Pazartesi, Eylül 07, 2020

6-7 EYLÜL OLAYLARI

 Sene 1955, aylardan Eylül ve Eylül’ün 6’sı; İstanbul’da yayınlanan “İstanbul Ekspress” diye bir gazete var, gazetenin yönetiminde ilgili herkesin iyi tanıdığı Gökşin Sipahioğlu diye biri bulunmakta, ama arka planda siyasi iktidarın bulunduğu tüm saklamalara ve reddetmelere karşın açık seçik bir biçimde görülmekte ve bilinmektedir. Yine aynı dönemde, ne yazık ki büyük acılar içinde, emperyalistlerin oyuncağı konumundaki yönetimler aracılığıyla adeta bir cenderede tutulan Kıbrıs’ın iki halkı, görüntüde birbirini boğazlamakta ise de, aslında tarafların bir iç savaş provası yönettiği, katliamlar yaptığı da çok açıktır. Bu politikaların sonuçlarından olmak üzere, canım yurdumda ise yaratılan hassasiyetler üstünden toplumu gererek, tıpkı tüm muktedirlerin her sıkıştıklarında benzer davranışa baş vurması gibi; sığınılacak tek yol, toplumda her türlü gerilimi arttıracak, hatta birbirlerine düşürecek provakasyonları hazırlamaktır.

Gerek uluslararası alanda kaypak politika izlenmesinin, gerekse de ulusal düzeyde, yaratılan ekonomik değerlerin çarçur edilerek, memleketi baştan başa yollarla donatıyoruz propagandasıyla, yolsuzlaşan canım yurdumda, gerek genelde emperyalizmin içine sürüklendiği bunalımın, gerekse de canım yurdumdaki emperyalizmin yerel uzantılarının krizden etkilenerek aralarında birbirlerini tasfiye savaşları neticesinde ortaya çıkan olumsuz ekonomik tablonun neticesinde gözü kararan Demokrat Parti iktidarının artık yapamayacağı bir şey kalmamıştır... Artık iç savaş dahil herşeyi patlatmaya hazırdır... Allahtan “Kıbrıs Türktür Derneği” diye Demokrat Parti yöneticilerin yerleştirildiği bir dernek vardır... Ehven ortam ve makul şartlar oluşmuştur.. 

Hemen; her dönemde, her ülkede olduğu üzere, muktedirin emrine girmiş, yandaş basın devreye girer ve sonuçları itibariyle asla ve kata telafi edilemeyecek bir provakasyon hazırlanır... Dönemin Başvekili ve Demokrat Parti genel başkanı, şimdikilerin de cemaziye’l evveli konumundaki, Adnan Menderes devreye girer ve 5 Eylülde İstanbul’a gelir, provakasyonun merkezindeki güç olan Kıbrıs Türktür Derneği’nin kıdemli ve önemli yönetim kurulu üyesi Hikmet Bil ile görüşür... Tabii ki bu görüşmede neler konuşuldu, ne kararlar alındı bilinmez ama sonuçlardan yola çıkılınca da neler konuşulmuş olacağını tahmin etmekte zor olmasa gerektir... Diğer taraftan, yandaş basın İstanbul Ekspres kendisine düşen rolü, tartışmasız oynayacaktır... İstanbul Ekspres gazetesi, düzenli olan tirajı 20 ler civarında iken, dönem itibariyle gazete kağıdının sadece ve sadece tahsis yoluyla temin edilmesi gerçeği olmasına rağmen, mezkur gazetenin gazete kağıt stoğu yapması gözlerden kaçmaz, ancak anlamlandırılamaz... İstanbul Ekspres gazetesinin, 6 Eylül 1955 te 2. baskısını 290.000 adet tiraj ve “Atamızın evi bombalandı” başlığı ile yapması, artık stoğun da gerekçesini ortaya çıkarır, diğer taraftan “Kıbrıs Türktür Derneği” üyelerince bütün İstanbul'da satılma ve dağıtılmaya başlar, zaten Kıbrıs’ta yaşanan olayların canım yurdumu germeye yetmiş durumundan da, halkın galeyana getirilmesi çok kolaydır. Milliyetçi ve mukaddesatçı cenahın, bir tarafıyla Kıbrıs politikasına destek olmasını temin etmek, diğer tarafıyla da toplumun, günün yakıcı sorunları dışında “cambazın kuşa bak” deyişi misali dikkatini başka taraflara çekme ihtiyacının karşılanması çerçevesinde, başta İstanbul’un yoksul kesimlerinden toparlanan ve kamyonlarla İzmit ve Adapazarı hatta Sivas, Erzincan ve Trabzon’dan taşınılan bindirilmiş kıtalarla, İstanbul’un başta Rum olmak üzere tüm azınlıkların yaşadığı semtler 2 gün boyunca yağmalanmış adeta talan edilmiştir. Kolluk kuvvetlerinin olaylara 2 gün boyunca seyirci kalmasının gözlerden kaçacağı savıyla, alavere dalavare Kürt Mehmet nöbete dümeniyle de, 4.250 ev, 1.000 işyeri, 75 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu yaklaşık 5.350 mekânın saldırıya uğraması ve yağma edilmesinin suçu “komünistlere” atılarak, minarenin kılıfına uydurulması hedeflenmiştir. “Türk milleti galeyana geldi, olayları gerçekleştirdi” diye defalarca savunulması nedeniyle sonuçta suç, her zaman olduğu üzere bir avuç çapulcunun sırtına yüklenerek, kapatılma cihetine gidildi. İlaveten Merkezi Otoriteye karşın yaşanan gelişmeler sonucu, Kıbrıs Türktür Cemiyeti yönetim kurulu üyesi Hikmet Bil ve dernek üyeleri başta olmak üzere tutuklunan kişiler de “Ya bizi serbest bırakırsınız ya da biz bazı şeyleri ifşa ederiz” karşı hamlesi ile behemehal serbest bırakılırlar, iddiası da hiç nihayetlenmeyecektir... Artık ortada gerçek suçluları ortaya çıkaracak bir davada kalmaz. Ancak ve ne yazık, 27 Mayıs yargılamalarından da anlaşılan o ki, mezkûr ve rezil yağma düzeninin tüm sorumluluğu birkaç siyasiye atılarak kapatılmak istenmiş olup, çok sonraları Özel Harp Dairesi Başkanlığı da yapmış Sabri Yirmibeşoğlunun anılarında da “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size, muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” biçimiyle geçeceği üzere açıktan bir üstlenme tahammüden ıskalanmıştır. Gerek Özel Harp Dairesi gerekse de MAH’ın, çok sonraları Nevşehir valiliğine kadar getirilmiş, dönem itibariyle Yunanistan’da öğrenci olarak bulunan muhterem vasıtasıyla işin içinde olduğu çok söylenmiş olmasına rağmen konunun şifreleri halen deşifre edilmemiştir.

Canım Yurdumun siyasi tarihinin kara harflerle kayda aldığı bu vahşet düzeni saldırı, siyasi otoritenin, kendi siyasi zorluklarını aşmak adına, başta Rumlara olmak üzere, bilahare de Ermeni, Yahudi ve Levanten gibi tüm gayrimüslim azınlıkları hedefe koyması, bir tarafı ile etnik arınmanın bir başka iğrenç safhası, diğer tarafı ile de ırkçı, çapulcu ve tecavüzcüler eliyle de sermaye devşirilmesinin bir yolu gibi görünmektedir, bugünden bakılınca... Şüpheli ve karanlık metotlarla, halk hareketlerini ve muhalefetini susturma çabaları açısından bakıldığında sicili hiçte iyi sayılamayacak canım yurdumun; artık, bu konularda cemaziye’l evvelinin söylemde değil ama eylemde düzgün olanlarca yönetilme beklentisi ve özlemi hiç bitmeyecektir.

 

Pazartesi, Ağustos 31, 2020

BU HAFTA YAPILAN ve YAPILACAK MUHABBETLERİN TAKDİMİ

 Yoğunlaşan eleştiriler çerçevesinde memleketin hal-i pür melali üstüne, beklentiler, umutlar, projeler, planlar, olanlar, olamayanlar, olacaklar ile hayaller ve rüyalar dahilinde; eski Belediye Başkanlarımız ile ve başlangıç için ve sırası ile Faik Tütüncüoğlu, Muhittin Dalgıç, Nuri Ertan, Remzi Özen ve Saim Ertürk, sonrada vakti, ilgisi ve gönlü olursa yeni Belediye Başkanı Ekrem Oran ile bilahare de yerel Oda temsilcilerimiz sırası ile Çeşme Esnaf Odası, Ziraat Odası, Esnaf Kefalet Kooperatifi, Çeşme Şoförler ve Otomobilciler Derneği ve Çeşme Denizciler Derneği ve sonuçta da siyasi parti temsilcileri ve en nihayetinde de mülki amirimiz Kaymakam ile belli bir süreye yayılmış ve kamuoyu ile paylaşmak adına yayınlanmak üzere muhabbetler planlamış bulunmaktayız. Bunlardan ilkini Eski Belediye Başkanlarından Faik Tütüncüoğlu ile gerçekleştirdik. Çok harikadır ki, artık Faik Tütüncüoğlu’nda ne askerlikten ne de Belediye Başkanlığı döneminden kalma, yetki kullanmaya ya da muhataplarının fevkinde bulunma istek ve niyetinden eser kalmamış ve ortaya son derce samimi, dostane bir muhabbet çıkmıştır. Kendince söylenmemesi gereken, tamamen kendine saklaması düşünülen, beğenmediği soruyu cevapsız bırakma, es geçme yapmamış mıdır? Yapmamış olması mümkün değil görünmektedir. Herkese standart ve kopya sorular sormak yerine de öğrenimi, eğitimi, görevi, yetkisi, ilgisi, bilgisi, duruşu ve tutumu ile mütenasip temelde de hayata derinlik kazandıran ya da kaybettiren yorumlarına, nihayetinde de sosyal, siyasal ve de akademik durumlarına ve bunların şahsi hayatları ile kamu uygulamalarına dair taraflarını kendimizce öne çıkarmaya ve eksik kalma ihtimali olanları da ileterek kamuoyunu bilgilendirme görevini yerine getirmeyi arzuladık. Bizim arzumuz bu, sırasıyla ve muhatapların programları ve hüsnükabulleri ile ilgili değişiklikler ve de gazetemizin yayın periyot ve kapasitesini de göz önünde tutarak randevular ve görüşmeler ve de nihayetinde muhabbetler gerçekleştirilecektir. Sıralamada protokol ve konum sıralaması gözetilmemesi için tarafımızca karar alınmış olup sadece ve sadece muhatapların ve kendi durumumuzun uygunluğu gözetilecektir. 

