Çarşamba, Ekim 19, 2016

MEHMET FATİH ÖKTÜLMÜŞ


Türkiye tarihinin bir kara sayfası olan, bugün hala acıları çekilen ve "ABD'nin çocukları” olarak tarihe adlarını yazdıranlar, yani 12 Eylül Faşist darbesinin mağrur generalleri ve sivil aveneleri, devletin iç yüzünü dışa vurarak, kendisinden öncekilerin mıntıka temizliği üstüne, toplumun her noktasının zapt-u rapt altına almak adına, yarattığı işkencehaneler ve işkenceler, hayatları kararan insanların yaşadığı dramlar, sakatlıklar ve ölümler, kayıplar, kimsesiz mezarlıklarının arttığı dönemler, hıyanet ve direniş... Tıpkı Ahmet Arif'in "Diyarbakır Kalesinden Notlar" şiirinde anlattığı üzere; bir tarafta, engerekler, çıyanlar ve ekmeğe göz koyanlar diğer tarafta ise, bu namustur künyemize kazınmış diyerek, bunları görerek, tanıyarak ve anlatarak büyüyenler...

Kurulan işkence tezgahlarında, dert, sadece işkenceye çekileni fizik olarak yok etmek değil, umudunu kırmak, güven duyduğun tüm insanları unutarak hatta yok sayarak, içinde büyük emeklerle yarattığın kendine, çevrene ve topluma saygı duymayı yıkmak, büyük bir özenle ben demek yerine biz demeyi tercih etmişliği tarumar etmek,  nihayetinde de psikolojik olarak çökertmek, ben birşey değilim artık, ruh haline büründürmek, hatta sorgucular açısından da artık bilgi edinmekten öte geçmiş bir ruh halinin sergilendiği, artık intikam alma haline dönüşmüş olma halidir, tüm bu yapılanlar. Artık, bir takım kişiliksiz profesör unvanlı sözde bilim adamları vasıtasıyla "tıp bilimi" de devletlerin işkence sistematiği hizmetine girmiş, şeytanın bile aklına gelmeyecek haltlar yemeğe başladıkları dönemler yaşanmıştır.

Bizlerin yaşadığı bu olağanüstü dönemleri nasıl ve nereden başlayarak anlatsak, daha net anlaşılır bilemiyorum açıkçası, bilen ve yaşayanlar açısından anımsamakta, algılamakta sorun olmaz diye düşünüyorum ama yaşamayanlar açısından çok ciddi bir sıkıntıdır, anlayabilmek, algılayabilmek...

Yarı sömürge, yarı feodal durumdaki ülkelerde devrimci mücadelenin, başat unsurlarının bağımsızlık ve demokrasi olarak öne çıkması neticesinde, canım yurdumda da, 60 yıllar ve 70 li yıllar öğrenci gençlik açısından, üniversite, eğitim-öğretim, gençlik sorunlarını ön plana alan ve bilahare ülkenin tüm yakıcı sorunlarını kendine dert haline getiren, dönemin en önde gelen devrimci önderi Che Guevera'nın "Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zamansa; bana komünist diyorlar" sözü formülasyonu mucibince de, yoksul halkların neden yoksul olduklarını sorgulamaya başlayınca da, "ben, ailem ve geleceğim" diye kaygılanmayan, kendisi dışındaki sorunların etrafını yakıyor olmasını dert edinen ve bu uğurda mücadele edilen, bir süreç haline dönüşmüştür.

12 Mart'ın ve 12 Eylül'ün sürek avı şeklinde gelişen devrimci avı, tazı köpeklerini hasetinden çatlatacak biçimlerde gelişmeler göstermeye başlamıştır artık, Hollywood takipçiliği mi yapıyordu bu kepazeler, yoksa Hollywood mu onları takip ediyordu artık ayırt etmek çok zordu. Bakan düzeyindeki kahramanlar bile sorgu timlerinden intikam ve kan ister hale gelmişlerdi.

Bizim bir başka nedenle, Adana Emniyet Müdürlüğü'nün oto garajının sorgu merkezi haline dönüştürülmüş hücrelerinde tutulduğumuz dönemde, yanılmıyorsam Mart 1981 ortaları idi, sonradan tüm detaylarını öğrendiğimiz şekli ile, arkadaşları ile buluşmak üzere bir randevu yerine giden, Mehmet Fatih Öktülmüş, bir başka teşkilat için pusu kuran polis,  Fatih'i tanıyınca diğer operasyondan vazgeçer, Fatih'i hedef alır, çıkan silahlı çatışmada 3 aşamalı kurulmuş polis çemberinin bir kısmını aşarsa da yaralanır ve yaralı olarak ele geçer. Üzerinde Dilaver adına düzenlenmiş bir kimlik bulunur...

Adana Emniyet Müdürlüğü eski binasındaki bodrumdaki oto garajındaki hücrelerde, hücre komşum idi, tanımadığımız ama yaralı ele geçmiş yarı çıplak bir adam, demir kapıya kelepçeler ile gerilmiş vaziyette, yan hücreden bakınca, tüm zorluklara rağmen, sapsarı bir yüz ama gülümser vaziyette... Sorgucular geliyor gidiyor, sürekli aynı nakarat, en azından bizim duyduğumuz, "Mehmet Fatih Öktülmüş" diye sesleniş o ise ısrarla ve tereddütsüz, "Ben Dilaver...", gidiyor sorgucular... Sorgucuların gece ziyaretlerinde, çıplak vücuttaki yaralara tükenmez kalem sokarak kanırtma ve itiraf beklentisi, gündüz ise muhtemelen hastane ve dikiş yenilemesi, bir kaç gün böyle gitti... Duyduğumuz, sadece "ben Dilaver..." cevabı dışında, yan hücredekilere işkenceye karşı konulması yönündeki tavsiyeleri...Sonra İstanbul'a götürdüklerini duydum ve bilahare de mensubu olduğu teşkilatın önemli ve eski bir yöneticisi olduğunu öğrendim... Diğer sorgu odalarında neler olduğunu görme şansımız yoktu ama, gelince gördüğümüz kadarı ile bitkin ve ayakta duramayacak haldeki bu insanın, kendi hücresinde ise diğer hücrelerdekilerin bile görebileceği şekilde vahşeti andıran işkenceleri... Ancak, her soruya karşı kilitlenmiş dudaklar ile suskun kalmayı, konuşunca da aradıkları kişinin kendisi olmadığının belirtilmesi, tek anlaşılan şeyler bunlardı.

İnançlarına; saygının ve sadakatin ciddiyeti içinde, işkencelere ve tüm vahşet kabilinden zulümlere direnişin, tüm bu yapılanlara karşı dudaklarından gülüşünü eksiltmeyen, eğilmeyen bükülmeyen duruşun sembolü olan M. F. Öktülmüş'ü hatırlamak bir borçtur bize... Sonraları da; cezaevlerinde ceza çekmeyi aşıp, intikam uygulamaları yapılmasına karşı da direnişini sürdüren, ölüm orucuna yatan ve bu uğurda hayatını feda eden bu yiğit insanın, yıldızlar yoldaşı olsun...

 

 

Cuma, Ekim 14, 2016

DİXİ ET SALVAVİ ANİMAM MEAM

1 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Cami Baykurt ile beraber Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başlar. Hemen ardından, 4 Aralık'ta yapılan gösteriler sonucu Yeni Dünya ile aynı çizgide olan Tan gazetesi ve Yeni Dünya'nın da basıldığı La Turquie gazetesinin matbaası yıkılır. Bu yüzden, Yeni Dünya gazetesi ancak dört sayı çıkar. 11 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınır. Bu olaydan üç gün sonra, 14 Aralık 1945'te, zamanın Milli Eğitim Bakam olan Hasan Ali Yücel'e uzun bir mektup yazarak politik görüşlerini açıklar.

