Cumartesi, Şubat 26, 2022

OKUYUCUNUN KATKISI ve OKUYUCUYA KATKI

Yazılarımı okuyanlar bilir; “Yeni Çeşme Projesi”ne karşıyım ve de ne olursa olsun karşı durmaya da devam edeceğim. Hani bazıları gibi önce karşı çıkıp sonra bazı gelişmeler (!!!) karşısında çark edenlerden olmadım. Kişisel görüşüm o ki, Çeşme’nin artık büyümeye değil mevcudun kalitesini iyileştirmeye ve arttırmaya ihtiyacı vardır. Artık, daha kaliteli yeşil alan, daha kaliteli ve halka açık plajlar, daha kaliteli yollar, daha kaliteli içme suyu, daha kaliteli atık su defi, daha kaliteli arıtma, daha kaliteli turizm, daha kaliteli ulaşım, daha az propaganda, daha az nobranlık, daha az tepeden bakma, daha az mal muamelesi yapılması, vs vs istiyoruz. Mesela hala denize derin deşarj adı altında “fosseptik” muamelesi yapılıyor olması şahsen beni çok rahatsız ediyor… Senin, daha kocaman alanların atık suyunu toplayamadığın bir sahada, yeni yerleşimler açmanı ya da yaratmanı biz istemiyoruz, kimin istediğini ise iyi biliyoruz. Ne diyor Mustafa Kemal Atatürk; “Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.” Bilmem anlaşılabiliyor mu? Aslında Milletin sessiz olduğuna bakıp bunların hepsini de yediğini yuttuğunu düşünenler elbet bir gün yanıldıklarını anlayacaklardır. Gazetemize bizzat gelerek duruma muhalefetlerini açıklayan ya da yolda karşılaştığımızda tepkilerini belirtenlerin ya da telefonla arayıp artık yeter diye sızlananların sayısını biz biliyoruz. Yarın sizlerde öğreneceksiniz emin olun… Yok öyle ben yaptım oldu, nobranlığı, hoyratlığı… Mesela çok yeni öğrendim farklı farklı bir sürü grup kendini çevreye adamış gönüllü farklı farklı avukatlara vekaletler vererek her türlü hukuki yolu kullanma iradesi buyurmuşlar. Aaaa bizi yönetenler bunu küçümser, azımsar, yok sayar, o da kendilerinin takdiri… Daha önce bu kabil eleştirilerimi sıraladığım yazıma, çok değerli emekli öğretmen bir okuyucumun katkılarını da ilaveten aşağıda aktarıyorum…

“Çeşme projesine ilişkin olarak konuya yüksek bir hâkimiyetle yaklaşıp ortaya koymuş olduğun son derece kapsamlı somut veri ve gerçekçi irdelemelerle yaptığın değerlendirmeler, benim için çok aydınlatıcı ve uyarıcı olmuştur, bunun için hassaten içten teşekkürler ediyorum; umarım ve dilerim ki, tüm Çeşme’de yaşamakta olanların bu gerçekler akıllarında yer eder, kulaklarına küpe olur.

“Konuya ilişkin aydınlatıcı bilgilerden yararlanarak zevkle okudum sevgili Ruhi Beyciğim. Aklına, bilgine, birikim ve zengin donanımın için kıvanç duydum. Elin, emeğin, kalemin dert görmesin. Sevgi, saygılar, selamlar. Sağlıkla kal.”

“İzmir’i Seyretmek” başlıklı yazımı okuyanlar Angelico Maria Müller adlı bir gezgin din adamının İstanbul’dan gelen bir gemi ile İzmir Körfezine girişteki bakışı ve İzmir’de kaldığı sürece tanıklıklarından yazdığı anılarında bakın neler anlatmış idi. Smyrna yıkık amfiteatr, kale ve birçok başka kalıntı temelinden anlaşılacağı gibi muazzam büyük ve şahane bir şehir olmalıydı. Bugün ise öyle görünüyor ki, Eski Smyrna’nın değil yarısını, ancak onun bir gölgesini görüyor olmalıyız. Buna karşın, hem Avrupalı hem de Doğulu tüccarların ticaret ve dolaşımları nedeniyle tüm Levant’taki en ünlü liman ve ticaret şehridir. Dış limanda demirliyken, irili ufaklı birçok teknenin yanı sıra 70 kadar Fransız, Galli, Hollandalı, İngiliz ve daha birçok başka ülkeden gemi saymıştım. Karayolu ile yılda üç kez, Şubat, Haziran ve Ekim’de doğudan-İran-Moğolistan ve Çin’den gelen kervanlar bazı dönemlerde İzmir pazarında 4-5 bin devenin aynı zamanda buluşmasına neden olmaktadır”

Gerçi mezkûr anıları kaleme alanın fahiş bir hatası da var; “Smyrma dışında bir başka Smyrna daha varmış ve diğerinden 20 saat uzaklıktaymış” diyerek işliyor bu hatayıŞüphesiz saat tarifinde ya da tercümede bir hata varsa söylenebilecek bir şey yoktur. Gerçi bir başka kaynakta mezkûr seyyahın bu görüşünün değerlendirilmesinde, 20 saat yerine “20 stadion” gibi bir mesafeden bahsediliyor ki o da eski Yunan’da bir uzunluk ölçüsü olup yaklaşık 185 mt ye ve de toplamda da 3,5 km. lik bir mesafeye tekabül ediyor ve körfezin tam doğusunda yani şimdiki Bayraklı civarında olan eski kent kastediliyor olabilir. Değerlendirmeler muhtelif, gerçek tek…

Mezkûr din adamı seyyah bir başka yerde ise; “Şehir ulus zenginidir. Yani bugün 80.000 Türk, 2.000 Yunan ve Ermeni, bir o kadar da Musevi bulunuyor. Büyük ticaretle uğraşan, her ulustan ve inançtan dinlerini özgürce yaşayabilen Frenk veya Avrupalı Hıristiyanların sayısı az değildir. Türkler’in 20 camisi, Museviler’in 7 sinagogu ve okulu. Yunanlılar’ın 2, Ermeniler’in 1 ve biz Latinler’in 3 kilisesi vardır… Türkler, Yunanlılar, Ermeniler ve Museviler; hepsi şehrin yüksek kesimlerinde otururlar. Biz Avrupalılar ise, aşağı kısımlarda, deniz kenarında uzun bir sokakta oturmaktayız. Tüm uluslarımızın burada konsoloslukları ve temsilcileri vardır.” diyerek nüfus dağılımı ve dini harita ile diplomatik ve ticari ilişkiler üstüne de gözlemlerde bulunuyor.

Bu yazım üzerine; yine herkesi ve her konuyu yakından, dikkatli ve derinlemesine takip eden emekli öğretmen okuyucum bakın nasıl bir değerlendirme yapıyor.

İzmir üstüne Batılı seyyah din adamının dedikleriyle bezeyerek çektiğin fotoğraf tam bir İzmir güzellemesi. Ama yerinde haklı bir güzelleme Allah için. Pazar yerinde aynı anda 5000-6000 devenin bulunduğu, en batıdan en doğuya Çini’ne Maçin’ine bin bir türlü envai çeşit emtianın giriş-çıkış yaptığı bir ticaret ve liman kentinin toplumsal hayatında oluşmuş etniksel, inançsal haritanın rengarenk harita, kimilerinin gözünde “Gavur İzmir” ise; bu öylelerinin aslında göz kamaştırıcı bu ‘İnci’ye karşı hasetliklerinin eseri olduğunu; aynı zamanda bunun, insana ve hayata dair şaşı bakıştan kaynaklanan çağdışı bir İLKELLİĞİN ve bir yerde de ÇARESİZLİĞİN sonucu olduğunu göstermez mi?”

Emekli öğretmen okuyucumuz, son dönemde artan bir şekilde okumaya ve yazmaya daha fazla zaman ayırdığını beyan ettiği yazısında inanılmaz bir nezaket ve üslup dahilinde, okuduğu yazılarda yazım hataları, imla kural ihlalleri üzerine fazlaca hassas olduğunun altını çizmektedir. Eleştirilerinde üslubunun kalitesini işaret eden şu cümlesi ile bitiriyorum.

Ruhi Çilek üstadın, vaktiyle Doğu Ekspresi’nin Anadolu’yu boydan boya kat ettiği yollar misali süzülerek uzayan giden yollar misali cümleleri nasıl ucunu kaçırmadan kurup beşer edebildiğine bir kez daha şaşırdım, açıkçası…”

Sonuçta; İzmir’e hakaretamiz “Gavur İzmir” diyenlere de, Yeni Çeşme Projesi ile Çeşme’ye Çılgınlık yapılmasına da karşıyız ve istemiyoruz. Nokta…


Cumartesi, Şubat 19, 2022

KAYMAKAM

 Ben ilk kaymakam sözünü ve etkisini ilkokula başlayınca öğrenip hissetmiş idim. Çeşme Kaymakam’ının kızı sınıf arkadaşım idi tam da bu nedenle derinlemesine olmasa bile görünürde etkisi etkileyici idi malum nedenlerle… Gerçi haksızlık etmemek adına söylemeliyim ki, öğretmenimizin bizlere tutumu konusunda bir ayrıcalık göze çarpmazdı ya da vardı da şimdilerde ben hatırlamıyorum ya da bu ayrıcalıklar doğal idi bu nedenle de göze çarpmazdı lakin sonuç olarak hatırladığım derslerinin ve notlarının hepsinin iyi olması gerçeği idi. 

Sonraları derslerde Mustafa Kemal Atatürk için “kaymakam” rütbesi ile görev yaptığının bahsi geçince o günün kavrama kabiliyeti ile çalışan kafamız hemen karıştı. Kaymakamlık askeri bir rütbe mi yoksa idari bir makam mı? Şüphesiz sonraları anladık konunun tam tamına ne olduğunu, öğrenmek böyle bir süreç işte. Kaymakam; Arapça “kaim makam” sözünden üretilmiş ve “birinin yerinde duran” ya da “makam sahibi” anlamlarına gelen Osmanlı döneminde de kaza yöneticisi olarak “Mutasarrıf” olarak kullanılmış bir sözcüktür. Yer yer bazı kaynaklarda ise “vekil” ya da “naip” olarak da karşılık bulmuştur. Askeri rütbe olarak ise, Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında kullanılan miralay ile binbaşı rütbeleri arasında olan ve günümüz rütbelerinden yarbay'a denktir.

Anılarını; arkadaşım Taner Morova’nın “bu az bulunan bir kitap senin kütüphanene çok yakışır” diyerek hediye ettiği “HATIRALARIM” adlı kitabından okuduğum 1914-1918 arası Çeşme’de Kaymakamlık yapmış Hilmi Uran ise müthiş anılar biriktirmiş… Paftos meselesi, Rum muhacereti, Çeşme’nin piresi başta olmak üzere birçok başlık altında yazmış. Gerçi Hilmi Uran sonradan aldığı diğer görevler ile de ilgili uzun uzun yazmış, iyi de etmiş, onun gözü ile onun değerlendirme ölçüleri ile bakıyoruz Canım Yurduma… Zaman, mekân ve teknik terakki ölçüleriyle…

Ne kaymakamlar geldi Çeşmemize… Kimler geldi, kimler geçti faslından… 

Sonradan CHP Denizli milletvekili olarak da bir dönem görev yapan Ömer İhsan Paköz, Denizli Bölgesinde Kuvayı Milliye örgütleyicilerinin oğlu olarak, intikal eden mirasa uygun kamu görevleri icra etmiş olarak bilinirdi hatırladığım. Vatandaşa olabildiğince uygun, makul ve dengeli mesafelerde bulunarak kamu görevi icra ettiği bilinmektedir. Hatta bir defasında Edirne Öğretmen Okulu öğrencilerinin başta da Aydın Korkmaz olduğu halde çıkardıkları “Devrim” isimli gazete için kendisine röportaj müracaatında bulunulunca “ne işim var çoluk çocukla” demeksizin onları yeterince ve layığınca ciddiye alarak, röportaj gerçekleştirmiş ve gazetenin isminin gereğini sorduğunda “biz devrimci öğrencileriz” diye cevap alınca, “biz devrimi yaptık, zaten”, diye cevaplamış olması da alicenaplığının tezahürü olarak akıllarda kalmıştır.

Salih Şarman da bu ilçede kaymakamlık yapmış ve bilahare de valilik görevinde de yaşadığı ve yaşattığı vahim olaylar ile tarihteki yerini almıştır. Kendisi hakkında makama münasip davranışlar dışında kalanlar için söylenecek çok bir şey olmadığı da sarihtir.