Doğaldır ki; Belediye Başkanlarının siyasi ve hukuki görevleri ile yerel uygulamaların düzenlenmesi, yürütülmesi ya da koordine edilmesi öne çıkacak iken, Devletin tayin yolu ile atadığı yetkililerinde yerel ve ulusal düzeyde koordinasyon ve kamu düzeni adına kamuoyu ile paylaşmak istedikleri ve bizim görüş, beklenti ve eleştirilerimizin karşılıklı teatisi öne çıkacaktır, sivil toplumun temsilcilerinde ise siyasi, sosyal ve ekonomik hayata yönelik beklenti, eleştiri ve faaliyet duyurularının öne çıkması kaçınılmazdır. Ve nihayetinde de bu fikirlerin ve uygulamaların nerelerde kesiştiği ya da ayrıldığı, sevap ve kusur dağılımının yapılması adına da ahaliye durumun arzı bizim görevlerimiz içindedir.

Özellikle de; yerel gündemin en önemli ve öne çıkan konuları ya da  sorunları, “Yeni Çeşme Projesi”, Havaalanı yapımı, Otopark sorunu, Plajların halka açık ya da kapalı olma durumu, temizlik faaliyetleri, mavi bayraklı plajlar ve mavi bayrak çekilmesi, temiz su ve atık su şebekesi, drenaj şebekesi, atık su arıtma tesisleri, Kültür merkezi, dere ıslahları, imar planları ve revizyonları, JES ve RES uygulamaları, Çeşme’de tarımın tekrar ayağa kaldırılması ve geliştirilmesi, Çeşme Sakız Koyunu yetiştiricilerini destekleme ve geliştirme, Ilıca, kaplıcaların ve içmelerin durum tespiti ve geliştirilmesi, Çevre koruma ve geliştirme, park ve bahçeler düzenlenmesi geliştirilmesi, meydan düzenlemeleri, gürültü kirliliği, Çeşme Siluet projesi, Çeşme içi ve dışı ulaşım, Elektrik şebekesi yenileme çalışmaları, elektrik kesintileri, mezarlıklar sorunu, pazarlar ve kapalı Pazar dayatması, Şehir stadına dikilen göz, Kent müzesi, kültür sanat faaliyetleri, kütüphane sorunu, spor hayatı, yaygın ve etkin sportif faaliyetler, festivaller, şenlikler, müzik organizasyonları, sokak hayvanları sorunu, balıkçılık, denizcilik ve yat kaptanlığı, kruvaziyer turizmi, tarihi arkeolojik alanların düzenlenmesi, ziyarete açılması, bale, opera, plastik sanatlar, kitap sergileri, yerel basın, sağlık tesisleri ve hizmetleri, yangın ve afetlere yönelik tedbirler, sosyal dayanışma faaliyetleri, sivil toplum kuruluşları ile kamunun ilişkilerinin değerlendirilmesi, balık çiftlikleri, mevcut taş ocaklarının değerlendirilmesi, kamu denetimleri, acil durum değerlendirmeleri, kalıcı ve seyyar satıcılar arasındaki sorunlar ve çözümleri, sokak kazıları ve onarımları, inşaat faaliyetleri ve yasakları, yerel endemik bitki ve ürünlerin desteklenmesi,  Huzur evi ve yaşlılar evi, sergi düzenlemeleri, plajları hedef alan kaçak yapılaşmalar, çadır turizmi, su sporları, av ve avcılık faaliyetleri, Günü birlik tekne turları ve sorunları, şehircilikte korumacılık ve yayanın öne çıkarılması, şehir planlaması, sosyal projeler başta olmak üzere her dal muhabbetlerimizin eksenini oluşturacaktır. Lakin takdir edileceği üzere tüm bu başlıkların her birinin ayrı ayrı değerlendirilmesi, görüşlerin kayda geçirilmesi, düzenlenmesi ve yayınlanması oldukça büyük ve çaplı bir çalışma olacağından, mevcut şartlarımız ve muhatapların tercihlerine uygun önem arz eden konuların öne çıkması ve görece ya da kişisel önemsiz konuların geride kalması hatta muhabbet dışı kalması kaçınılmazdır. Gazetemizin kapasite ve kabiliyeti açısından bakıldığında ise mezkûr nedenlerin değinilmemiş konuların mazereti kabul edilmelidir. Ayrıca bu işin mahir ve erbap elemanları da olmamamız hasebi ile eksik kalabilecek, eksik anlatılabilecek, yanlış anlaşılmalara da yol açabilecek diğer taraftan yine mezkûr sebeplere binaen değinilmeden geçilebilecek ya da az değinilecek, hatta hiç gündeme gelmeyecek konular oluyor olması için baştan ve peşinen affımızı talep edelim. 

Bu çalışma için yola çıkılıyor olmasının yegâne sebebi, iktidar sahiplerine muhalif ve muarızlarının, konular bazında eleştiri, yorum farkının tebarüzü, dikkat çekme, tecrübe paylaşımı, uyarı ve hatta muhalefet şerhi oluşturmasına ve iktidar sahiplerinin ise muhalif ve muarızlarına cevap, açıklama, savunma, neden böyle yapılıyor, hukuki zemin tespit ve tayini oluşturmasına ahali nezdinde platform oluşturmaktır. Muhabbetlerin detayını oluşturan her konuya yönelik kendimizce bilgilerimize ve bilgilenmelerimize istinaden yaklaşımlarımız, değerlendirmelerimiz, alkışlarımız, yorumlarımız, eleştirilerimiz, muhalefet şerhimiz yok mu? Her Canım Yurdum İnsanında bol miktarda olan “Ben olsam şöyle şöyle yaparım” kararlılığı yok mu?  Şüphesiz var. Hem de ziyadesiyle. Ama bu açılan platform bizden ziyade “Onların” görüşlerine yer verecektir.    

Pazar, Ağustos 23, 2020

VATAN HAİNİ NASIL OLUNUR?

 Şimdilerde moda ya, kim ki önemli bir koltukta oturur, bulunduğu makamın gücünü sınırsız ve sorumsuz hatta dikkatsiz, kontrolsüz, şımarıkça ve de ölçüsüz kullanır, sanki seçildiği süre için artık tüm bu sövmelere ve hakaretlere ruhsat sahibidir, her önüne gelene organlarını karıştırarak, saygısızca ve de fütursuzca hakaretamiz üstüne üstlük galiz kelam etmeye… Son 10 yıldır, artık ve nerdeyse, sigara içerken yakalanan bir garibe bile “hain” denilir hale gelindi…

Evvelemirde, biz “hain” nedir? Ne değildir? Kim, ne zaman ve nasıl hain sayılır? sorusuna makul ve mantıklı cevaplar arayalım… Hele hele bir de bunun kaymaklı ve katmerlisi vardır; “vatan haini” … Hay Allah, bunlara okkalı kelamlar etmek gerek ama ne yazık hukuki engeller var ve onlar muktedir, korkuyoruz ve susuyoruz… Şimdi; hainlik oluşması için bir akit olması gerekmez mi? Mezkûr akitte, taraflar anlaşmazlığa düşerse neleri açıklayabilirler neleri açıklayamazlar diye bir bağlayıcı hüküm olmaz mı? Taraflardan gücü elinde bulunduran akide sadık kalmaz ise görece güçsüz ilgililer nezdinde neden tenakuz oluştu ve neden giderilemedi konusunda açıklama yaparsa bu nasıl tanımlanmadır? Mezkûr akitin bir geçerlilik süresi olmaz mı? vs vs… Evet; gelelim başlıktaki sorunun cevabına, “vatan haini nasıl olunur?”, çok kolay, herhangi bir gücü oturduğu koltuktan menkul bir muktedirin fikrine aykırı düşün ama sadece düşün üstüne üstlük bir de açıkla, yandı gülüm keten helva, hemen yafta boynuna asılır. Bu kibir abidesi ve ne oldum delisi insanlara kimse sormaz tabii ki, “kardeşim sen kimsin de kendinde “hain” tespit ve tayin hakkını buluyorsun”, sonra arşın ve endaze kaçar maazallah…

Peki dün “ham yaptırmam” diye şiddetle karşı çıkılan projeye önemli zevat ile görüşmeler sonrası “kim ki karşı çıka hain biline” denilirse kendi beyanına ihanet olmuyor mu? Mesela mühim makam oturucusu olunca, rüzgâr gülleri ile ünlü Çeşme’nin mühimlerine hak mı oluyor rüzgâr gülüne dönüyor olmak? Ben yetki sahibiyim, bugün böyle derim, yarın şöyle, öbür gün öteki türlü, olmazsa D şıkkı… Kanımca bu kadar hızlı dönüş olunca, baş dönmesi, mide bulanması, göz kararması ile diz tutmaması da mukadderat oluyor.

Yazının konusu ve hedefi şüphesiz ki, meri yasalar ile tanımlanmış ve sınırlandırılmış yetkileri çerçevesinde, bizim kesemizden ya da dişimizden, tırnağımızdan arttırarak oluşturduğumuz bütçeler ile bizim işlerimizi görmek üzere seçilmiş siyasetçilerdir. Bu son derece net ve açıktır. Bu genel ve tüm siyasetçileri hedef alan tanım ve tariften hareketle gelelim; yerelde “Çeşme Ailem” çıkışı ile kapsayıcı ve kaplayıcı olacağını deklare eden “Reis”imize… Ne buyurmuş; “Çeşme’nin turizm projesine karşı çıkmak vatan hainliğidir” … Breh breh, kelama bakar mısınız? Yahu Reis Bey, neresinden başlayalım cevaplamaya bilemiyorum… Siz anladınız… Neyse ben de düşünülen “Yeni Çeşme Projesine” karşı hem de külliyen karşı olan birisi olarak, itirazlarımı, öncelikle teknik bilahare de sosyopolitik ve de en son da daire-i maarif açısından ve de nihayetinde nema ve mama düzeyinde analizler yaparak belirtmek istiyorum. Gerçi biliyorum, 2 önceki “Reis”te bu proje benim kaptırmam diyerek, 1 önceki “Reis”te açıktan desteğini deklare ederek, hepsi kendince bu işten politik hayatlarına ve Çeşme yorumlarına mütenasip beklentiler ile pozisyon tayin ediyorlar. Neymiş efendim, politik hayatlarına mütenasip, işte tüm mesele bu… Çeşme böylesine bir projeyi kaldırabilir mi diye kimse kafa yormuyor, ahali de 100.000 kişiye “istihdam” masalı ile hülyalara dalıyor. Koca Türkiye son 2 yılda bu boyutta istihdam yaratamamış iken, bu zevat muhtemel ki aritmetik, ekonomi, mantık, işletme temel bilgilerinden azade politik ilgi ve bilgileri ile masalsı anlatımlara gaz veriyorlar. Bilmem ne kadar “Golf sahası” yapılıp işletmeye açılacakmış, yahu siz mevcut nüfusun temiz su, atık su sorununu çözememişiniz, nüfusu mevcudun 10 katı arttırıp üstüne üstlük doğa ve su tuzağı golf sahalarının su sorununu çözeceksiniz, yahu Allah size akıl, izan, feraset üstüne de fikir ihsan eylesin. Üstüne üstlük mezkûr alanın önemli bir bölümü, Çeşme’nin ana su kaynağının toplama havzasını oluştursun ve siz bunu yok edin, havaalanı ve bağlantı yolları, golf sahaları yaparak… Bence, önce çöp vergisi adı ile ihdas edilen vergiyi su bedelleri içine türbanlayarak, bilahare de katı atık toplama vergisi ihdas ederek, yetmedi katı atık bertaraf tesisi vergisi uydurarak bu da yetmedi bahçe atıklarınızı gösterdiğimiz yere taşıyın diyerek varacağınız yeri belli ettiniz de, biz pazarlığı tutturmaya çalışıyoruz. Efendim bunları biz mi yaptık dediğinizi duyar gibiyim, evet vallahi parayı biz size veriyoruz, artık siz mi kullanıyorsunuz başkalarına mı veriyorsunuz bilemeyiz… Yok öyle kanun böyle tarifliyor, geçiştirmelerine de karnımız tok, biz Osman Özgüven ve Terzi Fikri vb bir alay örnekleri bilenleriz.