Sayın Yücel,
Siyasi hayata atıldığım için Bakanlık emrine alındığımı öğrendim. Bu karar bence pek yerindedir. Yalnız, şahsıma karşı senelerden beri göstermiş olduğunuz sevgi ve teveccühe karşılık, size ve büyük İnönü'ye durumumu açıklamayı bir borç bildiğim için bu satırları yaz-maya karar verdim.
Hükümet memuru olmanın bana yüklediği idari vazife ile muharrir hüviyetimin artık bağdaşamaz bir hale geldiğini son senelerde açıkça hissediyordum. Bir buçuk yıl önceki Turancılar davasından sonra ise, kendimi ve eserlerimi inkar edip yazı yazmaktan vazgeçmedikçe, siyasi mücadeleden kaçınmamın imkânsız olduğuna kesin şekilde hükmettim. Uzun uzadıya düşündüm. Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen, şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.
Belirmiş siyasi kanaatlerim vardı; bugünün dünyasına hâkim olan belli başlı dünya görüşlerini oldukça iyi bildiğim gibi, yurdumu ve onun hususiyetlerini de yakından tanıyordum. Her şeyden evvel, bütün insanları ve bilhassa bu yurdun dört bucağında, sekiz yüz yıldan beri hemen hiç değişmeyen bir hayata rağmen, içinde tükenmez manevi hazineler taşıyan bu milleti delice seviyordum. Her sene üç dört ay köylerde kasabalarda dolaşarak onların arasına katılıyor, ancak o zaman sahiden yaşadığımı, sahiden yaşayan insanlar arasında olduğumu fark ediyor ve senenin diğer aylarında bundan kuvvet alarak çalışıyordum. Yollarda şoförlerle, hanlarda köylü kadınlarla, kasabalarda ve şehirlerde işçilerle, Köy Enstitülerinde, içlerindeki o tükenmez hazineyi dışarıya vurabilmek imkânını bulmuş çocuklarla haşır neşir oldukça, kafamda ümitler beliriyor, onlara hizmet edebilmek isteğim dayanılmaz şekilde artıyordu. Ama bütün bu sevdiğim insanların kültür ve sosyal seviyeleri, içinde bulunduğumuz dünya ile kıyaslanamayacak kadar geri idi.
Milletin layık olduğu seviyeye kısa zamanda varabilmesi için büyük bir hamle lazımdı ve bu hamle ancak bu milletin içinden, ortasından gelirse bir sonuca götürebilirdi.
Bunun için kafamda ilk beliren ve sarih şekiller alan siyasi kanaat tam bir demokrasi idi: Asırlardan beri bu memleketin mukadderatına karıştırılmamış olan on sekiz milyon insanın her birinin siyasi bakımdan aktif hale gelmesi, memleketin idaresine doğrudan doğruya karışması, tebaa halinden vatandaş haline yükselmesi şeklinde anladığım bir demokrasi.
Bundan başka, dünyanın dev adımlarıyla sosyalist bir iktisadi nizama gittiği inkâr edilemezdi. Hele bizim gibi istihsal seviyesi pek düşük olan bir memleketi yüksek medeniyet seviyesine ancak sosyalizm çıkarabilirdi. Fakat yurdumuzun birçok bölgeleri ekonomik ve sosyal bakımdan henüz pek iptidai bir vaziyette bulunduğu, halkımızın kültür seviyesi sosyalizmi kavramasına müsait olmadığı için, kanaatimce bizde bu yolda yapılacak iş, sosyalist cemiyete geçiş için gereken şartların hazırlanmasına hizmet etmek olabilirdi.
İç siyaset hakkındaki fikirlerim bu şekilde hulasa edilebilir. Dış siyaset hakkında neler düşünmüş olduğumu da kısaca arz edeyim:
Türkiye'nin emniyet ve selametini bütün dünya milletleri ile bilhassa etrafını çeviren komşuları ile iyi dostluk münasebetleri kurmasında görüyordum. Dış siyasette gaye, bize karşı herhangi bir devletin girişebileceği herhangi bir tecavüzü, mütecaviz için büyük bir prestij kaybı ve haksız bir müdahale haline getirebilmek için, iç ve dış siyasette bize hücum vesilesi vermemek, içerde büyük halk kitlelerine dayanmak, dışarıda her türlü yabancı tesir ve nüfuzundan kaçınmak, kısacası, coğrafi vaziyeti Türkiye'ye pek benzeyen İsveç'in yolunu tutmak olmalıydı. Buna rağmen haksız bir tecavüze uğrarsak, istiklalimizi kanımızın son damlasına kadar müdafaa etmeliydik. Böylece bir savaşta yenilsek bile, istiklalini gönül rızasıyla feda etmeyen bir milletin tekrar dirilmesi, kalkınması her zaman için mukadderdi.
Bu kanaatlerimi açıkça müdafaa için nasıl bir yol tutacağım hakkında sarih bir karar vermemiştim. Elimdeki bir miktar para ile bir kütüphane açarak kendi eserlerimi kendim neşretmeyi, böylece kitapçı istismarından kurtulmayı, kendimi tam manasıyla yazı hayatına vermeyi düşünüyordum. Bu sıralarda İstanbul'da Halide Edip Adıvar'ın evinde Cami Baykurt'la tanıştım. Siyasi fikirlerini kendiminkilere yakın buldum. O da her milletin kendi sosyalist nizamını kendi bünyesine göre kurması hususunda bana iştirak ediyordu. Bu tanışmadan bir kaç ay sonra tekrar Cami Baykurt'u gördüğüm zaman, oğlunun bir gündelik siyasi gazete çı-karmak istediğini, benim "fikri iştirakimi" rica ettiğini söyledi. Yukarıdaki siyasi kanaatlerimi açıkça ve bir daha izah ettim. "Her noktada mutabıkız" dedi. Bunun dışına asla çıkmayacağımızı taahhüt ettik. Ben de edebi yazılarla iştirake söz verdim. Gazetenin çıkması uzadıkça uzadı, sebebini sordum, mali zorluklar dediler. İşi büyük tuttukları için yüzde %24 faizle para almağa kalkmışlardı. Ben onları bundan vazgeçmeye ikna ettim. La Turquie'nin basılmakta olduğu matbaada, düz makinede, mütevazi bir fikir gazetesi çıkarmanın daha doğru olacağını, bu takdirde benim de bir miktar para katabileceğimi söyledim. Razı oldular. Yirmi iki yıldan beri arkadaşım olan ve dürüstlüğü, vatanseverliği, ileri fikirleri, tok yazıları ile tanınan Esat Adil Müstecaplıoğlu da bu işe katıldı, ben memurluk sıfatını üzerimde taşıdığım müddetçe gazetenin fikri kontrolünü üzerine aldı.
Böyle bir harekete girişirken bize cesaret veren iki şey vardı: Türkiye'de demokrasi cereyanının gitgide ilerlemekte olması ve memleketin başında bulunanların, bilhassa büyük İnönü'nün böyle bir siyasi hareketi anlayış, hatta takdirle karşılayacağı kanaati. Çünkü onun büyük eseri olan Köy Enstitüleri, adeta bizim tasavvur, mesut, ileri, kuvvetli Türkiye'nin küçük birer örneği idi. Buna rağmen gazeteyi yayınlamaya kesin olarak ancak İnönü'nün 1 Kasım nutuklarını dinledikten ve orada açıklanan ileri hamlelere inandıktan sonra karar verdik.
Yayınlayabildiğimiz dört nüsha, nasıl hayırlı bir yolda her gün biraz daha gayretle, mutedil fakat azimli adımlarla yürümek istediğimizi göstermeye kafidir. Böyle bir işe ilk başlamanın ve en fakir, en acemi şartlarla başlamanın doğurduğu bazı talihsizlikler istisna edilirse, gazetede yüzümüzü kızartacak bir şey bulunmadığını açıkça söyleyebilirim. Afişi yapan ressam buna Sovyet bayrağını koymayı unutmuş, ilave etmesi istendiği zaman da, boş yer arayıp en başa koymuş ve telaş arasında bu gözden kaçmış, ama kem gözlerden kaçmadı. Gazetenin başlığı altındaki yıldızlar bile dedikodulara meydan verdi. Sovyet cumhuriyetleri sayısının 16 olduğunu bile bilmeyen kötü niyet sahipleri tarafından, Abdülhamit devrini hatırlatan bir zihniyetle, bu yıldızlar 13 Sovyet Cumhuriyetine alamettir denildi. Afiş meselesinin ressamdan ve afişi basan matbaadan tahkiki her an mümkündür.
Yurduma ve milletime karşı borcum olduğuna inanarak ve hizmetten kaçmamak kaygısıyla, kendimin ve ailemin refah ve huzurunu tehlikeye koydum. Hiç bir menfaat düşüncesinin ve şahsi ihtirasın hareketlerime müessir olmadığına, her biri başıma sadece bin bir dert ve huzursuzluk getirdiği halde bir türlü yazmaktan vazgeçemediğim kitaplarımla iki odalı bir evde bir hizmetçi bile tutmadan geçen şahsi hayatım en açık delildir.
Böylece on yılda dişimden tırnağımdan arttırdığım birkaç bin lira şimdi bir anda yok olduğu gibi, gazete yüzünden girdiğim bir hayli borç da üzerimde ağır bir yük olarak kaldı.
Gerçi ben siyasi hayata girmeye niyetlenmiştim, fakat bu niyetimi fiil haline getirmek için attığım ilk adımda öyle ağır bir darbe yedim, öyle ziyanlara girdim, öyle iğrenç bir tezvir ve iftira yağmuruna tutuldum ki, bu yolda devamıma şimdilik ne maddi ne de manevi bir imkân görüyorum. Ama buna karşılık, "siyasi hayata atıldı" diye, ortada bir tek satır siyasi yazım bile yokken, bütün niyetlerim henüz teşebbüs halindeyken, vazifemden uzaklaştırılıyorum.
Son günlerde kendi kendimle çok muhasebe ettim; “acaba ben mi haksızım, acaba taraftarı olduğum fikirler mi yanlış?” diye çok düşündüm, uykusuz geceler geçirdim. Fakat karşı tarafın mücadele metotlarına bir göz atınca, onların haklı olmasına imkân olmadığı neticesine vardım. Haklı olanlar bu yoldan yürüyemezlerdi, hayır, hak hiç bir zaman söz ve fikir tarafını bırakıp tekme ve balyoz tarafını tutmuş olamazdı.
Hiç ummadığım bu ağır darbe karşısında, bunun sebeplerini düşündüm ve araştırdım. O zaman gördüğüm manzara bana dehşet verdi. Turancılar davası sırasında arz etmiş olduğum gibi, bu sefer de tehlike yine benden ziyade memleketimi tehdit ediyordu:
İnönü, 1 Kasım nutuklarında Türkiye'nin bugünkü dünya içinde şerefli, itibarlı, refahlı bir mevkiye ulaşması için gereken değişiklikleri açıkça ortaya serince, uzun zamandan beri dünyanın ve Türkiye'nin gidişinden memnun olmayan bir takım geri görüşlü, menfaat düşkünü kimseler büyük bir telaşa kapılmışlardı. Bugün ellerinde tuttukları gelirli mevkileri, daha geniş bir halk kitlesine dayanan, daha hür ve daha adaletli bir Türkiye'de asla muhafaza edemeyeceklerinden korkan ve tek dereceli seçim, birden fazla parti, hür basın gibi sözlerin ağza alınmasından bile dehşete düşen bu karanlık ruhlu insanlar derhal harekete geçtiler. İlk olarak kendi aralarında guruplaşmaya, teşkilatlanmaya, kendilerine liderler seçmeye koyuldular. Bir taraftan da basın hürriyetine şiddetle hücum ediyorlar, her türlü tenkidi bir cinayet sayıyorlardı. Muhalif basın da buna vesile vermekte kusur etmiyordu. Siyasi terbiye ve olgunluk noksanı, yurdun hususiyetlerini bilmeme, uzun yıllar susmanın doğurduğu acemilik ve realitelerden ziyade klişe fikirlere bağlılık onları çok kere yanlış, belki de zararlı yollara götürüyordu. Fakat açık ve hür bir fikir mücadelesi sonunda bu sancılı devir elbette geçecek, memlekete hayırlı bir sonuca varılacaktı. Millet, kültür seviyesi ve siyasi olgunluğu arttıkça, elbette iyiyi kötüden, hası kalptan ayıracak, bu yurda hizmet etmek isteyenlerle, başka emellere hizmet edenlerin arasındaki farkı görecekti.
Fakat karanlık ruhlu insanları en çok korkutan da işte halkın bu olgunluğa varması idi. Bu memlekette atılacak her ileri adımı kendi hak edilmemiş ekmeklerine bir tecavüz gibi nefretle karşılayan bu insanlar, hiç bir kötü vasıtayı ihmal etmeden açık ve kapalı tezvirlerine devam ediyorlardı. Ellerindeki en kuvvetli silah komünizmdi. Her ileri hamleyi, her ileri fikri bu damga ile gözden düşürmeye uğraşıyorlardı. Köy Enstitülerine komünist yuvası diyen onlardı; Hasan Ali Yücel'e komünistlerin koruyucusu diyen onlardı; Sabahattin Ali'nin, içlerinde bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir tek heyecanın ifadesi bulunmayan eserlerine komünist damgasını vuran onlardı; Turancıları, ırkçılığı, geriliği himayelerine alan onlardı; ve bugün, İnönü'nün 1 Kasım nutkundan sonra, o büyük ve hâkim insana bile dil uzatmaya cüret ederek: "İnönü mütereddit... Dış baskının tesiri altında yurdun disiplinini gevşetiyor, milli bünyemize ve seviyemize uymayan değişikliklere girişiyor; tek dereceli seçim memlekette anarşi doğurur, hür basın bizi Bolşevik istilasına götürür" diyenler de onlardır.
Memleketimin ve milletimin ilerlemesini isteyen bir insan sıfatıyla İnönü'nün ve sizin eserlerinize karşı nasıl duygular beslediğimi yakından bilirsiniz. Bugün bu eserleri ve yurdu bir irtica hamlesinin tehdit etmekte olduğunu, fikir mücadelesini kanunsuzluk ve zorbalık yollarına dökmek isteyen sorumsuz kuvvetlerin harekete geçtiğini, bunun içerden ve dışarıdan rahatsızlıklara sebep olabileceğini görüyor ve bir buçuk sene önceki gibi yine size başvuruyorum. Kendim için hiç bir şey istemiyorum. Bugün her sofraya oturuşumda karımla çocuğuma bakarak: "Bunlara bu yemeği daha kaç gün yedirebileceğim acaba?" diye içim titrediği halde, şerefimle siyasi hayata atılabilmemin mümkün olabileceği günü bekleyeceğim ve bundan ümidimi kesersem, bütün siyasi emellerimden toptan vazgeçerek, tekrar devlet kapısına dönmek isteyeceğim. O zamana kadar da kalemimle geçinmeğe çalışacağım.
Derin saygılarımı sunar, bana karşı teveccühleri olduğuna ve teveccühe layık olmayacak hiç bir harekette bulunmadığıma emin olduğum büyük İnönü'ye bu hususların arzına delalet buyurmanızı istirham ederim.