Cafer Sarılı; Bankada işlem kuyruğunda görünce şaşırdım, bankacı arkadaşlara sorduğumda da “o her özel işleminde böyledir, sıraya girer ve bekler, sırası gelince de işlemini yaptırır” demişlerdi. Şaşırdım demek ki sıraya girip beklemeye katlanabilen kaymakamlarda oluyormuş. Sadece bu yönü bile takdire şayandır, bence…

Atilla Dinçer; kaymakamlık ataması gerçekleşince Çeşme’ye kimseye haber vermeden tebdili kıyafet gelir göreve başlama öncesi izlenim edinmeye çalışır. Esnafın, kahvehanelerde eğleşen vatandaşların, şoförlerin, gazetecilerin yanlarına uğrar muhabbet eder ve kendince topladığı tüm bilgilere göre göreve resmen başlar. Görevi süresince görev tanımı uyarınca başarılı olduğu akıllarda kalmıştır.

Ahmet Macunluoğlu; halen Çeşme’de emeklilik hayatı sürdüren, bir ara CHP’den belediye başkan aday adaylığını açıklayan ve şimdilerde zaman zaman görüştüğümüz ve memleket meseleleri üzerine muhabbet ettiğimiz için güncel durumda bir ilişkimiz devam etmektedir. Sonradan Vali yardımcılığı görevi de ifa etmiş, oldukça mütevazi ve sıradan bir hayat sürdürür hali ile akıllarda kalmaktadır.

Mustafa Erkayıran; atamasını takiben kente bisiklet ile geliyor, sıradan bir gezgin gibi dolaşıyor, kendince durum ve ihtiyaç ve de öncelikler tespiti yapıyor, yüzmeye, sualtı dalgıçlığı başta olmak üzere spora destek ve ilgi gösteriyor. Tüm sosyal ve siyasal çevrelerle mesafeli ilişkiler oluşturarak sempati topluyor lakin görev süresi fazlaca uzun olamıyor.

Sonra; kaymakam olarak atanıp, Altın Yunus Tatil Köyünü bilmeyip, “orası nedir”, Selçuk Yaşar’ı tanımayıp, “o da kim” edası ve bilgisi ile Çeşme’nin en eski ve en büyük turistik tesisinin sahibini bilmeyerek, kente, kentliye, kentin siyasal ve ekonomik yapısına yönelik ne kadar da hazırlıksız olduğunu gösteren muhteremlere de rastlanmıştır. Şimdi, Çeşme turizmi deyince “Altın Yunus Tesislerini” ve sahiplerini bilmeden nasıl olacak bu iş, nasıl bir hazırlıksızlık, nasıl böylesine bir bilgi edinme noksanlığı yaşanır, akıllara zarar…

Ünal Çakıcı; gazeteye geliyor, “Urfa’ya Paşa geldi, halkı temaşa geldi” tadında… Gündemde olan, akıllarda bulunan hemen hemen her konu, yer yer ironik yaklaşımlar yer yer son derece ciddi konular derinlemesine konuşuluyor. Kaymakam gecikmeli de olsa gayet uzun bir zaman ayırıyor, bize ve özelde de yerel basının sorunlarını dinlemeye… Çare olur mu bilmem lakin dinliyor, kendince ve görev tarifi uyarınca görüşler, öneriler ve uyarılar sıralıyor. Ama hepsinden önemlisi, son derece samimi ve sempatik bir ziyaret idi… Son olarak; gazetemizi ziyaret ederek uzunca ve çok çeşitli konularda karşılıklı görüşler paylaştığımız Çeşme Kaymakamı Ünal Çakıcı’ya bu nazik ziyareti için teşekkür ederek bitireyim.

 

Cumartesi, Şubat 12, 2022

ECZACI ENDER GÖNÜLLÜ

Mahallemizin “jön” görünümlü abilerinden idi, Ender Abimiz. “Beyaz Saçlı” diye anılan Nahide Hanımın büyük oğlu, belki de Albay babanın etkisi ile baba mesleği askerlik tercih edilmiş lakin henüz harp okulu öğrencisi iken Talat Aydemir darbe girişimine katıldıkları gerekçesi ile tüm dönem öğrencilerinin askeri okul ve dolayısı ile askerlik ile ilişkileri kesilerek hitama uğramış… Lakin dönemin yöneticileri başta da dönemin etkili Başbakanı İsmet İnönü olmak üzere, “bunlar öğrencidir komutanları ne demiş ise onu yapmışlardır” mütalaası ile sadece okul ile ilişkilerinin kesilmesi sureti ile cezalandırılmışlar ve diğer tüm sosyal, siyasal ve akademik hakları baki kalmıştır. Hani şimdilerde bir kesimin düşmanlık ve küfür hedefi olmuş İsmet İnönü, asla ve kat’a bırakın yedi sülalesini cezalandırmayı kendisini bile cezalandırır iken tüm ahval ve şeraitin göz önünde bulundurulması gereği ve lüzumu dahilinde bir değerlendirme ile “emir komuta” işleyişinin tezahürü bu gelişme karşısında üstün bir celâlet gösterir, hayatı mezkûr zevata zindan edecek uygulamalardan kaçınır. İşte bu gelişmeler neticesinde kendilerine tanınan hak mucibince Ender Abimiz Eczacı olur. Gerçi sonradan girdiği siyasi faaliyetler neticesinde, başta dericilik gibi başkaca ticari faaliyetlerde dener lakin hiçbirisindeki başarı “eczacılıktaki” başarısını aşamaz hatta egale dahi edemez. Artık ne yazık ki aramızda olmayan bu güzel komşumuz halen tanıdıkları ve hemşehrileri arasında “Eczacı Ender” diye anılmaya devam etmektedir.

Ender Abimiz, şimdilerde artık yerinde yeller esen o güzellikler içinde deniz kenarındaki 2 katlı bahçeli bir evde hayatının önemli bir bölümünü geçirmiş idi. O güzel ev artık ne yazık ki yok, tüm o güzel Çeşme’nin diğer güzellikleri benzeri tarihe havale edildi hem de ne yazık ki sözlü tarihe. Şimdi anlatmaya ya da anlatabilmeye muktedir olmayı çok istediğim bir “Çeşme Limanı” söz konusudur, her şeyi ile ve her şeye rağmen… Merhum Ali Subay’ın o güzelim evi ile başlayan, halamın kızı Şükran Ablaların şimdilerde “english home” olan evi ile nihayetlenen liman ve adeta onun altın kolyesi durumundaki dizilmiş evler… Ne kadar dövünsek yeridir ve azdır, limanın doldurulmasına, bir rant kapısı haline getirilmesine, o muhteşem asude duruşun terkine sessiz kaldığımız için… Evet şimdi bir başka Çeşme Limanıdır söz konusu olan, sakın yanlış anlaşılmasın, derdim, şimdi çok kötü, o zaman çok güzel idi gibi sıradan ve sığ bir tartışmaya girmek değil, zinhar. Şehir böylesine radikal değişir iken, anılar yok olmuyor sadece şehir de kısırlaşıyor hatta iğdiş ediliyor. Neyse konumuz bu değil, konumuza çark ediyorum hemen... 

Ender Abimiz, Çeşme’nin ilk mütekamil eczanesinin sahibidir, önceki ecza dolapları kabilinden organize olanları bir kenara bırakır isek… Şimdiki Belediye Binasının, tam da, Başkan Yardımcısı odasına denk gelen bölümü, dışarıdan açılan bir kapı ile onun eczanesine girilir idi, bilenlerin hemen hatırlayacağı bir fotoğraf ilave ediyorum. Eczanesi ile Kasabamıza çok ciddi hizmetler sunmuştur, şüphesiz ki bedeli mukabilidir tüm bu hizmetler lakin o günün şartlarını bilenler çok daha iyi bileceklerdir ki, nasıl önemli bir hizmettir, öyle kolayca kimsenin küçümseyemeyeceği biçimde. Ender Abimiz adeta kendisi ile özdeşleşen sonradan edindiği beyaz Murat 124 otomobili ile 70’li yıllarda bir hayli önde olmayı becermiştir.  

Gelelim tekrar yetiştiği eve Ender Abimizin, cephe aldığı yol tarafında bulunan, mezarlık önünde daima “Şaban Paşa suyu” akan bir çeşmesi ve deposu ki bizlerin “Akar” diye adlandırdığımızı hatırladığım, akan suyun ise denize bağlantılı küçücük bir dere marifeti ile deşarj edildiği, evin deniz ile arasında bir “çayır” alan bulunur idi ki burada o günün şartlarında ilkel ama amacına matuf mütekamil bir voleybol sahası, ki biz burada futbol da oynar idik. Mezkûr alanda zaman zaman gölgesinde oturup uzun uzun muhabbetler yaptığımız, dönemi uygun ise meyvesini yediğimiz gövdesi bir hayli kalın ve güzel bir beyaz dut ağacı vardı. Bu sahada ilaveten ve gününe göre kendisi sıradan olsa bile sahip olma fikri ile son derece gelişmiş olan bir “barfiks barı” vardı. Hemen önü deniz olan bu alandan istediğimiz zaman hemen denize girer saatlerce, yüzer, oynar ve muhabbet ederdik. Ayrıca, Ender Abinin kardeşi Ateş Abimiz ise, girişleri şişe ya da kırık cam ile ücretlendirilen, hava ağacı yaprakları ile çatısı örtülmüş bir çocuk sineması sahibi idi, toplanan şişeler ya da camlar sonradan Ali Hoca’ya satılır idi, hay Allah, ne günler… Evet, Ender Abimizin, sırası ile Ateş, Aslan, Sema ve Gönül adlarında dört kardeşi daha vardı.

Ender Abimizin eşi ise, Meşhur Şerif Hoca ve Melahat Hocanın kızı Yaşar Ablamız idi. Bu iki güzel insanın, evlerinin teraslarından birbirlerine ışık ile mesaj göndermelerinin anılarımız içinde olduğu bir kenara, bu iki evin birbirlerini görebilecek bir konumda olması idi önemli olan, evet Çeşme Limanı, 60’lı ve 79’li yıllarda böyle idi… Tabii ki; 2 aile de Çeşme’nin önemli ve asri iki ailesi idi, evliliklerini sadece bu tarafı ile anımsıyorum, ne yazık ki başka, duyum ve izlenim yok. Ender Abimiz, 70’li yılların ikinci yarısında, adeta yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen Sıhhiyeci İbrahim ile her türlü sosyal ve turistik faaliyet içinde bulunmayı hayatlarının diğer bölümüne göre hayli öne almış bir görüntü vermekte idiler. Çeşme artık bir yanı ile Altın yunus Otelinin devreye girmesi diğer yanı ile de memleket genelinde turistik faaliyetlerin öneminin artması ile yerli ve yabancı turistlerinde göz bebeği olmuş idi. İşte bu göz bebekliğinin göz önüne çıkardığı meşhur faaliyetlerin tılsımı Ender Abimizi de çekim alanı içine dahil etmiş idi. Böylesi bir akşamın dörtlü Altın Yunus’lu çekici Lobby Bar muhabbetinin, Yaşar Ablaya bir muzip ya da muhbir tarafından aktarılması neticesi mezkûr mekânda çıkan şamatanın unutulması mümkün değildir gayri. 

Ender Abimiz, bu dengeli ve oldukça güzel yaşamının içine, ne ve nasıl oldu ise, 12 Eylül darbesi neticesinde oluşan suni ve geçici sükûnetin politik cazibesinin yeni yüzler arayışı ve davetinin cazibesine kapılır, galiba biraz da eski kurtların gazı ile dönemin ABD destekli Turgut Özal önderliğindeki ANAVATAN Partisine katılır ve Belediye Başkan adayı olur. Bana uzunca süre kırgın olmasına sebep bir de olay yaşanır aramızda, benim bulunduğum bir kahvehanede bir akşam propaganda çalışması için geldiğinde, uzun uzun “köprü satışları” hikayesini anlatırken söz isteyip, kendisine “duyun-u umumiyeyi” bilip bilmediğini sormuştum, bilmediği beyanına müstenit oluşan yarı komedi ortamın, kaybettiği seçimin sebebi tayini ile bana küser. Gerçi birkaç ay sonra bu küskünlükten yine kendisi bıkar ya da usanır, yolda yürürken arabası ile yanımda durur ve beni davet eder, artık bu küskünlüğü uzatmanın manası yok der, ben de kendisine “Abi ben sana küsmedim ki, sen kendin küstün, kendin barışıyorsun” diye cevap vermiştim. Ama o gece ben kendisine politik kurtların hem kendisinin hem de F. Tütüncüoğlu’nun sonunu nasıl hazırladıklarını uzun uzun anlattığımda hak vermiş idi.

Bu yazı münasebeti ile adı geçen tüm büyüklerimizi ve komşularımızı bu vesile ile bir kez daha saygı ile yad ediyorum.

