Pazar, Mayıs 16, 2021

OKYANUSTAN GELEN CESETLERE AVRUPA İLE MEŞRUİYET

Evet, geçen haftadan devam edelim… Olcay Bayram ile Arjantin’de yaşanan bu insanlık dışı olayların bir de Avrupa yansımasına bakalım dedik… Hani; “Herkes sessiz kaldığında çığlık atmak bir onurdu” diyordu, ya, Buenos Aires Herald Gazetesi editörü… Peki sessiz kalanlara kimler dahildi, sessiz kalarak ve hatta sessiz kalmanın yanında faaliyette bulunarak yaşananları olumlayan, beğenen ve destekleyenler var mı idi? Evet, ne yazık ki bugün tüm dünyaya parmak sallayarak, “demokrasi” ve “hukuk” dersi vermeye kalkanlar bu ayıbın tam kucağındadırlar… Ama kesinlikle bilinmeli ki, bugün “biz gelişmiş ülkeleriz” diyerek kasım kasım kasılan ülkelerin neredeyse tamamı, yönetim olarak bu işin içindedir… Mesela, Hollanda kraliyet ailesine, şöyle bulabildiğimiz bilgiler ışığında hızlıca bakalım, neler olmuş neler…

1976 ile 1983 yılları arasında; ABD destekli Arjantin Faşist diktatörlüğü, ülkeyi adeta açık bir cezaevine çevirir ve esas hedef olan muhalifleri de bu cezaevinin hücrelerinde tenkil eder… Daha da tehlikeli diye not düşülenler ise, “kanıt yoksa suç ta yoktur” öngörüsü mucibince “ölüm uçuşları” ile dolduruldukları uçaklardan Atlantik Okyanusuna atarak bertaraf edilmektedirler. Ülke adeta bir infaz ve tenkil alanına dönüşmüş lakin uluslararası sermaye ise bizim baş eczacı’nın deyimi ile “rejim ile hiç ilgili değil” onlar sadece çıkarlarına bakıyorlar… 30.000 (yazı ile de otuz bin muhalif katledilmiş) onların umurunda mı, zinhar…

İşte bu vaziyet ve şeraitte, askeri faşist hükümette görev alan bakanlardan birisi de tarım ve hayvancılık bakanı; Jorge Zorreguieta’dır. Muhterem, önemli bir adammış ki bunu sonradan anlıyoruz ve sizlerle de paylaşacağız. Bakanlığa bağlı INTA’nın (Milli Tarım Teknolojileri Enstitüsü) bir işkence ve yok etme istasyonu olmasının önünü açar mezkur bakan, şüphesiz ve tabii ki de öncelikle ağırlıkla kurumun kendisini temizlemek gerekir muhaliflerden, Muhterem de öyle yapar… Önce içeriyi temizler sonra da dışarıdakileri burada temizlemeye girişir… Hayli de başarılıdır… O kadar başarılıdır ki, beynelmilel irtibat ve iltisakları zamanı gelince istifa etmesini kulağına sufle ederler, çünkü görev tamamlanmıştır… Hemen araya küçücük bir bilgi girelim, 12 Eylül’de bizim darbecilerin de Et ve Balık Kurumu tesislerini bu amaca matuf üs haline getirdikleri çok söylenmişti. Beynelmilel meşruiyet adına içeride faşist darbecilerinde hesabı görülecektir. Uyduruk bir kahramanlık destanı yaratma peşindeki diktatörlük, kulaklara sufle edilen buram buram provokasyon kokmasına rağmen Falkland Adaları macerasına girişir… Ve haliyle savaş kaybedilir, hem de yaklaşık 15.000 km öteden gelen emperyal gücün liderlerinden İngiltere’ye… Dedik ya, beynelmilel meşruiyet arayışı, “anne cici, baba kaka” oyunu mucibince, Arjantin’in başından darbecilerin uzaklaştırılmasına karar verilir ve sözde yargılanırlar, vs vs… Bilin bakalım, kim vareste tutulur, tabii ki tarım ve hayvancılık bakanı, ; Jorge Zorreguieta

Evet; Jorge Zorreguieta’nın bir kızı, Máxima Zorreguieta Cerruti adında olanı, 1999’da İspanya’da “Bahar Festivalinde” Hollanda Kraliyet ailesinden Prens Alexander ile tanışır… Hollanda Kraliyet varisi Prens Willem-Alexander, yatırım uzmanı bu kıza âşık olur, gel zaman git zaman, Hollanda Parlamentosunda ciddi tartışmalara ve soruşturmalara sebep olsa da, nihayetinde evlenirler… Şüphesiz ki bu kabil bir karar ilgili kişileri ilgilendirir… Gönül işidir bu, karışılmaz, ota da boka da konar… Hem baba bir faşist katil ise bunda kızının ne günahı olabilir, değil mi? Lakin burada tuhaf ve üzerinde durulması gereken işler olur, mesela Parlamento’daki bir araştırma kuruluna mezkûr bakan “Arjantin’de olan bitenden yani bu toplu katliamlardan haberinin olmadığını beyan eder”, işte bu öncelikle inanılmayacak ve de bu kabil bir cevap ile örtülme çabası olan şeyler var kuşkusu doğurur… Peki; sadece bu olsa, inanmaz mıyız? Hem de bal gibi… Lakin Hollanda Kraliyet ailesinin geçmişine hızlı bir göz atılınca da, bu kabil kirli işlere, duygusal ve gönüllü bir eğilim geçmişi olduğunu hemen anlıyoruz… Yıl 1966, Hollanda’da Nazi işgali üzerinden henüz 20 yıl geçmiş, Hollanda Prensesi Beatrix uzaktan akrabası Claus von Amsberg’e abayı yakar, lakin Claus Von Amsberg’in siciline düşülen not çok enteresandır, çünkü o bir nazidir, o bir faşisttir, nazi gençlik kolları (Hitler-Jugend) eski üyesi olup ve Hitler döneminde Alman ordusunda görev almış bir askerdir. Kraliçenin bu tercihi başta Hollanda parlamentosu olmak üzere halk arasında da çok tepki çeker. Oluşan tün tepkilere ve itirazlara rağmen bu makus evlilik gerçekleşir. Tepkiler düğün törenine sis ve ses bombası atılmasına kadar varan boyuttadır ve ciddi sokak gösterilerine sebep olmuştur, ölümlerin ve çok sayıda yaralanmaların da olduğu söylenir. Şüphesiz ne olursa olsun Kraliçe’nin kişisel tercihidir bu, gönlü güle konamamış, ne yapsın… Kişisel tercihinin arkasında ne kadar durabilmiş, evlilik makamı dışındaki tüm mekân ve makamlarını değiştirmiştir, işte bu bile nasıl bir yanlış yaptım psikolojisidir, varın anlayın siz gari… Sonuçta Amsterdam taht için mekan değildir gariii, o bile terk edilmiştir… Yani aileye yeni katılımlarda faşist tercihi 1 kere olsa tesadüfi bir aşk hikayesi deyip geçeceğiz lakin ünlü atasözümüzü hatırlamaktan geri duramıyoruz… “Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede bulur” deriz ya, tam da o, hangi mahallede ve ne tür arayışlar içinde isek onu buluyoruz hatta ona layıkız… Peki, bu konu ile ilgili ciddi yayınlar ve kaynak bulunuyor mu, zinhar, çünkü bu da Hollanda’nın haydi karartılmış demeyelim ama olabildiğince loş ışıkta bırakılmış tarihidir… Haaa, bana sorarsanız, sürpriz mi tüm olanlar, şüphesiz hayır, kendilerince “altın çağ” diye tanımlanan dönemde, Afrika’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden, Senegal’e, Güney Amerika’da, Surinam’dan, Brezilya’nın kıyı bölgelerine, Asya’da, Endonezya’dan, Vietnam’a kadar hakim olan Hollanda, dönem itibari ile Avrupa’nın İspanya ve Portekiz’den sonra en önemli sömürge imparatorluğudur. Hal böyle olunca da evlilik tercihleri de bu şanlı geçmişe mütenasip olmalıdır…