Dixi et salvavi animam meam.(Konuştum ve ruhumu kurtardım)

Sabahattin Ali


Evet; yıl 1945, nüfus 18 milyon, sorunlar demokrasi, adalet ve komşularla iyi münasebet... Sanki bugüne manifesto...

Pazar, Ekim 09, 2016

LİSAN-I MİLLİ MEKATİB İRSAL EYLEMEK

"MAHKEMELERDE" SABAHATTİN ALİ
12 Eylül askeri faşist yönetim dönemi; tüm ülkede olduğu üzere, tüm lisan-ı mahalli hitabet men edilmiş, kürsülerden haykıran müstebit, "asmayalım da besleyelim mi?" diye bas bas bağırıyor, yandaşları, şakşakçıları ve sair tüm güce tapanlar avuçları patlayana kadar alkışlıyor... Olsun öykündüğümüz batının dilleri, elin gavurunun konuştuğu diller serbest, İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca vs., serbest ne demek, hatta "teşvik" kapsamında, ama canım yurdumun kimine göre 12 milyon kimine göre 20 milyon insanının konuştuğu yani ana dili Kürtçe yasak... Neyse; öyle ya da böyle, o zorla kabul ettirdi ya da öteki liberalliğinden serbest bıraktı, şimdi konuşuluyor, kime ne zararı var... Artık özellikle cezaevlerinin toplama kampı düzeninde olduğu "Türkçe konuş, çok konuş" dönemi artık gerilerde kaldı, umarım bir daha dönülmez o şebek günlere... Gerçi bu durumdan hala rahatsız olanlar var ya... Hem de diğer Türk dünyasına dikkat kesilip oradaki Türkçe konuşmanın yasak edilmesini dile getirip, telin mitingleri düzenleyip, baskılara son verilmesini talep edenlerin alkışlarına mazhar olması da tam da bir karikatür... Gerçi ne beklenir ki, gelinen nokta da, tefekkür yok, empati yok, sempati yok, merhamet yok, acıma yok, üzüntü yok, mahcubiyet yok, ahde vefa yok, rahatsızlık yok, ilgi yok... yok oğlu yok, aldırmazlık var, bana ne var, bana dokunmayan yılan bin yaşasın var, aşağılama var, duyarsızlık var, fobi var, histeri var, düşmanlık var, hoşnutsuzluk var, kafa karışıklığı var, vahşet var, yalan var, dolan var, desise var, başkasının zararına sevinme var, nefret var, şüphe var, kıskançlık var, küçümseme var, var oğlu var... Ve tekrar bu şebekliğin başladığını söyleyenler de var... Allah akıl, fikir ve izan ihsan eylesin, demekten başka çare yok (aslında var)...

Bugünlerde okuduğum; usta Romancı, şair ve hikayeci ve düşünce özgürlüğünün yılmaz savunucusu, uzlaşmaz kişiliği ve muhalifliği ile maruf Sabahattin Ali'nin, mahkemelerdeki savunmaları, iddianameleri, mektuplaşmaları, tanıklıkları üzerine yazılmış yazılarının arasından seçilenler ile, yazarlar Nüket Esen ve Nezihe Seyhan tarafından kaleme alınmış, "Mahkemelerde" adlı kitabın, başlıktaki konu ile ilgili gözlemi ve ilgili belgelerin bir bölümü aşağıda verilmektedir. Mezkur kitap inanılmaz, tanıklık ve yaşanmışlıkları aktarıyor ve buradan anlıyoruz ki, dün de aynı, bugün de aynı... Tıpkı, Neyzen Tevfik'in dediği gibi; değişen tek şey, artık soruluyor olması, yani, eskiden sormadan asıyorlardı, şimdi sorarak asıyorlar...

Sabahattin Ali'nin evrakı arasında bulunan 1899 tarihli bir dilekçe, bir hapishanede yatan zamanın azınlıklarının yazdığı pullu ve imzalı resmi bir belgesi, kolayca anlaşılacağı gibi birilerinin yere göğe sığdıramadığı padişah II. Abdülhamit dönemi, sonraki Abdülhamitlerin değiştirmediği kurallar devam ediyor...

Huzur-ı Alicenab-ı Mutasarrıf-ı Ekremiye;
Acizleri idam ve on beş seneye mahkum olarak sekiz senedir mevkufuz. İptida-yı tevkifimizden bu yana değin memleketimize irsal eylediğimiz mektuplarımız Rumca ve Ermenice ve Bulgarca tahrir edilerek hapishane memurları tarafından lazım gelen muayenelerle postahaneye teslim edilmekte iken bu kere mektuplarımızın Osmanlıca yazılması emir buyurulmuş ise de köleleri fukaradan olup her daim posta ücretinden başka Türkçe mektup yazdırmaya muktedir olamayacağımız gibi şimdiye kadar mektup tahrir ve irsalinde hiçbir güne kusur ve vukuatımız görülmemiş olduğundan lütfen ve merhameten bundan böyle yazılacak mektuplarımızın kema-fissabık muayene ve mütalaasıyla postaya teslim ettirilmesi için lazım gelenlere emir ve irade buyurulmasını arz ve istirham eyleriz. Ol bapta emr ü ferman menlehül emrindir.

28 haziran 1317 (1899)

Hapishane-i umumide mevkuf
İzmirli Üstadi

Mahkumen mevkuf             Mahkumen mevkuf            Mahkemen mevkuf
Rum Milletinden                 Ermeni Milletinden            Bulgar Milletinden
6 imza                               13 imza                              15 imza

Beyan-ı keyfiyet zımnında Hapishane Müdürlüğü Vekaletine
30 Haziran sene 317

Emr-ühavale buyurulan işbu arz-ı hal muhakeme olundu. Mahkumun merkumun memleketlerine yazdıkları mektupları Türkçe yazmayıp lisan-ı millileri üzere yazmalarına müsaade buyrulmasını Türkçe yazmaları lazimeden bulunmuş olmakla icra-yı icabı zımnında huzur-ı alicenap-ı mutasarrıf-ı ekremiyelerine arz u takdim kılmaya ol babda emr ü ferman.

