayan beyan bilinirken, özellikle hücre hastalıkları bu kadar fazla artmış iken, neden hala derin dondurucu kullanma ısrarı sürmekte? Oysaki sadece doğal ortamlarında ve hücre yazılımlarına uygun şartlarda yetişmiş sebze, meyve tüketiminden ne zarar gördü de insanoğlu şartlar bu kadar manipüle edildi?  Bir arkadaşımın annesi hala klasik mevsiminde sebze meyve yemektedir ki, bence doğrusu da budur, üstelik damak tadı üstüne methiyeler düzülen “gastronomi” programları hatta kitapları el üstünde tutulurken, mevsiminde yetişmemişliğin oluşturduğu bu kabil lezzetsizliklere neden katlanır insanoğlu…

Yürüme mesafesindeki yerlere mutlaka yürünmeli iddiasını sürekli canlı tutmalıyız bence… Yürüyerek gidilip işlerimizin halledileceği yerlere bile araç ile gitme tercihi ne kadar akli bir yoldur acaba? Yürüyerek gidilecek yerlere araç ile gidip, sonra spor yapıyoruz adına kilometrelerce yol yürüme tercihi nasıl bir tercihtir acaba? Bizlerin yürüyerek gittiği okullara şimdi çocuklarımızı servislerle gönderiyoruz, ne kadar doğru yapıyoruz acaba? Konfor adına otobüsler boş gidip gelmekte, yakıta mı yanarsın egzost ile yaratılan hava kirliliğine mi… Toplu taşıma yerine bireysel ulaşımın kutsanması, sürekli “batı”da 1.000 kişiye düşen otomobil sayısına ulaşamamış olmanın hayıflanması ne kadar ahlaki acaba? Yürümek yerine araç kullanma arttı ya da mezkûr zevatın iddiasına göre konfor arttı ama sonuçta bel kalınlıklarımız da arttı sağlık bozuldu vs. vs… Bu tüketime, bu hoyratlığa, bu görgüsüzlüğe, bu kahredici doğa tahribatına, bu alçakça talana, hülasa bu konfora, ne doğa, ne can, ne imkân, ne de üretim dayanır…

“Biz çevrecinin daniskasıyız” diyerek yaratılan yanılsama ortamında, adeta kapitalizmin gölgesini satamadığı ağacı keser sözünü doğrulatırcasına sadece gölgesini satacakları ağacı korumaya çalışarak,   tam anlamı ile bir talan ortamı oluşmaktadır. Tılsımlı söz; “daha çok üretim” yerine “daha az tüketim” ya da “daha ekonomik tüketim” ya da en doğrusu “ihtiyaç kadar tüketim” olmalı ve kutsal kelam ilan edilmeli bence…

Sürekli reklâm, sürekli tüketimin pohpohlanması, sürekli marka olalım palavraları üstünden maksat kapitalist sömürü, yaşasın artan üretimin yarattığı muktedirlerin cebine dolan kârlar… Kapitalizm ve muktedirler, bize, üretimin ihtiyaçtan fazla yapılarak abartılı tüketilmesinin kutsiyeti üstüne nutuklar atarak, yarattıkları büyülü, tılsımlı ve göz boyayıcı ortamda, daha çok artı değer, daha çok sömürü yaratılmış, sonuçta da muktedirler için ve adına tek yol sömürmek ve tüketim toplumu yaratmaktır murat ve bu aynı zamanda caiz ve mubahtır… Kapitalizmin, insanoğlunun kollektif bilinçaltını kontrol altına alarak hatta ele geçirerek, yarattığı bu uyuşmuşluk ve uyuşukluk hali sürmeye devam etmekte ve aynı zamanda da doğanın katline yeni fermanlar yazılmaktadır…

Azıcık çaba ve uğraşı, azıcık para ve imkân, azıcık dert ve kaygı ile doğaya uygun ama son derece mutlu bir hayat sürmek mümkün iken edilgen ve tepkisiz kalarak, fiziki ve akli atalet içinde, her geçen gün sefalet ve çaresizliğe gark olunmasının kanıksanmasını anlamak ve kabullenmek nasıl bu kadar kolay olur acaba?

Yazının başındaki balıkçının yerine koyun kendinizi bir an ve daha fazla konfor ve şaaşa, debdebe için, maddiyat elde etmek adına geçen zamanın bedelinin, kocaman bir yaşam olduğunu görün lütfen…

 

Cumartesi, Nisan 19, 2014

OTOPARK ve PAZARYERİ PROJELERİ


Çeşme’de yerel seçim çalışmaları sırasında, aday adaylarının çok yoğun bir şekilde proje sunumları arasında öne çıkan birkaç projelerden biri “otopark” diğeri de “Pazaryeri” idi. Evet görünürde ve de ne yazık ki ısrarla tekrarlandığı için de, gerçekmiş gibi görünen bir problem söz konusudur ama çözüm önerileri de ne yazık ki kalıcı olmaktan çok uzak ama janjanlı sunumu nedeniyle de bir o kadar da parlak idi. Bazı aday adayları; otopark sorunun çözümü için, “Çeşme şehir stadı”nı ve terk edilmiş “Hükümet Konağı”nın bulunduğu alanı, kendi projeleri için uygulama hedefi seçmişler ve “Gençlik Spor İl Müdürlüğü’ne ait Çeşme Stadı’nı, Bakanlıktan talep edeceğiz. İstemeyi bileceğiz, eğer vermezlerse Belediye Meclisi’nden alacağımız kararla istimlâk edeceğiz. 2 katlı otopark, üzerine de pazaryerimizi yapacağız, Maliye Hazinesine ait çok büyük, Spor imarlı yerler var, oraya bir spor kompleksi yapacağız..” diye de vaatte bulunmuşlar ve anlaşılan o ki, planlar ve projeler detaylı hazırlanmış, “1000 araç kapasiteli otopark Çeşme Merkez’i ziyarete gelen misafirlerimizin otopark çilesini sona erdirecek.” denilerek kapasite tayinleri bile netleşmiş idi. “Pazaryeri” içinde, “Otoparkın üstüne yapılacak modern pazaryeri ile yaz kış üreticinin, pazarcının ürünlerini temiz ve düzenli bir ortamda tüketiciye ulaştırması hedeflenmiştir” denilmekte idi.  

Bir politikacının, talip olduğu makamın icraatlarına uygun projeler düşünmesinde ve bunları vaat etmesinde bir sakınca olmadığı gibi son derecede takdire şayandır, üstünde çalışılmıştır, fikir üretilmiştir, plan yapılmıştır vs. vs…

“Çeşme’nin en acil çözülmesi gereken sorunlarının başında pazaryeri ve otopark geliyor” sözü doğru mu, peki? Evet, Çeşme’de araçların park edilmesi diye bir sorun var, ama bunun çözümü park yeri icat edilerek mi çözülecek, yoksa çağdaş şehircilik gerekleri mucibince şehir içi, kent merkezi araçlara mı, gerçek sahipleri insanlara mı bırakılmalı sorusu karşısında verdiği cevaptaki gibi tartışmasız, insana bırakılmalıdır, yani araçların şehir içine minimum düzeyde girme ihtiyacı duyacak şekilde düzenlemeler yapılmalıdır… Otopark sorunu çözülecek diye, kesinlikle şehrin içine otopark yapıp, araçlar için cazibe oluşturmaktan ısrarla kaçınılmalı ve yerine şehrin dışına park edilip buradan mümkün ise düzenli ve sık atlı arabalarla insanlar merkeze taşınmalı olamıyorsa da akülü araçlar ile yerine getirilmelidir bu işlemler…

Gelişmiş hiçbir ülkenin, yeni gelişen bölgeleri hariç, hiçbir şekilde bazı yerleri yıkalım otopark yapalım gibi lüzumsuz ve beyhude çabaları olmamaktadır, üstelik te yaşanan çok yoğun ve ağır taş trafiğine rağmen… Hele vakıf iş hanı altına otopark yapalım diyen bir grup olduğu anlaşılıyor ki; anlamak ve anlatmak mümkün değildir bu zevatı… Yahu be adam buraya kadar sen araçların gelmesi için cazibe yaratırsan bu defa da yeni yol ihtiyacı çıkması halinde ne yapacaksın… Peki, bu yeraltı otoparkına yaklaşma yolları, giriş çıkış yolları için gereken standart yapılar için alan nereden karşılanacak, haaaa Melih Gökçek gibi ben yaptım oldu denilecekse sözüm olamaz… Ne yazık ki, şehir içlerini taşıtlar için cazibe merkezi haline getirmek için yoğun çaba sarf edenler revaçta bu ülkede, tabii ki çağdaş şehircilik gereği “insan için şehir yerine taşıt için şehir” yaratmak moda ya, durmak yok yola devam… Bu zevat “demiryolları komünizmin, karayolları hür teşebbüsün ifadesidir” tezinin katıksız ve insafsız taraftarıdırlar ve bu yüzden de canım yurdum çağdaşlaşma hızında yakalanamıyor!!! Diğer taraftan ve bilindiği kadarı ile taşıt trafiğinin pik yaptığı dönemlerde, 1.000 araçlık otopark sorunun çözümüne katkı sunuyor gibi görünse dahi asla ve kata çözüm olamayacağı ve 1.000 araç ortalama 3 kişi ile gelinse 3.000 kişilik bir sorundan bahsediyor gibi algılanacaktır, oysa talep ve arz arasındaki fahiş uçuruma bakıldığında daha farklı ama aynı zamanda köklü çözümler bulunması gerektiği açıktır.