Cuma, Şubat 04, 2022

BİR GÜZEL ADAM CELİL

Bir güzel adam, bir gülen adam, bir neşeli adam, Celil Altan arkadaşımızı bir süre önce korona virüse karşı savaşta kaybettik. Evet, Celil güzel kasabamızın güzel ve gülen bir siması idi. Celil bir dönem Çeşme Belediye Meclis Üyeliği de yaptı o dönemde Belediye Başkan Yrd’sı Şakir Karadede’nin ya da Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ın yanında sık sık bir araya gelir Çeşme ve ülke üstüne muhabbet eder idik. O dönem belediye sık uğradığımız bir yer idi, belki faaliyetlerimiz gereği sık gidiyorduk, belki mezkûr yönetim halkın içinde yani halkla birlikte yani bizimle daha iç içe idi ya da biz öyle zannediyorduk belki de tamamı çok yakın arkadaşlarımız idiler, bilemiyorum artık nasıl izah etmeli… Belediye şimdilerde fazlaca uğradığımız bir yer olmaktan uzak biraz, bu belki bizim belki onların tercihi. Ama Celil Altan sık sık muhabbet ettiğimiz ve üzerine tefekkür ettiğimiz tüm ciddi meselelere müthiş bir ironik yaklaşım gösterir zaman zaman ben de bunu onun büyük hoşgörüsünün tezahürü kabul ederdim. Hakikaten kendisine “letafet kralı” desek hiç de sırıtmayacak bu dostumuz maalesef artık bizimle değil. Evet çok zamansız bir kayıptır bizim açımızdan, her yönü ile…

Babadan kalma lakabını da devam ettiren ender arkadaşlarımızdandır. Fanti Hüseyin’in oğlu Fanti Celil artık aramızda değil, Çeşme onsuzluğa alışacak mecburen. Celil’in babasının lakabı da fanti idi kendisine yadigâr lakin bir farkla… Kendisi “ispati fanti” idi… Şimdi ismini vermenin çok uygun olmayacağını düşündüğüm bir başka çocukluk arkadaşımız vardı ve maalesef mesleğinde çok iyi olmakla birlikte, yeme içme konusunda da bir hayli ilerleme kat etmiş idi. Yeme içme dediğime bakmayın asıl 2. sinde bir hayli önde idi. Bir gün öyle ileriye ilerlemiş idi ki, eve gidecek durumu kalmamış ve çocukluk arkadaşı Celil’in yardımı ile eve vasıl oluyor. Eve refakatle geldiğini gören anne refakatçiye teşekkür etmek ister lakin kim olduğunu da merak etmektedir. Oğlum seni eve getiren bu arkadaşın kim diye sorar. Cevap şüphesiz “fanti” dir, fanti diye isim mi olur, nasıl fanti diye daha derin bir soru gelince de “ispati fanti” der. Fantilikte ihtisas o gün bugün kalıcı hale gelir.

Şimdi hayatta olmayan Çelebi Kabadayı ve Celil’in, Çeşme’ye önce yazlık tesisleri bilahare de banka şubesi ile gelen “Emlak Kredi Bankası” şubesinde çalıştıkları dönemde salt bu nedenle mezkûr banka, işimiz olsun olmasın sıklıkla uğradığımız bir yer olmuş idi. İnancım o ki, sadece bu iki arkadaşımız bile bankanın faaliyetlerinin önemli bir kısmını sadece kişisel pozisyonlarından ötürü katlamışlardır. Emlak Kredi Bankası şimdiki LCW mağazasının bulunduğu binanın zemin katında idi esasen mezkûr bina Mehmet Gören büyüğümüz ve bilahare de Oğlu Ali Gören işlettiği kıraathane olup üst katı da Çeşme’nin ilk otel-pansiyon benzeri mekânı idi. Bir dönem, biz de şimdi ismini anmak istemediğim bir arkadaşımla birlikte orayı kıraathaneden turistik eşya satılan bir mekâna çevirmek için şimdilerde hayatta olmayan Ali Gören ile epey bir muhabbet etmiş idik. Bu vesile ile hem Ali’yi hem de babasını da saygı ile anmış olalım.

Benim Celil ile muhabbet konularım çok ve çeşitlidir lakin hayata bakışımızı da gösterecek biçimi ile olan birkaç tanesini anlatarak sonuçlandırmak istiyorum ki, bu güzel insanı bu tarafı ile de anmanın mutluluğunu yaşayalım. Çok değişik konularda anı biriktirmek ve onları kendine has üslup içinde anlatmak konusunda da bir mahir insandır aynı zamanda Celil. Kendisi ile özdeşleştiğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir şapka tutkusu vardı. Hele ki bunlar içinde hasır olan “Panama Şapkası” vardır ki, öyküsü ve tercihi bile başlı başına konu edilecek bir şeydir. Bir gün kendisine neden bu hasır şapkayı sürekli kullanıyorsun diye sormuştum, “hasır şapka” diyerek küçümseme lütfen demişti ve Panama şapkasının öyküsünü ve kendisininkinin de el yapımı ve orijinal olduğunu belirterek, şapkanın 1900 yıllar başında Panama Kanalının yapımı sırasında Ekvador'lu bir tüccar tarafından imal ettirilerek kanal inşaatında çalışan başta mühendislere bilahare herkese satıldığını özet olarak anlatınca, Celil ihtisaslarına bu işi de eklemişsin dediğimde de epey gülüşmüş idik. Evet, şapka deyip geçmeyelim hakikatten özel hasırdan imal edildiğini bildiğimiz bu ürünün bu nedenle son derece hafif ve hava geçirgenliğinin yüksek olması hasebi ile de tüm dünyada öne çıkmıştır. Bizde kendisini bu farikası ile hep hatırlayacağız.

Bir başka hoş hikayesi de; biraz özel lakin bilinen bir hikayedir. Şimdilerde artık aramızda olmayan komşu oğlumuz Akın Onur ile Celil, deyim yerinde ise yedikleri içtikleri bir olan iki arkadaşlar yani bizlere göre samimiyet ve muhabbet kıyaslamaz elbette. Dönem itibari ile her ikisi de Çeşme’nin civanmert delikanlıları olup aralarından su sızmaz idi nerdeyse… Gel zaman, git zaman Celil’in kapısına izdivaç sinyalleri ulaşır. Faslı uzun anlatmaya gerek yok düğün dernek kurulur artık her şey bitmiş evlerine çekilmiş yeni evliler. Kiralanan evi, bilmeyenler için anlatayım, Çiftlik Köyü (şimdilerde Mahalle) eski yolunun köye gidiş istikametinde sağ tarafında kalmakta olup, dönem itibari ile yolun kotu evin çatı kotunun hemen hemen üstünde bir şekildedir ve ev direk deniz kenarındaki kayalara adeta kondurulmuş idi. Liman şimdiki gibi abuk subuk bir dolgu işlemine maruz bırakılmamış, şimdiki sahil yolu yok yani, Çiftlik Köye ulaşım tek bu yoldan yapılıyor. Mezkûr ev ve etrafındaki evlerin tamamı da sahil boyunca tek sıra ve adeta bir gerdanlık gibi deniz kenarını çevrelemekte idi. Evet biz tekrar dönelim yeni evlilerin düğün dernek sonrası evlerine çekilmesi ve sonrasına. Başta Akın Onur olmak üzere birkaç arkadaşı daha ellerine aldıkları, süt, bisküvi, tatlı vb. gibi yiyecek ve içecekler ile evin kapısına gelirler. Gelenler tek tek, 10 ya da 15 er dakikalık aralarda ve sıra ile zile basar ve ellerinde getirmiş olduklarını verir ve mutluluk dileklerini iletir giderler. Mezkûr fasıl uzayınca Celil bunları “yeter artık lan” diye kovar. Peki buna karşılık muhteremler muziplikten vaz geçer mi? nerde… Bu sefer de ellerine aldıkları küçük küçük taşları, çatının da yol kotuna yakın olmasından istifade ile başlarlar kiremit çatıya savurmaya… Dostumuz Celil, dışarıya çıkar bunları kovar ama gece de böylesine bir muziplik ile nihayetlenmek üzeredir. Bu arada geçirdiği elim bir trafik kaza sonrası kaybettiğimiz komşu oğlu ve arkadaşım Akın Onur’u büyük bir saygı ile anayım.

Aslında Celil’in de içinde bulunduğu hatta yaratıcı ve nüktedan kişiliği ile de genellikle başrol üstlendiği “Urla Lisesi” ve “Özel Yurt” hikayelerini de yazmak gerekir ama yer ve yen darlığı nedeni ile bir başka yazıya konu olacaklar.

Çeşme’ye önce Bankacılık, sonra Otelcilik ve de Belediye Meclis Üyeliği ile katkı sunan, ihtiyaç sahibini her zaman koruyan ve kollayan, Ali-cenap, nüktedan bir arkadaşımızı daha yitirmenin acısını hala dün gibi hissediyorum. Evet, doğulan ve havası solunan bu topraklara düşüncede ve uygulamada bıraktığımız izlerle anılacağız ya, işte Celil’i de böyle ve etkilerine dair her şeyi ile anmaya devam edeceğiz. 
 

Cumartesi, Ocak 29, 2022

EFELER İSYANI KUVAYI MİLLİYE DİRENİŞİ

 

Yazar, gazeteci büyüğümüz Yaşar Aksoy’un “Efeler İsyanı” kitabını konu etmeye devam ediyoruz… Kitap başlı başına bir şaheser, bir hayli bilinmediğini düşündüğüm ya da zannettiğim anılarla dolu… Bir önceki yazımda belirttiğim üzere, kitabın ilk bölümünde, Üsteğmen Zekai Kaur’un hatıratının kendi elinden çıkmış hali ile dokunulmadan tekmili birden yayınlanıyor. Diğer bölümlerde ise gerek yazarın kendisinin gerekse de münhasıran “efe” ve “zeybek” kültürü üzerine konunun uzmanları tarafından aktarılan değerlendirmeler bulunmaktadır. Yaşar Aksoy; diğer kitaplarında da olduğu üzere burada da, bilimsel tutarlılığına ve derinliğine ve de inanırlığına benim de katıldığım esasen de bizim mahalleden uzmanların görüş ve düşüncelerini öne çıkarmaktadır.

“Kuvayı Milliye’nin gözbebeği “Efe”, özellikle Batı Anadolu’da ağabey, mert adam, yiğit anlamına kullanılan bir Türk tanımıdır. Köy yiğidi, namus ve ahlak kabadayısı ve de zeybek toplulukları başkanına verilen isim olarak da anlaşılır. Bu deyim halk arasında eski çağlara uzanır, öteden beri “ağabey” anlamında kullanılmıştır. Osmanlıların son zamanlarında, devlet otoritesine karşı kendilerini dağların hâkimi ilan eden çete başları için de “efe” kelimesi kullanıldı. Ekserisi kanun kaçaklarından meydana gelip, namus davaları, otoriteye karşı özgürlük veya polisiye sebeplerle dağlara çıkan zeybekler, aralarında yiğitlik, mertlik, cesaret göstereni başkan seçerek, ona “efe” derler ve tabi olurlardı.” değerlendirmesine ilaveten, Yaşar Aksoy büyüğümüzün, “Kurt bunalırsa köye iner, kul bunalırsa dağa çıkar” atasözünü de münasip bir üslupla tarifin içine yerleştiren emekli öğretmen Ethem Oruç referanslı aktarımından; “Efe olmak zordur. Efelik zor iştir oğul, haksızlığa, zulme, baskıya bir isyan. Onurlu bir dik duruş, bir başkaldırı destanıdır efelik. Kendine özgü, deftere, kitaba yazılmamış yasaları var. Yazılmasa da okunur. Efelik, fırtına kuşuna benzer. Herkesin kaçıştığı, saklanıp korktuğu, fırtınalı ortamda sakin, ağırbaşlı, kararlı, ölçülü ve dimdik durabilmektir. Efenin sözleri damıtılmış, parlak, çelik mermi gibidir. Bir kez çıktı mı ağızdan geri dönüşü olmaz. Zalime karşı acımasız, mazluma karşı şefkatli, kadına, kıza, çocuğa, yaşlıya kol kanat germektir efelik. Özcesi efelik, erkek, kadın işi değil, yürek işidir. Mangal gibi yüreğin olacak, kaya gibi duracaksın. Düşmanlarına korku, dostlarına güven vereceksin. Efelik zor iştir yiğidim, önce ahlaklı, mert…” kısaca ama koçaklama ve güzelleme tadında bir efelik tanımı yapılmaktadır.