Müdür Vekili                                                              11 Temmuz sene 317
        N.

Kendilerine beray-ı takdim Hapishane Müdürlüğü Vekaletine
11 Temmuz sene 317

Pazar, Ekim 02, 2016

REİSİCUMHUR HAZRETLERİNİ GIYABEN TAHKİR-İ TAZAMMUN

SABAHATTİN ALİ ve MAHKEMELERDE

Cumhuriyet tarihinin, özellikle de ilk yılların çok önemli yazar ve şairi Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali'de, babasına ait büyük bir sandık dolusu doküman vardır, yargılanmalarını konu alan, gerek mahkemelere yazılan dilekçeler, gerekse de kendisine verilen cevap ve mahkeme kararları  ile mahpus hayatını belgeleyen mektup ve yazışmalar arasından seçilenler ile, yazarlar Nüket Esen ve Nezihe Seyhan tarafından kaleme alınmış, "Mahkemelerde" adlı kitabı okudum. Kitap çok büyük bölümü Arapça el yazıları ile yazılmış olan doküman fotokopileri ile desteklenmiş, önsözünden anlaşıldığı kadarı ile çok sayıda uzman akademisyen tarafından da Latin harfleri ile yeniden yazılmış halleri ile düzenlenmiştir.

Kendisi hakkında çok şeyler okuduğum, Sabahattin Ali ile direk kendi kitabını okuyarak ilk tanışmam; 12 Eylül askeri faşist darbesi sırasında yasaklanan "Benden selam söyle Anadolu'ya" adlı kitabın yazarının doğduğu topraklar olan, bugünkü adı "Şirince" ve İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı bu köy için Osmanlıdan bu yana "Sırça Köşk" adlı öykü kitabında yazdıklarıdır, inanılmaz akıcı ve doyurucu bir anlatım tarzı ile... Orada; Şirince için, Osmanlı da "Kırkıca" bilahare de "Çirkince" ve nihayetinde de Şirince'ye dönüşümün hikayesi vardı, herkese okuması için öneririm.

Dönemin, siyasi atmosferini, sosyal ve toplumsal yapılanmasını, politik mevzilenmelerini, kerim devletin kolaylıkla hissedilmesini, tek parti döneminin sıkıntılarını göstermesi bakımından gerek makaleleri, gerek yazıları, gerek romanları ve şiirleri ve de gerekse yazışmaları ile çok net ve sarihtir, Sabahattin Ali. Kitaplarının ve şiirlerinin sık sık soruşturmaya uğraması bir yana, "Yeni Dünya", "Marko Paşa" ve "Merhum Paşa" adı ile maruf gazetelerde gerek kendisinin gerekse de Aziz Nesin'in başı, özellikle de hiciv yazıları yüzünden sık sık belaya girmiştir.

"Mahkemelerde" adlı kitapta da, Sabahattin Ali'nin, genellikle yazdığı yazılar üzerinden hep sorgulanması, takip edilmesi ya da yargılanması ile mahpus olması vardır, baştan aşağıya... Başına neler gelebileceğini bile bile, dönemin ağır topları , Nihal Atsız, Falih Rıfkı Atay, Cemil Barlas gibi isimleri eleştirmeye devam etmesini ve her şeye rağmen özellikle de Nihal Atsız dışında kimseyi dava etmemesini, ancak onu da sadece kendisine "vatan haini" demesi nedeni ile mahkeme verdiğini anlamaktayız yazılanlardan. Diğer taraftan; tarihçilerin üstad-ı azam diyerek uçurduğu, gerçekte ise zaman zaman "nurcu" zaman zaman "bozkurt" zaman zaman ise "Atatürkçü" geçinerek sürekli bir savrulma halinde olan Cemal Kutay'ı, Sabahattin Ali'nin birkaç savunmasında; "Cemal Bey, gazetesinde… parasız çalışmak istemediğim için bana muğber idi." diyerek, asılsız ihbar ve ispiyonların adresi olarak adeta tarihe not düşercesine tespiti vardır.

Sabahattin Ali, bir arkadaş toplantısında okuduğu iddia edilen "Memleketten haber" adlı hiciv içeren şiirde, Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesi ile bir ihbar üzerine tutuklanmıştır. Aşağıda tutuklanmasına itiraz ettiği resmi başvurusundan kısa kısa notlar bulacaksınız...

"Konya İkinci Karar Hakimliği Memuriyet-i aliyesine
Reisicumhur hazretlerine hakareti tazammun eden "Memleketten haber" ünvanlı bir şiiri, Yahya ve Namık Beyler'in hanelerinde okuduğum hakkındaki iddianameye itirazımdır.
1- Evlerine ilk defa gittiğim ve yeni tanıştığım bu zatların huzurunda böyle bir şey okumak cesaretini göstermek, delilikten başka bir kelime ile tavsif edilemez. Ben ise melekat-ı akliyesine sahip bir adamımdır.
2- İfadelerine müracaat edilen şahıslardan ifadelerinin tetkiki, muhbirler tarafından şiiri dinledikleri iddia edilenlerin böyle bir şeyden haberleri olmadığının meydana çıkaracaktır. Şu halde muhbirin iddiasının asılsız olduğu, bana şahsen münfail olan Mehmet Emin Soysal Bey ile Cemal Bey'in (Kutay) ve onların ortak ve arkadaşları olan Eyüp Hamdi ve Remzi Beyler'in bana iftirada bulundukları tezahür eder." diye uzun uzun iddiaların mantıksızlığını anlatır, ama ne çare, karar; "Reisicumhur hazretlerini gıyaben tahkir eylemekten suçlu olup 22.12.1932 tarihinde sulh hakimliğince sorgusu icra kılındıktan sonra taht-ı tevkife alınan Konya Ortamektep Almanca muallimi Sabahattin Ali Bey hakkındaki iddianame ve hazırlık tahkikatı açılması iddiasıyla memuriyetine tevdi edilip iddianame sureti mumaileyh Sabahattin Ali Bey'e tebliğ edildiği halde müddet-i kanuniyesi zarfında iddianameye itiraz ettiği ve ikametgah ashabından bulunduğundan kefaletle tahliyesini mutazammın bulunan her iki istida okundu." diyerek uzayıp giden bir safahat söz konusudur. Lakin suçlama ağırdır ve ne yazık ki dava da, bir şiir okuma meselesini aşıp bir siyasal zemine kaymaktadır, eee zaten daha önce görev yaptığı Aydın'da "komünizm propagandası yapmaktan" yargılanmıştır, o halde kafadan suçludur.

Belediye Başkanlığı döneminde, şiir okudu diye yargılanan şimdiki Cumhurbaşkanı da, mağdur edilmiş ve sonrada taltif edilmiştir. Ancak süreç Sabahattin Ali için, hiçte bu kadar hoşgörülü ve de sevimli bitmemiştir, bırakın taltifi, katline ferman olarak değerlendirilmiştir.


Sabahattin Ali'nin bir güzel sözü ile bitirelim; "Bir fikre sahip olmak cürüm değilse ona lisan vermek de cürüm değildir. Zaten fikirlerin ancak lisana inkılap ettikleri zaman fikir oldukları, lisansız fikir tasavvur edilemeyeceği herkesçe malum bir keyfiyettir."

Cuma, Eylül 23, 2016

GENOCIDE OF THE SINTI and ROMA

Almanya ve faşizm üstüne nutuk ve fetva verenlerin büyük ekseriyeti, soykırım  mevzuunu, Adolf Hitler ile başlatır ve onunla nihayetlendirirler, sanki öncesi ve sonrası sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına, ama kazın ayağı hiçte öyle değildir... Hitler'in-faşistlerin iktidarı ele geçirmelerinden bir hayli önce, 1926 yılında önce bir eyalette ve bilahare de tüm ülkede geçerli olmak üzere çıkarılan, "Çingene yasası" ile, başta Sintiler (Manuşlar) ve Romanlar olmak üzere, "Valştikarlar", "Gaynikanlar"" "Piomestesi", "Kalderaşlar" vb. gibi tüm Çingene etnik alt grupları, hayat onlara zehir edilecek şekilde düzenlemeler yapılarak, "tembel, çalışmaz, asosyal, hırsız, sadece eğlence peşindedirler" gibi yalanlar ile ötekileştirilip, devlet katındaki zaten ciddi yok olan itibarları toplum nezdinde de yok edilmeye çalışılmıştır. Nazi öncesi durum bu olunca, faşistlerin iktidara gelmelerini müteakip tam anlamı ile bir felaket haline dönüşmüş ve "ari ırk" dışı nitelemesi ile "katli vacip" duruma düşürülmüşlerdir. Biraz daha ansiklopedik bilgi, ana grup "Sintiler" Orta Avrupa Çingeneleri, bunlara "Manuşlar" da denir, ki "Manuş" Sanskritçe "insan" demektir, aslen Hindistan'ın "İndus Nehri" kıyılarından ve Pakistan'ın Sind Eyaletinden geldikleri iddia edilen bu kavimler ne yazık ki, milliyetçiler tarafından hep hedef gösterilmişlerdir ya da hedef olmuşlardır.