Pazar, Mayıs 09, 2021

HERKES SESSİZ KALDIĞINDA ÇIĞLIK ATMAK BİR ONURDU

Geçen haftaki “1 Mayıs” başlıklı yazımda; Arjantin’de devrimcilerin başına nelerin geldiğinin herkes yakın tanığıdır… Uçaklara doldurulan devrimcilerin, Atlantik Okyanusunda köpek balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması ibaresi üstüne Olcay Bayram ile uzun uzun muhabbet ettik… Arjantin üzerine hem detaylı bildiklerimi tazeledim hem de ilk kez Olcay’dan öğrendiğim şeyler oldu… Örneğin, şu andaki “Papa Francis” olarak bilinen  Jorge Mario Bergoglio’nun bu katliamların önemli tanıklarından biri olması… Örneğin; Hollanda kraliyet ailesi ile Nazi geleneğinin sürdürülmesi üzerine detayda akrabalık ilişkileri tesisi, vs vs… “Youtube’ta herkesin kolaylıkla ulaşabileceği İngilizce altyazılı, İspanyolca yürütülen ve Papa Francis’in Arjantin’de Askeri faşist cunta tarafından gerçekleştirilen geniş çaplı katliamlarının tanıklığına değiniliyor olması da enteresan… 1976 ile 1983 yılları arasında; ABD destekli Arjantin Faşist diktatörlüğü, kurulan gizli askeri kamplarda, kendilerine en ufak muhalif tutum takınanlardan başlamak üzere binlerce insanı işkence ile yok etmiş ve tutukladıklarının önemli bir bölümünü de ne yazık ki uçaklara doldurup Atlantik Okyanusu üzerinde köpekbalıklarının fazlaca bulunduğu yerlerde okyanusa attırmıştır. Okyanusa atılan o kadar insan vardır ki, bir kısmı köpekbalıkları tarafından parçalanırken bir kısmı da sahile vuruyor … Evet, sahile vuran cesetlerden biri de, Papa Francis’in 1950’li yılların başında bir dönem çalıştığı bir kimya laboratuvarında, laboratuvarın şefi Esther Careaga’dır. Papa Francis o dönem bu kimya laboratuvarının şefi Esther Careaga’nın asistanıdır, siyasi ve dini görüş ve düşünceleri birbirlerinden çok farklıdır lakin çok iyi bir arkadaşlık oluşmuştur aralarında. İleride Papa Francis olacak Jorge Mario Bergoglio kimya laboratuvarında çalıştığı dönemde şefi olan Esther Careaga’nın sahile vuran cesedinin defin işlemi için Buenos Aires başpiskoposu olması hasebiyle kendisine yapılan bir müracaat nedeniyle öğrenir. Papa daha sonraları kendisi ile yapılan söyleşide büyük ıstırap ya da utanç içinde söyleşiyi yapana konuyu özetliyor.

Evet, gelelim yazının başlığını oluşturan, kelama; dönem itibariyle Arjantin’de İngilizce yayın yapan Buenos Aires Herald Gazetesi editörü olan muhterem görece cesur davranışlar gösterir, kayıplar için olan biten için kıyısından da köşesinden de olsa değinilir yayınlarında ama esasında kayıplarını arayanların buluştuğu yer ya da temas noktası bir mekân olmasına izin verir gazetenin… Bu durumu emekliliğinde “Herkes sessiz kaldığında çığlık atmak bir onurdu” diye belirterek acı ile hatırlamak ve hatırlatmaktadır maziyi. Bu vesile ile zulmün karşısında el etek öpmeden, işimden olurum, ekmeğimden olurum, hapislerde çürürüm, demeden onurlu ve ahlaklı tavır gösteren herkesi iyi duygularımızla bir kez daha analım…

Peki; nasıl olur da bir yönetim vatandaşlarından muhalif olanlara bu tür bir sonu reva görebilir? Bu inanılır bir şey midir? Yoksa bir avuç rejim düşmanının uydurduğu iddialar mıdır tüm bunlar? Yapılan bu “yok etme” planı neden gizli kalamadı? Oysa, ne kadar da güzel planlanmış idi, “kanıt yoksa, suçta yoktur” operasyonları, bir avuç CIA ajanı ve Nazi Almanya’sından kaçmış bir avuç Nazi subayı iş birliği ve yol göstericiliği ile bir avuç yerli ve milli katil sürüsünün birlikteliği… İşte klasik deyim ile “gerçeklerin er geç açığa çıkması gibi bir huyu vardır” umdesi bir kez daha gerçekleşir… Bu katil sürüsünün, başta kayıp yakınlarının kararlılıkla ve inançla ve de yılmadan, sinmeden ve korkmadan arayan tarihin onurlu sayfalarına “Plaza del Mayo anneleri” olarak geçen bir avuç insan ve onların yanından hiç ayrılmayan “insan hakları savunucuları”nın ısrarlarına ve baskılarına, ABD ve emperyal tüm güçler pes ederek dün birlikte hareket ettiklerini satmaktan kaçınmamışlar, yargı önüne çıkmalarına onay vermişlerdir.