Otoparkların şehir içlerinde tesisi adına, orada uzun yıllar önce inşa edilmiş tesisleri gözden çıkarır isek, daha sonraki iktidarların yeni inşaat biçimlerine göz yumması açıktır, sonra da “hayaldi gerçek oldu” benzeri bir sürü dalga geçeceğimiz slogan üretilir… Denizi ilk doldurur iken eski halin arkasından başlandığında, bugüne gelineceğini iddia edenlerin sayısı bir elin parmak sayısı geçmez iken, bugün kaybın büyüklüğü karşısında hayret edenlerin bir hayli fazla olduğu söylemek de durumu iyi bir şekilde tespit etmektir. Durumu değiştirmek yerine korumanın sağlanmasının en önemli ve en muhteşem örneği Alaçatı’dır ve behemehal örnek alınmalıdır.

Eski Hükümet konağı’nın yerine bırakın otopark yapmayı, Çeşme’yi daha çok yansıtacak, belki de çok önceleri yıkılmış olan kale yakınındaki hükümet konağına benzer bir taş bina yapılabilir hatta bana göre de yapılmalıdır ve “Hükümet Konağı” olarak ta hizmet vermelidir. Arkasındaki cezaevi şehrin kimlik ve ruhunun korunması adına da muhafaza edilmelidir ayrıca…

İstanbul – İzmir otoyolunun tamamlanması ile birlikte, Çeşme’nin bekleyen “İmar sorunu” kontrolsüz aşılırsa, burada artacak taşıt trafiğinin şimdiden düşünülerek, Çeşme’nin ve Alaçatı’nın şehir içine yaklaşılan yerlerine, şehir periferinde olmak kaydıyla büyük otoparklar oluşturulmalı ve buradan çeşitli güzergâhlar ile ulaşımı temin edilmelidir.

Sabah yürüyüş adına, spor adına kilometrelerce yürüyen bazıları ise küçücük ilçemiz içerisinde bile otomobil kullanmakta beis görmemektedirler.

Çokta taraftar olmamama rağmen, taşıtları ile gelecek insan sayısını azaltmanın bir başka yolu da olabileceği görünen “hava ulaşımı” konusuna kalıcı ve hızlı bir çözüm bulunmalıdır. Belki de bazılarının önerdiği gibi “hakkı bokunu” kurtarması hayalde bile kurulamayacak “çılgın proje”ler olmamak kaydı ile deniz ulaşımına çözüm bulunmalıdır.

Kapalı Pazaryeri modasının da geçmiş olmasına rağmen ısrarla takip edilmesini de anlayamıyorum, Pazaryeri dediğinizin sadece alışveriş alanı olmadığını birileri bu yöneticilerimize ya da yönetici adaylarımıza anlatmalı… Gidin görün, öykündüğünüz Avrupa’da Pazaryerlerinin nasıl olduğunu diyesi geliyor adamın, Barcelona gibi çok tarihsel Pazaryerlerini bir kenara bırakır isek, kimse bu kabil yerler için yeni talepte ve ısrarda bulunmuyor… Pazaryeri, Pazar kurulduğu günden itibaren yeni Pazar gününe kadar tekrar eski fonksiyonuna döner ve dönmeli, oysaki özel Pazaryeri kurarsanız burası sadece bu amaçla kullanılır bir daha ki Pazar gününe kadar kullanılmaz…

Bir taraftan taşıt trafiği hukuk kuralları fazlaca zorlanarak hızını ve yönünü sınırlamakta ve düzenlemekte bariyerler kullanacaksın hem de taşıt trafiğinin artmasına da alkış tutacaksın, tam bize yaraşan bir “yaman çelişkidir”…

Stadımıza dokunmayın, Eski Hükümet Konağını yeniden ve bölgemize uygun taş bina olarak yeniden inşa edin, mümkünse Pazaryerini Çeşme Merkezindeki Cumhuriyet Meydanına taşıyın… Pandofilya’yı yeniden eski haline getirin, bankaların merkezden uzaklaştırılmasının yollarını arayın, burada insanlar yeniden, tıpkı eskisi gibi oralara gelerek eğlensin…

Bunları niye mi yazıyorum, hiç işte, biz tarihe not düşelim de…

Pazar, Nisan 13, 2014

AGORA


-         Evet, ama aslında ben ptolemy’i eleştiriyordum. Çember üstünde çemberle her şeyi karıştırdığı için eleştiriyordum. Bilemiyorum, belki de basit bir cevap aradığımdandır.
-         Hayır. Gökyüzü basit olmalı.
-         Bu durumda ben haklımıyım?
-         Ya gezegenler için… Çok daha basit açıklama varsa?
-         Var… Ama çok saçma ve eskidir. Bu yüzden kimse itibar etmez.
-         Hangi teoriymiş bu?
-         Aristarchus’tan mı söz ediyorsun?
-         Aristarchus dünyanın hareket ettiğini gezegenlerin garip davranışının göz aldanmasından başka bir şey olmadığını bunun hareketimiz ve Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi sonucu oluştuğunu ileri sürdü.
-         Güneş merkezli model.
-         Doğru. Güneş tabiri caizse Yıldızların kralıymış gibi merkezde olmalı.
-         Bu durumda Dünya sadece… Bir başka gezegen olmuş olur. Çalışmaları ana kütüphaneyi telef eden yangında kayboldu. İşte bu yüzden buraya çok dikkat etmeliyiz. Kütüphanemiz insanlığın bilgeliğinden geriye kalan tek şeydir.
-         Ama o zaman yere bir şey bıraktığımızda…
-         Konuşan kim?
-         Affedin beni Hanımefendi… Dinliyordum da…
-         Konuş Davus
-         Dünya hareket ediyorsa, bir şeyi her bıraktığımızda arkanıza düşmesi gerek, rüzgâr her zaman karşıdan gelmeli, kuşlar uçarken yollarını kaybetmeli…
-         Size Aristarchus’un hipotezinin mantıklı olmadığını söylemiştim…
-         Bu söylediklerinin çürütülebileceğini hissediyorum. Ama şu ana nasıl çürütülebilir bilmiyorum…

Yer, Mısır İskenderiye, tarih, M.S. 3 yüzyıl, Paganlar ile Hıristiyanların çatışmalarının neticesinde Paganların, Hıristiyanlar tarafından “Serapeum ve Kütüphanesi” ne sığınmak zorunda kaldıkları sırada tartışmalarını aktaran bir rep, “Vali” asi olarak görülen Paganların, Kütüphaneyi terk etmeleri halinde, başlarına bir şey gelmeyeceği garantisini verir ve ilaveten Hıristiyanların Kütüphaneye girmelerine izin vermeleri ve istedikleri bir şekilde kütüphaneyi talan etmelerine ses çıkarmamaları halinde can emniyetlerinin teminat altında olduğunu açıklayınca;
-         Neyi bekliyoruz… Her şeyi yok edecekler… Çığlıkları yayılır paganların arasında…
Vali devamla; paganların düzenli bir şekilde kütüphaneyi terk etmeleri halinde kendilerine evlerine kadar eşlik edileceği açıklamasını yaparken;
-         Kitaplar… Kitaplar… Diyerek en önemli eserleri kurtarma telaşı başlamıştır, kütüphane içindekilerde…
Birden Vali ve askerlerinin ayrılmaya başladığı ve artık dışarıdaki Hıristiyan kalabalığının kapılara yüklendiği, kapıların kırılması ile birlikte “tanrı tektir” nidaları ile kütüphane ve müştemilatı yerle bir edilir… Tüm kitaplar büyük yığınlar halinde yakılır, yakılır… İnsanlığın bilgeliğinden geriye kalan tek şey diye nitelenen “Kütüphane” artık yoktur…