Türkçe Etimoloji sözlüğü "Nişanyan Sözlüğüne" göre de; Çingene sözcüğü, eski Türkçede, "fakir, yoksul, miskin" anlamında kullanılmış, ancak yazılı olarak ta ilk kez 1378 tarihinde Yunancada kullanıldığı görülmüş ve Türkçeye de Yunancadan geçtiği tahmin edilmektedir. Eski Türkçede de ilk defa, 1465 tarihinde kullanılmış olduğunu da buradan anlamaktayız. Diğer taraftan, Türkiye'de halen Muğla civarında Cingen, Adana civarında Cono, İzmir civarında Roman, Edirne ve Kırklareli civarında Şopar, Kırşehir civarında Cingan, Diyarbakır civarında Mıtrap, Hatay ve Maraş civarında Abdal diye adlandırıldıkları bilinmektedir.

Almanya'da iktidarı ele geçiren faşistler (nasyonel sosyalistler-naziler), derhal 1926 tarihli yasayı geliştirerek, Roman ve Sintileri de, tıpkı Yahudiler gibi, çoluk çocuk demeden, ari olmayan aşağı ırktan oldukları gerekçesiyle Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’daki, başta Auschwitz olmak üzere Dachau’da, Flossenbürg’da ve diğer yerlerdeki toplama (konsantrasyon-Nazi) kamplarında, Sintiler ve Romanlar tarafından "porjmos" (parçalanmak) diye adlandırılan büyük bir soykırıma tabi tuttular.  Nazilerin, iktidara gelince "Irksal Temizlik ve Araştırma Merkezi" adı altında bir devlet kurumu oluşturularak, soykırıma hazırlandıkları dönemde, Sinti ve Romanlar kitlesel olarak kayıt altına alınarak, ırksal bilirkişi raporları gereğince, bazı kaynaklarda 800.000'e kadar vardırılan, ancak Berlin'de, hemen Bundestag (Almanya Federal Meclisi) yakınında "Memorial to the Sinti and Roma murdered under National Socialism" adlı alanda düzenlenen anıttaki 500.000 Sinti ve Roman, gerek tıbbi araştırmalar adı altında canlı canlı katledilmiş gerekse de topluca katledilmişlerdir. Faşizm; her dönemde, her zeminde ve her şart altında gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir.

Yahudiler gibi büyük bir soykırımdan geçirilmelerine rağmen, Çingeneler, yeterince  politikacıları, sanatçıları ve yazarları olmadığı için kendilerini dünyaya anlatabilecek lobileri olamamış ve soykırıma uğradıklarını bile kimseye doğru dürüst anlatamamışlar, dolayısı ile tüm dünya bu soykırımdan yeterince haberdar olamamıştır. Tüm dünya Yahudi soykırımına haklı olarak sahip çıkıp, üstüne; lobiler, filmler, belgeseller, kitaplar, sivil ve askeri kurumlar oluşturularak, soykırım nedeniyle, Almanya'nın bile Yahudilerden özür dilemesi gibi sonuçlar alınmasına rağmen, benzer soykırıma uğrayan Çingeneleri ağızlarına bile almadılar. İşte tarih yazıcılar da böyle insanlardan oluşmaktadır ya da oluşturulmaktadır, istenilene dürbün tutarak konu büyütülür, istenilmeyene de yine dürbün, ama bu sefer tersten tutularak istenildiği kadar küçültülerek konu anlatılır.
 
Peki; konu Almanya açısından sadece Nazilerin sırtına yüklenerek kapatılabilir mi, zinhar, asla ve kat'a, yukarıda da değindiğim üzere, soykırım fikri 1926 yılında Nazi öncesi dönemde planlamaya başlanır, taa 1970'li yıllara kadar devam edecek, tıpkı 1926 tarihli "Çingene Yasası" gibi, 1953 yılında içerik daha da sofistike hale getirilerek "Göçerler" yasası mucibince benzer davranışlar gösterilmiştir.

Geçenlerde, bir seyahat esnasında; akşam arkadaşlarımızla Yunanistan'ın Kavala kentinde bir meyhanede "uzo" içerken yanımıza 12 yaş civarında esmer, son derece bakımlı bir çocuk gelerek, sattığı güllerden satın almamızı, hem de çok düzgün bir Türkçe ile söyleyince, Türkçeyi bu kadar düzgün nereden öğrendiğini sorunca, "ben Çingeneyim" dedi, benim ise "ben de Çingeneyim ama Yunanca bilmiyorum" demem, oturduğum arkadaşlarım dışında kimse tarafından duyulmadı anladığım kadarı ile...

Böyle gelişen gecede, Kavala gecesinde, yukarıda bahsettiğim konu üstüne arkadaşlarla koyu bir sohbete daldık. Arkadaşlarımın konu hakkında ne kadar da bilgili olduklarını bu vesile ile öğrenmiş oldum... Tuhaf olan şu ki; "gamalı haç"ı Hindistan'dan alıp, kendine sembol yapan faşistler, yine iddiaya göre Hindistan kökenli "Sinti"leri gözlerini kırpmadan soykırıma tabi tutmuşlar.

Pazartesi, Eylül 19, 2016

PARAGUAY'IN KARA BELASI ALFREDO STROESSNER

Dünyanın başına genel kara bela Amerika Birleşik Devletleri (ABD), kendisiyle bihakkın emir-komuta zinciri içinde çalışan CIA, NATO, BM (Birleşmiş Milletler), Dünya Bankası, IMF (Uluslararası Para Fonu) vs. vs. gibi kuruluşlar vasıtasıyla, kontrol dışı kalabilmiş birkaç sosyalist ya da bağımsız ülke dışındaki tüm ülkelere şu ya da bu seviyede ayar vermeye dün olduğu gibi bugünde devam etmektedir. Meşum ve gudubet davranışların dünya çapında 1 numarası olan bu ülke, mezkur kuruluşlar vasıtasıyla, ekonomik ya da siyasi olarak dünyaya nizam vermeye dört koldan devam eder, kendi genel kara belası olma durumunu sürekli olarak etkisi altındaki mezkur ülkeler içinde tayin eder. Hattı zatında, ABD'nin Latin Amerika halklarına karşı yürüttüğü kirli savaş, ABD'nin 1823 yılında ilan ettiği "Monreo doktrini" çerçevesinde olmuş olup, saldırılar geometrik artış gösterirken, kıtada yaşanan yüzlerce faşist askeri darbenin, ABD'ye kazandırdığı milyarlarca dolar yanında, kıtanın milyonlarca onurlu insanının diktatörlükler pençesince hayatların kaybetmesine neden olmuştur.
Hani birileri çıkar da, Latin Amerika tam anlamıyla bir İspanyol ve Portekiz kolonisi iken, nasıl olur da şimdilerde tam bir ABD arka bahçesi haline geldi, diye soracak olursa; erken dönemde kolonileşen Latin Amerika, İspanyol ve Portekiz orta çağ ve kapalı, korumacı, tutucu, bağnaz, hoşgörüsüz, dogmatik ve hiyerarşik emperyal kuruluşlar tarafından şekillendirilmiş olması hasebiyle, sonradan açık ya da gizli her işgalciye davetkar tutum göstermiştir. Peki kolay olmuş mudur bu davetkar tavrın tesisi, zinhar, hayır, ancak ABD Emperyalizmi başlangıç itibari ile İspanyol ve Portekiz kolonistleri tarafından mıntıka temizliğine tabi tutularak mümbit hale getirilmiş, ta ki devir teslime kadar, ama asıl çaba ondan sonra gösterilmiş,  büyük uğraşlar ve yatırımlar yapılarak ABD tarafından ehven hale dönüştürülmüştür. Nasıl mı olurmuş, yatırımdan (paradan) haber ver, her ülkeden sınırsız destek (satılık) üretmek mümkün olabiliyor, yaygın bir şekilde muhatap ülkeden eğit(il)mek üzere, Pentagon, West Point gib ABD içinde ve başta Panama olmak üzere sayısız "üs ülkede" kurulan ajan yetiştirme okullarında, hedef ülkelerden asker davet edersiniz, yine yaygın olarak üniversitelerde eğit(il)mek üzere burslar (fulbright, Rockfeler bursu vs. vs) vasıtası ile akademisyen, gazeteci, avukat, mühendis ve müteşebbis gibi her türlü meslek grubundan insanı davet edersiniz, bal gibi olur... Gerçi şimdi bu okullardaki kafa yıkama-ütüleme yöntemleri yerel okullara taşınarak, tepki oluşturmasının önüne geçmiştir, hülasa artık ABD yabancı askerleri kendi topraklarına getirerek tepki almaktan ise, ABD sistemini, yetiştireceği memleketin çocuklarının ayağına getirip tepkilere türban geçir(il)miştir.
Bu kadar uzun bir girişin ardından, ABD'nin Latin Amerika ülkelerinde yarattığı, halkına düşman, gaflet ve dalalet ve hıyanet içindeki bu heyulalardan, bu iktidar sahiplerinden, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin ekonomik ve siyasi emellerine tevhit etmiş güruhtan bir kısmını, birkaç yazıda hatırlatmak istiyorum.  
Alfredo Stroessner Matiuda (1912-2006); Paraguay'ın eli kanlı diktatörü, hile, hurda, desise ve korku ile Latin Amerika'nın en uzun süren yönetimini oluşturmuştur. Eğitim ve öğretiminin anlatılmasının herhangi bir öneme haiz olmaması nedeniyle, değinmeye değmez buluyorum. Bu kabil peynir kafaya sahip her askerin başına gelenler bu muhteremin de başına gelir ve 1951 yılında başına geçtiği Paraguay silahlı kuvvetlerini, gizliden ve çaktırmadan (aslında çaktırarak) yapacağı darbenin şartlarını hazırlaması için kullanmış, nihayetinde de "şartlar oluşunca" darbe gerçekleşmiş ve bilahare yapılan göstermelik bir seçimle "tek aday" olarak girdiği seçimlerden devlet başkanı (diktatör) olarak çıkmıştır. Oluşturulan vasat nedeni ile; para politikaları istikrar bulmuş, dış destek artmış, uzun vadeli krediler gelmiş ama insan hakları yerlerde sürünmüş, demokrasi kapıdan giremez olmuş, hukuk zinhar yok hale gelmiş... Ehhh ABD desteği de; Latin Amerika'daki "bağımsızlık ve sosyalizm" mücadelesini de eziyor ya, CIA, NATO, BM (Birleşmiş Milletler), Dünya Bankası, MF (Uluslararası Para Fonu) gibi uluslararası kuruluşlar vasıtası ile canıma minnet açıklaması şeklinde oluyor... Bir taraftan sömürüye devam diğer taraftan komşu ülkelere uygulamalı örnek, daha ne olacak, ABD'nin canına minnet... Evet, mezkur diktatör döneminde, para istikrar buldu, enflasyon düştü, yeni okullar, yeni yollar, yeni sanayi yatırımları yapıldı ama milli gelirin yarısı muhterem diktatörün iktidarını koruması için, kah türbanlı (örtülü) ödenek, kah açıktan bütçeden aktarılan büyük paralarla, sivil (aslında daha yoğun askeri) ve askeri örgütlenme kotarıldı... Göstermelik meclis tam anlamıyla, muhteremin işaret parmağının hareketine uygun adım marş düzenleniyor, yargı, ta ki sıradan mahkemelerdeki mübaşirlere kadar (abartmasız) dizayn ediliyor, yüksek yargı asla ve kat'a hiç bir yasa değişikliğine bile ses çıkarmıyor, öyle ki muhterem tam anlamı ile 2 kez kökten anayasa değiştiriyor... Öyle zırt pırt yasa ya da yönetmelik değiştiriliyor diye bağıranlara ithafen... Konuşması gerekenler yiyince tüm dutları, bülbüller dutsuz kalıyor, işte... Nihayetinde geldiği yöntemin benzeri ve bizatihi kendisi tarafından legalize edildiği biçimi ile, geldiği gibi gidiyor...
Sığındığı Brezilya da, sürgünde yaşadığı 17 yıl sonunda 93 yaşında öldüğünde, mirasçılarına gerçek manada ne miras bıraktığını bizlerin bilmesine imkan ve ihtimal bulunmadığı aşikar olup, insanlık tarihine bıraktığı en önemli miras ise, kan, gözyaşı ve kendisini nefret ve lanet ile yad eden milyonlar olmuştur.