Efelerin sözünün menzili ile menkul olduğunu belirtir Erol Toy da… Silahının menzili ile sözünün menzili kıyaslaması yapar. Müthiş bir değerlendirmedir bana göre… Anadolu’daki istiklal harbinin tüm katılımcıları, tüm savaşçıları gibi, efeleri de gerilla savaşı önderi gibi görüp değerlendirme yapan Erol Toy; “Türk Gerilla Tarihi” kitabında “Bir kez de kitle, kesin düşman olarak durumunu saptadı, savaşa adımını attı mı, gerisi kendiliğinden gelir artık. Karşısındaki gücü yenip, tüketinceye kadar sürdürür kavgayı. Yenip tüketinceye, çünkü kitleyi bağımsızlığından yoksun etmek isteyenler, daima azınlıktadırlar. Ve çoğunluk, savaşı sürdürdüğü sürece, azınlığı tüketecektir. Tüketme olanağı aynı oranda bile olsa, azınlık bittikten sonra da vardır çoğunluk. Ve şurası da kesindir ki, hiçbir zaman kendi topraklarını savunanlarla, o toprakları elde etmek isteyenler vurucu güç olarak aynı olanaklara sahip değillerdir. Ve yurtlarını koruyanlar, kendi topraklarında yenilmezler.” İstiklal harbinin haklılığını ve kaçınılmaz sonucunu bu satırlarla tespit etmektedir.

Tarih akışı içinde gördük ki, gerilla savaşları ile başlayan milli kurtuluş ya da kuruluş savaşları, hemen düzenli ordu biçimine dönüşmektedir. Bu tarihin savaşçılara yükümlediği bir görev gibidir. Ayrı cephelerde, ayrı biçimde savaşanlar, bir geniş cephe meydana getirildikten sonra, kendiliğinden bir büyük ve düzenli ordunun insanları haline gelmektedirler.” diye belirtiyor Erol Toy mezkûr kitabında “ya istiklal ya ölüm” şiarı ile yola çıkanların evrimini. Efelerin en namlılarından, en kapsamlı ve kapsayıcı organizasyonuna hâkim Demirci Mehmet Efe’yi Albay Bekir Sami Bey, Yörük Ali Efe’yi de Üsteğmen Zekai Kaur, önceleri Osmanlı’ya karşı mücadele eden bu ekiplerin, Yunan işgaline karşı istiklal mücadelesine katılmalarına ön ayak olurlar ve evrilerek düzenli ordunun birer parçası olmalarına.

Zekai Kaur’un anılarında İtalyan işgal kuvvetleri ile olan ilişkiler konusunda da yer yer detaylı bilgiler yer almaktadır. Ama en enteresan bilgi ise; “İtalyanlar da bizim gibi Birinci Dünya Savaşından yeni çıkmış olduklarından yorgundular. Bundan başka İtalya’daki hükümet tamamen solcu ve aşırı sosyalistti. Rusya’daki komünizm henüz iki yaşında idi. Almanya ve İtalya’da komünizm özentili hareketler hızla belirmişti. Almanların Spartaküs komünizm ihtilaline benzer, İtalya’da da canlı kıpırdamalar vardı. Mussolini bile İtalyanların Anadolu’da bulundukları bu sıralarda bir İtalyan gazetesinin başyazarı idi ve daima emperyalizm aleyhine aşırı solcu yazıları ile tanınıyordu. Bütün bu eğilimlerin İtalyan subay ve özellikle askerlerine de sirayet ettiğini ve hatta bunlarla bazen konuşulduğu zaman “Bizim buralarda ne işimiz var?” diyerek içlerini açığa vurdukları görülüyordu.” şeklinde olup, İtalyan işgal bölgesindeki pozisyon almalarının tespitini de böyle yapmaktadır.

Bilindiği üzere; Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar İstiklal Harbinin sivil direnişçisidir, gerillasıdır yani. Sonradan gelinen nokta itibari ile tüm geçmişini tekzip eder bir hayat sürmesi muhteremin şahsi olarak talihsizliği midir yoksa güvenli liman arayış ve tercihi midir ya da aslına rücu mudur, bilemiyorum… Mezkûr kitapta, Galip Hoca ile diğer Çete reisi Adnan Beyin tanışmasına da tanıklık ediyoruz, Üsteğmen Zekai Kaur’un kaleminden… “Adnan Bey (Menderes) ve akrabası Ethem Bey (Menderes) Aydın’ın Çakırbeyli Çiftliği’ni merkez kabul ederek “Ayyıldız Çetesi” isimli küçük ancak etkin bir milis teşkilatı kurmuşlardı. Oveymir’den Yeniköy’e kadar uzanan Millî Mücadele hattının sol kanadını korurlardı. Onlara Çakırbeyli Gönüllüleri de denirdi. Tellidede savaşlarına kahramanca katıldılar. Yörük Ali Efe, Bağarası mevkiinde yanında bulunan Galip Hoca’ya, baştan sona bütün mücadelelerde Yunanlara kan kusturan Çakırbeyli Çiftliği sahibi Adnan Bey tarafından yönetilen “Ayyıldız Çetesi’ni” ziyaret edeceklerini benim yanımda söyleyince, Galip Hoca’da bir mahzur yoksa gelmek istediğini belirtir. Yörük Ali şöyle yanıt verdi: “Niye mahzur olsun hocam? Biz Aydın batağında adam arıyoruz. Faydan dokunur, okuryazar ilim sahibi adamın hali başkadır. Elimizden tutarsın. Böylece yola çıktık. Çakırbeyli’de Adnan Bey’e ulaştık. Heyecanlı ve atak Adnan Bey ile sakin, huzurlu ve çok temkinli Galip Hoca tanıştılar.” Bilindiği üzere bu 2 muhterem; genç Cumhuriyetin, biri “milli ekonomi politikası” oluşmasına ön ayak oldu, diğeri de yıllarca CHP müfettişi olarak cansiperane vazifeler üstlenerek hayatiyetine katkı sundu… Sonra, heyhat, milli diye diye gittiler en gayri milli temsiliyetine teslim oldular… Özellikle Adnan Menderes’in nasıl bitirim ve bıçkın bir müfettiş olduğunun takibinin yapıldığı A. Yavuz Ergun’un yazdığı “CHP’li Menderes” isimli kitap bize ciddi manada yol göstermektedir.

Daha da fazla yaşanmışlık mı, anı mı, okumak istiyorsunuz Batı Anadolu’nun yiğitleri efeler ve efe direnişi-hareketi ile ilgili, hemen kitabı edinin ve okuyun… Ne demek istediğimi, tam manasıyla kelimelere dökemediğim murat ve meramımı kendi gözünüzle görmenizi ve okumanız salık veririm. Hem de hemen…

İzmir'in kavakları.

Dökülür yaprakları,

Bize de derler Çakıcı, yar fidan boylum,

Yıkarız konaklan ...

 


Cuma, Ocak 21, 2022

EFELER İSYANI

“Sevgili üçüncü torunum Efe’ye armağan ediyorum” diye ithaf edilen bir direniş, bir varoluş savaşı verenlerin muhteşem ve meşakkatli hikayesini, olayın kahramanlarının güncelerinden, anılarından aktardığı kitabını okuyoruz, yazar, gazeteci büyüğümüz Yaşar Aksoy’un… Üsteğmen Zekai Kaur’un hatıratı “Efeler İsyanı-Kuvayı Milliye Direnişi” adlı kitap Yaşar Aksoy büyüğümüzün “100. Yılında Ulusal Direnişin Bilinmeyen Tarihi” serisinin 4. Kitabı olarak yayınlandı, Yaşar Abimiz lütfedip imzalayıp kitabını iletince hemen okumaya başladım. Evvelemirde kendisini, “yed-i emin” tayini ile mezkûr hatıratlarını teslim ederek, böylesine değerli eserlerin neşredilmesine vesile olduğu için canı yürekten kutlar ve devamını beklediğimi de ilaveten belirtmeliyim. Kitap; Osmanlı’nın mağlup olması ile tezahür eden işgal programı çerçevesinde “aziz vatanın bütün kalelerinin işgal marifeti ile zaptedilmiş” durumda oluşuna, yerel milis ve gerilla kuvvetleri ile mukavemetinin göğüs kabartıcı lakin hazin hikayesini konu edinmektedir.  Bu direniş; aynı zamanda işgal kuvvetlerinin her istediğini harfiyen ve zamanında yerine getirerek pozisyonlarını korumayı hedefleyen İstanbul Hükümeti ve Padişah ve de iktidarı elinde tutan Hürriyet ve İtilaf Partisinin ve onların yerel uzantıları ağalar ve eşraf taifesine de karşı duruştur. Defaatle millet nezdinde yapılan “biz hükümetten, Padişah efendimizden daha iyi mi bileceğiz” kara propagandaya rağmen karşı duruş sergileyen tüm yiğit atalarımıza bu tarihten bir kez daha saygı, minnet ve şükranlarımızı sunmalıyız.

Kitap; Üsteğmen Zekai Kaur’un hatıratının tekmili birden ve tamamen kendisi tarafından daktilo edilmiş yaşanmışlıklarını anlatmak üzerine kurgulanmış ise de ilerleyen bölümlerde bu kurtuluşun diğer unsurları olan “gerilla kuvveti sayılan efelerin” mücadele ve sonraki hayatlarını da konu almaktadır. Muhteşem anılar ve tarifler ile az bilinen belki de hiç bilinmeyen bir dolu konuyu kapsayan kitap, resmen ve alenen ansiklopedi tarzında kitaplığımızda yer alacaktır. Ben çok bilgilendim, gururlandım ve keyf aldım eminim ki her okuyan da benzer duyguları hissedecektir. Bir yanıyla; “efeliğin” tarihsel, kültürel, sosyolojik, antropolojik hatta etimolojik yanını öğrenirken, diğer yanıyla, 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve eski başbakanlardan Adnan Menderes’in tanışmalarına, merkezi hükümet ve irade-i seniye tarafından “çete” nitelemesi ile yaftalanmasına kadar muhteşem anılar… Bu eserin bizlere ulaşmasına vesile olduğun için tekrardan çok teşekkürler, Yaşar abi…

Yaşar Abi; Önsöz’de, Alev Çoşkun kaleminden “Kuvayı Milliye, Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ulusal direniş kuvvetlerinin adıdır. Kurtuluş Savaşı’nda düzenli ordular kurulmadan önce düşmana karşı çetecilik kuralları içinde mücadele veren direniş kuvvetlerini simgeler” alıntısı yaparak, benzer tanımlamalarının Sabahattin Selek, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Sina Akşin, Uğur Mumcu, Ergun Aybars gibi araştırmacılarda da görüldüğünden bahisle, kendisi de “Kuvayı Milliye, Milli Kurtuluşun kıvılcımıdır. Milli Kurtuluşu yangın kıvamında bir vatan ve özgürlük ihtilali olarak algılar isek, işte o oluşumun kıvılcımı Kuvayı Milliyedir” demektedir.

Zekai Kaur’un kimliği ile ilgili kısa özette ise; 1896 Girit doğumlu, Harp Okulu son sınıfında iken de katıldığı Balkan Savaşları, okulu bitirince de rütbeli olarak Hicaz savunmasında bulunduğundan bahisle, işgal günlerinde ise İzmir Sarı Kışlada görev yapmakta iken, isyanın ve direnişin bayrağı olarak Batı Anadolu direniş kuvvetlerinin örgütlenmesinde ve yönetilmesinde yürüttüğü roller verilmektedir. İzmir’in kurtuluşunda da iki koldan gelen kuvvetlerin Karşıyaka’ya giren subayı olarak öne çıkmaktadır.

Kuvayı Milliye’nin Batı Anadolu’daki adı sayılan “Efeler” için Zekai Kaur; “Efe ve zeybek birer Türk şövalyesidir. Tarihleri çok gerilere kadar dayanır. Belki de Aydın’ın ilk defa Türkler tarafından zaptı tarihine kadar dayanır. Zira Efes’te ce daha bazı harabe taşlarında görülen ve kahramanları temsil eden kabartmalarda bu kıyafet görülür. Belki de Romalılar zamanında da vardılar” değerlendirmesi yapmaktadır. Zeybeklerin giyim kuşamı ve bunların temini konusunda gözlem ve aktarmalar da yapılmaktadır. Esasen de Osmanlı’nın köhnemiş hatta çökmüş merkezi otoritesine ve bağlı olarak da yerelde yarattığı baskı ve zulüm mekanizmasına itirazın dağa çıkmış hali olarak tezahürüne açıktan değinilmektedir. Osmanlı’nın “çete” mütalaası ile dağa çıkmasına neden olunmuş bu direniş unsurlarının nasıl Millî Mücadelenin lokomotifi olduğu, nasıl ön saflarda kurtuluş meşalesi ile aydınlığı, gümüş kakmalı filintaları ile de kurtuluşu müjdelediklerini bu anıların her satırında hissetmektedir insan…

Hatıratın sahibi Zekai Kaur’un müthiş tespit ve değerlendirmeleri de vardır, her satırda, nasip almak isteyenlere lakin keşke Yunan kazansa idi fikriyatının en hakiki ahfatları için var mıdır bu nasip, bilemem… İstanbul Hükümetinin yerel temsilcisinin; “Oralarda asayiş temin ederseniz, gerek hırıstiyan ahaliye ve gerekse Yunan ordusuna karşı adalet ve medeniyetimizi ispat etmiş oluruz” şeklindeki telgrafına, yerel kuvvetlerin komutanın; “Çetelerden bahsederken eşkıya kelimesini kullanıyorsunuz. Bunlar eşkıya değildir. Yunan zulmüne karşı ayaklanmış birer milliyetçidir. Fikriniz ona göre düzeltmeniz lazım.” İtiraz eden cevabi telgrafı üstüne muhteşem bir değerlendirme yapar. “Köyleri yakıp kül eden bir düşman için Türk Mutasarrıfı, Türk milletinin bu manzaralar karşısında medeni olduğunu göstermesini istiyordu. Bu uğurda ölümü göze alarak silahını kapıp düşmana karşı çıkan kimseleri de “eşkiya1 diye isimlendirmekten çekinmiyordu. İzmir’e çıktığı günden beri Türklere karşı yapmadığı fenalık bırakmayan Yunan Ordusu ise askeri elbise giydiği için eşkiya sayılmıyordu.”