“Yeni Çeşme Projesi” diye yeniden ısıtılıp Çeşmemizin önüne konulan bu projeye karşı çıkanlara “Hain” yakıştırması yapan zevatın behemehâl kendi durumlarının tespiti için en yakın sağlık ocaklarına müracaatları memleketin hayrına olacaktır. Şimdilik bu kadar ile iktifa ediyoruz, iktifamızın gerekçesi sözümüzün bittiği manasına zinhar alınmamalıdır, sadece bu pozisyon alışların nerelere kadar gidebileceğinin uyarısıdır. Öyle iktidarı ele geçirip, ele “hainometre” alıp sağa sola sallamak ile hain tespiti yapılmaz, asla ve kat’a unutulmamalıdır ki, bizi işaret etmek için uzattığın elindeki işaret parmağı bizi gösterir iken diğer dört parmağın zatı alilerinize dönük olduğu hatırlatmamızı mazur görün. Lütfen, öyle yanlış anlaşıldım, yok kelamın bir kısmı cımbızla çekildi, gibi bizi aptal yerine koyacak beyanatlardan kaçının, size önerim hatta tavsiyem budur, yoksa biz bilesiniz ki, karşımızdakinin dudaklarını büzüşünden Ömer diyeceğini anlayan eğitimli ve donanımlı ve senin gibilere tur bindirecek kadar yaptığın işi iyi bilenlerdeniz. Sen kim oluyorsun da benim memleket severliğimi sorguluyorsun, oyumu alırken her şey güzel, sonra ben ne dersem o, de gettt. Neyse, kifayet-i müzakere…

 Sana Nazım Hikmet’in dizeleri ile ve şimdilik hoşkal diyorum;

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt

           hainiyim, ben vatan hainiyim.

Vatan çiftliklerinizse,

kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,

vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,

vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,

fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,

vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,

vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,

ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,

vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,

vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,

                            ben vatan hainiyim.

Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Pazar, Ağustos 16, 2020

HUZURU YUVANDA, BALIĞI HASAN’DA…

Güzel Çeşme’mizin henüz rant avcılarının direk ve açıktan hedef olmadığı dönemdir, huzur, sükûnet, dinlenme arayışının adeta başkentidir. Sulh ve salah kenti İzmir’in yazlık banliyösü gibi görünmesine karşın hatırı sayılır sayıda yabancı turistin de destinasyon ve geçiş yeridir. Kimse bu yazılanların, yaşların ilerlemesine bağlı birer eskiye özenme ve öykünme ifadesi olduğunu düşünmesin. Varsa yoksa “para kazanma” hırsının genelde Canım Yurdumu özelde de Çeşme’yi ne hale getirdi, hala görül(e)memişse, yapılacak bir şey yoktur, ne söylense beyhude. Çeşme’de kaç tane “balık kayaf’ı” kaldı, bir bakın etrafınıza, ticari manada kaç tane un değirmeni kaldı, kaç tane zeytinyağı fabrikası kaldı, vs vs… Şimdi anlatıyorlar da, hani büyüklerimizin beğenmeyip te değiştirdikleri 70’li yılların Çeşme’sinde kaç adet balıkçı kayafı vardı ve buralar kaç büyüğümüzün medar-ı maişeti idi, hızlıca sayalım o kısacık Çarşının aşağısından yukarısına doğru. Balıkçı Seydi Ahmet birlikte Arnavut Kemal, Osman Yamaner, Balıkçı Arap Mehmet birlikte Ahmet Sinan ve Kaparo Kemal, Balıkçı Hasan birlikte Dalyanlı Şaban, Köse İbrahim, Dalyanlı Şükrü ve Ovacıklı Orhan ise şu anda isimlerini hatırlamadığım 2 büyüğümüz ile idiler. Bu büyüklerimizin her biri nevi şahsına münhasır ve her biri çarşımızın nadide esnafları olup çarşının maksimum 70 mt’lik bölümünde sıralanmakta idiler. Sonra ne oldu ise oldu, ihtisas çarşıları moda oldu yani benzer esnaflar bir yere toplanacak trendi. Dönemin Belediye Başkanı Nuri Ertan mezkûr balıkçıları, adı arabacılardan balıkçılara dönen sokağa topladı. Oysa onlar çarşının nadide gülleri ve çeşitliliğin numuneleri ve adeta tek tipliliğe inat idiler. Daha o zamanlar sanayi tipi balıkçı gemiler ile balıkçılık icrası yapılmazdı ve bu yüzden de görece az yakalanan balık yine Çeşme’de gerek Çeşmeliler gerekse de yazlıkçılar ve otel müşterileri tarafından tüketilir idi… Öyle yok toprak havuz idi, yok çelik havuz idi tasnifi de yoktu ve tabir yerinde ise “balık ve balıkçılık yiğitliği” de dimdik ayakta idi. Oysa Dalyan, Çiftlik ve Çeşme balıkçılarının yakaladığı balık miktarı ise hiç de azımsanmayacak kadar olup yine de herkese yeter ve kısmen de İzmir Balık Haline sevk edilir idi. Balık kalite ve kandite tarif ve tasnifi için önemli bir kriter sayılabilecek ve balıkçılar ya da sadece iyi bilenler dışında kimselerce tüketilmeyen, şimdilerin ise bir hayli aranırı olan Adabeyi (iskorpit-çorba balığı) balıkçı tezgahlarında yer almazdı. Gerçi bilenler de çükali’de (toprak kap) fırında acılı ve bol domatesli “kakavya’sı” için her zaman tercihlerini beyan ederlerdi.

“Huzuru yuvanda, balığı Hasan’da” 
tabelası asılı dükkanında, Şaban Abi, Köse İbrahim Abi ve Şükrü Abi ile eski adliye binası girişi yanında bu işi yapanların ağır topu idi, Hasan Abi, (Hasan Fidan). Özellikle yaz aylarında tatil dönemlerinde, benim de çarşıda çalışmam hasebi ile sürekli bir muhabbet halinde idik. Şimdi baktığımda siyasal tercihleri farklı olmakla birlikte, Egeli olmanın alicenaplığı ile makul ve mantıklı yaşam tercihleri onları ne kadar da hoşgörülü yapmış meğerse, asla unutulmaz. Diğer taraftan da hayat ve hayat eğitimi Hasan Abimizi nüktedan ve hazırcevap insan haline de getirmiştir. Denk geldiğimiz gerek arkadaşları gerekse müşteriler ile göz yaşartan diyalogları vardır ki evlere şenlik. Bir keresinde daha önceden tanımadığı bir müşterisi balık alır ve temizletir, Hasan Abi balıkları temizlemeye başlar, müşteri birden balığın birinin gözü olmadığını fark eder ve seslenir; “balığın bir gözü yok” der, hemen müşteriye döner ve “hayırdır hocam, gazete mi okuyacakta gözü olmamasını dert ediyorsun” der, adamcağız da çaresiz haklısın der ama mırıldanarak. Hele onların bir öğlen yemek molaları vardı ki, yemek mi, eğlence mi, yoksa hepsi mi emin olun hala gözümün önünde canlanır o görüntü. Şaban ve Şükrü Abilerin çelebi ve bilge tavırlarının anlatımdaki sakinliğe, Hasan Abi ile Köse İbrahim Abinin yüksek sesle takılmalara ve gülmelere neden olmasını asla unutamam. Hülasa yemek yeme bile bir ritüel ve eğlence idi onlar için. Hele akşamları dükkânda yalnız kalan “Köse İbrahim’in” akşam yemeği ile içilen rakının ve çay ile içilen ilavelerin yarattığı harika keyif ve zevk ortamında çaldığı bağlama ile söylediği türküler asla unutulmaz. İbrahim abi’ye yanılıp yakılıp hele şu türküyü de bir çal dersen yandın alimallah, saatler süren zaman zaman da can sıkan akort işlerine girişir, bitmez tükenmez akort havası dinlersin gayri. Hele bir de “kara kaput” bestesi vardı ki evlere şenlik, günde birkaç kez dinlerdik, kara kaput namlı narkotik şube müdürünün ilgili mahalleleri basması, kontrolleri çok arttırması bu türkünün yakılmasına sebep olmuştur. “Kara kaput mahalleyi bastı, bizimkiler arka kapıdan kaçtı” gibi sözleri vardı hatırladığım kadarı ile ama temelde keyf verici madde bağımlılarının baskın yemesinin hikayesidir. İbrahim Abi bunu çok içli söylerdi vallahi, içi yanmış mı desem, iç yakıcı olduğu için mi desem, gerçi belki de tüm şıklar için. Bu vesile ile büyüklerimizden hayatta olanları muhabbetle kucaklayıp aramızdan ebediyen ayrılanları da hasretle yad etmiş olalım, nurlar içinde olsunlar.

Balık satışı denilince 70’li yılların fenomen “sinarit lotocusu” Mustafa Abimizi es geçersek konu eksik kalmış olur ebediyen. Hemen her gün yaklaşık 2,5 ya da 3 kilo sinarit bulunur, çarşıda bir aşağı bir yukarı çekiliş numaraları satılır ve sonra da çekiliş yapılır, artık kader kısmet diyelim, arada ufak tefek hile hurda oluyor mu idi, bana göre evet. Ama hayatın arda kalan bölümündeki ile kıyasladığında asla ve kat’a üzüntü verici bir şey çıkmazdı. Şimdi benzer bir çekiliş organizasyonunu devam ettiren bir hemşehrimiz daha var, o da mezkûr işi başarılı bir şekilde yürütüyor.