Çok şükür ki; bizden çok uzak coğrafyada ve askerler tarafından yapılan kötülükler, oysa siviller bu kabil densizlikleri yapmazlar, değil mi? 

Pazar, Eylül 11, 2016

MÜŞTEBİH-İ HÜDAVEND

Memleketin birinde, kafayı iç düşmanlarla yemiş bir cengaver Hüdavendigar varmış, tam layığı ile maraz-ı vesvese olan bu muhterem, önüne her gelene ve kendisine yaren gördüğü zevata mutlaka, iç düşmanları sorar, iç düşmanlarından korkularını anlatır, derci derd ile derman soruştururmuş. Sürekli bir kuşku, korku ve tedirginlik ile varsa yoksa "iç düşman, iç düşman" der sayıklarmış. Artık rüyalarına bile girip kendisini teslim alan bu iç düşman tehlikesinden nihayetinde "cesaret ya resulallah" deyip kurtulma kararı verir...

Derhal "heyet-i vükela-i akıldane" toparlanır, sual-i istifham ve vesvese üzerine istişareler yapılır, kendilerine tevdi edilen vazife-i mühim üstüne ayrı ayrı kafa yormaya başlayan zevat, meşreplerine çokta denk gelen bir biçimde zat-ı şahanelerine tek tek müracaat eder, karar-ı münasiplerini arz ederler.

En sadık-ı akıldane karar-ı münasibini; "devlet-i ahali, aç kalsa, susuz kalsa, her daim, şükr müessesesine sıkı sıkıya bağlı olup, kuzu misali sessiz gibidir maaşallah" deyip başlar, anlatmaya... "Kuzudur şüphesiz ama lakin içlerinde redd-i biat nam-ı diğer "aktaşlılar" diye bir grup vardır, bunlar herhangi bir fırsata haiz durumda behemehal ahalinin önüne düşer, ahaliyi cesaretlendirir, ahalinin de asi davranışlar göstermesine sebep olur, bunlar ki, Allah Muhafaza, müesses nizama düşmanlık bellerler ve belletirler, o kadar ki, saraylara bile hücum edecek cesareti bulurlar kendilerinde mazallah, bu sebeple görüşüm odur ki, hudud-u memalik dahilinde, her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, tez elden derdest edilip, huzur-u muhakamede usulü derecesinde aktaşsız edilmeleri dinen ve aklen vaciptir. Memelik-i hüdavendinize "aktaşlı" adam ihtiyacı yoktur, bilakis, tak diye emrolunca şak diye fiil-i arz eyleyecek ferikler luzum-u ihtiyaçtır."

Hüdavend hazretleri; fikr-i mutabakat içinde, derhal, "icraat ya resulallah" deyüp, hudud-u memalik dahilinde her köşeye dellallar çıkartılıp, her kim ki, "aktaşlı" teslim ola, olmaz ise, her kim ki "aktaşlı" tanıya ihbar eyleye, kim ki ihbar eyleye 3 kese altın ile yetmezse 5 kese altın ile ihyaya..." vs. vs.
Ahali içinde, ihbar müessesi gayet güçlü, muhbir olmaya hevesli o kadar çok muhterem vardır ki, gelen ihbarların gereğini yerine getirmekte zorlanılır ve şükür ki nihayetinde sağda-solda-kıyıda-köşede ne kadar babayiğit "aktaşlı" varsa derdest edilir. Huzur-u ahalide sıra sıra mengeneler kurulur, "aktaşlı" babayiğitler mengenelere sıra sıra dizilirler, canhıraş bağırtılar, inlemeler arasında günler boyunca amel-i hadımat icra edilir... Tüm kötülüklerin, olumsuzlukların müsebbibi tayin olunan "aktaşlı" zevat, artık yoktur... Artık işlerin kötü gitmesinin müsebbipleri ortadan kaldırılmış olup, memalik'in önü aydınlıktır, parlaktır, memalik uçuşa hazır ve nazırdır gayri... Daha önceleri işler kötü gidince sadr-ı azam ya da nazır kellesi alan hüdavendler, vakta ki müşkülatların çözümünün bu olduğu konusunda inanırlıklarını kaybettiler, derhal bir ileri hamle daha gerçekleştirip, "aktaşlı" diye bilinen bu musibetleri, "aktaşsız etmeyelim de besleyelim mi" deyü tamamen yaşı küçük, büyük demeyip derdest etmişlerdir.

Gerçi, tak diye emrolunca şak diye fiil-i arz eyleyecek ferikler, asla ve kat'a, biz beceremedik, batırdık tüm memalik'i dememiş ama olsun yine de biz değil onlar suçludur, edasından zinhar vazgeçmemişler ve tüm bu babayiğit "aktaşlılar" aktaşsız edilmelidir fikrinden ricat etmemişlerdir.


Aradan geçen seneler seneleri kovalar, asıl düşmanın dışarıda olduğunu bilmesine rağmen, müstevlileri ile siyasi emel tevhidinde bulunma gayretkeşliği içindeki muktedirler, harici bedhahların iştahını iyice kabartırlar ve artık memalik, başta tüm kaleleri olmak üzere, tersanelerinden tutun da imalathanelerine kadar bir fiili işgal altındadır, tüm şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere de, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içindekiler şahsi menfaatlerini, harici bedhahların siyasi emellerine turkuaz halı sermişlerdir. Fakr-u zaruret içinde kıvranan halkı gördükçe, memalik-i perver birkaç ferik fiili işgale karşı çıkmak arzusuyla, yanıp tutuşur ama "aktaşlı" babayiğitlere ihtiyaç vardır, ve ne yazık ki artık "aktaşlı" babayiğitler yoktur, onların yerini, bırakınız gelsinler, bırakınız yapsınlar, gerekirse nar-u necaset ile bir ömür geçiririz, bize biz yeteriz, diyen aklı kıt, duygusu ve biatı sonsuz, memalik oğlanları vardır... Artık, memalik boydan boya hiç direniş göstermeden, hatta alkışlar eşliğinde, küffara teslim edilmiş, küffarın mümessilleri bankerler, papazlar, patrikler, işgörenler, dahili müttefiklerinin "ehl-i islam, diyanet-i vatan, akide-i milliye" nidaları ile hoş gelmişlerdir. Riyaset-i ticariye, riyaset-i siyasiye, harici bedhahların nihayetsiz iştahası karşısında eklemlenmiş vaziyettedir artık... Allah selamet versin...

Pazartesi, Eylül 05, 2016

KATI-UT TARİK

Muhteremin biri bugünlerde; "Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkıya benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olamaz" sözü ile iyice geride ve silik kalan siluetini projektör ışıklarının altına tutarak tekrar öne "fırlamak" istemiş ve başarmıştır. Muhtemelen mezkur muhterem konu ile bilgi sahibi değil, bilgi sahibi olmaya niyeti de yok... Konuşuyor işte damara şırınga misali işkembe-i kübradan...

Muhteremin; işkembe-i kübradan atışlarında yer alan sıfat üstüne neredeyse tüm sözlükleri tarayarak yaptığım dökümü aşağıda bulacaksınız... Bakın bakalım o sıfat ile tariflenen insan Che olabilir mi?