Yukarıdaki anlatılanlar 2009 yılı yapımı “Agora” isimli filmden… Vahşet değil mi? Paganlara düşmanlığın ve bu nedenle saldırının anlaşılabileceği bir dönem ama kitaplarda mı pagan? Yoksa hedef kendilerinin düşüncelerine aykırı iddia ve bilimsel izahları olanları kitapları ile birlikte yok etmek mi? Ama gerekçe her ne ise; Hıristiyan hâkimiyetine geçen kentte, yaşanan büyük travma ve trajedi sonucu uzun süre bir sükunet dönemi yaşanmıştır. Tıpkı tarihteki benzer ardılları gibi yapılan katliamlar ve talandan sonra, yaratılan korku ve dehşet tablosu karşısında yaşanan sahte barış dönemlerinde olduğu gibi… Ancak saldırının pusuya yattığını göremeyen ya da görmek istemeyen ve kendilerine dokunulmadığından, bu yaşanan cinnet ortamına ses çıkarmayan “Museviler” bir vade sonra, ne yazık ki, aynı akıbete uğrayacaklardır. Tıpkı sonra Medine de başlarına geldiği üzere…

Bilindiği üzere; M.Ö. 3. yüzyılda Makedonyalı İmparator Büyük İskender tarafından kurulmuş olan “İskenderiye Kütüphanesi” sadece kütüphane değildir aynı zamanda fizik, kimya, astronomi, tıp, matematik, geometri ve felsefe bilimlerinin de tedrisine elverişli ortamın bulunmasının yanında çok kapsamlı botanik bahçesi ve rasathanenin de varlığı söz konusudur. Anlaşıldığı kadarıyla, burası bugünkü anlamıyla bir kütüphane olmakla birlikte, yüksek tahsil verilen bir okul ve aynı zamanda bir akademi hüviyetindedir. Kütüphane ve akademi, günümüz bilimine de referanslar oluşturan araştırmalar yapan bilim adamlarının yetiştiği ve öğretim verdiği bir zemin olmuştur.  Arşimet suyun kaldırma kuvvetini, Eratosthenes dünyanın çapı ile ilgili bilgileri, Euclid geometrinin kurallarını, bu akademi ve kütüphanede yaptığı araştırma ve çalışmalarla açıklamışlardır.

Yazımızın konusunu oluşturan, “İskenderiye kütüphanesinin yakılarak talan ve yok edilmesi” konusunda yine tarihte çeşitli rivayetlerin bulunduğu aşikâr olmakla birlikte, en fazla öne çıkanlar; ünlü Roma İmparatoru Julius Sezar ya da Hıristiyan İmparator Theodosius ya da Mısır’ı fetheden Müslüman komutan Amr İbn Ül As olmuştur. Sonuçta, ister o, ister bu olsun burayı yakan ve talan eden, özünde hep “dine mugayir ve hurafe şeyler” in varlığı öne sürülerek, insanoğlunun damla damla biriktirdiği bu kadim bilgelik kaynağının yok edilmesine neden olunmuştur.

Kütüphaneler ve bilim nezdinde; bilim, bilgi, kendinden olmayan, kendi gibi düşünmeyen, kendine benzemeyen, kendine biat etmeyen; bidayetten beri doğmanın hedefine, hep yok edilmek, talan edilmek üzere, cehaletten gözü kararmış kitlelerin önüne atılmıştır. İnsanoğlunun geldiği nokta itibariyle artık çok şükür ki, kütüphaneler yakılmıyor, kütüphanelerdeki kitaplar yakılıyor, tıpkı geçmişte, Perslerin, Romalıların, Bizanslıların, Cengiz Hanın, Katolik kilisesinin, Nazilerin vs. vs. yaptığı üzere. Gerçi yolunu şaşıran ve ancak cehennem zebanileri olacak insan postundakilerin, kitap yakanların birgün mutlaka insan da yakacakları iddiasına karine oluşturması kabilinden, ne yazık ki 20. yüzyılda Sivas’ta yaptıkları gibi otele doluşmuş insanları yakmak gibi sapıklıkları ara sıra olsa da, kütüphaneleri kurtardık, çok şükür…

Peki, unutuldu mu, modern dünya için insanlık suçu kabilinden yaşanan 12 Eylül Faşist darbesinin ve onun başı Kenan Evren tarafından, başta TDK arşivleri olmak üzere, SEKA’da kâğıt hamuru yapılarak yeniden değerlendirmek üzere sevk edilen yüzbinlerce belgenin ve kitabın yok edilişi… Peki, unutuldu mu, demokrasi getiriyoruz diye Irak’a giren ABD işgal kuvvetleri tarafından Bağdat müzesi ve kütüphanesinin yağmalanması ve yok edilmesi… Peki, unutuldu mu daha dün “Milli Kütüphanenin” 147 ton kitap ve dokümanı, tarihi çok eskiye dayanan yazılı eserleri, kilosu 15 kuruştan hurdacılara sattıkları ve buradan müzadeyecilerin eliyle de sahaf ve koleksiyonerlere çok büyük bedeller karşılığında satıldığı…

Daha çok örnek yazılabilir bu konuda ancak bu kadar ile iktifa edip, dini ve siyasi taassup nelere kadir demekten kendimi alamıyorum…

Pazar, Nisan 06, 2014

BEN BİR İNSANIM


Boğazımı sıkıyorlar… Gırtlağımı sıkıyorlar… Bir el gırtlağımı yakalamış iyice sıkıyor… Sanki koparacak… Her yanıma darbeler iniyor… Zor nefes alıyorum. Boğazıma soğuk sivri bir metal dayanıyor… Konuş, yoksa gırtlağını keseceğim, boğazını keseceğim… Nefes nefeseyim… İşkencecilerin her biri bir tehdit savuruyor… Bıçak deriyi yırtıyor… İşkenceciler pür dikkat… Keseceğim lan keseceğim konuş, diyor… Sessizlik içindeyim… Bıçağın ucunu biraz daha batırıyor işkenceci… Gene sessizim… Konuş ulan, konuş, konuş geberteceğim… Kan sızıyor boğazımdan…

Cinsel organıma bir şey bağlanıyor, metal soğukluğunda bir tel olduğunu anlıyorum... Sol ayağımın küçük parmağına da bir tel kablo bağlanıyor... Kablo bağlanan yerlere bir sıvı dökülüyor... Islanıyorum... Serinlik içimi ürpertiyor... Çevir değirmenci, çevir, diyor şef...

Vücudumun ağırlığı kollarımı kopartacak gibi ağrımaya başlıyor... Oysa daha bir iki dakika bile olmadı...

Birden cinsel organımdan, sol ayağımdan, kablonun bağlı bulunduğu yerden müthiş bir şok... Burkulma... Parçalanma duyuyorum... Sarsılıyorum... Avazım çıktığı kadar bağırıyorum... Kendi sesime kendim ürküyorum... Ürkünç çığlıklar atıyorum...

Kollarım tel tel kopuyor… Bütün sinirlerim kollarıma, boynuma toplanmış parçalanıyor… Omuzlarımdan boynuma doğru müthiş bir acı, sanki boynum kopuyor… Elektrik şokları… Şoklar… Avazım çıktığı kadar çığlık çığlığa bağırıyorum… Kollarım, içim, sinirlerim, damarlarım, etlerim parçalanıyor. Sanki bir burgu ile tüm vücudum parçalanıyor. Tüm vücudum sinire kesmiş… Sinirler bir matkapla buruluyor, parçalanıyor… Dayanılacak gibi değil… Çığlıklarım o kadar yaban ki, kendim dinleyip ürperiyorum.

M…tıma bir şey zorluyorlar... Acı ve bitkinlikten ne yaptıklarını anlamıyorum... Acıdan, yorgunluktan ayrılan ağzıma katı bir şey sokuyorlar... Hep birlikte iğrenç bir biçimde gülüyorlar... Ye bakalım b…nu... Ye bakalım b…nu... Tadı nasıl? K…ndan çıkardık ağzına soktuk... Ye bakalım... Tadı nasıl, tadı?

Manyeto şokları duruyor... Kabloyu dolaştırmayı bırakıyorlar. Bu kez kabloyu m…tıma sokuyorlar... Şoklar m…tımdan tüm barsaklarımı sarıyor... Barsaklarım, midem, tüm iç organlarım parçalanıyor...

Ayağa kaldırıyorlar... Başımdan serpe serpe su döküyorlar... Su buz gibi... İşkenceden, gerilimden, tekmelerden, yumruklardan yanan vücuduma bu kez buz gibi su bıçak gibi işliyor... Bir yere sürükleyip tutuyorlar... Bütün vücuduma buz gibi ayaz çarpıyor... Titriyorum... Ayaz iliklerime işliyor... Ayaz her yanımı bıçak gibi kesiyor... Zangır zangır titriyorum... Titrememi durdurmam mümkün değil...