O zamanlar, şimdiki İnkilap Caddesi çift yönlü taşıt trafiğine açık idi lakin otomobil satışları “modern ülkelerde” 1000 kişiye bilmem kaç otomobil düşüyor gazı ve motivasyonu ile patlatılmamış olup şehir içi yayan ve diğer ulaşım ihtiyaçlarının toplu taşım araçları ile giderilmektedir. Zaten milletin de “hızlı hayata” ihtiyacı da yoktur esasen de olmamalıdır. Şimdi de aynı toplum mühendisleri direk ya da endirekt gazı ile “Cittaslow” işini öne çıkarıyorlar, aaa fena mı vallahi değil, katılıyorum da, destekliyorum da… Evet kapitalizm ve sermayenin bitimsiz ve doyumsuz iştahı her eve en az 1 araba noktasında değil henüz ve doğa egzoz gazına gark edilmemiş durumdadır mezkûr dönemde. Adama sorarlar dün gaza basıyordunuz şimdi de frene basmayı kutsuyorsunuz, sebep nedir diye… Hani bunları anlıyoruz mama ve nema meselesi peşindeler de lakin dün onlara alkış bugün bunlara alkış çalan zevatı ise hiç kabullenemiyorum. Bence Belediye; cadde adını değiştirmeksizin mezkûr çarşıyı “old bazaar” adı ile anılır hale getirmeli ve mümkün ise esnaf çeşitliliğini de öne çıkararak doğa ile uyumlu olacak şekilde öğlen saatlerinde de ziyaretçilerin hizmetine hazırlamalıdır. Çarşıyı yazmaya devam…

Pazar, Ağustos 09, 2020

YEREL TAT SÜTSAN

 Bilindiği üzere şeker, reçel, pekmez, tahin, yoğurt, süt ve her türlü meyvelerin ve şurupların kar ya da buzun belli miktarda karıştırılmaları ile takdimine ve ikramına tarihin her döneminde ve her mutfakta rastlanmaktadır. Bu maksada matuf, Adana’ya ilk defa gittiğim 1976 yılında Toroslardan kamyonlarla kar getirilip mahallelerde satıldığını gördüğümüzde müthiş şaşırmış idim. Sonraları Adana’ya alıştıkça, temelde limonlu suyun dondurulması ile elde edilen “eskimo” adı verilen buz ve pişirilmiş nişasta üstüne rendelenmiş buz ve pudra şekeri serpilmesi ve üstüne de meyve şerbeti dökülmek suretiyle “bici bici” adı verilen tatlıyı da gördüm, enteresan mamuller idi. İnsanların serinletici ürünler yeme ya da içme ihtiyacı her daim olmuştur ve soğutma sistemlerindeki teknolojik gelişimlere bağlı ürün çeşitliliği de buna uygun gelişmiştir. Evet Adana’da bunlar var iken, Çeşme’de ise İzmir kökenli “Sütsan” diye harika lezzete haiz bir dondurma satılmakta idi. Daha o zaman sermayenin temerküzünün temayüzü kabul edilebilecek ve mezkûr sektörün ve de dolayısı ile kapitalizmin armadası olarak öne çıkan “Algida”, “Golf” ve “Panda” gibi markalar henüz sahne almamış idi, var idiyse de ben bilmiyordum. Gerçi sonraları bir yerel marka olan “Mado” oluşturduğu zincir dondurmahanelerle rol almıştır sektörde. Orijinali “Kahramanmaraş Dondurması” olan bu sonuncusu ise geldiği nokta ile orijinalinden bir hayli uzaklaşmış görünmektedir en azından benim gözümde. Dondurmanın orijinalini sadece Kahramanmaraş hedefli üretim yapıldığı zamanlarda, 80’li yıllardan itibaren defalarca yerinde yani “Yaşar Pastanesi”nde denemiş biri olarak tadı, lezzeti ve orijinalliği iyi bilenlerden sayılırım. Neyse biz yazımızın konusunu oluşturan Sütsan’a ve mezkûr markanın piyasadan çekilişinin ekonomik, teknolojik, tarihsel ve sosyolojik tarafına dönelim.

Kapitalize olmanın mode deyimi “Markalaşmak” olunca, her şeyin bozulması da kaçınılmaz mukadderat haline dönüşmüştür günümüzde, ne yazık ki. Tabii ki tüketiciye ulaşan mamulün ticarileşmesinin, gıda koruyucularının kullanımının, miktarların devasa boyutlara varmasının kalite üzerindeki olumsuz etkisi yanında ana girdi ürünlerinin de benzer süreçlerden benzer şekilde etkilenerek başkalaşması da ne yazık ki etkilidir bu olumsuz sonuçlarda. Artık eski süt üretimi kalite ve kandite açısından ulaşılabilir değildir bana göre, velev ki yine eski sütler var bu sefer eski yöntemler hayaldir, o da olsa eski esnaf ve ustalar yok, diyelim ki bunların hepsi var ve mütekâmilen üretim yapılıyor, ne yazık ki bunu hissedecek ağız-dil kalmadı bizlerde gayri. Kimya artık gıda sektörünün emrindedir tek başına gıda olarak tüketilemeyecek ayrıca ürünün ana bileşeni, ana ya da yardımcı hammaddesi olmamakla birlikte, lakin ürünün mamul hale gelmesi, ambalajlanması ya da depolanması ya da nakil edilmesi ile ilgili olarak ve ürünün tat, koku, görünüş, vs gibi diğer niteliklerini korumak, düzenlemek ve düzeltmek ya da istenmeyen değişikliklere ve dönüşümlere engel olmak maksadıyla gıda ürünlerine mezkur bilimin delalet ve desturuyla katılımlarına izin verilen ve maalesef bu kalıntıların ya da türevlerinin mamul maddede kalıcı değişikliklere sebep olan, gıda bağlayıcıları, gıda katkı maddeleri icat edilmiş ve mertlik bozulmuştur. Tatlandırıcı, renklendirici ya da renk düzenleyici, parlatıcı, koruyucu, antioksidan, asit düzenleyiciler, topak ve köpüklenme önleyicileri, hacim arttırıcılar, emülgatörler, nem düzenleyiciler, kabartma işlevi görenler, stabilizatörler vs gibi o eski tatların oluşumu sürecinde olmayan hatta dönem itibari ile bilinmeyen maddeler tüm bunlara sebep. Bu kadar ve eskiden bilinmeyen maddeler gıdaya katılır ise imalat, ambalaj, depo, nakliye ve öngörülemeyen olumsuz çevre etkilerine açık hale gelen ürünlerde kaçınılmaz olarak gıda kirlilikleri oluşacaktır. (Bu bilgilerin önemli kısmını yazının hazırlanması sürecinde bilgisine başvurduğum Kaya Erdal Çapan tarafından aktarılmıştır)

Ayaklı Google kabilinden, bilgi ve hafıza kapasitesinin genişliği ve derinliği ve de özellikle yüksek belagati ile Kaya Erdal Çapan konu üstüne muhabbetimiz sırasında “icecream” ile “dondurma” arasındaki farkı mükemmel bir biçimde anlattı ama ben bunu yazıya ne yazık ki bu kadar ehven aktaramayacağım galiba. Dondurmadaki iyi kaynatılmış süt, sahlep’in önemi ie “icecream” içeriğindeki krema, yağ ve şekerin yer alışını öylesine güzel aktardı ki, konunun tam da burası bir yazı konusu olacak kadar derin, anlamlı ve uzundur. Hele bir de benim yeni öğrendiğim “kuru buz” ile normal buzun farkını ve gıda saklamada önemini anlattı ki o da ayrı bir hikâye. Kendisine bu vesile ile bir kez daha teşekkürler ediyorum.

Şimdi gelelim Ege’nin efsane ağız tadı, “SÜTSAN DONDURMALARINA”. Çocukluğumun eşsiz tadı Sütsan, bildiğim kadarı ile Çeşmeli 2 ailenin farklı bireylerinin ortaklığında İzmir Kemeraltı semtinde kurulmuştur. Bugün artık farklı işler ile meşgul “Subay” ailesinin büyüklerinden 3 kardeş ile “Ertan” ailesinden bir kardeşin ortaklığı ile kurulur yine bildiğim kadarı ile. Kalınca ve yağlı gibi bir görünüşü olan kâğıda sarılmış, küçük boy margarin büyüklüğünde dikdörtgen prizma, tahta çubuk üzerinde, hatırladığım en fazla 2 ya da 3 çeşidi bulunan ama bana göre sade sütlüsü inanılmaz lezzetli olan ve şimdiki endüstriyel dondurmalarla asla ve kat’a kıyaslanamayacak ve şimdilerde artık üretilmeyen çocukluğumuzun ve Bölgemizin yegâne hazır dondurması idi. Hazır dondurmanın adını “Sütsan” yapan dondurmadır adeta. Maalesef o da, “rekabetçi piyasa” ya da “serbest piyasa” adı verilen sermaye temerküzü sürecine yenik düşüp tarihteki ve hafızalardaki yerini almıştır. İlk defa bir ürünün özel buzdolaplarının olduğunu ve satış noktalarına bila bedel yerleştirilmiş olduğuna da belki de ilk kez şahit olduk.  

Gıda teknolojilerinin ve endüstrisinin mezkûr ana ve ara maddeleriyle de yeterince oynayarak daha da ekonomik hale getirdiği dondurma hepimize afiyet olsun. Son olarak sözlükler “dondurma” karşılığını “icecream” olarak veriyorsa da herkesin “cream” yerine neden “milk” kullanılmamış olmasına yüksek dikkatlerini teksif etmelerini öneririm. 

Pazar, Ağustos 02, 2020

ÇOCUKLUĞUMUZUN UĞRAK YERİ RUMELİ PASTANESİ

Bakmayın başlıkta “uğrak yeri” diye yazdığıma, şüphesiz paramız olunca uğrayabildiğimiz yer diye ifade edilmesi daha doğru olacaktır. Ama gerçekten para bulunur bulunmaz ya da ne yapılır ne edilir para mutlaka bulunur ve mutlaka uğranılır bir yerdir, “Osman Abi’nin” yeri. Çeşme’nin en eski ve en meşhur tatlıcısı “Cemal Şakar’ın” çırağı olarak müthiş lezzetli, tatlılar, reçeller yapım hünerini edinmiş ve geliştirmiştir. Gerçi mezkûr dönem; henüz kapitalizmin emrindeki kimya biliminin gıdaya gayri ahlaki müdahale etmediği yani her ürünün doğal olarak ve doğal yollardan yetiştiği ve kullanıldığı bir dönemdir. Esasen de “ustaların” yüksek ahlaki değerlerini alınterlerine katarak üretim yaptıkları bir dönem olması hasebi ile her şeyin doğal olmasıdır bunlara neden. Bakmayın siz, yöneticilerin sonradan “katma” işini vergiye tahvil ettiklerine, mezkûr büyüklerimiz sadece “arı ahlaklarını” katarlar idi, yaptıkları işlere. Belki de bu yüzden her şey daha güzel idi, o yokluklarımıza rağmen. Hatta biraz daha ileri giderek diyeyim; onlar sadece esnaf değildi, onlar dost idi, onlar bazı işleri cüzi karşılıklar ile üstlenerek hayatı kolaylaştıran ve güzelleştirenler idi, onlar ahlakı yüksek büyüklerimiz idi. Bu arada bu yazının konusunu oluşturan büyüklerimiz başta olmak üzere tüm diğerlerini de hasretle yad edelim, bu vesile ile.