Muhteremin haksız, mesnetsiz ve ne yazık ki basiretsiz üstüne üstlük isabetsiz bir açıklama ile hedef yapmak istediği zat ise; başta Küba olmak üzere, ayrıkotları sayılan amerikanperverler hariç, tüm dünyanın takdirini toplamış siyasi ve askeri bir dehadır... Sen beğensen ne, beğenmesen ne... Seninki hamamda türkü çığırmanın arapçasıdır, burdan öte köy olmaz... O birliğinin başında giderken, sen birliğe bile gitmeyenlerden olduğundan bunları anlayamazsın, tabii ki...

eşka: En şaki, haydut, eşkiya, katı-üt tarik.
güruh-i eşkiya: Eşkiya takımı, haydut güruhu.
hayadid: (Tekili: Haydud) Haydutlar, eşkiyalar.
haydud: (Haydut) Yol kesici. Dağ hırsızı. Eşkiya.
haydud: Eşkiya, haydut, yolkesen.
hayta: Serseri, serkeş kimse.
hirabe: 1. Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. 2. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma.
ızbandut: 1.Eskiden Rum korsanlarına verilen addır. 2. Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya. 3. İri vücutlu, korkunç.
katı-ut tarik: Yol kesen, eşkiya.
komita: (Slavca) Maksadına ulaşmak için ekseri silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.
korsan: (itl.) 1. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. 2. Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. 3. Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.
kutta-i tarik: Yol kesenler, eşkiyalar, haydutlar.
mindel: 1. Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. 2. Zorba, eşkiya.
rehzen: Yol kesen, haydut, eşkiya.
şâki: 1. Haydut, yol kesici, eşkiya. 2. Allah'ın rızasına ve âhiret mutluluğundan yoksun olan kimse, bahtsız.
şekavet: 1. Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. 2. Sıkıntıda kalmak. 3. Haydutluk, eşkiyalık.
şeng: 1. Neşeli, kıvrak. 2. Haydut, şaki, eşkiya.


Diğer taraftan zaten "Che"yi göğsünde taşıyanlar neden senin gençliğin olsun ki; senin gençliğinin ne olduğunu biz çok iyi biliyoruz, Che kahramanca ülkesi tanımı yaptığı bir yerde bağımsızlık mücadelesi lideri iken, senin gençliğinde ABD askerleri gelecek diye umumhane duvarları boyanırken, sen 6. Filo'yu kıble tutarak namaz kılanların lideri idin... Aranızda daha çok fark var da, söylemenin sıkıntı yaratacağı malum-u alilerinizdir... Siz anladınız...

Eeeee muhtereme kızılır mı? zinhar, zaten kendisi, kendisini pek bir güzel şekilde; "bütlal-ı Batista" olduğunu zımnen beyan etmiştir. Eee tamam, sizde sizin gençliğe, Diktatör Batista'nın fotoğrafları yapıştırılmış tshitler bastırın ve dağıtın giysinler, hatta bence dünyanın tüm ABD uşağı diktatörlerinin fotoğraflarının olduğu fotoğrafları da bastırıp dağıtın... Malumun ilamı olsun bari, resmen...

Muhtereme söylenecek çok güzel laflar vardır da; demeyelim... Ömer Hayyam'a ait olduğunu zannettiğim baba bir söz ile konuyu kapatalım;
"Kör cehalet çirkefleştirir insanları.
Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verecek bir cevabım var elbet
Lakin bir lâfa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye"

Pazartesi, Ağustos 15, 2016

TEL DOLAP


Çocukluğumuzun en önemli mutfak eşyalarından biri sayılan, ama ona sahip olmanın nasıl önemli olduğunu o günleri yaşamayanlarında asla kavrayamayacağı, çünkü dönem itibari ile sahip olamayanlarının da sayısının hiç az olmadığı bilinmektedir ki, masif ahşap malzemeden üretilmiş, pervazları arasına, sinek ve böceklerin girmesini engellemek için tel ile kapatılmış, hava sirkülasyonuna müsait olması nedeni ile de kısa sürede bozulma ihtimali olan yiyeceklerin korunması ve saklanması için kullanılan bir dolap türü olup, teknolojiye teslim olan mutfak gereçlerindendir. Kolayca bilineceği üzere, şimdiki taklitlerine hiç benzemeden, masif ağaçtan imal edilen, genellikle önde bir sağa açılan bir sola açılan 2 kapağı olan, içinde ise yukarıdan aşağıya 3 ya da 4 rafı bulunan, telli bölümün alt tarafında ise tel ile kaplanarak korunmasına gerek olmayan fasulye, nohut, soğan, sarımsak ve patates gibi malzemelerin konulabileceği 2 ya da daha fazla çekmecesi bulunan, etrafı adının da geldiği "tel" ile kaplı bulunurdu. Pişirilmiş yemeklerin, dolabın etrafının tel ile kaplanmış olması nedeni  ile oluşan hava sirkülasyonundan ötürü kısa süreli de olsa muhafaza edilen, kapakları soğuması için açık bırakılan tencereler içindeki yemeklerin rahiyalarının etrafa misler gibi saçılmasına binaen her daim bir iştah açıcı durumunun oluşmasına neden olurdu... Gerçi bizim evde, "aslan babam"ın başta et gibi, çabuk bozulan yiyeceklerin ve görece uzun süreli muhafaza edilmesi gereken yemeklerinin korunması için çok daha pragmatik bir yöntemi vardı, mezkur yiyecekler sepetin içine güzelce yerleştirilir, o zaman tam da evimizin kapısı önündeki bahçemizin evin kapısına yakın bölümünde yer alan su kuyusu içine uzun bir ip ile sarkıtılır, sepet suyun hemen üstüne gelecek bölümüne gelince de, ipin bağlanarak sabitlenmesi ile gerçekleştirilirdi. O nedenle bizim tel dolabımız başta ekmek olmak üzere bazı başka yiyeceklerin saklanmasına yönelik ve hayli küçük bir şeydi. Bazı aileler ise, daha teknolojik yaklaşım gösterir, hemen hemen canım yurdumun, her ilçesinde bulunan buz fabrikalarında üretilen kalıp buzların satıldığı mekanlardan ihtiyaca binaen yeterince büyüklükte buz kalıpları alınır, bazı ilçelerde ise mahallelerde buzcular bulunurdu, satın alınan buz çuval parçasına sarılır ve güzelce ip ile bağlanır ve ipin ucundan tutularak eve götürülür idi... Buz satın alınması işi, bundan mahrum kalmış aileler için ama özellikle de çocuklar için büyük bir yara olarak kalırdı, öyle hatırlarım, hani buz satın alanların "ohhh buz gibi su içiyoruz" diye anlatışları bile, buz satın alamayanların boğazlarında bir serinlik yaratırdı. Bir de toprak testiler vardı ki; suyu dönem itibari ile görece soğuk tutan kaplar idi, ama biz testiyi sadece tarlada kullanırdık, bizde bu ihtiyaç her daim soğuk su bulunan ve nerdeyse tüm mahalleye hizmet veren su kuyusundan giderilirdi.

Tel Dolapların süslediği mutfaklar; varsa yerden yaklaşık 80-90 cm. yukarıda mozaik kaplama olan tezgahları da alt bölümleri, lastik üzerine geçirilen perdeler ile kapatılır ve genellikle içerisinde tencere ve küçük kazanlar bulunurdu, hemen tezgahın üstünde ise muhtelif raflardan oluşan kap-kacak, tabakların yerleştirileceği "sahanlık" denilen bir bölüm bulunurdu, gerçi bu düzen her eve göre farklılıklar arz ederdi... O dönem sahip olunan, bakır kap-kacak ve tencereler ve bunların kalaylanması ve kalaycılar konusunda önümüzdeki dönem bir yazı da yazmayı düşünmekteyim, hani o şimdilerde büyük şehirlerde tekrar memnuniyetle gördüğüm "tencere" yemekleri yapılır ilanları var ya, aha da o yemeklerin pişirildiği tencereler... Tel dolap üstüne yazılan bu yazıdan zannedilmesin ki, teknolojiye burun kıvrılıyor, "ahh bir tel dolabım bile yok" denilmek isteniyor, zinhar, ancak o ki, teknoloji yoksunluğuna tekabül eden dönemin, evlerde her gün taze yemeklerin pişirildiği, tüketilecek kadar pişirilen ve pişirildiği kadar tüketilen ve canım yurdum insanın bel kalınlığının bugünküne göre yaklaşık %30 daha az olduğu dönemdir, başım üstüne, şüphesiz şimdilerde nostalji adına evlerinde bu tel dolaplardan bulunduran zevat, ne yazık ki yeterince tembel olup, hazır yiyeceklerin esiridirler, aha da mevzuu budur...

Bakıyorum da; şimdilerde, her maksada haiz ve amade, 2, 3 ve 4 kapılı buzdolapları imal edilmekte, hafif dondurucular , derin dondurucular, soğutucular vs. vs. Hazır gıda ve dondurulmuş gıda sektörünün akıl almaz ve devasa büyüklüğü, hazır gıdanın ya da dondurulmuş gıdanın, zaman fukarası günümüz insanı açısından kısa sürede löplenme ritüeline dönüştürülmesine aracı, kızılötesi ışınlarla anında ısıtma ya da pişirme yapan fırınlar, ve sonuç, kaybolan ya da kaybolduğu savlanan ağız tadı, beslenmeye koşut artan sindirim rahatsızlıkları ve eczanın ve tıbbın imdada koşusu, ama bu arada, gerek elektrikli ev aletleri, gerek dondurulmuş ve hazır gıda sektörünün ve de gerekse de ilaç sanayinin ulaştığı hormonlu yapı ve yarattığı devasa artı değer ve sömürüsü, inanılmaz...