Gel bakalım koca t…klı, t…kların nasılmış bakalım... Hayalarımı avuçluyor... Epey de varmış... Gülüşmeler insana ürküntü veren hırıltılar gibi... Yumurtalarımı avucunda yakalamaya çalışıyor, ellerin işinde usta olduğu anlaşılıyor... Parmaklarının arasında sıkışıyor yumurtamın biri, sıkışıyor... Acı, sıkıştıkça artıyor... Kasıldıkça kasılıyorum... Acı çekişimi izlediklerini anlıyorum... Yumurta kayıyor… Tekrar yakalıyor, sıkıyor sıkıyor… Hayalarım patlayacak gibi. İnliyorum… Ah çekiyorum, yumurtam kayıyor… Rahatlıyorum… Polisin eli usta mı, usta… Kim bilir kaç haya sıktı, ezdi… Bu kez yumurtalarımın ikisini birden sıkıyor… Tek tek sıkıyor… Acı gittikçe artıyor… Yumurtalarım patlayacak gibi dayanılmaz bir acı…

Artık s…n de çalışmayacak ib.., diyor işkenceci... Çocuğun da olmayacak... Burada erkekliğin de bitti senin, erkekliğin bitti... Değer mi oğlum buna...

Sabaha karşı ablamı alıp getirdiklerini anlıyorum... Ablama benim için işkence yapacaklar... Yapmayın, ah... Çığlıklar... Tiz çığlıklar... Vallahi bilmiyorum... Nerede kaldığını bilmiyorum... Bilmiyorum... Çığlık, çığlık, ablamın çığlıkları beynimi, yüreğimi tırmalıyor... Ne yapabilirim? Çaresizim... Soyun, diyorlar ablama… Hayır, hayır yapamam diyor… Sizin ananız, bacınız yok mu? Hayır yapamam… Çığlık, çığlık…

Düşünüyorum, dünyada acaba kendi nesline, insan kadar türlü türlü aletler icat ederek, işkence yapan, acı veren bir varlık var mıdır? İşkenceciler acaba gerçekten insan mıdır? İnsanlık sevgisi taşımak ne güzel, ne yüce bir duygu… İnsanları çok seviyorum!

İşkencecilerde bir yorgunluk, kızgınlık, sinirlilik... İçim yırtılırcasına elektrik şokları sonucu boşaldı... Ağzım köpükler içinde... Neredeyse askıda uyuyorum, gözlerim kapanıyor... Bu o…pu çocuğu burada uyuyor, diyerek başıma vuruyorlar... Öyle uykusuz ve halsizim ki...

Uykusuzum... Yakalandığımdan bu yana uyutmadılar... Bitkinim... Gözü bağlı bir odaya alıyorlar... Oda önceki gibi halı ya da halıfleks kaplı... İçerisi gene kalabalık gibi... Gene ne tekliflerde bulunacaklar bakalım, diyorum... Çok yaşlanmış, diyor biri benim için... Beni daha önceden tanıyor olmalı, diye düşünüyorum... Evet, ben de onu tanıyorum. Bu Kemal Yazıcıoğlu... Tabancasını eline alıyor... Bir mekanizma sesi geliyor... Namlu kulağımda... Namlu şakağımda... Namlu ağzımda... Ama öyle yorgunum ki yere kendiliğimden çöküyorum... Saçımdan çekip kaldırıyorlar, bırakınca yeniden yığılıyorum... Boş çuval gibiyim... Saçlarımı yolmaya başlıyor... Favorimden yukarı doğru şakaklarımdan yukarı doğru, boyun kısmımdan, önden saçlarımı tutam tutam yoluyorlar... Saçlarımdan kıvılcım çıkıyor, fazla elektrik vermişsiniz diyor Kemal Yazıcıoğlu, özellikle acıyan bölgeleri yoluyorlar... Bıyıklarıma el attı... Bıyıklarımı yoluyor şimdi... Sanki suratımı koparıyorlar, Memduh bedava tıraş yapıyoruz Memduh, diyorlar... Yarı yarıya saçım azaldı... Yorgunluk ve bitkinlikten acıya bile tepki gösteremiyorum. Başımdan ve yüzümden kanlar sızdığını hissediyorum... Sürükleyerek çıkartıyorlar odadan...

Ben bir insanım, diyorum…
Ben bir insanım…
Ben bir insanım ey işkenceciler…
Ben bir insanım…

Yukarıdaki satırlar Yazar, Mahmut Memduh UYAN’ın “BEN BİR İNSANIM” adlı belgesel tadındaki kitabından ve bir direnişin tanıklığı olarak, insan sevgisinin, yoldaşlığın sınırsız fedakârlığı ile vücudun fizik ve kimyasının özellikle de insan sinirinin dayanma gücünün adeta test edildiği bir süreci gözler önüne seriyor. Canım Yurdumda; uzun süre, iğrençliğin ordinaryüslüğünün ispatı kabilinden, çok büyük bir çoğunluk tarafından duymazdan, bilmezden ve görmezden gelindi, işkence ve bu ahlaksız tutsaklıklar, adeta yaşanan bu insanlık dramına ve suçlarına ahlaki açıdan ortaklık edercesine… Bu belgesel anlatı, insan hakları savaşı, bir onur direnişine davet olup her kim olunursa olunsun ve zaman ve koşul öngörmeksizin çığlık niteliğindedir, dün bugün ve yarın için…  

Salı, Nisan 01, 2014

NEYMİŞ…


08.03.2014 Tarihinde http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/ adresindeki bloğumda yayınlanmış olan aşağıdaki yazımı günün önemine binaen tekrar yayınlamak istiyorum… Efendim durumu tam izah etmiyor diyenlere, sadece “karar yanlış” ve “çekimserler” arasındaki değişikliğe bakmalarını öneririm…


KARAR KOLAY DEĞİŞMEZ

Mesleğe başladığımız yıllarda; çalışmaktan büyük onur duyduğum, mesleki ve sosyal yaşamıma büyük katkıları olması nedeniyle müteşekkir olduğum ve her zaman olacağım, mesleğimizin adeta yegâne okulu sayılan STFA bünyesinde çalışanların teknik ve idari gelişimleri için yoğun yürütülen eğitim çalışmaları kapsamında “Beşeri ilişkiler semineri”ne katılmış ve seminer çerçevesinde bir dolu konu başlığı içinde karar oluşumu üstüne bir çalışmadan bahsetmek istiyorum bu yazımda…

İnsan karar oluşturma sürecinde, ilk verdiği kararı tekzip etmeye yönelik ilave olarak kaç veri değişirse değişsin, asla değiştirmediğine tanık olunan bir konuda; semineri veren kişinin “bir şirkette bir bölüm şefinin iş akdinin feshi” üzerine, iş akdinin feshini gerçekleştiren yetkilinin kararını açıklayan ve

Bölüm şefi, tüm uyarılara rağmen iş disiplinini bir türlü tesis edememiş olup birlikte çalıştığı kişilere liderlik yapamadığı, yapılan çalışmaların değerlendirmeleri sonucunda kendisinden beklenen performansı bir türlü gösteremediği tespit edildiğinden iş akdi feshedilmiştir” biçimiyle özeti verilebilecek uzun bir gerekçe yazısı okur.

Bilahare; saha mühendislerinden Genel Müdür Yardımcılarına kadar değişik yetkililerden oluşan 21 kişilik katılımcı grubundan, “a-karar doğru, b-karar yanlış ve c-çekimser” cevap şıklarından uygun görülen birini oylamalarını ister, cevaplar “a–17, b–1 ve c–3” şeklinde oluşur.

Çalışmanın ilerleyen bölümünde de; semineri veren kişi iş akdi fesh edilen bölüm şefinin birlikte çalıştığı personelden birkaç kişinin konuyla ilgili görüşünü aktaran;

Bölüm Şefimiz, son derece başarılı idi, mesai başlama saatinden önce mutlaka işinin başında olur, bir gün önceden yapılan günlük planın detaylarını bizler gelmeden bir kez daha gözden geçirir, bizler işe başlayınca güncellenmiş plan bilgisi, bizleri müşfik ve pozitif enerji dağıtan görünüşü ile işe dört elle sarılma konusunda teşvik ederdi. Bir önceki döneme göre bölümün üretimi artmış olmasına rağmen iş akdinin fesh edilmiş olmasını kesinlikle anlayamadık” biçiminde kaleme alınmış yazılı metinler okur ve yeniden aynı şıklar kapsamında bir oylama yapılır.