Sonuç itibari ile; bu CIA beslemesi katil sürüsünün suçlarının sabit görülmesi, sadece Papa’nın bu utangaç ama samimi ifadeleri ile mi kanıtladığını zannediyorsunuz, zinhar… Dedik ya; baskılara dayanamayan, elemanlarının ve memurlarının satışında beis görmeyen, kendilerine ve çıkarlarına kesinlikle bir helal gelmeyeceği bilinci ile hareket eden ABD ve müttefikleri yargılanmalarına izin verir bu alçakların, işledikleri insanlık suçu olarak ittifakla kabul edilen ve asla ve kat’a Mürur-i zaman oluşmayan bu insanlık suçundan Arjantin Donanma Mekanik Yüksek Okulu ve Arjantin Hava Kuvvetleri ve Sahil Güvenlik pilotları yargı önüne çıkarılır. Meraklıları yargılamanın tüm safahatını detayları ile uluslararası basın arşivlerinden, pilotların ve uçaklardan Okyanusa atılan muhaliflerin isim isim listeleri başta olmak üzere fiillerin nasıl işlendiğine, Arjantin İstihbarat teşkilatının işin içindeki iş kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı öncü rolüne yönelik her türlü detayı bulabilir… “Ölüm Uçuşları” diye adlandırılan uçuşlarda Arjantin’deki muhaliflerin infazlarının iz bırakmadan yok edilmesi maksadıyla atılan kişiler başta olmak üzere askeri kamplarda işkence ile öldürülen ve kimsesizler mezarlıklarına defin edilen insanların yakınlarının ısrarlı takip ve her türlü engel, şiddet ve yasal blokajlara rağmen yürüttükleri mücadele, bu yargılama ve verilen karar ile yeni bir evreye ulaşmış görünmektedir. Peki, emperyal güçlerin yerli ve milli pençeleri sadece bu tenkil operasyonu ile mi yetinmişler, nerde, donanma ve istihbarat subayları bilahare kayıplarını arayanların da arasına, kendilerinin de birer kayıp yakını numarasıyla karıştıkları ortaya çıkmıştır. Ne enteresan değil mi? Her yerde her pozisyonda bulunma ve yönlendirmeye çalışma… Evet, Papa’nın tanıklığı ve de bilahare arzu edilmese de mecburen yapılan yargılamalar sonucu ve de esasen çok öncelerinden uluslararası itibarlı ve tarafsız insan hakları kuruluşları raporlarında bulunan “ölüm uçuşları” diye bilinen tenkil operasyonlarının, kirli CIA ve ortakları yerli ve milli güçler tarafından gerçekleştirildiği aşikardır gayri… İlaveten, Nazi Almanya’sının, ABD’ye kaçamayan ya da ABD’nin istihdam etmeyi tercih etmediği alt rütbelilerinin yani bu işkenceci ve katil subayların neden büyük bir arzu ile Arjantin’e kaçmış oldukları da mana kazanıyor bu bap’tan bakınca… Diğer taraftan, Hollanda Parlamentosu’nun soruşturmasına ve itirazına rağmen, Hollanda kraliyet ailesine, bir sonraki yazımızda detayları ile değineceğimiz,  Arjantin Faşist darbesinin Tarım Bakanının kızının “gelin gitme” hikayesi de, hem de parmağım kör gözüne misali eklenince, tüm bu hikaye “küresel” bir hal ve meşruiyet almaktadır, yani ve anlayacağınız konu hiç te öyle lokal değil tam teşekküllü organize işlerdir. 

 

Pazartesi, Mayıs 03, 2021

1 MAYIS

 Bir romanda okumuştum; Rus edebiyatı olduğu kesin lakin yazar ve roman ismi ne yazık ki aklımda değil, Çarlık Rusya’sında yoğun baskılar ve engellemeler altında “1 Mayıs” kutlaması için yer ve yöntem arayışı içindedir devrimciler, sonra birden balık avına çıkılıyor izlenimi verilerek yüzlerce balıkçı teknesi ile denize açılırlar ve doyasıya ve de gönüllerince

görece özgür bir ortamda 1 Mayısı kutlarlar… Kitap ismi ya da yazar ismi hatırlayamıyor olmam ise bana yeter bir ayıp olarak kayda geçiyor, ahada kayıt ettim… Vazgeçtim; bilmem hangi kitabın, bilmem hangi sayfasında yazıldığı üzere gibi bir detay vermeyi, haydi bunu anladım diyelim, bari yazarın adını hatırla değil mi? O da yok, ne yapalım… Lakin muhtemelen Ostrovski’nin bir eserinden olabilir diye hatırlıyorum tüm bunları… Bazı kerameti kendinden menkul arkadaşlarımızın sahip olduğu meziyet ve maharete sahip değilmişim demek ki… Neyse kendime fazla da yüklenmeyeyim, neme lazım sonra bu lüzumundan fazla mütevazilik bazılarınca gerçek kabul edilir, Allah muhafaza…Evet, asıl meramım ve muradıma geçeyim…