Şimdilerde; geçmişe özlem duyanların ama sadece özlem duyanların, nostalji adına ve dekoratif amaçlarla, moda adına, güzelleme adına, bir çuval para vererek satın aldıkları ama bir türlü hiç bir fonksiyon yükleyemeden  mutfak ya da kilerlerindeki müstesna köşeye yerleştirdikleri, allı morlu boyanmış bir dolap türü olup her şeye rağmen bulunduranlara mutluluk veren onları yer yer de keyiflendiren ve gururlandıran bir pozisyondadır, "TEL DOLAP". Sözde demokrasi savunucusu ve özde penguen belgesel dizisi mucidi zevatın protestosuna devam...

Pazartesi, Ağustos 08, 2016

TAHARET ve TAHARET MUSLUĞU

Yıllar önce, bir arkadaşımla birlikte gittiğimiz bir yurt dışı seyahatinde, yapılan sohbetlerden birisi de “taharet” konusu olmuş ve arkadaşım (h.k.) bu konu üstüne benden bir yazı beklediğini söylemiş idi. Tam da bugünlerde penguen belgesel dizileri yazma kararı almam üstüne, İMO’dan (İnşaat Mühendisleri Odası) bir arkadaşımızın (v.y.) konu ile ilgili facebook üzerinden paylaştığı aynı başlıklı bir yazıyı gördüm ve konu üstüne güzellemeler oluşturma kararı aldım… Bu arada da hormonlu ve parlatılmış hatta şişirilmiş demokratlara da selam göndermeyi atlamayalım, Allahın selamı üzerlerine diyerek, devam edelim…

“Doğu” diye burun kıvrılan İslam ya da Türk uygarlığı, dübür yıkamaktan aceze, “batı” diye arş-ı azam edilen tüm kefereye, “Tahir” olabilmenin tılsımlı icadını iftiharla takdim buyurmuştur. Bu konudaki kelamın azameti karşısında, oluşan hafif gülüşmelerin farkındayım, lakin kefere memleketlerinde bulunup ta, taharetlenmede acze düşmüş zevat ne demek istediğimi çok iyi anlayacaktır, eminim. Doğu dünyasının batı dünyasına, tek kale oynayıp, pozisyon vermeden galebe çaldığı ender konulardan biridir, “taheret”, elhak… Doğu uygarlığının fertlerinin gâvur ellerinde, taharetlenme konusundaki müşkülatlarına binaen, “taharet musluğu” gibi, çok gerekli, çok kullanışlı, çok yararlı bir icadın, nasıl olur da, neredeyse bilimsel buluş ve icatların tamamına imza atmış batı dünyası tarafından düşünülememiş olması karşısında da acze düşmüşlerdir. İşte bu acz ve fakr-u zaruret fikriyatı bu kadar gazlanır ve hormonlanırsa, taharet musluğu gibi harika bir buluşun mucidi bir ırkın afadı, teyennüm ve tarladaki taş kullanımı konusundaki acziyeti de hemencecik unutur ki, müşkülatlarını unutmak vukuat-ı adiyedendir kendilerince ve ne kadar gururlansalar da yeridir. Gerçi ehl-i müslüm zevatın bir kısmı, özellikle Arap dünyası ülkelerinde aslında alaturka tuvaletler için planlanmış ama ne yazık ki klozeti de batıdan ithal etmeleri nedeniyle diğerlerinde de kullanılan, taharet musluğuna bağlı bir hortum ve hortumun ucunda küçük çaplı duş başlığı benzeri mekanizmadan oluşan,  “taharetmatik” denilen bir alet kullanmaktadır ama asla icat olarak klozetteki benzerine, sosyal ve siyasi açıdan yaklaşamaz.

Doğu dünyasını küçük göstermek ve görmekten asla ödün vermeyen bu kefere takımı, uzun yıllardan beri, “Türkler ve Müslümanlar hiçbir şey icat edemezler” fikriyatının bataklığına saplanmış olmaları hasebiyle, bu müthiş icat karşısında fikir değiştirmiş durumuna düşmemek adına, bu müthiş icadı kullanmama konusunda çok kararlı olduklarını göstermektedirler. Def-i hacetini müteakip dübürünün suyla irtibatının olamayışı neticesinde dübüründe her daim necaset bulunma ihtimali yüksek olan ırkın afadının maksad-ı husumet veçhiyle daha da uzun süreler bu müthiş icadı kullanmayacakları anlaşılmaktadır, gerçi kefere ellerinde yaşayan vatandaşlarımız sayesinde bu çok gerekli, çok kullanışlı, çok yararlı bir icadın çok yavaş ta olsa, batı dünyası evlerinde ya da işyerlerinde yer aldığı müşahede edilmektedir. Beklenen ve hatta umulan odur ki; bu artış zaman içinde geometrik dizi takip ederek, tüm cihanı fethetsin…

Gerçi; Batı Dünyası, Doğu Dünyasının taş kullanımına alternatif olarak sonradan tuvalet kağıdı diye bir icat ile ileri bir hamle yapmış olsa da, bilahare yaşanan, tuvalet ve kanalizasyon tıkanmaları karşısında düştüğü acz üstüne “tuvaletlere tuvalet kağıdı” atmayın diye koca koca uyarı yazıları yazmak zorunda kalmıştır… Eeee be adam, su temin eden taharet musluğu olmaz ise, kullanacağın tuvalet kağıdı miktarının çok artacağını hatta her def-i acedin bir rulo tuvalet kağıdına tekebül eden bir faaliyet olacağını ve bunun defi konusunda müşkülata düşüleceğini bile hesap edememişsin, ne diyeyim… Gerçi Batı uygarlığının geliştirdiği “bidet” (bide) uygulaması yaygın olmasa bile, kullanımı biz doğulularca bilinmekte ve uygulanmaktadır. “Bidet” (bide) icadına rağmen kendilerinin bile bu uygulamayı en azından biz doğululara üstün bir hizmet sunulması adına sadece otellerde de olsa yaygınlaştırmamış olmaları hayrete şayandır. Her türlü zorluğa efsunlu necip milletimizin aslan fertleri bu zorluklar karşısında, sorunun çözümüne yönelik, somut durumların somut analizine dayanarak, klozet’in banyo bataryasına yakın tuvaletlerde, banyo bataryasının hortumu ile, aksi takdirde tuvalet kağıdının iyice katlanarak ıslatılması vasıtası ile silme yaparak ya da önceden hazırladıkları boş içecek şişelerini kullanarak, ya da şimdilerde kullanılan “ıslak mendiller” vasıtası ile silme, ya da eylemi gerçekleştirmeden içinde biriktirerek gavura necasetini bile teslim etmemek gibi, çözümler üretmişlerdir.

Aman Allahım; uzun yıllar sonra, eğer dünyada çok ciddi bir su sorunu yaşanırsa, mezkûr döneme tekabül eden torunlarımız, “ulan ne rezil atalarımız varmış, dübürlerini bile su ile yıkıyorlarmış” diye de bizi anacaklardır diye korkmaktayım mazallah, düşünebiliyormusunuz… Diğer taraftan; Taharet musluğu ve borusu kullanamadan yurda dönen necip milletimizin afadı muhteremler, “azizim, bu gavurlar çok pis millet, dübürlerini bile yıkamasını bilmiyorlar” diyor ya, yanarım da ona yanarım, daha düne kadar tarım ağırlıklı ve de ailece ve ilkel koşullarda tarım erbabı ve ne yazık ki taş ötesi bir mucize ile tanışmamış milletten bu kadar çağdaş bir çıkış, bravo…

Diğer taraftan necip milletimizin asil temsilcilerinin, taharetlenmenin, taharet musluğu ve tuvalet kağıdı gibi 2 komponentli uygulamasına daha hala alışamamış olması hasebiyle, umumi tuvaletlerdeki, taharet musluklarının necasete bir şekilde dokunmuş ellerle açıp-kapatmaları nedeniyle, teşhid-i sirayet üzre mikrobik taşımalar konusunda ne mahir durumda olunduğunun da ayrıca bir alamet-i farikasıdır. Dolayısı ile tecrübe ile sabit olan dübür-el ilişkisi neticesinde teşhid-i necasetin men edilmesinin ya da minimize ediliyor olmasının yegâne yolunun, taharet suyu ve tuvalet kağıdından oluşan 2 komponentli yapıyı mutlaka ve mutlaka kullanmaktan geçtiği aşikardır. Lakin yine de siz siz olun, umumi tuvaletlerde, sizden önceki müşterilerin ayakta def-i tebevvülü nedeni ile sirayet-i tebevvüle dikkat kesilerek taharet musluklarını kullanın, aksi taktirde temas-ı tebevvül neticesi mikrop taşır hale gelebilirsiniz, diyelim, faydalı bir hizmet tavsiyesi adına… Yine meraklısına sunulması elzem bir hizmette; taharet musluğu ve borusu asla, alaturka tuvaletlerdeki çeşmeler ve hemen yanlarında dübüre su nakline haiz maşrapalarla karıştırılmamasıdır.


Etimolojik sözlük denince akla gelen “Nişanyan Etimolijik Sözlüğü”ne bakılınca; “Taharet” Arapça kökenli bir sözcük olup, temiz, pak anlamındaki “Tahir” kökünden türetilmiş ve temizlenmek, paklanmak anlamında kullanılmaktadır. Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Büyük Türkçe Sözlük ise; “taharet” için, 1. Temizlik, temiz olma. 2. Sidik ve dışkı yapıldıktan sonra suyla temizlenme. 3. din b. İslam dini inanışlarına uygun olarak yapılan temizlik.” biçiminde bir tarif yapmaktadır.