Evet; Celal Bayar, Adnan Menderes, Benito Mussolini değerlendirme ve anıları başta olmak üzere birkaç konuya değinemedim lakin bunları da bir sonraki yazımın konusu olmak kaydıyla, bir kenara koyuyorum. Evet, tekrar teşekkür ediyoruz Yaşar Aksoy’a, bilgilenmek, öğrenmek ve gelişmek isteyene şiddetle önerilir.


Çarşamba, Ocak 19, 2022

GLADYATÖR - METİN KURT

 

Bir zamanlar Galatasaray’da futbol oynamış, Metin Kurt’un ağzından yazılan anılarından bir demet, daha nice benzer anıları okumak için bu kitabın kesinlikle okunması gerekir.

RMÇ


“Kırklareli’ndeyken ağabeyim Rıfat’la birlikte Beşiktaş taraftarıydık. Kırklareli’ndeki mahallemizde bir Ali Ağabeyimiz vardı. Bakkaldı Al ağabey ve koyu bir Beşiktaş taraftarı idi. Mahallenin çocuklarına siyah-beyaz forma almış, bir takım kurmuş idi. Bakkal Ali’yi sabahları alışverişe gittiğimde, arada bir dükkanında kahvaltı yaparken görürdüm. Onun sadece beyazpeynir ve siyah zeytin yediğini unutmadım. Belki de bugün konuşulan bu hikaye o bakkal Ali’den kaldı. Bunu kim bilebilir? İşte öylesine Beşiktaş’a bağlı, koyu bir taraftardı Bakkal Ali. O yüzden mahallenin tüm çocukları gibi bende Beşiktaş taraftarıydım.” (sayfa 16)

Ankara’da otele gidip, aynı odaya yerleştik Ender’le. Otelde hayatımızda ilk kez bir küvet gördük. Hemen sıcak suyla doldurup sırayla içine girdik. Bütün adalelerimiz gevşemişti. Ertesi gün seçmede tel tel döküldük! Bu konularda bir bilgiye sahip değildik ve genç sporculara yol yordam gösteren, söyleyen, öğreten yoktu… Her sporcu el yordamıyla önce başını duvara bir kere vuruyor, doğruyu sonra kendi kendine öğreniyordu. (sayfa 37)

Altay’da unutamadığım futbolcu Varol Ürkmez’dir. Zamparalık konusunda hakikaten soyadı gibi, ürkmez bir insan olduğu kadar sporculuğu da tam bir gladyatörün hayatıydı. Ürkmeyen bir gladyatör… Bambaşka bir yetenek ve insandı. Anlatmakla bitmez ama anlatacağım anım onun hakkında yeterli bilgiyi verecektir sanırım. İstanbul’a Beşiktaş ile yapacağımız deplasman maçına gemiyle gidiyoruz. Vapurun hareket saatine göre takımın tüm futbolcu ve idarecileri hazırlanmış, bir tek Varol Ağabey ortada yok. Hareket saatine doğru idarecileri bir telaş aldı. Bir süre sonra bir pavyonda sabahladığı haberi alındı. Oraya giden idareciler resmen hasta taşınansedyeyle arabadan indirdikleri Varol ağabeyi vapurdaki kamarasına yerleştirdiler. O sarhoştuki, yürüyecek hali yoktu. Öğle saatlerine kadar uyudu. Eşofmanlarını giyerek güverteye çıktı ve tek başına idman yapmaya başladı. Atlıyor, kalkıyor, jimnastik hareketleri yapıyori ters, düz saltolar atıyor… Velhasıl, tek başına yapılması gereken tüm hareketleri yapıyordu. Vapurda onu gören turistler alkışlamağa başladılar. Karşılarındaki sanki bir animatördü. Varol ağabey duşun altından çıkmış gibi terden sırılsıklam kamarasına gitti ve dinlenmeye çekildi. Aldığı bütün alkolü güvertede güneşin altında falasıyla atmıştı. Ertesi gün Beşiktaş’tan tek puan aldık. 0-0 berabere kalmamız Varol ağabeyin tek başına Beşiktaş’a karşı verdiği savaşla oldu. İşte öylesine bir gladyatördü. ( sayfa 51-52)

O sezon benimle birlikte Tomislav Tavşan adında Yugoslav bir kaleci de transfer olmuştu PTT ye. Tomislav, futbolculara göre çok âlem bir adamdı. İki ayda Türkçe öğrenip Türk futbolculardan daha iyi Türkçe konuşmaya başlamıştı. Konuşmaları teybe kaydedip öyle öğrenmiş Türkçe’yi. Teybin karşısında kendi kendine konuşuyormuş… Çok güçlü ve görenlerin inanamayacakları irilikte elleri vardı. Top neredeyse avcunun içinde kaybolurdu. Bir gün karşı takım oyuncularından biri onu elindeki topu çıkaramaması, degaj yapamaması için perdelemeye kalktı. Tomislav, topu atar gibi yaptı. Rakip oyuncu arkasını dönüp topu aramaya başladı. Tomislav durmuş, rakibe bakıyordu. Hakem ve diğer futbolcularda onlara bakıyorlardı. Tomislav rakibinin omzuna dokunup topu göstererek “bak” dedi. “Aradığın burada” (sayfa 57)

Polonyanın Chorzov kentinde Silezya stadında 60 bin seyircinin önünde o tarihi hezimeti yaşamıştık. Lubanski adlı futbolcuları Milli takımımızı hallaç pamuğu gibi attı. Kalecimiz Ali Altuner Polonya akınlarını durdurmak için insan üstü çaba sarf ediyordu ama birini kurtarıyor, ikincisi gol oluyordu. İlk on dakikada 2 gol yemiştik. Sonra gerisi geldi. Doksan dakikada sadece bir akın yapabildik Polonya yarı sahasında. Sanlı Sarıalioğlu götürdü, Ayhan Elmastaşoğlu’na verdi. Onon şutu hakeme çarparak kaleyi bulmadan dışarı çıktı ve ilk yarı şeref sayımızı atamadık. İlk yarı 2-0 mağlup bitirdik ki, buna şükrediyorduk. İkinci yarı goller arka arkaya yağmaya başladı. 4-0 dan sonrası ne tuhaftır belleğimde değil. Sanlı sakatlanıp çıktı,  yerine Eskişehirsporlu İsmail Arca girdi. Sanlı ağabey, yüzündeki acıyla maçtan sonra soyunma odasında “sakatlandım. Yürüyordum, tabela 4-0 dı. Saha kenarına kulubeye geldim 5-0 oldu. İçeri girdim, duş alıp geldiğimde skor 7-0 olmuştu” dedi. (sayfa 59-60)

Güneşspor’un başında, o zamanlar meşhur Avni B. Vardı. Takımın her şeyi oydu. Türkiye’de tanınmış sima idi. Avni B. Bir dönem Güneşspor’a servet harcamış, sonrasında Güneşspor üzerinden servet yapmış bir adamdı. Avni B. Türk futboluna sporcu kazandırdığı söylemleri altında bir simsardı, futbolcu simsarı. Bulur, yetiştirir, satar ve bu işten para kazanırdı. Onu en iyi tanıyanlardan biri de bulup yetiştirdiği, ki o zamanlar diğer takımların beğenmediği, ama Avni B.’un bir eşofman ve bir çift futbol ayakkabısına transfer ettiği, Erman Toroğlu’dur. Toroğlu onun futbolcusuydu. Burada önemli olan konuyu bir anımla açıklamaya çalışayım. Avni B. Devre arasında futbolcusuna bağırıyor. “Ulan” diyor, “ulan bilmem nenin çocuğu!... Bugüne kadar yedektin. Ben seni neden oynattım. Sana kaleye şut mu at dedim. Ben seni bunun için mi oynattım? Dedim mi ulan, sana şut at diye?! Ya top direğe çarpmasaydı da gol olsaydı? Avni B. Buluyordu cevherleri… Toros dağı yaylalarının kartalı Toroğlu Erman beydir. İşte burada kendisini Ankara’nın kurak arsalarından futbolcu olarak yetiştiren Erman Toroğlu’nun, bu gün şikenin kökenini çıkıp televizyon programlarında bunları anlatması gerekir. (sayfa 86)

1970 yılına girerken Zeki Temizler’in transferi yılın bombasıydı ve ayrıca bir futbolcunun transfer ayında mal gibi alınıp satılmasının çarpıcı bir örneğiydi. Transferin ilk günü, Fenerbahçe’nin de peşinde olduğu Zeki ağabey Bursaspor’la 200 bin Tl ye anlaşmış, bu parayı cebe atmış, eski kulübünün kasasına da 240 bin TL göndermişti… Zeki ağabey, gazetelere verdiği demeçte, “Fenerbahçe uyuttu, Bursasporlu oldum” diyordu. Bir gün, “Galatasaraylıyım”, diğer gün “Fenerbahçeliyim” başka bir gün “Beşiktaşlıyım” diyen krampon, bir de baktık ki Bursasporlu oluverdi… Fenerbahçe’nin o yıllarda bir Semai ağabeyi vardı ki, aman Allahım. Futbolcu gaspı nedeni ile kendisine “hırsız” deniliyordu. Bursasporlu yöneticiler Ulucamii yakınındaki bankaya parayı yatırmışlardı ki, o, punduna getirip Pontiac’ıyla İstanbu!a çoktan uçurmuştu bile. Zeki ağabey iki sene Fenerbahçe’de futbol oynadı. Başarılı olamadı. İkinci senenin sonunda Mersin idmanyurdunda parlayan, Osman Arpacıoğlu için Mersin’e üzerine 200 Tl verilerek transfer edildi… Yıllar su gibi aktı. Karların epey yüklü yağdığı bir kış günüydü. İstanbul’u bilenler bilir; yağmur, kar yağınca taksilere bir şeyle rolur. Taksiler vızır vızır geçiyor ve müşteri almıyorlardı. Epey bir süre geçtikten sonra bir taksi durdu önümde, sevindim… Evin önüne geldik. Parayı uzattım. Şöför, “utanmıyor musun? Baksana, tanımadın mı beni Metin? Biraz dikkatli baktım Zeki ağabeydi…( sayfa 98-99-100-101-102)

A milli takımın hocası Sabri Kirazdı. Batı Almanya milli maçı geldi çattı. Meşhur 1-1 lik maç. Maçta bir pozisyon oldu. Aldığım topu götürdüm ve Eskişehirspor’lu Kamuran’a aktardım. Almanların Sieloff adında bir liberosu vardı. Kesmek istedi ama ondan önce hamle yapan Kamuran oldu ve topu aldı. Vücut çalımı ile geçti ve karşısında put gibi hareketsiz ve ne yapacağını şaşırmış kalecileri Sepp Maier’in altından uzanamayacağı köşeye topu bıraktı. 1-0 öndeydik. Maçtan önce, Alman kalecisi Maier “gol yersem saçlarımı kazıtırım” demişti. Gol yemişti ama sözünü tutmamış, saçlarının kazıtmamıştı… Golden sonra Cemil çıktı sahneye. Şutlarını atıyor, Maier zar zor çeliyor, gole izin vermiyordu. Almanlar şaşırmıştı ama Maltalı hakem şaşırmamıştı. Bu kez o çıktı sahneye. Muzaffer’in Müller’e yaptığı hareketi penaltı ile ödüllendirdi. 1-1 maç sona erdi. (sayfa 113-114)

Futbolda taktik; taktik uygulayana uygulanır. (sayfa 114)

