Evet, geçen haftadan devam edelim… Olcay Bayram ile Arjantin’de yaşanan bu insanlık dışı olayların bir de Avrupa yansımasına bakalım dedik… Hani; “Herkes sessiz kaldığında çığlık atmak bir onurdu” diyordu, ya, Buenos Aires Herald Gazetesi editörü… Peki sessiz kalanlara kimler dahildi, sessiz kalarak ve hatta sessiz kalmanın yanında faaliyette bulunarak yaşananları olumlayan, beğenen ve destekleyenler var mı idi? Evet, ne yazık ki bugün tüm dünyaya parmak sallayarak, “demokrasi” ve “hukuk” dersi vermeye kalkanlar bu ayıbın tam kucağındadırlar… Ama kesinlikle bilinmeli ki, bugün “biz gelişmiş ülkeleriz” diyerek kasım kasım kasılan ülkelerin neredeyse tamamı, yönetim olarak bu işin içindedir… Mesela, Hollanda kraliyet ailesine, şöyle bulabildiğimiz bilgiler ışığında hızlıca bakalım, neler olmuş neler…
1976 ile 1983 yılları arasında; ABD destekli Arjantin Faşist diktatörlüğü, ülkeyi adeta açık bir cezaevine çevirir ve esas hedef olan muhalifleri de bu cezaevinin hücrelerinde tenkil eder… Daha da tehlikeli diye not düşülenler ise, “kanıt yoksa suç ta yoktur” öngörüsü mucibince “ölüm uçuşları” ile dolduruldukları uçaklardan Atlantik Okyanusuna atarak bertaraf edilmektedirler. Ülke adeta bir infaz ve tenkil alanına dönüşmüş lakin uluslararası sermaye ise bizim baş eczacı’nın deyimi ile “rejim ile hiç ilgili değil” onlar sadece çıkarlarına bakıyorlar… 30.000 (yazı ile de otuz bin muhalif katledilmiş) onların umurunda mı, zinhar…
İşte bu vaziyet ve şeraitte, askeri faşist hükümette görev alan bakanlardan birisi de tarım ve hayvancılık bakanı; Jorge Zorreguieta’dır. Muhterem, önemli bir adammış ki bunu sonradan anlıyoruz ve sizlerle de paylaşacağız. Bakanlığa bağlı INTA’nın (Milli Tarım Teknolojileri Enstitüsü) bir işkence ve yok etme istasyonu olmasının önünü açar mezkur bakan, şüphesiz ve tabii ki de öncelikle ağırlıkla kurumun kendisini temizlemek gerekir muhaliflerden, Muhterem de öyle yapar… Önce içeriyi temizler sonra da dışarıdakileri burada temizlemeye girişir… Hayli de başarılıdır… O kadar başarılıdır ki, beynelmilel irtibat ve iltisakları zamanı gelince istifa etmesini kulağına sufle ederler, çünkü görev tamamlanmıştır… Hemen araya küçücük bir bilgi girelim, 12 Eylül’de bizim darbecilerin de Et ve Balık Kurumu tesislerini bu amaca matuf üs haline getirdikleri çok söylenmişti. Beynelmilel meşruiyet adına içeride faşist darbecilerinde hesabı görülecektir. Uyduruk bir kahramanlık destanı yaratma peşindeki diktatörlük, kulaklara sufle edilen buram buram provokasyon kokmasına rağmen Falkland Adaları macerasına girişir… Ve haliyle savaş kaybedilir, hem de yaklaşık 15.000 km öteden gelen emperyal gücün liderlerinden İngiltere’ye… Dedik ya, beynelmilel meşruiyet arayışı, “anne cici, baba kaka” oyunu mucibince, Arjantin’in başından darbecilerin uzaklaştırılmasına karar verilir ve sözde yargılanırlar, vs vs… Bilin bakalım, kim vareste tutulur, tabii ki tarım ve hayvancılık bakanı, ; Jorge Zorreguieta…
Evet; Jorge Zorreguieta’nın bir kızı, Máxima Zorreguieta Cerruti adında