Çarlık Rusya’sında işçi sınıfının mücadelesine amansız ve kanlı bir takip yürütülüyor… Özellikle ve ilk başlarda mücadelenin ciddi biçimde kanlı başlamasının merkezlerinden biridir, Odesa… Aynı zamanda Karadeniz’de önemli bir limandır, Çarlık Donanması için… Potemkin Zırhlısı başkaldırısı önemli bir kilometre taşıdır bu baptan… Karada yürüyen, açlığı sonlandırma, sömürüyü sonlandırma mücadelesine, Potemkin Zırhlısı da katılır… Odesa şehri dayatılan yokluğa, yoksulluğa ve yolsuzluğa artık yeter babından büyük çaplı bir grev başlatır, işçi köylü ve sade vatandaş hep beraber, hep birlikte teyakkuzdadır, direniş yükselmektedir. Mücadelenin yoksullar tarafı böylesine organize ve güçlü haykırışlara ve direnişlere mütemayil olunca doğal olarak muktedirlerin kılıcı Çarlık Ordusunun da acımasız olacağı yeterince sarihtir. Ve öyle olur, bu direnişin karada ve denizde yürüyen ayağını, geçen yüzyıl sinemanın başyapıtı seçilen hatta otoritelerin ittifakla sinema tarihini başlattıkları “Potemkin Zırhlısı” filminde görmek mümkün lakin nihayetinde bu da bir filmdir, gerçek hayatın direniş ve katliam boyutlarının ve de yaşanan acıların hepsinin mütekâmilen yansıtılması mümkün olamamaktadır. Yani ve özetle Devrimci mücadele ve karşıtı tenkil politikaları yoğun bir biçimde sürmektedir. Yaklaşan işçi mücadele ve dayanışma günü “1 Mayıs” kutlanacaktır hatta öyle ya da böyle mutlaka kutlanacaktır. Amaç mutlaka kutlamak olunca mutlak bir yol bulacaktır devrimciler. Devrimci önderler yoğun baskı ve tenkil politikasının sertliği karşısında kutlamaların mutlaka yapılması lakin olabildiğince güvenli ve kayıpsız yapılabilmesi üstüne kafa yormaktadırlar. Evet, karar verilmiştir, yüzlerce balıkçı teknesi, balığa gidiliyormuş edası ile denize açılır, 1 Mayıs anması, direniş yükseltilmesi ve mücadele kararı bir kez daha perçinlenir… Orantısız güç karşısında orantısız zekâ bir kez daha galip gelmiştir.

1980 faşist darbesi neticesi yolumuz maalesef cezaevine de düşer, sanki bizsiz olmazmış gibi, Adana Askeri Cezaevi, Adana Cezaevi derken yeni açılan adeta içeridekilerin bir vade sonra kendi ecelleri ile ölümlerinin kolaylaştırılması ve hızlandırılması açısından petrol rafinerisi dibine yapılan E tipi cezaevine geliriz… Kısa bir süre sonra “1 Mayıs” anmaları yapılacaktır… Bir gün yemekhanede, öğlen yemeği yenilirken, olabilecekleri sezme kabiliyeti yüksek ve sınırsız, korkuları içinde çaresiz kalmış yönetim, cezaevi müdür yardımcısını tüm avenesi ile adeta baskına gönderir… Emir kısa ve çok nettir… Kesinlikle “1 Mayıs” kutlaması yapılmamalıdır… Yapılırsa da karşılığı misli ile verilecektir… Yönetim yukarıdan gelen emirleri kendi kudret ve kompleksleri ile yoğurarak şiddetin orantısız ve sınırsız olacağını beyan etmiştir. Tutuklular da 1 Mayıs anması yapmakta kararlıdır… Kararın hayata geçmesi halinde “eti sizin kemiği bizim” kabilinden tesellümü yapılmış tutukluların başlarına, 12 Eylül muktedirlerinin tabiri ve dayatması ile savaş esiri sayılıyor olması ilavesi ile nelerin gelebileceğini kestirmek hiç de zor değildir… Dönem itibari ile kendi personeline bile zayiat değerlendirmesi ile bakan, bu kafa, bu göz için tutukluların külliyen yok edilmesi hiçten bile değil… Zaten mezkûr tarihten 2 yıl önce Arjantin’de devrimcilerin başına nelerin geldiğinin herkes yakın tanığıdır… Uçaklara doldurulan devrimcilerin, Atlantik Okyanusunda köpek balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması uluslararası gözlemciler tarafından raporlara geçirilmişlerdi… Öncülünün liderleri ile ardıllarının Panama mekteplerinde aynı sıralarda dirsek çürüterek tedris olunduğu yeterince sarih iken, fazla kelamın lüzumu icap etmese gerektir. Neyse burada da, orantısız zeka, orantısız güce galip gelir… 1 Mayıs günü, yönetimin tüm ekip ve gözetleme ve ses dinleme teyakkuzuna rağmen, tutuklulardan ses seda çıkmamış olması, yönetimi çok sevindirmiş görünmektedir ve muhtemelen de vukuat raporlarına hiçbir şey olmamıştır, kaydı düşülmüştür. Lakin, şimdi tam hatırlamıyorum, ama ya 1 gün önce ya da 1 gün sonra anmalar yapılmıştır, oradaki devrimci önderler başta aktardığım ve kendilerine de detaylı anlattığım “Odesa kutlamalarından” yeterince feyz almış olmalılar.

Esasen bu darbecileri de anlamak çok kolay şüphesiz, adamların ihalesiz ve gönüllü misyonları zapturapt, derdest ve tenkil eylemek… Peki bunların aklı yok mu da böyle davranıyorlar… Yoktur, ben ona kanaat getirdim, bu muhteremlerin bilim adamı diye etraflarına aldıkları, 3-5 CIA ajanı ile andevül üfürükçü tarzında şarlatanlardan ibarettiler ve muhteremlerin yönlendirmesi yeter şarttır, galiba… Ne galibası… Galiba mı kaldı…

Sonuçta, bilim; tarihi, sosyolojisi ve antropolojisi ile olmuş bir övendire bunların gözüne gire gire, lakin bunlarda olmuş göz, öküz gözü, ne itelesen yetmez… Yahu el insaf, baskı, zulüm ve kan ile kim abad olmuş ki… Ahada gittiniz, o dönemin kasım kasım kasılanlarına ve böbürlenenlerine ne oldu, azıcık daha ömürleri olsaydı, yalancıktan da olsa, rütbeleri bile geri alınacaktı… Neyse, uzun lafın kısası, orantısız aklın karşısında orantısız gücün ömrü uzun olamıyor…

 

Pazar, Nisan 25, 2021

SALKIM SALKIM ASILACAK ADAMLAR

 