Futbolcularımızın futbol arenalarında kullandıkları en büyük silahı olan ayakkabıları, Beykoz yapımı Dinyakos marka kösele tabanlı, çiviyle kabaraları çakılı yerli malı kunduralardı. Adını Rum ustasından alan Dinyakos futbol ayakkabılarının sahibi Beykozlu bri rum kunduracı ustasıydı. O zamana kadar postaldan bozma kalçın futbol ayakkabıları kullanılıyordu. Dinakos usta, o zamanlar kullanılan atlet ayakkabılarını ladı ve tabanındaki uzun çivileri sökerek, yerine meşin kabaralar çaktı. Eskisinden çok hafif olan bu yeni futbol ayakkabılarının mucidi olmuştu. Kramponların dilinde, mavi bir kumaş parçası üzerinde adı yazıyordu. (sayfa 115)

13 aralık 1970, Arnavutluk ile yaptığımız Avrupa Kupası eleme maçının devre arasında, hatalı gol yiyen kaleciyi takım kaptanı evire çevire dövmüştü koridorda. Kaleci değil hareket, elini bile kaldıramamıştı. Htalı bir çıkış yaptı, boşta kaldı ve arkasında Cemil (Turan), belki de hayatının en rahat golünü kafasını topa dokunarak attı. Kaleci hata yaptı, hatalıydı ama bunun cezası herkesin trasında dayak yemek olmamalıydı. Aklıma bu olay geldiğinde, reel sosyalizmi hep sorgularım. (sayfa 120-121)

25 nisan 1971, Avrupa kupası eleme maçı. Almanya’da 1-1 berabere biten maçın rövanşında 3-0 yenildik Batı Almanya’ya İstanbul’da. Maç günü geldi çattı. Kampta kadro açıklandı. Ben ilk onbirde yokum. Yedeğim. Yerime B. Mehmet kadroda. Cihat Arman’a haber gönderdim, “yedek soyunmuyorum” diye . Zaten B. Mehmet forvet değil, ortasaha oyuncusu o zamanlar. Daha sonra forvette oynadı. Burada bir dümen daha döndü. Sol görüşlü olmam gündemdeydi yine.(sayfa 122-123)

6 aralık 1971 de Polonya ölüm-kalım milli maçı İzmir Atatürk stadında yetmiş bin kişi karşısında oynadık. 1-0 . Maçın hakemi Bulgar Nikolayev “böyle oynayacağınızı tahmin etmiyordum” diyerek maç topunun beyaz kısımlarını bizlere imzalatmıştı. O maçta enteresan bir olay oldu... Maçın sonuna doğru Zekeriya sakatlanır gibi oldu. Coşkun Hoca, Bursasporlu Vahit’e (Doğan) “git bakalım Zekeriya oynayacak mı, oynamayacak mı?” demiş. Vahit, Zekeriya’nın yanına gidiyor ve, “sen çık ben oynuyorum” diyor. Bir baktık Vahit içeride, ısınmadan çoktan maça girmiş bile. (sayfa 127)

Yıldo, yani gerçek adı Yıldırım Benayyat, müthiş bir gladyatördü. Türkiye doping kontrol merkezi başkanı Prof. Dr. Aytekin Temizer’in TBMM Şike komisyonunda gündeme getirdiği ve bir gazetenin manşetten duyurduğu 1971-74 yılları arasında Galatasaray’da forma giyen futbolculara doping ilacı verildiği iddiası, Türk futbol dünyasını karıştırmıştır. O dönemde Galatasaray’da oynayan “Yıldo” lakaplı Yıldırım Benayyat, teknik direktör Brian Birch’ün kendilerine ilaç verdiğini doğrulayarak, “bize verilen ilacın doping mi, vitamin mi olduğunu bilmiyorum” dedi. Birch’ün teknik direktörlüğünde döneminde ilk onbirde fazla yer bulamadığını anlatan Yıldo, “Aradan bunca yıl geçmiş. Şimdi yeniden niye gündeme getiriliyor? En iyisi susmak gerekir. Şimdi yeniden gündem oluşturulmak isteniyor. Bence bu yanlış” diye konuşmuştur… Aslında gerçek gladyatör Yıldo’dur. Şimdi kendini hacı, hocaya vermiş ama oradan da pasaportu almış galiba… Tek tük maçta ikinci yarıda forma giydi. Gladyatör olarak aklıma ilk gelen odur. Brian birch, Yıldo ve bazı arkadaşları antrenman futbolcusu olarak kullanırdı, kalecileri çalıştırmak için. Vur, kır gibisinden antrenmanlarda boksörler gibi kullanırdı… Bir gün Spor yazarları kupasıydı galiba, Beşiktaşla oynuyorduk. Brian Birch onu son on beş dakikada maça aldı. Saha çim. Yıldı topu aldı. Gitti, sürdü ve orta için vurdu. Top, kaleci kontripiyede kaldığı için ters taraftan içeri girdi ve gol oldu. (sayfa 141-142-143)

Spartak Moskova maçını oynuyoruz. Muzaffer (Sipahi) ile A Milli takım kadrosundan gelip Galatasaray kafilesine katılmıştık. Hava sıcaklığı Moskova’da eksi otuz ile otuz beş derece arasında. Maça çıkacağız. Sağ olsun, rakip takım bize külotlu yün çorap gönderdi. Biz delikanlıyız ya! Reddettik. Biz hiç külotlu çorap giyermiyiz? Sahaya çıktık. Aman Allahım. O ne soğuk? Soğuğu biliyoruz ama bir şort bir fanilayla çıkmışsın o soğuğa. Bir bakıma seni o soğukta çıplak sokağa koymuşlar! Doğru koştuk çoraplara. Öyle bir giysimiz var ki, anlatamam. Hem gülüyor, hem de alelacele giyiyoruz. Neredeyse iki çorabı üst üste giyeceğiz. Anlamamız gerekirdi. Soyunma odalarında sahayı gösteren ve sadece o stadyum için kurulu kapalı devre televizyon vardı. Yedek kulübesi yok. İçerden, seyrediyorsun maçı. Dışarıda oturmanın imkânı yok… öyle bir havada sahada buzdan eser yok. Tabandan ısıtma sahaya ilk kez orada şahit oldum… O şartların takımı Spartak Moskova’ya 3-0 gibi küçük bir skorla yenilerek bu macerayı kapamış olduk. Küçük skor diyorum, zira skor daha kabarık olabilirdi ama bizim Aydın (Güleş) sağ olsun, bizi farklı yenilgiden kurtardı! Sahada ayakta duracak halimiz yok. Adamlar başladı golleri bir bir sıralamaya. Aydın gitti, önünde oynayan açığa el kol hareketleri ile, “siz sosyalist, biz sosyalist, yeter artık üzerimize gelmeyin” gibisinden uyuşmuş dudaklarıyla bir şeyler anlatmaya çabaladı. Aydın’ı anladı mı karşısındaki futbolcu, kimdi bilmiyorum ama gerçekten Ruslar üzerimize gelmedi. (sayfa 150-151)

Tarihin 13 ocak 1973 ü gösterdiği maçımızı deplasmanda, İtalya’nın Napoli kentinde oynayacaktık. Biz milli futbolcuları, Avrupa futbolunun güçlü ekiplerinden İtalya karabasanı adeta bir canavar gibi ağzını açmış, öylece beklerken, milli takım futbolcularını hedef alan ve kendilerini spor basını olarak tanıtan bazı şarlatanlar bu maçın falına çoktan bakmışlar, sonucu kendilerince çoktan açıklamışlardı. “Hezimet” … Sonunda patladım ve “spor basını kınıyoruz” başlığı altında bir bildiri kaleme aldım. Sonra da milli futbolculara imzalatarak, Türk Haberler Ajansı aracılığıyla tepkimizi tüm Türkiye’ye duyurdum. Ajansın o zamanki şefi Veysel Serçe beni telefonla arayarak bildiri yasağı olduğunu iletti ve bildiriyi arkadaşlarım adına kişisel demecim olarak geçip geçemeyeceğimi sordu. Olumlu yanıtladım. Onbeş dakika geçmedi ki otel karıştı. Otelde birden buz gibi bir hava esti. Ben önce bir anlam veremedim. Bütün futbolcuların suratları asıktı, tedirgindiler. Ziya (Şengül) geldi. Takım kaptanıydı. “İmzamı silebilir misin bildiriden” dedi. O zaman anladım ki, bildiri otele yansımış, basının tavrı yüzünden. Gazeteciler aramış futbolcuları. Ziya’ya “al senin gözünün önünde yırtıyorum bildiriyi. Bu bildiriyi ben yayınladım tek başıma. Neden korkuyorsun?” dedim ve olayı bütünüyle üstlendim. Ziya’dan tavır öyle gelince diğer futbolcu arkadaşlarım da onu destekledi. Yazdığım bildiri de spor basınını dar görüşlü ve yıkıcı olmakla suçladıktan sonra, dönemim ünlü kalemşörlerine, “yalnızca İtalya ile mücadele etmek istiyoruz” sözleriyle açıkça meydan okumuştum. “İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştılar” tepkisi geldi… Doğrusu masumane futbolcu tepkisinin anlı şanlı spor medyasını bu denli ürküteceğini hiç ama hiç hesaba katmamıştım. O dönemim yüksek tirajlı gazetelerinden Hürriyet, Milliyet, Tercüman yazdığım bildiriye çok ağır yanıtlar vererek, İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştığımı ve İtalya’da boğulacağımı öne sürmüşlerdi. Yazılanların özünde, yenileceğimize dair “peşin mazeret aradığımız” belirtiliyordu... Uçak kalkışa hazırlanırken, yanımda iki kişi belirdi. Bu kişiler adımın Metin Kurt olduğunu öğrendikten sonra, konuşacaklarını söyleyerek, uçaktan inmeme yardımcı oldular! Yetkilerle birkaç oda dolaştıktan sonra, bir sürü dosya incelendikten sonra, uçağa geri dönebileceğim söylenmişti. Uçaktan neden alındığımı sorduğumda, biniş kartı doldurmadığım içim yanıtını almıştım… Hasan Polat, dediğim gibi dürüst adamdı. Federasyon benim kellemi isterken, o, başkan olarak beni hep kolladı. Trabzonluydu ve eski milletvekili idi. Eskiler anlatırlardı, futboluda müthişmiş… Maçı kaybedersek benim Türkiye’ye dönmeme mümkün bile değildi… Milliyet’te, “Metin Kurt… biz senin komünist olduğunu bilmiyormuyuz?” gibisinden söylemlerle… Ben bir kere çıktım. Maçın en rahat adamı olan İtalyan kaleci Dino Zoff’u kale direğini yalayan bir karış mesafeden auta giden topla elimden kaçırdım… Maçta adeta savaştık. Arkadaşlarımın o maçtaki savaşını ve kalecimiz Sabri Dino’yu unutmam imkânsız. Ertesi gün İtalyan gazeteleri, “Türkler, kaleci ve defanslarının hayret verici oyunlarıyla berabere kaldılar” diye yazdı… Maçtan sonra medya ne düşündüğümü sordu. Şu açıklamayı yaptım: “İtalya karşılaşması öncesinde kalemlerine mürekkep yerine zehir dolduran akrepler, bu sonuç karşısında hemen şimdi kalemlerini münasip bir yerlerine itina ile sokup saklasınlar”. Bu sözlerimi duyanlar oldu, ama okuyan olmadı… Kalemşörlerden biri de Talay Erker denilen gazetecidir. Kendisi, geçmişte Galatasaray’da verdiğim gerek alacaklarım, gerekse sendika mücadelemde bana en yakın duran, destek veren ya da öyle görünen basın elemanlarından biriydi. Sürekli, Milli takım ve Galatasaray kamplarında haber yapmak, yazı çıkarmak ve söyleşiler yapmak için yanımızdan ayrılmazdı… Ama ibre egemenlerden yana dönünce, onun da ibresi o yöne kaydı… Galatasaray takımında süresiz kadro dışı kaldığımda, eski eşimi aleyhimde konuşturarak yazı yazmaya çalıştı… O dönem Alp Yalman’ın dizinin dibinden ayrılmayan, onun işlerini kovalayan kalemşördü Talay Erker… Eskilere gidelim. Alp Yalman bana Tatko’nun bayiliklerinden birini verecekti. Ben de, bir zamanlar benimle aynı evde kalan Ergun Gürsoy, Galatasaray’dan futbolcu arkadaşım Aydın Güleş ve Metin Sözgeçen’le birlikte bir şirket kurup, onlarla bu bayiliği ortak işletecektim. Alp Yalman aldığı karardan korkmuş ya da bir şekilde caymış olmalı ki, bugün yarın gibisinden laflarla bizi oyalıyor… Benim bu konudaki bazı sözlerimi hakaret kabul etmiş olsa gerek, dostu Talay Erker’i kullanarak Hürriyet gazetesinde yalan bir haberi manşetten yayınladı: “Metin Kurt sokağa düştü, Fatih Parkında şarapçılarla yatıp kalkıyor” … ( sayfa 162-163-164-165-166-167-168-169)