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; Şirketin ölçme, değerlendirme bölümünden gelen ve iş akdi fesh edilen kişinin bölümünü değerlendiren; “mezkûr bölüm bir önceki döneme göre üretim performansını master planda %20 lik bir artış planlanmasına rağmen %35 lik bir artışla tamamlamıştır. Ayrıca bölümler arası ilişkilerde ve bilgi akışında bir önceki döneme göre ciddi bir hız ve kalite temin edilmiştir.” mealinde bir raporu okuyarak, aslında iş feshi kararını veren kişiyi tekzip eden bir tespit gerçekleştirir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; iş akdi fesh edilen bölüm şefinin işe alınmasında aracılık yapan insan kaynakları şirketinin mezkûr kişi ile ilgili işe alınması aşamasında hazırladığı sunumu da; “münhal kadro için yapılan başvuruların değerlendirilmesi sırasında tarafınızca verilen tüm kriterler açısından bakıldığında en uygun başvurunun bu olduğu kanaatindeyiz. Geçmiş çalışmalarının performans değerlendirmeleri ile başarılı plan uygulamalarının ve iş disiplininin gereklerine göre sıralamada en önde değerlendirilmesi gerekmektedir” gibi bir özeti içermektedir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Görüldüğü üzere; seminere katılanların çok önemli bir bölümü değerlendirme ve karar için kendilerinin önüne konulan ilk veri ile yetinmişler, artık ilk verinin tam tersi olarak gelen diğer bilgileri göz önünde tutmaksızın ve ilave hiçbir değerlendirme yapmaksızın karar sahibidirler ve karar değişikliğini asla düşünmemişlerdir. Tek bilgi ile karar vermekte beis görmeyen bir toplum olduğumuzun şahane görüntüsü olabilecek bu yaşanmışlıktan hareketle, insanların ve toplumların yaptıkları seçimleri, aldıkları kararları cansiperane savunduklarını ve kolay kolay değiştirmedikleri bilim çevrelerinin de tespit ve teslim ettiği bir gerçektir bilineceği üzere… Kararında ısrar edenlerin durumunu izah ederken, durumu “kalp gözleri kapalı”, “akılları sağır” gibi tılsımlı ve uhrevi tanımlamalarla açıklamaya çalışan yaklaşımlar konuyu hafife almaktan başka bir şey olmamakla birlikte muktedirlerin değirmenine su taşımaktır aynı zamanda da… Kafamızda, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan büyüklüğe evrilirken, ebeveynlerimizin, öğretmenlerimizin, siyasi partilerin, devlet büyüklerinin ya da takip ettiğimiz gazetelerin ya da yayınların sürekli aynı şeyleri tekrarlayarak ve tekrarlatarak, ezberleterek; oluşturduğu algılama düzeneği ya da filtresi, hülasa neyi nasıl algılamamıza, neyi kendimize daha yakın hissetmemize, benimsememize ya da reddetmemize yol açan “bakış açısı”dır bu. Bu bakış açısına “paradigma” da denilmekte ve insanın, bir olayı ve durumu ya da kavramı, anlaması ve yorumlaması esnasında kendine özgü olan akli ve ahlaki değerler dizisidir… Ahlak, özgürlük, eşitlik ve sevgi üstüne oluşturduğumuz tüm yaklaşımlar sahip olduğumuz bu akli filtrelerin eseri olup tüm hayatımız buna uygun bir biçimde sürmektedir…

Gerçeğin ne olduğu ve ne olmadığı ile nelerin nasıl olması ya da olmaması gerektiği konusunda sahip olduğumuz algılama filtrelerimiz yani paradigmalarımız; neyin iyi, neyin kötü, neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu tayin etmemizi temin eden süreçte öne çıkar günlük hayatımızı şekillendirir ve genel tutum ve davranışlarımız ile beşeri ilişkilerimizin temelini oluşturur. Çevremizi, olayları ve dünyamızı olduğu gibi değil “ayaklarımızın dibi dünyanın merkezidir” yorumuyla-algılamasıyla, kendi bakış açımızla ve görebildiğimiz kadarıyla anlayabilir, anlayabildiğimiz kadarıyla yorumlar ve anlatır ve aktarırız. Bir bakıma da; “medeniyetler beşiği Anadolunun” yarattığı ve durumu anlatmak üzere kullandığı “at gözlüğü takma” sözü durumun tercümanıdır. Tüm bu bilimsel yaklaşımlar ve hayatın içinden imbiklenen atasözlerinin bize verdiği yegâne ders ise; insan hep nakıstır ve çaba göstermediği sürece bunun katmerleşeceğidir. Cehaletin katmerleşmesinin yaratacağı sonucun ne olduğu konusu ise herkesin malumudur.

Dünya gerçeğinin; bizim algılama düzeneğimizdeki defolar neticesinde, tam tersine varacak bir biçimde algılanıyor olmasının en canlı, en güncel ve en muhteşem örneği ise; “Abi çalıyor ama Allah var çalışıyor”, yaklaşımıdır, Allah selamet versin… Şu günlerde en çok ihtiyaç duyulan şeyin, özgür kafa, özgür vicdan ile merhamet ve sevgi duyguları olduğunu zinhar unutmadan, herkeste bulunan bu duyguların üstüne çöreklenen sevgisizliğin, merhametsizliğin, akıl ve vicdan esaretinin son bulması dileğiyle, bugünlerde bir dostumdan öğrendiğim güzel bir sözle yazımı sonlandırıyorum: “cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi biliyorlar”…

Bilmem tam anlatabildin mi; yoksa kararlar kolay değişmez…

 

Cumartesi, Mart 29, 2014

STAY BEHIND


Stay-behind, ki bu terimin İngilizce kelime anlamı “geride duranlar-gölgede kalanlar” olarak tercüme edilebilir, Amerikan emperyalizminin vurucu ve askeri görünüşlü siyasi gücü NATO bünyesinde ve hemen yakınlarındaki ülkelerde devrimci örgütlenmelere ve emperyalizm karşıtı halk iktidarı taleplerine karşı kurulan ve bu saikler çerçevesinde her türlü operasyon kabiliyetine haiz donatılan halka karşı olması nedeniyle de yasadışı ilan edilmesi gereken silahlı-külahlı kuvvetlerin genel ve gayri hukuki adıdır. Emperyalistlerin Soğuk Savaş diye adlandırdıkları 2. paylaşım savaşından sonra, sosyalist blok temsiliyetini üstlenen Sovyetler Birliğinin işgal ihtimali öne sürülerek; aslında bağımsızlıkçı ve Devrimci halk hareketlerine karşı oluşturulan, NATO çalışması imiş gibi gösterilerek sanki üye ülkelerin iradelerinin yansımasıymış görüntüsü ile ama aslında, ABD Emperyalizminin esaret ve zulmünün devamının temin garantisi ABD’nin dış kirli operasyonlarını yöneten CIA ve İngiltere’nin dışarıdaki kirli faaliyetlerini yürüten SIS ve Mİ 6 tarafından sıkı şekilde kontrol ve idare edilen, faaliyet yürütülen ülkelerde, siyasi ve ekonomik hayatı şekillendirmek için insanoğlunun aklına gelme ihtimali çok düşük ama sadece şeytanın aklına gelen her türlü karanlık ve gayri ahlaki işler çevirmişlerdir. Peki; nedir “stay-behind” konsepti ve onu yaratan koşullar emperyalistler açısından, NATO kapsamındaki bir ülkenin, kendi tanımlamalarına göre kötülüklerin kaynağı “Sovyetler Birliği” ya da müttefikleri tarafından işgale uğraması halinde kendi topraklarını işgale karşı direnerek savunmak ve daha ileri giderek işgalcileri püskürtmek gibi sunulan ve ülke insanının itiraz etmesini engelleme noktasında gizli örgütlenmeler toplamıdır. Bu toplam, tek tek ülkeler bazında planlandığı gibi blok ülkeler bazında da planlanarak, daha geniş kapsama erişmiş ve günün moda deyimi ile “paralel ordular-paralel silahlı kuvvetler” oluşturulmuştur. Bu “paralel orduların” olası bir Sovyetler Birliği işgali durumunda aktif olacağı savına rağmen mezkûr ülkedeki Devrimci, Sosyalist ya da bağımsızlıkçı hareketlerin demokratik seçimlerle bile olsa iktidarlarına katlamayan bir yapıda olduğunu yaşanan pratik göstermiş olup, gizli orduların işgallere karşı kullanması için saklanmış gizli silah depoları kullanılarak da iç siyasette aktif tutum alınmış ve ülkenin yarı-işgal ya da gizli işgal altında olduğu öne sürülerek itham edilenlere karşı ciddi katliamlar yapılmıştır. Mezkur “paralel orduların” Yunanistan ve Türkiye’deki örneklerinde olduğu üzere askeri darbeler düzenleyip faşizmin açık icrası cihetine yönelerek hazırlıklarının ve cesaretlerinin boyutlarını topluma gösterme fırsatlarını hep değerlendirmişlerdir.