olanı, 1999’da İspanya’da “Bahar Festivalinde” Hollanda Kraliyet
ailesinden Prens Alexander ile tanışır… Hollanda Kraliyet varisi Prens Willem-Alexander, yatırım uzmanı bu kıza âşık olur, gel zaman git
zaman, Hollanda Parlamentosunda ciddi tartışmalara ve soruşturmalara sebep olsa
da, nihayetinde evlenirler… Şüphesiz ki bu kabil bir karar ilgili kişileri
ilgilendirir… Gönül işidir bu, karışılmaz, ota da boka da konar… Hem baba bir
faşist katil ise bunda kızının ne günahı olabilir, değil mi? Lakin burada tuhaf
ve üzerinde durulması gereken işler olur, mesela Parlamento’daki bir araştırma
kuruluna mezkûr bakan “Arjantin’de olan bitenden yani bu toplu katliamlardan
haberinin olmadığını beyan eder”, işte bu öncelikle inanılmayacak ve de bu
kabil bir cevap ile örtülme çabası olan şeyler var kuşkusu doğurur… Peki;
sadece bu olsa, inanmaz mıyız? Hem de bal gibi… Lakin Hollanda Kraliyet
ailesinin geçmişine hızlı bir göz atılınca da, bu kabil kirli işlere, duygusal
ve gönüllü bir eğilim geçmişi olduğunu hemen anlıyoruz… Yıl 1966, Hollanda’da
Nazi işgali üzerinden henüz 20 yıl geçmiş, Hollanda Prensesi Beatrix
uzaktan akrabası Claus von Amsberg’e abayı yakar, lakin Claus Von
Amsberg’in siciline düşülen not çok enteresandır, çünkü o bir nazidir, o bir
faşisttir, nazi gençlik kolları (Hitler-Jugend) eski üyesi olup ve Hitler
döneminde Alman ordusunda görev almış bir askerdir. Kraliçenin bu tercihi başta
Hollanda parlamentosu olmak üzere halk arasında da çok tepki çeker. Oluşan tün
tepkilere ve itirazlara rağmen bu makus evlilik gerçekleşir. Tepkiler düğün
törenine sis ve ses bombası atılmasına kadar varan boyuttadır ve ciddi sokak
gösterilerine sebep olmuştur, ölümlerin ve çok sayıda yaralanmaların da olduğu
söylenir. Şüphesiz ne olursa olsun Kraliçe’nin kişisel tercihidir bu, gönlü
güle konamamış, ne yapsın… Kişisel tercihinin arkasında ne kadar durabilmiş,
evlilik makamı dışındaki tüm mekân ve makamlarını değiştirmiştir, işte bu bile
nasıl bir yanlış yaptım psikolojisidir, varın anlayın siz gari… Sonuçta Amsterdam
taht için mekan değildir gariii, o bile terk edilmiştir… Yani aileye yeni
katılımlarda faşist tercihi 1 kere olsa tesadüfi bir aşk hikayesi deyip
geçeceğiz lakin ünlü atasözümüzü hatırlamaktan geri duramıyoruz… “Hacı hacıyı
Mekke’de, hoca hocayı tekkede bulur” deriz ya, tam da o, hangi mahallede ve ne
tür arayışlar içinde isek onu buluyoruz hatta ona layıkız… Peki, bu konu ile
ilgili ciddi yayınlar ve kaynak bulunuyor mu, zinhar, çünkü bu da Hollanda’nın
haydi karartılmış demeyelim ama olabildiğince loş ışıkta bırakılmış tarihidir… Haaa,
bana sorarsanız, sürpriz mi tüm olanlar, şüphesiz hayır, kendilerince “altın
çağ” diye tanımlanan dönemde, Afrika’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden,
Senegal’e, Güney Amerika’da, Surinam’dan, Brezilya’nın kıyı bölgelerine, Asya’da,
Endonezya’dan, Vietnam’a kadar hakim olan Hollanda, dönem itibari ile
Avrupa’nın İspanya ve Portekiz’den sonra en önemli sömürge imparatorluğudur. Hal
böyle olunca da evlilik tercihleri de bu şanlı geçmişe mütenasip olmalıdır…