Osman Mersin; bugünkü dondurma ve reçelleri ile meşhur “Rumeli Dondurmacısı” ki ulusal basında dondurması ile ünlü olduğu şekliyle yer almakta olmakla birlikte, tatlı ve reçelleri ile özellikle de reçel çeşitliliği açısından çok önemli ve özelliklidir, bence. Önceleri şimdiki “Kiliseyi” çarşının çıkışına doğru geçince köşedeki manavın yanındaki küçük imalathanesi ve pastanesi ile hizmet verirken hemen her türlü tatlısı ve dondurması hararet ile müşteri bulurken, benim için keşkül ve üstüne dondurma inanılmaz idi. Sakızlı, kavunlu ve kara dutlu dondurması unutulmazlar arasındadır. Osman Abi’nin bugünlere taşıdığı meşhur düzenin oluşması sakın çok kolay olmuştur zannedilmesin, askerlik sonrası tütüncülük işine dönülmemesi ve artık çıraklıkta yapılmayacağı kararı mucibince, işine dört kolla sarılmış, çıraklık dönemini çok iyi bir öğrenme dönemi olarak geçirmiş ve meşakkatli bir iş hayatı sürecini çok çalışarak geçirmiş olmasına bağlıdır. İyi imalat yapılması yeterli midir, şüphesiz değil, pazarlanması da gerekmektedir, çeşitliliği her gün artan bu nadide ürünlerin. Hatırlayanlar vardır şüphesiz, Osman Abi’nin, koluna taktığı birkaç gözlü seyyar dondurma tezgâhı (askısı) ile müşterinin ayağına kadar gidip bu muhteşem lezzetleri sunduğunu. Ne bitmez tükenmez bir enerji idi, ne zaman üretirsin, ne zaman dükkanı temizler, vitrinleri doldurur, ne zaman seyyarlık yaparsın, ne müthiş bir koordinasyon…

Osman Abi’nin oğulları Hasan ve Hüseyin çocukluklarından itibaren ciddi katkı sundular her faaliyete, Hüseyin benim çocukluk ve okul arkadaşım olması nedeni ile bu faaliyetlerin ve çabaların yakın tanığıyımdır bir dönem. Sonraları tahsil hayatı ve iş hayatı nedeni ile Çeşme’den uzak kalınca sadece rast geldiğimiz dönemlerde sohbet edişimiz söz konusudur. Şimdilerde artık birlikte faaliyet yürütmeyen 2 kardeş ile arkadaşlığımız halen devam etmektedir. Benden birkaç yaş büyük olmakla birlikte Hasan Mersin beni her gördüğünde “Baba dostu” kelamı ile karşılar ve sevindirir. Hüseyin Mersin ise hala ortaokuldaki okul numaralarımızı tek tek hatırlar ve bu numaralar ile hitap eder, bu bir taraftan değişik bir nostalji oluşturur iken diğer taraftan samimiyetin dipsizliğinin göstergesi olarak kulağıma halen çok sevimli gelmektedir. Şimdilerde Hüseyin’in Pastanesine gittiğimizde yeni bir ürün ya da farklı bir imalat varsa, tadıp yorum yapmam için mutlaka ikram eder, meşguliyetine binaen de kısacık da olsa eski günlerden tadımlık hatırlatmalar yaparız birbirimize. Gerçi artık yaş kemale erince, şekerleşme vücuda sirayet edince bu kabil işetmelerden uzak duruyoruz ama yine kapı önünde de olsa sık sık bu hatırlatmalara devam ederiz. Hüseyin Mersin Çeşme’de erken otomobil sahibi olanlardan biridir hatırladığım kadarı ile… Yeni ve yerel imalatı yapılan İtalyan Fiat kopyası Murat 124’ler o İtalyan filmlerindeki gördüğümüz afisi ile sahne almıştı Canım Yurdumda da, bilenler için olmasa bile fazlaca otomobil bilgisi ve görgüsü olmayan bizler için güzel otomobil idi. İşte Hüseyin de bunlardan bir tane satın almış, ona bakarak biz de umutlanmış idik, o aldığına göre biz de alabiliriz diye ama, nerde benim 15 seneden fazla beklemem gerekecek idi. Evet, hatırladığım kadarı ile koyu yeşil bir Murat 124 sahibi idi ve bu onun için inanılmaz bir sosyal statü idi, biz şüphesiz arkadaşımız olduğu için bir taraftan sevinir iken bir taraftan da acayip kıskanırdık ve tahsis edene de sitem ederdik.

Babamın yetiştirdiği “Ağaç Kavunlarından” yapılan reçellere, önceleri Cemal Şakar büyüğümüzün kattığı tat ve değer ile devam ederken bilahare meşguliyetlerine uygun bazen Hasan bazen de Hüseyin kardeşlerin imalatları ile devam etmekteyim. Ancak bu konuda nostaljiye daha sadık ve uygun olanın Hasan olduğunu da hemen söylemeliyim. Her yıl bahçedeki tek ağaçtan hasat ettiğimiz 20 ila 25 adet arası ağaç kavunları kendisine teslim edilir biraz da meşakkatli bir süreç sonunda reçele dönüşür. Bu imalat süreci daha ne kadar devam eder ya da bizden sonra neler olur bilemiyoruz gayri malum imalat çeşitliliği ya da katkılar yepyeni bir ağız tadı oluşumuna yol açmış durumdadır. Umarım bu değişim ve dönüşüm artık ilerlemez burada durur ancak durmayacağı da bir kesin…

Mübadele, Osman Abinin yolunu Selanik’ten önce Sakız’a sonra da Çeşme’ye düşürür. Rumeli Pastanesi’nin sitesinde, mübadeleye yönelik eksik tanımlamalar olsa bile, kendi bilgileri ile, Osman Abi, şöyle yer almaktadır. “Dedemiz Tatlıcı Osman Mersin'in anne ve babası savaş sonrası Avrupa'da yaşayan Türklerin göç etmesi emriyle göçe zorlandılar. Diğer binlerce Türk aile ile birlikte yollara düşerek kağnılarla ve at sırtında uzun bir yolculuğa çıkmak durumunda kaldılar. Uzun yıllardan sonra yeniden Anavatana döndüler. 1920-1922 senelerindeki bu mübadelede Avrupa'daki Türkler Türkiye'ye, Türkiye'deki Yunanlılar da Yunanistan'a göç ettiler. Büyük dedemiz arkadaşına ait ufak bir yelkenli gemi ile yolculuğu tercih edip eşiyle ve 2-3 aile ile daha birlikte Türkiye'ye doğru yolculuklarına başlamıştır. Selanik'ten yola çıkan aileler Sakız Adası'nda (Chios) yolculuklarını tamamladılar. Birkaç ay Sakız Adası'nda konaklayan dedemiz karşıya Çeşme'ye geçmeye karar vermiştir. Yine bir ile karşıya, Çeşme'ye geçen büyük dedemiz Çeşme'de kalmaya karar vermiş, Anadolu'nun daha içlerine doğru göç etmesi için ısrar eden arkadaşlarına katılmayıp burda yerleşmeye karar vermiştir. Selanik'teki mesleği olan tütüncülük ve bahçıvanlıkla hayatlarını sürdürürlerken 1921 senesinde kurucumuz, dedemiz Osman Mersin dünyaya gelmiştir. Büyük dedemiz, Osman dedemizi çok ufak yaşlarından itibaren yine mübadele ile Çeşme'ye yerleşmiş Cemal Usta'mızın yanına verir. Cemal Usta'mızdan bildiği tüm tatlı ve dondurmaları öğrenir, askerden döndükten sonra yine kendileri gibi Selanik'ten mübadele ile gemilerle gelmiş olan bir ailenin kızı rahmetli babaannemiz Şadiye ile evlenir. 1945 senesinde babaannemizin çeyizlik masa ve sandalyeleri ile Çeşme Çarşısı içerisindeki ufak dükkanımızı açar.”

 


Pazar, Temmuz 26, 2020

AĞLASUN AY ŞAFAĞI – TARİHİNİ SEVDİĞİM ÜLKEM

Geçenlerde yolumu Burdur’a düşürüp önce Salda Gölü bilahare de Sagalassos’a çıktım. Çıktım diyorum çünkü yaklaşık 1.100 rakımlı Ağlasun’dan geçip yine yaklaşık 7 km’lik yolu döne döne 1.750 rakımlı tepeye varılıyor. Varılınca da ne kadar önemli bir “Antik kent”e gelindiği hemen anlaşılıyor. Bilgi ve uzmanlık alanım olmadığı için çok detaylı anlatımlar yapabilmem şüphesiz söz konusu olamaz, kentin arkeolojisi, antropolojisi ve sosyolojisi üstüne. Ancak, ülkesinin tarihini, kültürünü merak eden ve araştıran bir vatandaş olarak, kent üstüne kelam etme olanağı verecek, büyüklük ve görkemi tespit etme açısından her antik alanda yaptığım gibi, öncelikle tiyatro ya da agora uğradığım yer oluyor, burada da önce “Tiyatro” yapısına yönleniyorum. Muhteşem bir yapı olduğu kesin, şüphesiz “Efes” ve “Aspendos”daki benzerleri gibi değil lakin şehrin nüfusunun farklı farklı kaynaklara göre 5.000 ila 30.000 arasında olduğu yazılmakla birlikte yaygın kanaat yaklaşık 5.000 olduğu ve tiyatrosununsa 7.000 kişilik olduğudur. Ayrıca şehrin üst kotlarında bulunuyor olmasının yanında Kente hakimiyeti açısından da değişik bir durum oluşturmaktadır. Diğer taraftan da Kentin kurucusunun “Marcus Aurelius” olduğu bilinmekte ve de bilindiği üzere kendisi en önemli 5 Roma İmparatordan birisi olmakla birlikte bunun yanında önemli bir feylesof ve şehir plancısıdır. Ayrıca güzel Şehrimiz İzmir’in de deprem ile büyük ölçüde yok olması üzerine kenti yeniden inşa ve ihya etmesi hasebi ile hemşerimiz de sayılmalıdır. Aynı zamanda rivayet o ki mezkûr İmparator Roma’nın fakir ve ezilen kesimlerinin yanında yer alarak zenginlere karşı tavır almış, artık nasıl oluyorsa…   