6-7 Eylül 1955 tarihinde, bu coğrafyada ne yazık ki hiç eksik olmayan acı günlerden ikisi daha yaşanıyor. Emperyalizmin adeta oyuncağı haline gelmiş coğrafyada bu kez de Kıbrıs’ta Yunanistan ve Türkiye karşı karşıya getirilir. Mezkûr kara günlerde; ellerinde kazma, balta ve sopalarla İstanbul sokaklarına dökülen bindirilmiş kıtalar gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerini yakıp yıkmış, tecavüz ve gasp ve de darp olayları yaşanmıştı. Dönemin muktedirleri hemen ve hiç durmadan, bilmiyormuş numarasına yatarak, günün modasına da mütenasip olayı tertip edenlerin komünistler olduğunu ve en kısa sürede ele geçirileceklerini, açıklarlar. Olaylar en ince detayına kadar planlanmıştır. Hatta o kadar ki çok önceden hazırlanmış olmasından ötürü tutuklama listelerinde bile aşağıda örneklerine değinilecek abukluklar da yaşanır, önceden ölmüş lakin mimli kişilerde listededir, kimin umruna, ne gam ne tasa, maksat plan yürütülsün. Özel harbin gedikli paşalarından Sabri Yirmibeşoğlu’nun deyimi ile “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size? Bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” … Fazla söze gerek var mı? Zinhar… Neyse konumuz bu değil, biz konumuza devam edelim. Aziz Nesin’in 6-7 Eylül olaylarının hemen öncesi ve sonrasında yaşadıklarını anlattığı “Salkım salkım asılacak adamlar” kitabını okuyoruz. Aziz Nesin 6-7 Eylül olaylarının hemen ertesinde gözaltına alınır, idamla yargılanacağı söylentileri arasında tutuklanır, arkasından tertibin boşa çıkarılması üzerine serbest bırakılır, Aziz Nesin’le birlikte başta Kemal Tahir olmak üzere dönemin takip edilen mimlileri, suçlanmak için fırsat kollananlarından geniş bir tutuklama gerçekleşir. Yaşananlar ibretlik cinsinden olup, beğenildiği için devamı çekilen filmler benzeri devamı sürekli sahnelenmiştir canım Yurdumda… Kitap ibret vesikası niteliğindedir bana göre ve “ağlar mısın yoksa güler misin” faslından okunması elzem kitaplardandır. Muhtemelen yayınlandığı dönemde de şimdi de anlatılanları mesnetsiz bulabilecek insanlar çıkabilir lakin anlatılanların bırakın hepsini yarısı hatta çeyreği bile doğru ise, tüyleri diken diken edecek türdendir ve de vay gelmiş canım yurdumun başına.

Elim olaylar yaşanır, sıra plan gereği tutuklamalara gelmiştir. Dönem itibari ile Aziz Nesin’in olmayacağı bir komünist tevkifatı olabilir mi, olamaz şüphesiz… Lakin yukarıda da değindiğim şekilde plana uymayan bazı detaylar da yaşanır, belli ki görev alan yerel güçlerin bir kısmı anladığını uygular ya da bulduğunu tutuklar. Mesela, doğal olarak listede Esat Adil Müstecabi adında mimli bir avukat vardır lakin ofisine gelen siyasi polisler kendisini bulamazlar çünkü bir dava dolayısı ile bir süredir Anadolu’da bir kasabadadır. Mezkûr zat yoktur, peki ne olacak, liste nasıl tamamlanacak, derhal ortak Faik Muzaffer Amaç alınır. Hem ne fark eder, amaç listedeki komünist sayısını doldurmak değil mi, haaa Esat Adil haaa Faik Muzaffer… Bu badireyi böylesine zekice atlatan zevat çözemeyeceği bir başka vaka daha yaşar lakin çözümün nasıl olduğu konusunda bilgi sahibi olmadığını yazar Aziz Nesin. “Tayyareci Celal” diye bilinen Celal Benneci adında bir mimli daha vardır listede, görev erbabı zevat derhal malum adrese intikal ederler ve kapıyı açan karısına “Celal Benneci’yi istiyoruz” derler… Böylesine mahir durum karşısında ziyadesiyle şaşıran kadın; “Celal mi? O öleli 1 yıl oldu” cevabını verir… İşte burada bir kez daha olaylar karşısında derin ve ciddi araştırma ve soruşturma mevzularının nasıl geliştiğini anlıyoruz ve alkışlıyoruz. Evet, olur böyle şeyler diyelim, hani solcu iseniz, böylesine suçun kişiselliğinden dem vurularak yırtmanız kolay olmaz ve de olmamalı…

Aziz Nesin’e bir bilgi notu gelir; “6-7 Eylül olayının suçlusu olarak Sultanahmet alanında salkım salkım solcu asılacak” diye dönemin sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz kaynaklı… Aziz Nesin duyum sonrasını şöyle naklediyor. “İnanılacak şey değil ve ben inanmadım. Biraz alay ettim. Güldüm geçtim. Deli mi bu herifler. Durup dururken insan asılır mı hiç! Hani adli hata denilen şey olmaz değil, olur; olur ama bu adli hata hem de salkım salkım insanları asmaya dek varmaz ki…” Evet Aziz Bey dalgasını geçiyor lakin onun zannettiği gibi değildir vaziyet… Ziyadesiyle vahim ve ciddidir vaziyet…

Aradan 5 çileli ve sıkıntılı DP yılı daha geçer, yolun sonuna gerçekleşen askeri darbe neticesinde gelinir. Şimdi de o dönemin mezkûr ve meşhur zevatı yargıç karşısına oturtulur. Aziz Nesin şöyle anlatıyor o dönemi; “Hükümet, milletvekilleri, birtakım generaller Yassıada’da yargılanıyorlar. Ben de gazeteci olarak duruşmaları izliyorum. O günkü duruşmada 6-7 Eylül olaylarından yargılanıyorlar ve tanık olarak bir yargıç albay dinleniyor. Kendim duymasam inanmam. Yargıç albayın sözleri şöyle: Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Nurettin Aknoz’un emri şuydu: Solcular 6-7 Eylül suçlusu olarak salkım salkım asılacak.” Evet, Aziz Nesin ne kadar ti’ye alırsa alsın, gelişmeler çok vahimdir ve irtibat, illiyet ve iltisak sahibi zevatın alınan ifadelerinden, hem de mahkemelerdeki hür beyanlarından, yani işkence ve cebir altında olmayan cinsinden, bunlar çok ciddi imişler…

Yine Aziz Nesin’in kaleminden devam edelim. “Demek, gerçek niyetleri bizi asmaktı. Belki altmışımız birden olmasa da içimizden seçecekleri on-onbeş kişiyi elbette başta en tanınmışları asacaklardı. (Bakın hala iyi niyetle içimizden on-onbeşimizi diyorum.) Suçu solcuların üzerine atacaklar, kendileri suçtan kurtulacaktı. Böyle bişey olsaydı, yani asılsaydık, insanlar bizim suçsuzluğumuza inanırlar mıydı? Hayır, inanmazlardı. Çünkü inanılmaz ve çünkü hiçbir mantık, hiçbir akıl, hiçbir vicdan, hiçbir sağduyu, hiç mi hiç suçu olmayan insanların asılmış olmasını kabul edemez. “Herhalde bir suçları vardı ki asıldılar…” diyeceklerdi. Olsa olsa cezanın ağırlığı üzerine tartışılırdı.: “Canım efendim, ne vardı idam edilecek, yazık oldu. Müebbet hapis verselerdi olup biterdi.”