Bulanık suda balık olarak her türlü ahlaksız ve akla hayale gelmeyecek manipülasyon, korku ve terör bazlı fırıldaklar çeviren bu takım, Avrupa ülkelerinde çökertildi iddialarına rağmen gerçek anlamda hiç dokunulamamış durumda kalmaya devam etmiş ve sadece kişisel çekişmelerin yarattığı kayıkçı kavgası misali birkaç kişinin açığa çıkması ile sınırlı kalmış, anlaşıldığı kadarıyla… Hala dokunulamamış olması iddiasının doğru olma ihtimalinin artan bir ivme ile devam ediyor olmasının en çarpıcı ve ciddi örneğini, ABD’de gerçekleştirilen 11 Eylül saldırıları teşkil etmekte olup konsept uyarınca önce bir türlü açıklanamayan ve açığa çıkarılamayan terör saldırısı ve ona karşı girişilen savaş ile yaratılan korku ve sindirme sarmalıdır ve açıkça görüleceği üzere içine Afganistan’ı alarak Ön Asya’ya, Ortadoğu’ya ve Kuzey Afrika’ya sıçramış durumdadır.

Auxiliary Units (İngiltere), Gladio (İtalya ve diğer bir çok ülke),  Seferberlik Tetkik kurulu sonradan da Özel Harp Dairesi (Türkiye),  GAL (İspanya), I&O (Hollanda), Lochos Oreinon Katadromon, LOK ya da Koyun postu (Yunanistan), OWSGV (Avusturya), Plan Bleu, La Rose des Vents, Arc-en-ciel (Fransa), ROC (Norveç), SDRA8, STC/Mob (Belçika), Bund Deutscher Jugend - Technischer Dienst, TD BJD (Almanya), Nihtilä-Haahti plan (Finlandiya), Projekt-26, P-26 (İsviçre) ve Werwolf (Nazi Almanyası) gibi isimler altında mezkur ülkelerde organize olmuşlar ve yaptıkları her operasyondan sonra buhar olduklarını anlıyoruz, Daniel Ganser’in “NATO'nun gizli orduları - Batı Vvrupa'da gladio operasyonları ve terör” adlı kitabından. Daniel Ganser isinli İsviçreli araştırmacı akademisyen; mezkûr yapılanmaların ülke ülke şemasını çıkararak, bizzat resmi evraklarına, ilgili kurumlarla yazışmalarına, mahkeme kayıtlarına ve de çeşitli tanıklıklara dayanılarak yazdığı konunun çok önemli yayınlarından biri sayılabilecek kitabını yazıyor ve konu biraz daha şekilleniyor toplum gözünde ve hafızasında…

Stay-behind; canım yurdumda ise, organize edenlerin bizatihi tanımlamalarına göre, “maskelenmiş ismi”, STK (seferberlik tetkik kurulu” ve bilahare de “Özel Harp Dairesi” olmuş ve yer yer, tam kendilerini tanımlamasa bile, Kontrgerilla, Gladio, Ergenekon gibi isimlerle de maruftur. Kısa tarihi açısından, NATO'nun Özel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri Türkiye'de, hemen Kore savaşı sonrası belki de canım yurdumun rüşt ispatını müteakip oluşturuldukları kesin olup, 6-7 Eylül olayları, Kanlı Pazar, 12 Mart Faşist askeri darbesi, 12 Eylül faşist askeri darbesi, Kızıldere katliamı, Kanlı 1 Mayıs 1977, 16 Mart İTÜ Katliamı, Bahçelievler Katliamı, Kahramanmaraş katliamı, Savcı Doğan Öz cinayeti, Bedrettin Cömert cinayeti, Abdi İpekçi suikastı, Kemal Türkler suikastı gibi ilk elde sayılabilecek ses getiren eylemler gerçekleştirilmiş ve eylem sonrası da eylemciler de buhar olmuş olmalarının vebali ile ta günümüze kadar mevcudiyetlerini sürdürdükleri izlenimi uyandırmaya devam etmişlerdir. 12 Eylül faşist askeri darbesinin lideri konumundaki Kenan Evren’in bilinen en önemli “Stay-behind” komutanlarından biri olduğu iddiası hiçbir zaman reddedilmemiş olup sanki gizli gizli de bu ünvanın keyfi çıkarılmıştır her zaman… Diğer taraftan Stay-behind örgütlenmesinin lideri konumundaki neredeyse herkesin yasal görevlerde bulunması vukuatı adiyeden bir durum oluşturmuştur adeta…

Bu karanlık yapılanmaların görevi sona ermiştir iddialarının aksine, güncellenen ve yenilenen NATO konseptine uygun olarak; küreselleşme, piyasa ekonomisi ve özelleştirmenin yaygınlaşma seviyesine paralel yeni savaş yöntemlerine terfi edilmiş ve olaylara ya da gelişmelere dayalı bilgiyi, haberi “asimetrik psikolojik savaş” kuralları mucibince kirleterek, saptırarak, önemsizleştirerek devam edilmekte olup emperyalizmin ezilen dünyadaki hâkimiyetine toplumların katlanmalarının veya rıza göstermelerinin temini cihetine gidilmiş hatta oluşturulan “yeni soğuk savaş” konsepti kapsamıyla da temin ve garanti altına alınmıştır.

 

Pazar, Mart 16, 2014

YEREL (GENEL) SEÇİMLER


Şimdilerde bakıyorum da yeni moda çıkarmış bir grup “malum” siyasi parti taraftarları “Çeşmeli olmayan birinin başkan olmasını ister misin?” sorusu çerçevesinde, mezkûr zevattan iyi tanıdığım birisi de, bir vakit yolda merhabalaştığımız anda benzer soruyu bana da yöneltti, hem de kendisini, böyle bir soruya muhatap olmanın beni rahatsız ettiğini defalarca uyarmama rağmen, samimiyetimiz çerçevesinde ne söylersem söyleyeyim ikna edemedim. Geçen haftaki yazımda uzun uzun bahsettiğim “karar kolay değişmez” önerme çerçevesinde mezkûr zatı halis bir örnek olarak tanıtmanın bir görev olduğunu bilmeme rağmen milyonlarca benzerinin çevremizde dolaşıyor olması hasebiyle de, kendisini tanıtma yerine kendisine anlattıklarımla iktifa edeceğim. Olur da, bu kadarı olmaz dedirtecek propagandanın anlamı mezkur soruya muhatap olan herkes tarafından çok açık olup, murat ve kast “Alaçatı’lı Muhittin Dalgıç’a oy verilir mi?”dir. Kadim ve anlamsız sorunun sahiplerine, Çeşme merkezde oturan birini bulup getirseniz hemen soru “filan mahalleden birine nasıl oy vereceksin”e evrilecektir emin olun, murat ve kast bizim adaya oy verin ve sorudan muaf tutuluna kadar gider, kafa bu olunca… Allah selamet versin…

Peki; bana “sen Çeşmeli olmayan bir başkan ister misin?” diye sorup aslında, bizi hafife alan, herkesin nabzına göre şerbet vermeye alışmış, kendini çok şey biliyormuş diye satmaya kalkan kardeş; sen adam olmadığın sürece Çeşme’li olsan ne yazar, Çeşme’li olmasan ne yazar, diye kendisine sorsak, gak guk deyip, patinaja devam edecek ya… Gel de söyleme “ben cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi iyi biliyorlar” lafını bir kez daha… Peki, bu lafı dillendiren kardeş; “Büyükşehir Belediyesinde oy vermeyi bize zımmen teklif ettiğin bu davetin karşısında biz de sana soralım; oy vermeye hazırlandığın, bizi de davet ettiğin Binali Yıldırım İzmir’li mi de sen ona oy vereceksin… Peki; Alaçatı’lılar Çeşme’li Mustafa Cenger’e oy vermeyecek mi? MHP nin adayına Dalyan dışında kimse oy vermeyecek mi? Bırakın bu komedileri, kim nereli olursa olsun, önce temsil ettiği fikir sonra da başka değerler oylanacaktır, siz isteseniz de istemeseniz de…

Söylenen öyle bir ifade ediliyor ki, zannedersiniz; “efendi Amerikalı”nın yerine göz dikmiş “köle zenci” var orta yerde, kaldı ki onlar bile bunu anlamsız bularak, çok sonradan da olsa, bu kabil çatışmaları geride bırakmış hatta artık kendilerine benzetmiş olsalar bile bir zenciyi Devlet Başkanı seçmişler… Yahu bu muhteremlere göre sanki biz taş devrinde yaşıyorduk ta bunlar sayesinde memleket gün yüzü gördü, fesuphanallah… Hasbinallah…

Diğer taraftan artık; “Alaçatı” Çeşme’nin bir mahallesi ise eğer, herhangi bir Alaçatı’lı da Çeşme’lidir, nasıl ki Dalyan Çeşme’nin bir mahallesi ise ve tam da bu yüzden herhangi bir Dalyanlı Çeşme’li ise, herhangi bir Çeşme’li de Alaçatı’lıdır. “Muhittin Dalgıç Alaçatı’lıdır, bir Alaçatı’lıya oy verme, Çeşme’li Mustafa Cenger’e oy ver” diyen bu kardeşime sormak gerek acaba; Çeşme’li AKP adayı Mustafa Cenger’e Alaçatı’lılardan oy isterken ne diyorsunuz?