Kent, estetik kaygılar gözetilerek tasarlanmış ve o güne kadar oluşmuş estetik değerler muhteşem şekilde kullanılmış hissini her ziyaretçide ören yerine adım atar atmaz oluşturmaktadır. Uygarlık ve estetik bir kentte ne biçimde hayatiyet bulur, işte bunun adeta bir resmi geçididir, Antoninler Çeşmesi ve Agorası, Tiyatro, Kütüphane, Yamaç Evler, Lüks Mallar Pazarı, Geç Helenistik Çeşmesi başta olmak üzere mimari eserler ve yerleştirilen heykellerden söz etmek kanıt için yeterli olacaktır. Depremden ötürü oluşan muhtemel heyelan ile tamamen toprak altında kalan “Antoninler Çeşmesi”, hünerli ellerin yaptığı kazılar sonrası tamamen açığa çıkarılıp ayağa kaldırılmış ilaveten de orijinal su kaynağına yeniden bağlanarak müthiş bir görsel şölen oluşturulmuş vaziyettedir. Gerçi “su”ya harici takviyeler yapıldığının her türlü işareti de açıktan görülmektedir ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur misalinden tamamı kabulümüzdür. Diğer taraftan, uzmanı olmamama rağmen nedense “ciyak” diye sırıtan ve bana göre hiç de uygun olmayan bir kütüphane restorasyonu var ki, ilgili Bakanlıkta ehliyetsizliğin ve beceriksizliğinin bayağı mesafe kat ettiğinin ispatıdır adeta. Gerçi, burada olmasa da başka yerlerde nadide örneklerine rast geldiğimiz “restorasyonda PVC kapı pencere” kullanma becerisine sahip bir Milletin ahfadı olarak bilime, tarihe ve geleneğe takla attırmışlığımız da az değildir. Neyse burada nihayetlendirelim bu manadaki eleştirilerimizi. Diğer taraftan her türlü abuk subuk projeye, kuruma ya da uygulamaya “kaynak” bulan ya da yaratan Canım Ülkemin 4.000 civarında olduğu bilinen “antik kentlerin” ihya edilmesine kaynak bulamamasının ya da bulmamasının bir kez daha tanığı olmanın da burukluğunu üzerimden atamıyorum. Neredeyse her 200 km² ye bir antik kent düşen canım yurdumun bu varlığını tarihsel bilgiye, bilimsel veriye ve de turistik biriktirmeye dönüştürememiş olması kafaların ne ile meşgul olduğunun bir başka ifadesidir. Şüphesiz kolay değil, bir taraftan kendi yaratıp büyüttüğün problemlerle boğuşacaksın diğer taraftan da bu problemlerin uluslararası tsunamileri ile… Ve de beyt ül malı da yanlış insanlara teslim edeceksin… Vay ki vay…

Kalıntı ve buluntuların bu hali ve miktarı ile bile kente nasıl bir itina gösterildiğinin, nasıl bir kent kültürü oluşturulduğunun kanıtı iken kentin tamamına bir projeksiyon yapılabilmesi halinde ne muhteşem bir görüntü oluşabileceğinin hayali cihana bedeldir, misali. “Lüks ürünler pazarı” adı ile bir alanın olması ise çok enteresandır açıkçası, düşünün ki, çokça kullanılan bir kervan güzergahı üstünde değilsiniz, görece çok büyük bir nüfusa sahip değilsiniz, adından fazlaca söz ettirecek kadar zengin de değilsiniz.

Dönemin gerçekliği olmakla birlikte, her antik kente yaşadığım, “kim bilir kaç köle bu uğurda can vermiştir” ve “bu kadar mermer nereden ve nasıl taşınmış ve işlenmiştir ve bu uğurda ne kadar insan ve hayvan kaybı yaşanmıştır” sorularının bende yarattığı duygusallığın zihni yorgunluğunu ve yürek daralmasını daima hissederim. Burada ayrıca görkemli dağın yamacına kurulmuş ve nüfusu mezkûr rakamlara ulaşmış bir kentin gıda ve giyim ihtiyacı nasıl karşılanmıştır sorusu önem arz ediyor. Çok muhtemel ki “yazı”da tarım, bayırda hayvancılık yapılmış ama her halinden korunma ihtiyacının kuruluş yeri seçimine istinaden yüksek olduğu var sayılarak, tarımın kendisi ve hasadı arasındaki sürede gıda ve hayvancılık güvenliği nasıl sağlanmıştır ve bu uğurda ne kadar güvenlik görevlisi bulunmuştur, vs vs. Hülasa nüfusun ne kadarı köle rejimine tabi ne kadarı asker rejimine tabi, enteresan düşünceler şekilleniyor insanın kafasında. Her şeye rağmen kentin terk edilmesinde ya da sönmesinde ya da yok oluşunda mezkûr etmenler dışında doğanın gazabı etkili oluyor ve bir depremle yerle bir oluyor ne yazık ki ve hala insanoğlunun ders almaması nedeni ile hala kentlerini depremlerle kaybetmeleri gibi.

Ağlasun deyince de büyük şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Ağlasun Ay Şafağı” adını verdiği şiir kitabı hemen akla gelir, bizim kuşak ve cenah için, Şair, eşinin memleketi olan Ağlasun’da bir dönem yaşar ve o dönem Sagalassos’u görür. Kentin harap ve bakımsız halini görünce, buradaki uygarlık ve insanlığın binlerce yıllık birikiminin yok olması karşısında mezkûr kitapta yer alan “nehir” başlıklı ve duygularını tarihsel süreç içine yerleştiren bir şiir yazar.

Damlanın damlayı itişidir bu

Dalganın dalgaya bindirişidir

Ellerim Lagaş’tan

Hattuşaş’tan geliyor

Sesim benim

Gılgamış’tan

Homeros’tan

Dede korkut’tan

Ateşte ölmeyenim ben

Suda boğulmayanım

Ellerimde döndü dünyanın ilk tekerleği

Ilk ateşti ilk sözüm, şu ellerimdi

Mavi gök tanığımdır

Yağız yer tanığımdır

Altuni güneş tanığımdır ki

Dünyada ilk ben sevdim barışı

Atları nehirleri

Kızarmış ekinleri

Ormanlı baharları

Sever gibi sevdim

Ilk ben barışı

Yüzümde binlerce yıllık göçün

O evrensel çizgileri

Dünyada ilk ben sevdim kavgayı

Barışa varmak için

 


Cuma, Temmuz 17, 2020

ÇEŞME’NİN GEORGE BEST’İ; KURUPA MEHMET

“Çok fazla param var ve ben paramı alkole, kuşlara ve hızlı arabalara harcıyorum, geriye kalanı da saçıp savuruyorum” diyor, geçen yüzyıla damga vuran futbolculardan birisi olarak George Best. Sadece bu manada değerlendirme yapılıp, George Best deyip geçilebilecek birisi değildir çünkü futbol yetenek ve zekasını izah için tribünlerde her zaman açılan bir pankart ile taraftarlar ittifakla “Maradona Good, Pele Better, George Best” şeklinde görüş bildirmişlerdir. Şüphesiz bu görüşe katılmayanlar da vardır ve olacaktır. “Futbol zekâsı” ve futbol oynama becerisi ve de özellikle dripling ve çalım atmadaki yüksek başarısı konusunda gelmiş geçmiş tüm otoritelerden sürekli tam puan almış olup bu meziyetleri ile de taraftarların gözünde ve gönlünde taht kurmuştur. Lakin bu kadar yüksek meziyet ve beceri sahibi olan bir insanın bir o kadar da futbol disiplininden uzak olması nasıl izah edilir bilemiyorum açıkçası. Gerçi Best’in futbolculuğunu canlı seyretme şansına hiç sahip olamadım çünkü çocukluk dönemime denk gelmiş ve futbolsever bir çocuk olsam bile devir itibari ile Tv yayını henüz başlamamış sadece kısa filmler halinde sinemalarda o da çok önemli maçlardan ve önem atfedilen kişilere yönelik fragman tadında gösterimlerden bilirim kendisini. Lakin dönemin en önemli     belki de yegâne futbol dergisi “Türkspor”dan (adı başka olabilir ama ben böyle hatırlıyorum) satın al(a)mamak ve sadece gazeteci de göz geçirmek kaydı ile uzaktaki futbola bile ilgim bir hayli yüksekti, hala da öyledir. Şimdilerde ise her futbolcunun sayısız tanıtım ya da hatırla(t)ma filmleri mevcuttur, başta “youtube” olmak üzere sosyal medyanın bir dolu mecrasında. Best anlat anlat bitmez kabilinden biri olup bir tarafı ile futbolculuğu bir tarafı ile de özel yaşantısı ve dahi oradaki disiplinsizliği üzerine. Kendi ağzından özel hayatı ile ilgili, “1969'da içkiyi ve kadınları bıraktım. Hayatımda geçirdiğim en berbat 20 dakikaydı” demiş olması hayata bakışı üstüne bir tespittir. “Eğer çirkin olsaydım kimse Pele ve Maradona’yı hatırlamazdı” diyerek futbolla ilişkisini delillendirmesinin yanında unutulmaz Fransız Futbolcu Eric Cantona’nın “cennetteki ilk antrenmanında sağ açığa geçip, sol bekteki tanrının başını döndürmüştür. Bana takımında yer ayırmasını çok isterim” demesi ile durumu taçlandırması asla ve kat’a unutulamaz. Sıradışı yeteneği ve devrinde gündemden hiçbir türlü düşmeyen yani sıradışı özel hayatıyla George Best, 1968 de Avrupa’da yılın futbolcusu ödülünü alır ama ne yazık ki bu disiplin sürmez. Oysa; futbolun ordinaryüsü sayılan Sir Alex Ferguson “Best, tartışmasız futbolumuzun ürettiği gelmiş, geçmiş ve gelecek en yetenekli futbolcuydu” diyerek unutulmazlar tahtına oturtur kendisini, diğer taraftan da ünlü İskoçyalı futbolcu Gordon Mcqueen “Futbol oynamıyordu, şiir yazıyordu ve bizlerde dinlerken kendimizden geçiyorduk” sözleriyle Best’e hayranlığını ifade edecekti. Ama ne yazık ki Best’in tek aşkı futbol değildi...