Evet, kitap tam bir Aziz Nesin, kıssa ve hisse dairesinde… Hele o koca koca komutanların gücü kaybedip mahkemelerde süklüm püklüm haller içinde, yok ben demedim, yok ben yapmadım, yok benim emrimi yanlış anlamışlar, yok ben hatırlamıyorum, yok ben sünnet düğünündeydim, yok ben duymadım, acziyetleri ibretliktir… Peki, kıssanın hissesi kılavuz oluyor mu, zinhar…


Pazar, Nisan 18, 2021

BİTMEYEN YANILGI

 “Ben hepinizde yanıldım, doğru da ama aynı zamanda hepiniz bende yanıldınız, naber” dese haksız mı olur, vallahi çok haklı... Adam, gazeteye yazar seçerken, partiye başkan seçerken, dergiye genel yayın yönetmeni seçerken, teşkilata adam seçerken, kitap yazacak yazar seçerken yanılmış çok mu, ama bizler yani bir dönem sayıları 200.000’e ulaştı diye öğünülen kitle bir adam seçememişiz… Böylesine fahiş bir hata yapanların neleri eksiktir diye düşünürken binlerce hatamızı, zaafımızı, korkumuzu ve dalaletimizi görmüş olmanın yorgunluğunu hissetmiyor olmamız da ilaveten ve de ayrıca bir başka şayan-ı hakikattir. Gel de atalarımızı bu manada muhteşemlikle yad etme, “adam mı seçiyorsun, dalga mı geçiyorsun” darbımeseli boşuna sarf edilmemiştir herhalde… Esasen konumuzla da ilgili olmak babından; “tak atıp şak geçiyorsun ya da adam besliyorsun” diye söyleyeceğimiz bu noktada, gel de meşhur Takşak Paşayı hatırlama… Hay Allah, bak ne hatırladım, tüm siyasi ikbalini etrafındakilerin “saksılarını çalıştırmaması” üzerine kuran, geliştiren bir ulu büyüğümüz vardı, o bile inanılmaz nemalanmaya rağmen en sonunda, yaşanan dumuruyete dayanamayıp “korkmayın kullanın şu beyninizi” demek zorunda kalmıştı… Meğerse, bu bana da “cuk” diye mütenasip bir kelammış… Karşılıklı bu kadar fahiş yanılgılar yaşamışların, sonra kalkıp kandırılmışları eleştirmeleri var ya, yanarım da buna yanarım… Neyse…

En fahiş yanılgı ise “herkesin bir yolu var” diye kulağa çok hoş gelen popüler ama hiç de realist olmayan bir yol verme fetvası için, ben yanılgı demeyi uygun görüyor olsam da, ciddi manada, çok sayıda arkadaşım da yanlış hatta “tercihli yanlış” demeye başladılar. Herkesin bir yolu var fetvası neden verilir diye, tüm yaşanmış sürecin sonunda gelinen noktaya bakınca, niyet anlaşılıyor… Yoldan çıkmaya celpname hulus-i niyetine sarf edilmiş ve gerçek manada bir daveti kelam… Peki, davet erbabı şahsi olarak yoldan çıkmış ise, bu takdirdir denilerek geçilebilecek kadar da yalın ve basit midir? zinhar erbabı-ı kelam avenesine de yoldan çıkışta kendisinin takibini öneriyor hatta ısrarlı davetçidir de… Ne diyelim… Dumanlı havayı sevme durumu galiba… Galiba bu sav fazlaca iddialı ama “söyleyene değil söyletene bak” diye bir sözü de hatırlatmak isterim yeri gelmişken…

Diğer taraftan; kendini çok önemsersen ve hemen yamacını “sen ne imişsin be abi” diyenlerle tahkim edersen, sürekli zatıalilerinizden fetva bekleyen muhterem zevat ile istişarede kalırsan, zatıalilerinizi hedef alan tüm bu minnet ve şükran dolu söz ve davranışlar kaçınılmaz olarak hikmetinizden sual olunmaz halet-i ruhiyesine gark olacağınız bir duruma getirir sizi… Galiba da gark oldunuz, garkaniyetiniz hayırlı uğurlu olsun… Muhterem kendi hatalarını duraksamadan arttırma ve üstüne üstlük dolaylı ya da dolaysız efelenme cesareti gösterme yerine eline büyüteç alıp ben ne izler bıraktım dese herkesin hıyrına bir durum oluşacaktır lakin hala ve vazgeçmeden etrafında olan bitenden hata, eksik ve kusur yakalayabilir miyim yaklaşımı ile huzur bulmaya devam ediyor. Bitmeyen yolculuk deyip dur, sonra ne yol koy, ne araç, ne de amaç… Lakin günün moda futbol deyimine uygun ters köşe… Doğru mu, o da ne, ben ne düşünüyorsam o doğru, yolun sonu bu… Allah muhafaza, bitmeyen yolunuz, bitmeyen gafa hatta bitmeyen yanılgıya dönüşür ve maalesef galiba da dönüştü…

Bu kadar kelamdan sonra Mihail Saltıkov’dan bir alıntı ile sona doğru gelelim bu haftaki yazımızda; “Ahmaklar genel olarak çok tehlikelidir, muhakkak kötü olduklarından değil (bir ahmak için kötülük ve iyilik tamamen farksız niteliklerdir); şundan ki, bunlar her türlü tefekküre yabancıdırlar ve daima, sanki düştükleri yol münhasıran bir tek onlara aitmiş gibi, burunlarının dikine giderler. Uzaktan bakıldığında bunlar, kesin olarak belirlenmiş hedeflere bilinçli olarak yönelmiş, katı, ama aynı zamanda hedeflerine sebatla bağlı insanlar gibi görünebilirler. Ne var ki bu, ilgilenmemizi gerektirmeyen türden optik bir yanılgıdır. Bunlar düpedüz, at gözlüklü yaratıklardır; zira bunlar, olguların nasıl bir düzende ilişki içinde olduğunu kavrayabilecek durumda değildirler.” Denilecektir ki bu yazının tam da ortasına neden bu değerlendirmeyi aldın, vallahi hiçbir kötü ya da iyi niyetim yok bu babta… Sadece kelamı çok sevdim… Bağlı olarak da, Firavun’a sormuşlar “sen nasıl firavun oldun” diye; “kimse itiraz etmedi ki” demiş…