Mesela, Bülent Tercan’a oy verecekler, onun Çeşmeli olup olmadığına bakmayacak ve de bakmamalı, eğer temsil ettiği siyasi fikir ve parti, eğer yapacakları ve taahhüt ettiği proje önerileri insanları tatmin ediyorsa herkes oy verecektir, vermelidir de… Şimdi mezkûr şahıslar vatandaşın önüne çıkıp, ben mensubu bulunduğum partinin fikrini yerel iktidara taşıyacağım, şu şu projelerin gerçekleştirilmesi için partimin belediye başkan adayı ile birlikte elimden gelen her şeyi yapacağım diyorsa, vatandaş da temsil edilen siyasi fikrin, parti anlayışının ve önerilen projelerin kendisini tatmin ettiğini ya da edeceğini düşünüyorsa oyunu verecektir, bu kadar, daha azı ya da daha fazlası yoktur… Tıpkı;  Esnaf odası seçimlerinde Alaçatı’lı olan Osman Köfüncü’ye Çeşme’li esnafın oy vermesi doğallığında olmalıdır bu, oy vermedi mi, verdi hem de 2 rakibinin oy toplamının 2 katından fazlasını verdi, verecekte bundan daha normal ne olabilir?

Kimse unutmasın ki; bu memleketin her santimetre karesine hepimiz müteselsilen ortakız… Tam da bu yüzden hepimiz heryerliyiz, hepimiz buralıyız, hepimiz oralıyız…

Ayrıca “yerel seçim” diye yapılan bu seçimde partiler ve genel politikalar oylanmayacaksa, genel politik tercihler oylanmayacaksa neden adaylar bir partiden aday olurlar, soruları karşısında anlaşılmaz bir duruma düşülür aksi takdirde… Adaylar bir siyasi parti adının altında seçime girerler çünkü kendi bakış ve davranışları bakımından eklemlendikleri fikrin uygunluk arz ettiklerine inandıkları ve takip ettikleri siyasi benzerlerinin fikirlerine şahsi fikirlerini blok ve tehvit ederler ve uygun partileri seçerler kendilerine… Demek ki burada nereli olduğunudan ziyade siyasi ve ahlaki meşrebi ve disiplini nedir, iş kabiliyeti nedir, yaptıklarının nasıl sonuçlar verdiği bilinen insanlara ve dolayısıyla da artık son dönemde yaşananların bir “güvenoyu” niteliği taşıdığından şüphe duyulmayan bu seçim de başta temsil ettiği siyaset ve parti ile yerel yapılabilecekler oylanacaktır.

Nihayetinde, bu seçimler ne anlamına mı geliyor; bunun cevabını tamamıyla katıldığım biçimiyle Başbakan Tayip Erdoğan’ın ağzından söyleyeyim; “bu seçimler güvenoyu olacaktır”… Aynen katılıyorum bu seçimlerde genel politikayı onaylıyorsanız ya da onaylamıyorsanız buna göre pozisyon alacaksınız… Bir yanda Hür aklın, hür fikrin, Hür vicdanın, diğer yanda sevginin, merhametin, lehinde ya da aleyhinde bir referandumdur bu… Berkin’in öldürülmesi bile, onun ekmek almaya giden çocuk mu, yoksa elinde sapan, polise çelik bilye atan terörist mi oylaması biçiminde algılanacaktır, bakın göreceksiniz… AVM yapacağım diye tutturmanın, Gezidekiler teröristtir, Camiye ayakkabı ile girdiler, başörtülü kızımıza saldırdılar demenin bu seçimde oylanmayıp vareste tutulması beklenebilir mi? Aleyhte ya da başka bir anlamda istenildiği gibi davrandığı konusunda şüphelenilen savcıların yerlerinin değiştirilmesi, neredeyse basından anladığımız kadarıyla yaklaşık 8.000 polisin yerinin değiştirilmesi, fezlekelerin bir türlü meclise gelememiş olması, devletin paralelinin varlığının, varlığı halinde halen kimsenin bu nedenle yargılanmamış olması, para kasalarının, para sayma makinelerinin, ayakkabı kutularının vs gibi konulardaki vatandaşın tavrının bu seçimde değil de hangi seçimde ölçüleceği sorusu havada kalır aksi takdirde… Peki, nasıl diyeceğiz vatandaşa, yaşanan problemlerin yaratıcısından çözüm beklenir mi diye, yerel de dolayısıyla genelde…

Aklın, önyargının önüne geçeceği ve hâkim olacağı günleri görmek arzumuz hiç bitmedi bitmeyecekte, umarım bir gün olacak rüyalar gerçek…

Belki de; mezkur zevat tarafından çok sevilen ve sık sık atıfta bulunulan Mecelle kuralı; “Def'i Mefasid Celb-i Menafiden Evladır”ın hayatiyet bulması en güzel tarafı olacaktır bu seçimlerin…

 

Cumartesi, Mart 08, 2014

KARAR KOLAY DEĞİŞMEZ

Mesleğe başladığımız yıllarda; çalışmaktan büyük onur duyduğum, mesleki ve sosyal yaşamıma büyük katkıları olması nedeniyle müteşekkir olduğum ve her zaman olacağım, mesleğimizin adeta yegâne okulu sayılan STFA bünyesinde çalışanların teknik ve idari gelişimleri için yoğun yürütülen eğitim çalışmaları kapsamında “Beşeri ilişkiler semineri”ne katılmış ve seminer çerçevesinde bir dolu konu başlığı içinde karar oluşumu üstüne bir çalışmadan bahsetmek istiyorum bu yazımda…

İnsan karar oluşturma sürecinde, ilk verdiği kararı tekzip etmeye yönelik ilave olarak kaç veri değişirse değişsin, asla değiştirmediğine tanık olunan bir konuda; semineri veren kişinin “bir şirkette bir bölüm şefinin iş akdinin feshi” üzerine, iş akdinin feshini gerçekleştiren yetkilinin kararını açıklayan ve

Bölüm şefi, tüm uyarılara rağmen iş disiplinini bir türlü tesis edememiş olup birlikte çalıştığı kişilere liderlik yapamadığı, yapılan çalışmaların değerlendirmeleri sonucunda kendisinden beklenen performansı bir türlü gösteremediği tespit edildiğinden iş akdi feshedilmiştir” biçimiyle özeti verilebilecek uzun bir gerekçe yazısı okur.

Bilahare; saha mühendislerinden Genel Müdür Yardımcılarına kadar değişik yetkililerden oluşan 21 kişilik katılımcı grubundan, “a-karar doğru, b-karar yanlış ve c-çekimser” cevap şıklarından uygun görülen birini oylamalarını ister, cevaplar “a–17, b–1 ve c–3” şeklinde oluşur.