 

Futbol aynı yıllarda ülkemizde de çok sevilir, futbolcular yakından takip edilir ve hatta sohbetlerde de yeterince şöhret olamamış futbolcular şöhret olmuşlara benzerlikleri ile eşleştirilip şöhretlerin isimleri eşleştirilenlere lakap olarak verilirdi, gerçi şimdilerde de sürer bu gelenek… Kimisi top oynama becerisi kimisi de özel hayatları ile eşleştirildi ama mutlaka bir benzerlik bulunurdu. Diğer taraftan Çeşme mezkûr yıllarda çok önemli futbolcular yetiştirmiştir ne yazık ki bunların çok azı ulusal düzeyde şöhreti yakalayabilmişlerdir. Örneğin, Altay’lı Mustafa Denizli, Adanaspor ve Malatyaspor’lu Malik Gençalp, Bolusporlu Süleyman Kocakara, Tirespor’lu Şerif Gün, Altınordu’lu Mehmet Ergin bunların en tanınırları olmuştur. Bir de futbol becerileri ve zekâları ile şöhret olma şansını yakalayıp da özel hayat tercihleri ya da futbol talihsizlikleri ve sakatlıklar nedeniyle daha yolun başında iken futboldan kopanlar olmuştur. Çeşmespor’un o yıllarından buna uygun onlarca futbolcu sayılabilir, Çoşkun Kalkan, Hasan Soma, Mehmet Erküçük ve Ergun Mütevellioğlu bunların en önde gelen temsilcileridir. Hele bir Mehmet Erküçük efsanesi ile tanıştı ki Çeşme, futbol talihsizliği olmasa belki de şu anda adı Metin Oktay gibi altın harflerle yazılacaktı bir yerlerde. Deyim yerinde ise “leblebi gibi gol atardı” Mehmet Erküçük…

 

Evet fazla uzatmadan başlıkta takdim ettiğim Mehmet Çağlayık’a, nam-ı diğer Kurupa Mehmet ve de Çeşme’de futbolculuğu ve hayatının bir parçası ile eşleştirilen “Çeşme’nin George Best’i”ne gelelim. Gerçekten hatırlayanlar olacaktır, Mehmet Çağlayık Çeşmemizin George Best’i olarak bilindi, söylendi ve tarihe öyle yazıldı, en azından biz bilenler nezdinde. Futbolculuğu ne yazık ki çok kısa sürdü lakin onun kısa futbolculuğunun yegâne nedeni aşırı duygusal olması idi ve ne yazık ki futbolda bu boyutta bir duygusallığa yer yoktur, olamadı da. Futbol oynama becerisi, futbol zekâsı, bir ceylan edası ile koşması, koşarken saçlarını bir aslan yelesi gibi sallaması, orta sahada başlayan oyunculuğunu daha geriye çekilerek devam ettirmiş ve de futbolun gerektirdiği kadar sert ve şairimsi yumuşaklığı ve duygusallığı yeni mevkiinde yakaladığı başarıya karşın yeterince uzun sürmemiştir. Maalesef ömrü de futbolculuğu kadar uzun olamamıştır, yakınlarda kaybettik kendisini ve bu vesile ile “Çeşme’nin George Best’i Mehmet’i” yıldızlara uğurlamış iken, sevenlerine, dostlarına, arkadaşlarına ve yakınlarına bir kez daha baş sağlığı ve sabırlar diliyorum. Onu her zamanki sakinliği ile ama kendisini anlamayan attığı pası değerlendiremeyen arkadaşlarına ellerini beline kayarak söylenerek eleştirme sahnesi ile hep hatırlayacağız. Attığı pası anlamayan, anlayamayan, topa koşmayan, pası değerlendirmeyen hemen herkese kızar ve söylenirdi, harika paslar atar ve bu harika pasların harika değerlendirilmesini beklerdi takım arkadaşlarından gerçi nihayetinde bir oyun ve amatörce yapılırdı o kadar amatördü ki herkes kendi formasını evde yıkar gelirdi. Duygusallığı inanılmazdır, Mehmet’in. Favoridir galip gelir ağlar, mağlup olur ağlar, sürekli bir duygu patlaması, bir Seferihisar maçında 3-0 mağlup iken maçın bitimine az kala oyuna giren Mehmet Erküçük’ün attığı 3 gol sonrası, Mehmet’in Mehmet’e sarılıp dakikalarca ağlaması hala hatıralardadır. Duygusallığını aşabilse idi muhtemelen o da futbol tarihindeki yerini layığı ile alacaktı. Saçlarını ki o dönem uzun saç moda olup kendisi de uzun saçlı idi bir sallayışı vardı tıpkı George Best, Best kadar uzun oynayamadı ama benzer kaderleri paylaştı dersek çok aykırı ve yanlış kelam etmiş olmayız. Çeşme’nin George Best’i Mehmet Çağlayık’ı bu vesile ile bir kez daha yad edip, nurlar içinde olmasını dilerken, “Hayatımda her şeye çalım attım ancak alkol hariç” diyerek ne yazık ki bu nedenle de hayata veda eden George Best’i de özlemle yad ediyorum.

 

Çok konuda kendisi ile aynı düşünmesem de, sosyal faaliyetlerine katılmış olmasam da, ömrünün son günlerinde sabah yürüyüşleri anında gazete satınalmadan sonraki ayaküstü de olsa 5 er dakikalık muhabbetlerimiz, birbirimize saygımızın, sevgimizin ve anlayışımızın adeta bir ifadesi idi. Ruhun şad olsun, Mehmet…


Cumartesi, Temmuz 11, 2020

ÇEŞME EŞEK ADASI

Eşek; insanoğlunun doğasından koparıp, haydi ehlileştirdiği diyerek durumun vahametini küçültelim, çok amaçlı olarak başta da tarım, taşıma gibi alanlarda kullanmaya başladığı yegâne hayvandır, bilindiği üzere. Tek başlarına üzerlerine konulan semerler vasıtası ile taşımacılıkta kullanıldıkları gibi, “arabaya koşularak” daha organize taşıyıcı rolü üstlenirken bazı yerlerde de nadiren “çift sürmede” kullanılırlar. Yani kolayca hayal edilebileceği üzere, “eşek gibi” her şeye koşturulurlar. Daha önce “eşek metaforuna katkılar” başlıklı yazımda “eşek” deyip burun kıvıranların birçoğunun “aslan” dediklerinde müthiş gururlandıklarını yazarak konuya girip, insanoğlunun çok geniş kullanımı olan atasözlerine ilham kaynağı olduğunu yazmıştım. “Eşek sudan gelene kadar dayak”, “acemi nalbant gâvur eşeğinde öğrenir”, “aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz”, “anasını eşek kovalasın!”, “eşeği kulaklarından, aptalı konuşmalarından anlarım”, “eğer üç kişi sizin eşek olduğunuzu söylüyorsa, bir semer kuşanın”, “geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” başta olmak üzere derin manalı onlarca atalar sözü yanında “eşek kadar adam oldun” diyerek çocuklarının büyümesini ve akıllı davranmasını kast ederek söyledikleri bir sözün olduğunu da unutmamak gerekir. Hülasa eşeklerin davranışları ve hafızaları üzerine yapılan uzun ve ciddi araştırmalar sonucunda, eşeklerin oldukça zeki, dikkatli, arkadaş canlısı, rol yapma kabiliyeti yüksek, duygusal ve öğrenmeye meraklı ve yatkın oldukları anlaşılmıştır. Peki bunun yanında insanoğlu mütenasip bir yaklaşım gösterir mi mezkûr hayvanlara, nerde… Bazen eşeklerin semerlerinden bile kıymetsiz olduklarına rastlıyoruz bazı aktarımlarda. 1914 – 1918 tarihlerinde Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın “Hatıralarım” adlı kitabında; “Rumlar Çeşme’yi terk ederlerken birlikte götürecekleri eşyalarını eşekleriyle deniz kenarına kadar götürüyorlar ve kayığa binerken de eşeğin semerini sırtından alıp semeri de birlikte kayığa aldıktan sonra eşeği başıboş bırakıveriyorlardı. Sokaklarda başıboş sahipsiz dolaşmaya başlayan bu eşekleri toplatarak kalenin burcu altındaki muhafazalı bir avluya hapsettirmiştim. Fakat yüzlerce eşeğin bir araya gelmesi onları huysuzlaştırdığından vaveylalarından o civarda durulmaz olmuştu.” denilerek terk edilmiş eşek sayısının ne kadar fazla olduğunun altını çizmiştir. Demek ki zor durumda ilk terk edilecek hayvan “eşek” oluyormuş. Peki halen Anadolu’da bu terk edilme devam ediyor mu? Evet ne yazık ki, hayvanseverlik payesi tahtında kedisini, köpeğini çok seven halkımız eşeğini kışın bakım masrafı ağır geldiğinden doğaya terk ediyor. Gerçi bu terk edilişin tarihsel kökenleri de vardır, deyim yerinde ise “ekonomik ömrü” dolan at ve eşek gibi hayvanların doğaya serbest bırakılması bir gelenektir. Bu gelenek ağırlıklı olarak bakım masraflarından yırtmak içindir çünkü necip milletimizin ahde vefası ve kadirşinaslığı böyle tecelli etmektedir, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek vukuat-ı adiyedendir ne de olsa. Tam da bu nedenle kullanılan çok güzel bir sözcük vardır; “yılkı”, bir anlamı da at ya da eşek sürüsü olsa da esasen çalışma ve faydalı olma ömrünü tamamlamış hayvanın doğaya salıverilmesidir. Sahibinin, bakım masrafından kaçınmak bazen de elde olmayan nedenlerle, kudret ve güç yetmediğinden sadece kış aylarında doğada kaderine terk edip, yaz aylarında ihtiyaca binaen tekrar sahiplenilen, tabii ki şansı yaver gider de kurda kuşa yem olmadan sağ salim kışı atlatabilen ve bulunabilenler ya da geri dönebilenler için, bu durum geçerlidir. Canım yurdumda bu uygulamanın istisnasını bir zamanlar, İzmir ve Mardin Belediyeleri gerçekleştirmiş idi, hani araç giremeyen sokakların atıklarını toplamak için çalıştırılan eşekler kullanılır idi ya, çalışma gücü kalmayanlara emeklilik gibi bir uygulama başlatmışlardı. Ne kadar da duygusal ve ahlaki bir uygulamadı idi, insani diyemiyorum, malum nedenlerden ötürü.   

Neyse; biz başlığımıza doğru girizgaha devam edelim. Çeşme geçen yüzyılın başında olduğu gibi yüzyılın ortalarından itibaren benim de tanıklığımda küçük çiftçiliğin gereği olarak hemen hemen her evde bir eşeğin bulunduğu bir dönem yaşamıştır. Hatta 70 li yıllarda; Güzel Çeşme gerçek manada yabancı turistlerin tercih ettiği bir destinasyon idi ve o yıllarda şimdi “Eski Çeşme Harabelerini” gezmek için eşekli turlar düzenleniyordu. O yıllarda Çeşmespor’un kaleciliğini gayet başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş ve şimdilerde İsveç’te yaşayan Arap Ekrem (Ekrem Çimen) gerek kendisinin gerekse de komşularından aldığı eşekler ile konvoy oluşturup “Eski Çeşme” gezisine çıkarır idi  turistleri. Enteresan bir aktivite oluşturmasının yanında ulaşım sorunu olan bu yere, turist taşımanın egzotik ve otantik ama çok eğlenceli bir yolunu da bulmuştu kendince.