Brian Birch, tam bir profesyonel ve spordan para kazanmak için dövüşen baba bir gladyatördü. Kendisi asla eksik tamamlamazdı. “Ben” derdi, “ bu ülkeye, ülke sporunu, futbolunu geliştirmek için gelmedim. Kendime İngiltere’ye döndüğümde ev almak için geldim”. Onun dürüst tarafı buydu. Çok açık ve net konuşurdu. İşinin dışında, alavereye dalavereye girmezdi. İşini bilir, işini yapar ve, “ben işimi yapacağım ve bundan paramı alacağım” derdi. Onun için işini yapan futbolcuları sever, işini sevmeyenlerle asla bir arada olmazdı. (sayfa 175)

Brian Birch, ikinci kez Türkiye’ye Galatasaray’ın başına geldiğinde işleri iyi gitmedi. 1980-81 sezonu…Bir Fenerbahçe maçı öncesiydi… “hocam” dedim, “affına sığınarak söylüyorum Fenerbahçe’nin ileri üçlüsü İsa (Ertürk), Ali Kemal(Denizci) ve Selçuk’tan (Yula) kurulu. Bu üç adamın top kapma özelliği yok. Geriye gelme anlamında özellikleri olmayan futbolcular bunlar. Geride de Cem (Pamiroğlu) gibi, Alpaslan (Eratlı) gibi adamlar var. Bunlar uzun top atıyorlar ve forvet bu topları aldığında bire bir karşılarındakileri geçip pozisyona giriyorlar… Kendi sahanda oyala dur. Tabiri caizse “kuçu kuçu” sistemi… Ertesi gün maçı benim söylediğim taktikle oynadı ve sahadan 1-0 galip ayrıldı. (sayfa 179-181)

Bana verilen süresiz kadro dışı cezası kesinlikle halkın gösterdiği tepkiyle kalktı. Tekstil Fabrikatörü ve Galatasaray yönetim kurulu üyesi Halit Narin, ki kendisini siyasetle ilgilenen herkes tanır, bana verilen cezanın kalkmasından sonra üyelikten istifa etti. Daha sonra kendisiyle bir saunada karşılaştık. “Senin sayende Tekstil İşverenleri Sendikası başkanı oldum. Galatasaray’daki istifa edince vaktim kaldı, beni tekstilciler başkan yaptı” dedi. (sayfa 214)

1 Aralık 1974, İzmir’de İsviçre’yi 2-1 yendiğimiz maç. Ali Şen’in müthiş itirafı ve ifşaatı! Yoo, bu işte bir başka iş var! Ya bizim spor basınının üzerine ölü toprağı serpildi ya da Ali Şen çaptan düştü… Ali Şen kalkacak, “Ben bir milli maçta, Yugoslav hakemi ayarladım, maçı kazandık!” diyecek de kimse sesini çıkarmayacak, olacak iş mi bu? Hayır, hayır! Bu işte bir iş var… Söz Ali Şen’de: “Şimdi ne diyeyim, hakemin bir kabahati yok. Düşse penaltı vereceğim? Diyor. Bizim Metin Kurt vardı. Sağaçık oynuyordu. Ben futbolcuya düş diyemem ki. Bunlar benim yapıma aykırı şeyler. Ben zaten bunları tenkit eden kişiyim”. Tabii canım, hiç Ali Şen böyle şeyler der mi? Onun yapısına aykırı. O da öyle diyor, biz de öyle diyoruz… İkinci yarı başladı. On adım ileride Metin Kurt ofsayt, aldı gitti gol yaptı, durum 1-1. İsviçreliler kıyameti koparıyor, sahayı terk etmek istiyorlar. Maç tekrar başladı. İtiraz, dışarı. İtiraz dışarı. Arkadan iki gol, ikisi de beş metre ofsayt. Türkiye :3 – İsviçre:1” Lakin Vatan gazetesi spor sayfası sorumluları Ali Şen’in bir dipnotunu koymuşlar, iki satır ama çok önemli… Ali Şen ne diyordu? Maç 3-1, Türkiye’nin galibiyeti ile bitti diyordu. Meğer maç 2-1 bitmiş. Ali Şen’e göre gollerden birini Metin kurt atmış…hayır o maçta Metin Kurt’un golü yok. Ayrıca ne demiş Ali Şen ilk yarı 1-0 İsviçre lehine bitmiş, ama beraberlik golü 21. dakikada İsmail Arca’dan gelmiş… Dedik ya, bu işte bir başka iş var. Ali Şen böyle müthiş, dehşetengiz bir ifşaat yapacak da onun “Şansalları, mansalları” alkış tutmayacak. (sayfa 216-217-218)

Gündüz Kılıç’ın eşi Melahat hanımdı. Biz adını “Korkunç Yenge” koymuştuk. Saygıdeğer bir hanımefendiydi ve gerçektende otorite bakımından korkunçtu. O kadar Galatasaraylıydı ki, takımın mağlup olduğu bir maçtan sonra kocasıyla birlikte intihara kalkıştığı o zamanlar anlatılırdı. (sayfa 226)

Galatasaray’da futbola başladığım zamanlar, Gayrettepe, Yıldız Posta caddesinde bir ecde Ergun Gürsoy’la birlikte kalıyordum. Pazartesi günleri izin günüm olduğu için bekar evinde arkadaşlarımızla toplanırdık. Bu arkadaşların içinde Başaran Ulusoy’da vardı. Ergun Gürsoy, Başaran Ulusoy’un muhasebesinde çalışır, tahsilat işlerine bakardı. Bir Ergun Gürsoy bana, Başaran Ulusoy’un kendisini Uludağ’a tatile götürdüğünü ve tatil sonunda harcadığı meblağın yarısını senet olarak imzalatarak geri istediğini söyledi. O akşam, Başaran Ulusoy eve geldi, tartıştım. Ergun Gürsoy işsiz kaldı. Karadenizli bir grup arkadaşın yardımıyla, İnan Kıraç’ın yanına girdi.  Daha sonraları Tofaş arabalarının bayiliğini alarak bugünlere geldi. Başaran Ulusoy, Ergun Gürsoy’u Uludağ’a tatile götürmese, hala onun yanında çalışıyor olacak ve belki de bugünkü konumunda olmayacaktı. (sayfa 228 -229)

Doping illetinden biraz daha bahsedeyim, hazır Galatasaray konusundayken. Galatasaray’da varmıydı, yokmuydu? Dopingi ilk Altay’da yaşamıştım. Ta oralardan Galatasaray’a kadar gelmek istiyorum. Doping, sporun başına, insanlığın başına bela olan eroin gibi, veba gibi bir bulaşıcıdır. Dopingi PTT de yapanlar vardı. Ben PTT de yapmadım, yapmazdım. PTT deki futbolcular kendi aralarında alırlardı. Daha çok yaşı geçmiş, güçten düşmüş futbolcular dopinge müracaat ederlerdi. Galatasaray’da doping yaptım. Zaten Galatasaray’da sıradan herkese verilirdi hap olarak ya da şırıngalanırdı. Galatasaray’da K. Adında bir masör vardı. Kendisi de eski futbolcuydu. Beşiktaş’ta oynamıştı. K.  doping hapı almayı teşvik ederdi. Söylendiğine göre Turgay Şeren futbol oynadığı dönemlerde bir maçtan önce kendisine iğne yapılmasını istiyor ve doping ondan sonra sistemleşiyor. Galatasaray futbol takımına dopingi getirenin, alıştıranın o zamanlar, “deve” ve “ sürmeli” lakaplı, Turgay Şeren olduğu fısıltı gazetelerinde anlatılırdı. (sayfa 232)

Müthiş hafiye Turgan Ece, baş anarşisti saptamakla yetinmemiş, B. Mehmet ile Yasin’i de yardımcı anarşistler olarak belirlemiş, onları da kadro dışı bırakmıştı. Hızını alamayan o zaman kendisine taktığımız isimle “Faşist General Turganko” Ekrem ile Aydın’ı da daha sonra kadro dışı kervanına katmıştı. Turgan Ece soyunma odasını terk ettikten sonra, kendi aramızda ona karşı mücadele kararı aldık. Hep bir ağızdan Turgan Ece’nin kadro dışı kararını birbirimize haykırdık. Eylemin ertesi günü Fenerbahçe maçı için kampa girecektik. Takım kaptanı, Yasin ile birlikte basın açıklaması yapmak için Çağaloğlu’na gittik. Diğer futbolcu arkadaşlar bizi basın toplantısından dönünceye kadar Ali Sami Yen stadında bekleyecekler, kampa girmeyeceklerdi. Yasin ile birlikte yaptığımız basın açıklamasında, Galatasaray’da isyan olmadığını, aksine Turgan Ece’nin provokasyonu ile karşı karşıya kaldığımızı vurguladıktan sonra, onu provokatörlüğe iten nedeni de açıkladık: “Şampiyonluğun Anadolu’ya yani Trabzonspor’a gitmesini engellemek”  Yasin ile Ali Sami Yen’e döndüğümüzde acı bir sürpriz ile karşılaştık. B. Mehmet, Aydın ve Ekrem dışında tüm futbolcular baskılara dayanamayarak kampa girmişti. İsteseydik bu kampı dağıtacak gücümüz vardı. Ancak kampı dağıtırsak, Turgan Ece’nin ekmeğine yağ sürmüş olacaktık. Turgan Ece’yi amacına ulaştırmamak için futbolcu arkadaşlarımızı desteklemeyi uygun gördük ve sustuk. Sonuçta, Galatasaray eksik sayılabilecek Fenerbahçe’yi yenerek, hem renklerine gölge düşmesini engellemiş, hem de şampiyonlukların masalarda değil, sahalarda kazanılması gerektiğini apaçık ortaya koymuştur. Tranzonspor şampiyon olunca, elinde bir buket çiçekle TRT’nin Maçka’daki binasına ilk koşan Turgan Ece oldu. (sayfa 240-241)

19 Mayıs 1976 tarihinde bir basın açıklaması yaparak, Turgan Ece’yi çok ağır bir dille suçlamıştım. Basın açıklamasına, “bugün Gençlik ve Spor Bayramı, doğrusu bu açıklamayı yapmak için kurban bayramını seçmem gerekirdi” sözleriyle başlamıştım. Yaptığım basın açıklaması çok etkili olmuş, Turgan Ece’yi iyice sarsmıştı. Bu arada Galatasaray, İstanbul’da Giresunspor’a 3-1 yenilince sarı-kırmızılı tribünlerden, “Turgan Ece istifa, beşler sahaya” sloganı daha gür haykırılmaya başlanmıştı. Turgan Ece’nin yıkılması an meseleydi. İşte tam bu noktada devreye, Abdi İpekçi’nin önderliğinde Milliyet gazetesi spor servisi girdi. İpekçi, Yasin ile B. Mehmet’e “Metin Kurt iyice sola kaydı. Kaybetti. Siz, Turgan Ece’den özür dileyerek kendinizi kurtarın” diyerek, Yasin ile B. Mehmet’e özür diletmiş ve spor sayfasına manşetten sunacağı bir haber yaratmıştı. Bunu o zamanlar basında çalışanlar çok iyi bilirler. Ben de onlardan öğrenmiştim. Her ne kadar sol görüşe karşı olsa da Abdi İpekçi, kendini sağcı, milliyetçi olarak adlandıranlar tarafından iki sene geçmeden evinin önünde silahla vurularak katledilmişti. Yasin ile B. Mehmet’in özür dilediğini okuduğumda benim için Galatasaray defteri kapanmıştı, Kayserispor’a transfer oldum. Ancak, Yasin ile B. Mehmet’i özür kurtaramamıştı. B. Mehmet Fenerbahçe’ye, Yasin de Amerika’ya gitmek zorunda bırakıldı. Turgan Ece ise üç ay sonra bir daha geri dönmemek üzere Galatasaray’dan uzaklaştırıldı. ( sayfa 241-242)

Sözünü ettiğim çevrelere göre futbolcu, aklı aut çizgisinde son bulan ayaktakımıydı. Futbolcu, “ben neyim”, “nereye kadar varım”, “nereden sonra yokum”, “yaptığım işin toplumsal boyutları nerede başlayıp nerede biter”, “kimler tarafından hangi amaçlar doğrultusunda kullanılıyorum” sorularını soramazdı. Bu soruyu soran ve egemen çevrelerce oluşturulmuş sis tabakasını arayabilecek bilince ulaşmış futbolcular, uydurulmuş öykülerle halkın yüreklerinden silinip atılmak istenir. (sayfa 252)