Ömür biter yol bitmez diye bir kelam süslerdi eski minibüslerin içini benim bildiğim ve bu isimli bir de müzik parçası vardı, 3 HÜREL kardeşler tarafından söylenen… Bu parça ilk söylendiği günlerde çok anlamlı olmamakla birlikte 1980 sonrası insana sürekli ve oldukça etkili “off off” dedirten cinsten…

Ömür biter yol bitmez

Yolların yolcusu bitmez

Uzun uzun, kıvrım kıvrım

Şu yollarda çile bitmez

 

Yolcusu var yarine giden

Yolcusu var yurduna giden

Yolcusu var gurbete giden

Yolcusu var hiç dönmeyen

Hiç dönmeyen of, of...

 

Ömür biter yol bitmez

Yolların yolcusu bitmez

Uzun uzun, garip garip

Şu yollarda çile bitmez

 

Garip yollar akar gider

Yolcu gelir geçer gider

Kimi yoldan geçim bulur

Kimine de mezar olur

Mezar olur of, of...

Farkındayım “ortaya büyükçe bir karışık” salata yaptım ama herkesin de faydalanması için kaçınılmaz yol bu… Kimi havuç, kimi salatalık, kimi biber, kimi domates, kimi marul, kimi roka sever, vs. vs…

 

Pazar, Nisan 11, 2021

ULAŞIMIN SOSYAL POLİTİĞİ ve PRATİĞİ

Sovyetler Birliği bakiye Cumhuriyetlerine erken seyahatlerin birinde taksi kullanımı konusunda bizdeki hatta tüm batıdaki yerleşik düzen dışında bir modelin olduğunu hayretler içinde görmüş idim. Şehir içinde nereye gidecekseniz, hem de günün hangi saatinde olursa olsun ve de hiç korkmadan çekinmeden, gidiş yönünde yola yaklaşıp, kolunuzu gövdenizden yaklaşık 90 derece kaldırıp gelen otomobile ulaşım ihtiyacı duyduğunuzu hissettiriyorsunuz, belirtiyorsunuz, hani dünyada yaygın biliniş hali ile “Otostop” (hitchhike) talebi benzeri bir hareket yapıyorsunuz, sürücü genellikle duruyor, siz de gideceğiniz yeri söylüyorsunuz, o tarafa gidiyorsa eğer, hemen biniyorsunuz gitmiyorsa da o devam ediyor siz de arayışa devam ediyorsunuz… Ve yine şaşırtıcı bir durum, inanılmaz düşük hatta temsili mahiyette bir ücret ödüyorsunuz, şu kadarını söyleyeyim nerdeyse toplu taşıma ücretine ki o da dönem itibari ile bedavaya yakın idi… Gerçi o ülkelerde zaman zaman bulunduğum yaklaşık 30 yıllık süre içerisinde bu model devam etmekle birlikte yeni tercihleri kapitalizme mütenasip bozulma ya da para kazanma amaç ve aracı olmaya evrilmesine de tanıklık etmiş bulunmaktayım. Halen sürmekte olan bu uygulama artık yeni taksicilik oluşumu “uber” tarafından tehdit altındadır. İnanılmaz değil mi, kadın erkek hiç fark etmez gündüz gece o da fark etmez, yalnız ya da birkaç kişi o da fark etmez, ne siz korkuyorsunuz o otomobile biniyor olmaktan ne de sürücü sizi otomobiline almaktan korkuyor, üstüne üstlük taksi düzeyine toplu taşıma bedeline hizmet… Korku var mı, yok, temelde de korku ve kapitalizm iç içe 2 deyimdir esasen de... Bu korku ve kapitalizm ya da kapitalizmin korkusu ya da korku kapitalizmi ya da kapitalizmde korku başlıklı lakin temelde seyahat ile ilgili boyutunda bir yazı kaleme alma planım bulunmaktadır. Özellikle kapitalizmin havaalanları ve hava taşımacılığı üstüne yarattığı korku temelli olacak bu yazı, yıllarca farklı farklı ülkelerin havaalanlarında bulunarak, seyahatlerde havayollarını kullanarak edindiğim ve yaratılan korku temelli tecrübelerimi aktarmaya çalışacağım. Bu temelde korkuya alışmak ve korkuya alıştırılmak ve bunun üstünden de siyasi ve ekonomik nemalanmak konusunda edeceğiniz tefekkürün sonu kaçınılmaz olarak mutsuzluğunuza dem katıyor. Korku, korkmak, korku salmak ve korkutmak fiilleri ve hissiyatı oluşmuş ise bir anda toplumun ve bireyin güvenliği konusu kimin görevi diye sormak bile akıl edilemiyor, vallahi… Esasen de bu kabil bir soruya da hiçbir hacet yoktur… Vazife sahipleri bellidir…

Avrupa’da, sosyalistlerin özellikle 60’lı yıllarda başlattıkları ve sosyalliğinden ve siyasallığından ciddi manada irtifa yitirmesine rağmen halen devam eden ve son dönemde “blablacar” adını alan bir uygulama vardır lakin bu uygulama genellikle şehirler arası ulaşıma yöneliktir. İlk yıllardaki uygulamaları bugün artık masalsı boyutta kalmıştır. Yani tam teşekküllü “geçmişe mazi derler” durumu… Lakin mezkûr ülkeleri yönetenlerin çeşitli mali ve finansal aparatları çıkarılan kanun nizamname ve kararnameler ile teşvik, kredi ve özel uygulamalar ile “geçmişe mazi derler” durumunu geliştirip bu alternatif sistemi çalışmaz ya da maksada matuf çalışamaz hale getirmişlerdir. Gerçi bu sistem ile SSCB bakiyesi ülkelerde gördüğüm sistemin özde aynı olmakla birlikte uygulama alanlarının farklı olduğu aşikâr olup biri ağırlıklı şehirler arası diğeri ise şehir içi uygulamaları kapsamaktadır.  