Ege adaları içinde hemen hemen her ilçeye yakın bir eşek adası da vardır ve her birinin haritalarda yeri olsa da olmasa da bir gerçek ve kayıtsal adı vardır ama yerelde “yılkı eşekleri” için kullanılmasından ötürü de yaygın biçimde “eşek adası” olarak bilinirler. Bizim Çeşme’nin de böyle bir adası vardır ve gerçek adı “Kara Ada”dır. Bu ada yaklaşık 6,5 dekar büyüklüğünde olup doğal hayatın bulunduğu her yerde örneklerine rastlanılacak her türlü yaban hayvanını barındırır. Buraya eşek adası adının verilmesinin gerekçesi ise yılkı eşeklerinin buraya getirilip bırakılmasıdır. Atalarımız şimdilerde olduğu üzere kış ayları yılkı oluşturmazlar, emeklilikte dingin ve vasat yer önemlidir onlar için, eşekleri adına. Şimdilerde bakıyorum bazı uyanıklar uzun etaplı planlarına ve hesaplarına müteallik, yok “burada eşekler yiyeceksiz kalıyor, susuz kalıyor” iddiaları çerçevesinde adanın kullanım amacını çaktırmadan değiştiriyor. Sanki sadece kendileri hayvansever, doğasever kasınmalı edalarıyla uzun vadeli planlar ya da hayaller kuruyorlar, en azından görünen o. Sanki atalarımız, konu hayvan defetmek olduğu halde çok daha yakın adalar olmasına rağmen bu görece uzaktaki adayı mazoşistliklerinden seçmişler, ya bırakın Allahaşkına, bu suyu yoktur, otu yoktur iddialarını. Orada Ege’de yaşayan her türlü hayvanın ve bitkinin örneklerine denk gelmek her daim mümkündür. Atalarımız onları meşakkatli bir yolculuk ile oraya emeklilik hayatlarını geçirmeleri için bırakır iken bugünkünden daha “hayvani” ama daha sevecen bir ortam olduğu için tercih etmişlerdir. Yazının eki olan fotoğraftaki görünenler artık ne yazık ki yoktur, ve artık eşekler alçak akımlı elektrikli teller arkasındadır. Aaaaaaa, sonraları “hayvansever” görünümlü abilerimiz hayvanları kafeslere tıkıp insanlara para karşılığı gösterme maksadı ile hayvanat bahçeleri tanzim edince de, yırtıcı hayvanların besin ihtiyacı için ne yazık ki bu eşek adaları ilk akla gelen yerler olmuştur. Gerçi ahlakı yüksek kişilerce sucuk imalatı için de hedef oldukları ve ne yazık ki bunun bir hayli yaygın olduğunu da günlük basına yansımalardan anlamaktayız.

Karakaçanlara, daha insanilik, daha hayvanseverlik adına yapılanlara bakınca insanın yüreği burkuluyor. Uyuz eşek derler ama kutsal olduğu söylenen develerin kervanına rehberlik, önderlik eden bu hayvanata biraz daha saygı…

 


Pazartesi, Temmuz 06, 2020

CAVİT KÜRNEK

“Yalnız isem çok yaşamayı neyleyeyim, maksat dostlar, sevenler ve kadirşinas insanlar ile çok yaşamak olmalıdır” ilkesi ile dolu dolu bir ömür geçiren, tam teşekküllü bir sanatçıdan söz etmek istiyorum bu yazımda. Cavit Kürnek olarak bilinir ama tam ismi İsmail Cavit Kürnek’tir. Hikayeci, Romancı ve Fotoğraf sanatçısıdır.  Hele foto-röportaj tarzı çalışmaları hayatın dinamiklerini yansıtması açısından gerek camianın içinden gerekse de dışından ilgili insanların takdirini her daim kazanmıştır. Yerelde nerede kültürel ve sanatsal bir faaliyet varsa içinde olmaya özen göstermiş birisi olarakta “Çeşme Kültür ve Sanat Derneği” içinde Türk Sanat Müziği Korosu’nun kurucusu olarak bilinmektedir.

Hikayeci, romancı, şair ve fotoğraf sanatçısı Cavit Kürnek, duyarlılıkları ve tercihleri neticesinde görece daha iyi, daha dingin ve daha müreffeh bir hayat yerine daha sorumlu, daha duyarlı ve daha faydalı bir insan olmayı tercih etmiştir. Karaburun kökenli olarak bilinmesine rağmen uzun yıllarını Çeşme’de geçirmiş ve bu nedenle de Çeşmeli sanatçı olarak bilinmiştir. 

Kitaplarının kendisi için yazılmış takdim ve tanıtım bölümünde; “Kıbrıslı Salih Suphi Bey ile Sakızlı Leyla Hicran Hanım’ın çocukları olarak, 14 Nisan 1933 tarihinde İzmir’de doğdu. Gümrük Muhafaza Memuru olarak babasının görevi gereği, 1936 yılında İzmir’in öksüz ilçesi Karaburun’a gitti. İzmir’e karayolu bile olmayan bu cennette tam 10 yıl yaşadı. Kız kardeşleri Cavidan ve İmren burada doğdu. Karaburun’da gerekli eğitim kurumlarının olmaması nedeniyle, 1946 yılında yeniden İzmir’e döndü. Orta öğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra, bir süre Ankara Kırıkkale’de teknik eğitim aldı. İklim koşulları nedeniyle hastalanıp, okuldan çıkarıldı. Askerlik görevinden sonra, İzmir’in en büyük basımevlerinden birinde çalışmaya başladı. Mesleği kısa zamanda kavrayıp ustalaştı. Durmadan okuyor, sinemaya, tiyatro gösterilerine gidiyordu.” diye yazılmıştır, hayatını ve uğraşılarını özetlemek adına.

Dünyaya ve yönetimlere ve de yönetenlere mesafeli ve eleştirel bir yaklaşım gösterme tercihi kendisini giderek muhalif biri haline getirir. Basın-yayın ve matbaacılık dünyasında yer alırken, sendikacılık görevi üstlenmekten de geri durmaz. Basın-iş sendikası İzmir Şube Başkanlığı görevini üstlenir, bu nedenle de başı sürekli olarak ağrır, ilkini yazdığı bir öykü nedeniyle geçirdiği sorgulamalar giderek artar ve ağırlaşır ve nihayetinde Canım Yurdumu dizlerinin üstüne çökertme operasyonu olan 12 Eylül Darbesinin kadrine de uğrar, mapushane ile tanışır.

16 yaşında iken bir arkadaşının fotoğraf makinesi ile başlayan fotoğrafçılık hayatı, İzmir’in ilk renkli fotoğraf laboratuvarını kurmayla devam ederken, çeşitli defalar çektiği fotoğraflardan oluşan “fotoğraf sergileri” düzenler. Çektiği fotoğraflardan kartpostallar üretilir, vs vs.

“Sardunyanın adı Maria” adlı kitabında; “Annem Leyla Hicran Hanım ve aile bireyleri, 1923 yılında Sakız Adası’ndan göç etmek zorunda kaldıkları zaman, mübadele gereği bu ev ve tarla verilmiş onlara. Aile kim? Anneannem Sakızlı Terzi Fatma Hanım, dayılarım Tenekeci Harun ile Mehmet, teyzem Hatice ve annem Leyla Hicran!” diyerek Çeşme’nin köklü ailelerinden olduğunun bağlarını da sıralar iken geçen yüzyılın başında yaşanan ve çok zorlu geçen mübadele bilgileri de aktarmaktadır.

Edebiyat dünyamıza kazandırdığı; “İnce Çimene Su- Öykü”, “Sardunyanın adı Maria – yaşam öykü”, “İzmir’in İnce Gülü – Roman”, “Dalgaları Saymak – Roman”, “Eşek ile Zeytin Ağacı – öykü”, kitapları ile okuyucuların dikkatini çekmiştir. Öykülerinde tasarlanmışlıktan ve kurgudan ziyade, sosyal hayatın ve doğanın gözlemi ile yaşanmışlıkların ve tanıklıkların aktarılmasına özen göstermiştir. Seyrekte olsa öykülerinde efsanelere yer vermiştir, örneğin “Sardunyanın Adı Maria” adlı kitabındaki “Tanrının gözyaşları” başlıklı olanında, bir nergis çiçeği diyarı olan Karaburun’da küçük küçük gölleri ile nergis ve efsanelerin bir karışımı vardır. “Kiralık Duvak” başlıklı ilk şiiri Ege Ekspres gazetesinde, diğerleri ise çeşitli zamanlarda Varlık, Dost, Evrim, Dönemeç ve Menteşe dergilerinde yer almıştır.

Vefatından önce imzalayıp verdiği “İzmir’in İnce Gülü” adlı kitabındaki tanıtım bölümünü aynen aktarmak istiyorum ki, bağlılık, duygu derinliği çok daha iyi anlaşılsın.

“Kordonboyu'nda atlı tramvaya binişimiz, kıyıdaki bir restoranda yediğimiz öğle yemeği, sonra çok süslü ve çın çın öten faytonla İzmir sefası!

'İzmir çok güzel!' diye bağırıyor, oturduğum yerde duramıyordum. 'Hep burada yaşamak isterdim!'

'Bağırma!' diyor Aleksi, 'seni duyabiliyorum!'

Bu sefer kulağına ağzımı dayıyor ve sessizce mırıldanıyorum:

'Seni çok seviyorum!'

Tam duyamıyor, tekrarlamamı istiyordu. Ben de olanca sesimle haykırıyordum:

'Seni seviyorum!'

(…..)

İzmir!

Mavi Ayaklı Güvercin!

Ne zaman İzmir'i betimlemeye kalksam, hep kuşa benzetirim! Rengi hep beyazdır ve bir damla yaş gizlenir gözünde!

İzmir'e aşık mıyım? İnsan bir kente âşık olabilir mi? Yani taşa toprağa ağaca, caddelere evlere, sarı otobüslere faytonlara, eskilerde de kalsa çın çın ve şiirsel sesli tramvaylara?

Yine de bir şehre tutulmanın ağaçla, denizle ve mavi bir gölgeyle olacağını sanmıyorum! Beni İzmir'e sırılsıklam tutkun edenin mahallemizde açan ve kokusuyla burun direğimi kıran bir yasemin olduğunu neden yadsıyayım? Gözleri bol kirpikliydi ve gövdesi sedef kakmalı bir udu andırıyordu.”

Bir “Panait Istrati” hayranı olduğunu kütüphanesini elden geçirirken anladım ve ayrıca Kürnek’in başarılı bir öykücü olmasında ciddi manada katkısının olduğu da gayet anlaşılır durumdadır.

Çeşme’nin sevilen insanı, fotoğraf sanatçısı, hikayeci, şair ve romancısı Cavit Kürnek, 86 yaşında 21.02.2019 yılında hayata veda eder. Geride birçok eser bırakır, bunlardan biri de değerli kütüphanesidir. Yeğeni Arda Gönül, Dayısının bu hazinesinin bir bölümünü tarafıma hediye etmiştir. Cavit Kürnek’in direk kendisine elden, mesaj ve posta yolu ile özel not ya da mesaj düşülerek hediye edilmiş, verilmiş ya da gönderilmiş olan manevi değeri çok yüksek olanlar hariç diğer kitapların genel edinebilme ve bulunabilme konusunda sıkıntı yaşanmayan bu bölümünün hediye edilecek gerek kamu gerekse de özel adaylar arasından tarafımın teveccühü büyük bir onur olup manevi değeri çok yüksek bu kitap hazinesine sahip olmanın büyük mutluluğunu yaşamaktayım. Mezkûr kitaplara Cavit Kürnek adına gözüm gibi bakıp kollayacağım ve de şüphesiz ki Canım Yurdumun bilgi birikimine ve hatıra ile hafızasına katkıya her zaman devam edeceklerdir.