Çalışmanın ilerleyen bölümünde de; semineri veren kişi iş akdi fesh edilen bölüm şefinin birlikte çalıştığı personelden birkaç kişinin konuyla ilgili görüşünü aktaran;
Bölüm Şefimiz, son derece başarılı idi, mesai başlama saatinden önce mutlaka işinin başında olur, bir gün önceden yapılan günlük planın detaylarını bizler gelmeden bir kez daha gözden geçirir, bizler işe başlayınca güncellenmiş plan bilgisi, bizleri müşfik ve pozitif enerji dağıtan görünüşü ile işe dört elle sarılma konusunda teşvik ederdi. Bir önceki döneme göre bölümün üretimi artmış olmasına rağmen iş akdinin fesh edilmiş olmasını kesinlikle anlayamadık” biçiminde kaleme alınmış yazılı metinler okur ve yeniden aynı şıklar kapsamında bir oylama yapılır.
“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; Şirketin ölçme, değerlendirme bölümünden gelen ve iş akdi fesh edilen kişinin bölümünü değerlendiren; “mezkûr bölüm bir önceki döneme göre üretim performansını master planda %20 lik bir artış planlanmasına rağmen %35 lik bir artışla tamamlamıştır. Ayrıca bölümler arası ilişkilerde ve bilgi akışında bir önceki döneme göre ciddi bir hız ve kalite temin edilmiştir.” mealinde bir raporu okuyarak, aslında iş feshi kararını veren kişiyi tekzip eden bir tespit gerçekleştirir. Yine bir ara oylama; sonuç;
“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; iş akdi fesh edilen bölüm şefinin işe alınmasında aracılık yapan insan kaynakları şirketinin mezkûr kişi ile ilgili işe alınması aşamasında hazırladığı sunumu da; “münhal kadro için yapılan başvuruların değerlendirilmesi sırasında tarafınızca verilen tüm kriterler açısından bakıldığında en uygun başvurunun bu olduğu kanaatindeyiz. Geçmiş çalışmalarının performans değerlendirmeleri ile başarılı plan uygulamalarının ve iş disiplininin gereklerine göre sıralamada en önde değerlendirilmesi gerekmektedir” gibi bir özeti içermektedir. Yine bir ara oylama; sonuç;
“a–17, b–3 ve c–1”

Görüldüğü üzere; seminere katılanların çok önemli bir bölümü değerlendirme ve karar için kendilerinin önüne konulan ilk veri ile yetinmişler, artık ilk verinin tam tersi olarak gelen diğer bilgileri göz önünde tutmaksızın ve ilave hiçbir değerlendirme yapmaksızın karar sahibidirler ve karar değişikliğini asla düşünmemişlerdir. Tek bilgi ile karar vermekte beis görmeyen bir toplum olduğumuzun şahane görüntüsü olabilecek bu yaşanmışlıktan hareketle, insanların ve toplumların yaptıkları seçimleri, aldıkları kararları cansiperane savunduklarını ve kolay kolay değiştirmedikleri bilim çevrelerinin de tespit ve teslim ettiği bir gerçektir bilineceği üzere… Kararında ısrar edenlerin durumunu izah ederken, durumu “kalp gözleri kapalı”, “akıları sağır” gibi tılsımlı ve uhrevi tanımlamalarla açıklamaya çalışan yaklaşımlar konuyu hafife almaktan başka bir şey olmamakla birlikte muktedirlerin değirmenine su taşımaktır aynı zamanda da… Kafamızda, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan büyüklüğe evrilirken, ebeveynlerimizin, öğretmenlerimizin, siyasi partilerin, devlet büyüklerinin ya da takip ettiğimiz gazetelerin ya da yayınların sürekli aynı şeyleri tekrarlayarak ve tekrarlatarak, ezberleterek; oluşturduğu algılama düzeneği ya da filtresi, hülasa neyi nasıl algılamamıza, neyi kendimize daha yakın hissetmemize, benimsememize ya da reddetmemize yol açan “bakış açısı”dır bu. Bu bakış açısına “paradigma” da denilmekte ve insanın, bir olayı ve durumu ya da kavramı, anlaması ve yorumlaması esnasında kendine özgü olan akli ve ahlaki değerler dizisidir… Ahlak, özgürlük, eşitlik ve sevgi üstüne oluşturduğumuz tüm yaklaşımlar sahip olduğumuz bu akli filtrelerin eseri olup tüm hayatımız buna uygun bir biçimde sürmektedir…

Gerçeğin ne olduğu ve ne olmadığı ile nelerin nasıl olması ya da olmaması gerektiği konusunda sahip olduğumuz algılama filtrelerimiz yani paradigmalarımız; neyin iyi, neyin kötü, neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu tayin etmemizi temin eden süreçte öne çıkar günlük hayatımızı şekillendirir ve genel tutum ve davranışlarımız ile beşeri ilişkilerimizin temelini oluşturur. Çevremizi, olayları ve dünyamızı olduğu gibi değil “ayaklarımızın dibi dünyanın merkezidir” yorumuyla-algılamasıyla, kendi bakış açımızla ve görebildiğimiz kadarıyla anlayabilir, anlayabildiğimiz kadarıyla yorumlar ve anlatır ve aktarırız. Bir bakıma da; “medeniyetler beşiği Anadolunun” yarattığı ve durumu anlatmak üzere kullandığı “at gözlüğü takma” sözü durumun tercümanıdır. Tüm bu bilimsel yaklaşımlar ve hayatın içinden imbiklenen atasözlerinin bize verdiği yegâne ders ise; insan hep nakıstır ve çaba göstermediği sürece bunun katmerleşeceğidir. Cehaletin katmerleşmesinin yaratacağı sonucun ne olduğu konusu ise herkesin malumudur.

Dünya gerçeğinin; bizim algılama düzeneğimizdeki defolar neticesinde, tam tersine varacak bir biçimde algılanıyor olmasının en canlı, en güncel ve en muhteşem örneği ise; “Abi çalıyor ama Allah var çalışıyor”, yaklaşımıdır, Allah selamet versin… Şu günlerde en çok ihtiyaç duyulan şeyin, özgür kafa, özgür vicdan ile merhamet ve sevgi duyguları olduğunu zinhar unutmadan, herkeste bulunan bu duyguların üstüne çöreklenen sevgisizliğin, merhametsizliğin, akıl ve vicdan esaretinin son bulması dileğiyle, bugünlerde bir dostumdan öğrendiğim güzel bir sözle yazımı sonlandırıyorum: “cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi biliyorlar”…

Bilmem tam anlatabildin mi; yoksa kararlar kolay değişmez…

Pazar, Mart 02, 2014

NE VAR NE YOK


Rüşvet yok…
Komisyon yok…
Hırsızlık yok…
Çalmak yok…
İhale yolsuzluğu yok…
Nüfus ticareti yok…
Soygun yok…
Sahtekârlık yok…
Gerçek yok…
Yolsuzluk yok…
Ayakkabı kutusu yok…
Ayakkabı kutusunda para yok…
Evde para kasası yok…
Evde para sayma makinesi yok…
Hizmet hareketi yok…
Ses kaydı yok…
Euro (avro) yok…
Dolar yok…
Zam yok…
Demokrasi yok…
Yalan yok…
Hile yok…
Desise yok…
Çevre yok…
Çevreci yok…
Biber gazı yok…
Portakal gazı yok…
Tazyikli su yok…
Suda kimyasal yok…
Polis dayağı yok…
TIR da kaçak yok…
Cemaat yok…
Sansür yok…
Alo fatih yok…
Yasama yok…
Yargı yok…
Yoksulluk yok…
Döverek öldürme yok…
Şike yok…
Fişleme yok…
Dinleme yok…
Makamı kötüye kullanmak yok…
Dadı yok…
Havuz yok…
İn yok…
Gemi yok…
Ada yok…
Baba yok…
Masraf yok…
Haram yok…
Haramzade yok…
Kul hakkı yok…
Tahsis yok…
Âlim yok…

 

Faiz lobisi var…
Vaiz lobisi var…
Kaset lobisi var…
Seks lobisi var…
Dinleme lobisi var…
Yahudi lobisi var…
Yol lobisi var…
Yalan lobisi var…
Fitne lobisi var…
Pensilvanya var…
Dedikodu var…
Yol var…
Paralel devlet var…
Ajanlar var…
Dublaj var…
Piyes var…
TlR var…
İHL parası var…
Komplo var…
Fiyat ayarlaması var…
İleri demokrasi var…
Anarşist var…
Terörist var…
Vandal var…
Ateist var…
TIR’da devlet sırrı var…
Özgürlük var…
Hür irade var…
Alo Bilal var…
Yargı var…
Yürütme var…
Bolluk var…
Öldürerek dövme var…
Operasyon var…
İHH var…
Kadı var…
Havuz problemi var…
İnletme var…
Gemicik var…
Adacık var…
Babacım var…
Masraftan kaçma var…
Montaj var…
Helal var…
İhale var…
Âlim müsveddesi var…
Kahraman polis var…

Şimdi birileri kızacak ama ben mi diyorum, onlar diyor… Siz de kendinize uygun söylemleri tutturun be kardeşim… İstediğin gibi davranabilirsin, kim karışabilir ki, bugün “o” var de, yarın “o” yok de… İstersen “var”lar ile “yok”ların yerini değiştir, değiştir dur söylemi, değiştiremedikten sonra durumu… 3 gün önceyi anımsayamadıktan sonra denilenin ne anlamı var ki…

Vallahi hani övünüyorlar ya; Fatihlerin torunuyuz diye, bende soruyorum herkes Fatihlerin torunu ise, Deli İbrahim’in torunları nerede?