Futbolcu yetiştirme hakkı da kalkacaktır. Bu hakkı şimdi FİFA saptıyor. Sporda gerçek örgütlenme süreci Tekin Bilge’lerin tabela sendikasıyla değil, sporcuların kurduğu Amatör Sporcular Derneği (ASD) ile başlamıştır. O zamanlar, geçmiş dönemde, spor bakanı görevinde bulunan Fikret Ünlü, Amatör sporcular derneği başkanlığı görevinde bulunmuştu. Ben genel sekreterdim. İstanbul sorumlusu Eser Özaltındere (milli takım ve Galatasaray eski kalecilerinden ve kaleci antrenörü),  Ankara’da da milli atletler görev yapıyordu. (sayfa 258-259)

Gökmen’in bir ayı hikayesi var, çok ilginç ve esprilidir. Yeniköy’de Charton Oteli vardı bir zamanlar, sonradan yıkıldı. Sahildeydi. Orada kamp yapıyoruz. Brian Birch teknik direktör, Çoşkun Özarı da koordinatör. 12 mart askeri darbesi olmuş, radyo’dan sürekli sıkıyönetim bildirileri okunuyor. “Sıkıyönetimin bilmem kaçıncı bildirisidir. Falan filan …” gibisinden. Maç yemeğini yedik, takım okundu, maç saatini bekliyoruz hareket etmek için. Ben, Gökmen, Çoşkun Özarı ve birkaç arkadaş daha otelin lobisinde oturmuş konuşurken, Suphi (Soylu) geldi heyecanla. Çoşkun Özarı’ya “Ağabey, Gökmen’in yerine kim oynayacak” diye sordu. Hepimiz şaşırmıştık. Çoşkun Özarı “Hayrola, neler oluyor” gibisinden bir şeyler dedi. Suphi “Ağabey duymadın mı? Artık ayı oynatmak yasaklandı, sıkıyönetim bu konuda bildiri yayınladı” dedi.(sayfa 274-275)

Kayserispor, Türkiye 2. ligi takımıdır… Üzeyir Molu adlı kişi zorla getirildiği klüp başkanlığı koltuğunda ilk demecini veriyor. “Eğer, Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi meydanda asarım…” Molu’nun bu demeci üzerine dönemim ünlü medya mensupları kendisiyle görüştüler. Gündüz Kılıç, Molu’ya sorar. “ Eğer siz Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi şehir meydanında asarım, diyorsunuz. Futbol topu meşin yuvarlak, her yanı oynak. Nasıl hayatınızı bile bile riske ederek, kendimi meydanda asarım diyorsunuz”. Molu’nun cevabı açık ve nettir: “Gündüz bey, bu sezon futbol topu yuvarlak değil, dörtköşedir…” Sezonun en son maçı Trabzonspor-Güneşspor maçı. Güneşsporlu futbolcular Trabzon havaalanında uçaktan iniyorlar ve bir güzel sopa yiyorlar. Dayak atanlar, daha önceden oraya pusu kurmuş Kayserispor taraftarları. Sonuçta, Güneşsporlu futbolcular, can güvenliğimiz yok, diye Ankara’ya geri dönüyorlar. Trabzon, maçı 3-0 hükmen kazanıyor ve averajla Kayserispor 1. lige çıkıyor. Molu kendini asmaktan kurtardığı gibi Kayseri’de kahraman oluyor. (sayfa 278-279)

Türk futbol tarihinde, taraflı tarafsız tüm sporseverler için Metin Ağabey (Oktay) efsane bir isimdir… Özel yaşamında tüm insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman dara düşen sporcuların ve dostlarının Hızır gibi imdadına- maddi veya manevi- yetişmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’nın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermişti. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir. (sayfa 284)


Cumartesi, Ocak 15, 2022

CELAL KARANLIK – GÜLHİSARLI TERZİLER

 “On dokuz yaşındayken liseyi dışarıdan bitirmişti. Üniversite sınavlarına girip jeoloji bölümünü kazandığında kendisi de hayretler içinde kalmıştı. Olabiliyordu, yapabiliyordu ve olabildikçe, yapabildikçe güveni artıyordu.

İlk reklam dergisini yirmi üç yaşında çıkarmıştı. Biraz koşturmak gerekiyordu ama kârlı bir işti. Bursa’nın, İzmit’in, Adapazarı’nın bütün ilçelerini avucunun içi gibi biliyordu. İki takım elbisesi ve dört kravatı vardı. Belediye başkanlarının, ticaret odası yöneticilerinin huzuruna çıktığında kendini halkın bir hizmetkarı olarak takdim ediyordu. “Buralarda neyle uğraştığınızı, nasıl uğraştığınızı kimse blmiyor” diyordu onlara. Hakikaten de kimse bilmiyordu. Onlara bir yol görücüsü, bir ışıldak, yaptıklarını ve yapmak istediklerini büyütecek bir ayna lazımdı. Böyle bir aynayı kimse reddetmiyordu.

1980 yılının başında üç reklam dergisinin sahibiydi. Ancak asıl altın çağını Kenan Evren’le birlikte yaşamaya başlamıştı. Yirmi beş yaşındaydı. Atatürk ve askerleri çok sevmeyi yeni öğreniyordu. Anladığı kadarıyla halk bu sevgiye açtı. Kadırga’da bir döküm atölyesiyle anlaşıp Atatürk büstleri üretmeye başladı. Daha işin başından, bunun br çeşit Atatürk üretmek anlamına geldiğini fark etmişti; herkes Atatürk istiyordu. Ticaret Odalarının temsilcileri, Hukuk büroları, Belediye meclislerinin salonları, esnaf odaları, polis karakolları, hatta zahireciler ve düğün salonları…

Ancak altın çağ uzun sürmedi. Bronz alaşımlı büstlerin birkaç yıllık baht açıklığı, liberal ellerin böyle şeyleri umursamayan sessiz reddiyle yavaşça sona erdi.

Celal Karanlık bu geçiş evresinde de çok fazla zorlanmadı. Üniversiteyi bitirememişti ama üniversite diploması dahil, sahte belgeler hazırlamak konusunda uzmanlaşmıştı. Ortağı olduğu birkaç hayalet şirket vardı. Jeoloji diplomasını, teknik direktörlük sertifikasını bond çantasından hiç eksik etmezdi.

İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’nun küçük kasabalarında yaşamaya başladı. Belediyelerden kazandıklarıyla, sahte ya da gerçek şirketler kurup batırarak, reklam dergileri çıkararak, hobi olarak da kasabalarda futbol kulüpleri kurarak, sefil sayılmayacak bir hayat sürüyordu.”

Yukarıdaki muhteşem tanımların yapıldığı satırlar, önce müzisyen lakin sonradan büyük yazar olma yolunda hızlı adımlar atan Hüsnü Arkan’ın “Gülhisarlı Terziler” kitabından… Daha önce de aktardığım üzere; romana konu olan kasaba muhtemelen bir kuzey Ege kasabasıdır ve kasaba sıradandır, insanları sıradandır lakin büyük umutları, büyük hayalleri, büyük aşkları, büyük beklentileri, büyük planları olmasına engel bir durumda yoktur. Lakin her şey, büyük bir içtenlik, büyük bir sadelik, büyük bir samimiyet doludur.

Mezkûr muhterem Celal Karanlık’ın yolu, roman bu ya, Gülhisar’a düşer. Bond çanta içindeki, janjanlı sertifikalar, sahip olunan şirket evrakları, teknik direktörlük belgesi, jeoloji mühendisi diploması ve sahip olunan reklam dergilerinin sahte gücü ile edinilmiş boş ve kof bir özgüven ürünü bilmişlik, girişkenlik ya da girişimcilik ruhu ile mücehhez muhterem kasabada sahne alır. Esasen üniversiteyi bitirememiş, diplomasız mühendistir muhterem lakin üniversite diploması dahil, sahte belgeler hazırlama konusunda uzmanlaşmıştır, zaten ne fark eder ha sahte, ha gerçek, diploma diplomadır ama garibim Gülhisarlılar nereden bilebilecektir. Evvelemirde uğranılan yer, deprem neticesinde kaybedilen termal suların yüzü suyu hürmetine kurulmuş, şimdilerde ise geniş ailenin ve misafirlerinin konutu niteliğine dönüşmüş oteldir. Celal Karanlık, yukarıda sayılan meziyetlerinin yanında en değme “gurme”lere taş çıkaracak durumdadır. Sığındığı otelde, müşteriden ziyade misafir muamelesine tabi tutulmasının da verdiği cesaret ile yemek söylevlerinden tutunda otelcilik üstüne işletme ve teknik donanım önerileri ile adeta bir “mehdi” konuma terfi etmiştir. Odalara boy aynalarının yerleştirilmesinden, yaşlı ve romatizmalı müşterilerin camiye kadar yürümeleri yerine bir mescit yerinin tayinine, oradan Gülhisarda ilk olacak ve çatıya yerleştirilecek güneş panelleri ile otelin her odasında sıcak su bulunmasına kadar detaylı düşünceler arzı otel sahibi sülaleyi adeta büyülemekte idi. Kasabanın yerlilerinin büyük ama naif hayallerinin gerçekleşme zamanı gelmiştir gayri mehdinin zuhuru ile … Roman kahramanlarından Ayhan Demir bu büyülenmişlik halini, Pinokyo’yu vaatleriyle kandırmaya çalışan tilki ile kediye benzetiyor ve durumdan ziyadesiyle de rahatsızlık duyuyordu. Hani iyi bilinir ya; enayiler diyarının her söylenene inanan halkı, altınlarını toprağa dikip, sabah yetişen ağaçlardan altın meyveler toplanması hikayesi… Adam adeta, Aziz Nesin hikayelerinde fırlamış ve bir fırlama olarak da Gülhisar’da yerini almıştır. Misafir olunan sülaleye bilahare de damat adayı apoleti ile daha da koyulaştırdığı yalanlar öyle bir biçimde gerçeğin yerine geçmeğe başlamış idi ki; mezkûr sarmalın içine Belediye de çekilmiştir. Artık Belediyenin finanse ettiği jeolojik etütler ve çalışmalar, termal su arayışları ve isale hatları ile kasaba eskisinin katbekat üstünde bir turistik merkez haline gelecektir. Ama “lafla peynir gemisi yürümez” atalar sözü bu hikâyede de gerçekleşir. Kurulan tüm hayaller çöker, esasen mezkûr muhterem, kötü ve yalancı bir aşıktır, hayalperest bir yatırımcıdır, ya tutarsa kültünün önemli ama sık rastlanan bir numunesidir hülasa bir çöptür lakin bir vakadır ve ayakların baş olması bu hikâyede de uzun sürmez ve süremez. Fiziki saldırıya bile maruz kalır, kasabayı terk etmek mecburiyetindedir, artık yeni bir kasaba bulması gerektir.

Evet, hikayedir tüm bu anlatılanlar ama ya gerçek hayatımızdaki “dürülülüler” nasıl izah edilecektir. Bende küçük bir kasabada doğup yetişen biri olarak mezkûr muhteremlerden kâfi miktarda gördüm ve ne yazık ki görmeye de devam ediyorum. Maalesef “tatlı su kurnazları” bu toprakları çok seviyor esasen de toprakta mümbit olunca Allah ta verdikçe veriyor, sakınmaksızın, esirgemeksizin… Bu kabil kurnazlar mezkûr dönemlerde küçük kasabalarda sahne alırlar iken şimdi artık ulusal ve uluslararası arenalarda boy göstermektedirler. Hepsine şapka çıkarıyorum da esasen şapkamı onlara yol verip, onları parlatan ve onlar üstünden numaralar çevirenlere çıkarmam gerek…. Ahada çıkardım gitti… İlaveten Yüce Rabbimim bizleri, bu hızlı öğrenme, öğrenilenden hızlı faydalanabilme, yeni durumlara hızlı adaptasyon, yeni rolleri hızlı koklama ve kavrama kabiliyet ve hassasiyet ve de meziyetleri ile donatılmış mezkûr muhteremlerden esirgesin diyorum… İnsanın anlama, düşünme, algılama, akıl yürütme, yargılama ve çıkarsama gibi yeti ve yeteneklerinin tek tek ihsan edilmemesi niyazımızın yanına hiç değilse mezkur muhteremlere bir o kadar da ahlak ve etik nasip eylemesini dileğimdir.

Son söz olarak da; ne diyor Hüsnü Arkan; “Celal Bey’i kim tanımaz? Gülhisar küçük yer. Eskiler birbirlerini göre göre unutup tüketirler ama yeni gelenleri arşive kaldırmak biraz zaman alır.” Celal Karanlık tipi üzerinden gelen “azlar ama güçlüler” rüzgârı çok etkilidir canım yurdumda esasen…