Şahsi görüşüm bu ve buna benzer sistemler desteklenmeli ve esasen de bu desteğe dünyamızın dehşet derecede ihtiyacıda var, egzost gaz salınımları, trafik seyrüsefer yoğunluğu, altyapı genişleme ihtiyaçları, akaryakıt ekonomisi, gürültü kirliliği, otopark ihtiyacı, trafik yoğunluğundan mütevellit sağlık sorunları gibi temel sıkıntılarımıza pansuman olacağı aşikardır. Lakin gelinen nokta itibariyle hayat, trafik kazaları, can ve mal emniyeti, her türlü hırsızlık ve soygun, sigorta bazlı düzenler başta olmak üzere içinde bulunulan nizamın sıkışmışlığına koşut olumsuz dayatmalar karşısında, çözümsüz gibi görünmektedir. Ancak ağırlıklı seyredilen Amerikan filmlerinin temel subliminal mesajı mütemadiyen, geniş ve konforlu bir arabada yalnız seyahat sahneleri beklentimizi tekzip etmekte ve karşı görüşe yardım ve yataklık edip yatkınlık temin etmektedir.  

Halen, kapitalizmin babası ABD ve AB’de yaygın olarak kullanılan bu sistem, can ve mal güvenliği, vergi mevzuatı gibi istenilse hemen sistemi yok etmeye kullanılabilecek makul gerekçeleri olmasına rağmen hayatiyetini korumaktadır. İletişim çağının baş döndürücü uygulamalarına koşut olarak da ulaşımın bu manada sosyalleşmesi bir tarafı ile yeni yeni çeşitlemelere diğer tarafı ile de daha farklı boyutlara erişmektedir. “Yolculuk paylaşımı” adı verilen bu model ile yola çıkılmış iken, “araç Havuzu” gibi aynı işe, aynı okula gidenlerin bir düzen içinde bir aracı ya da birden fazla aracı farklı günlerde sıra ile lakin topluca kullandıkları yeni bir modele evrilmiş, oradan araçların kısa süreli yol ve park alanlarının verimli kullanılmasına matuf “araç paylaşımı”, oradan, toplu ulaşımların, her türlü vasıta ve bisiklet paylaşımları ile tek tek ya da kombine kullanımlarından oluşan tek bir ödeme modeli üzerinden uçtan uca seyahati esas tutan modellere evrilerek, nihayetinde de “park et devam et”, “indir devam et” ve de gelişen iletişimin ruhuna ve seviyesine uygun gelişmiş taksicilik modellerine ulaşılmıştır. Muhtemelen sonraki aşama ise kuantum fiziğinin gelişimine bağlı olarak ışınlama yöntemleri ile insanların bir yerden başka bir yere transferini minicik süreler içinde temin etmek olacak gibi durmaktadır. Daha da sonrasına bizim aklımız yetmez deyip, iktifa edelim.

Biz ise taksicilerin çok da haklı olmadıkları halde siyasi illiyet ve iltisaklarına müstenit kudret ile “uber” uygulamasına bile tahammüllerinin olmamasını ibretle izledik kısa süre önce… Bir garip paradoks işte, siyaseten liberal, serbest ve de hür piyasayı savunur gibi yapar kendi durumuna da gelince yasakçı, tekelci hatta tekçi zihniyetin modern feylesofları kesiliverirler. Diğer taraftan da taksicilerin siyasi imparatorluğu plaka tahdidi ile devam ediyor, her önüne gelen mesela inşaat yapabiliyor, her önüne gelen bakkal dükkânı açabiliyor ama taksicilik zinhar… Neden… Mühendis, hukukçu, doktor yetiştirmekte plansız davranır iken taksicilikte sıkı bir plancıyız… Ne gam, ne keder… Böyle gelmiş böyle gider… Kel başa şimşir tarak…


Cumartesi, Nisan 03, 2021

ÜNİVERSİTE, ŞANLI ODTÜ ve HASAN TAN

 

Etimolojisi üstüne tutulan kayıtlara göre; Latince bir mevzuu esasında içtima eden ahali ya da müessese ve teşekküllerden mürekkep manasında “Universitas” sözcüğünden mülhem modern zamanlara ise “universitas magistrorum et scholarium” kapsamına terfiyen “öğrenciler ve öğretmenler topluluğunun” bilim ve araştırma yapması manasına kullanılagelmiş olup nihayet finalde de “city” ulanması ile de “kent” düzeyine sıçramıştır. Neymiş, bilim ve araştırma temelli birlikteliklerin oluşturduğu kent imiş. Bilindiği üzere Osmanlı’da da “Dar ül Fünun” ile karşılanmış ihtiyaç ve “fenler yeri” ya da “Hünerler, sanatlar, ilimler, fenler” manasında… Görüldüğü üzere hiçbir dönemde üfürükoloji ilgi ve uğraşı alanına girmemiş. Peki, bu kadar tariften sonra Canım Yurdumun mezkûr iştigal ve münderecata münasip “Üniversitesi” hangisidir diye soracak olursak kendi kendimize, hangisi birinci olur bilemem lakin ODTÜ ilk birkaç sırada yer alacaktır, onu biliyorum. ODTÜ 1980’e kadar, belki de biraz daha sonraya kadar sadece parlak öğrencilerin girebildiği bir üniversite olarak bizim de hayallerimizi süslemiştir. Bende hedefime ODTÜ’yü koymuş idim lakin aynı zamanda kapasite ve var olan bilgiyi cevaba çevirme kabiliyetinde, girenler kadar başarılı olamamış, geride kalmış ve birinci halkadaki üniversiteler yerine 2. halkadaki bir üniversiteye girme şansı yakalamış idim. ODTÜ bizim öğrencilik hayatı adına bildiklerimize ve öğrendiklerimize göre akademik kadronun niteliği ve gücü ve bu gücün öğrencilere öğrenim ve eğitim olarak yansımasının yanında harika bir kampüs ve hedef müthiş bir universe ruhu yaratmak yani kolayca anlaşılacağı üzere ODTÜ bir örnek, bir bayrak olarak bilimsel ve akademik özerkliğin doğası gereği muhalif olma iklimi de yaratmış bir güzel ve gıpta olunası camiadır. Hele bir de üniversitelerin asli unsurlarının birlikte karar ve yönetim süreci oluşturma başarısının zirvesi olarak ÖTK (Öğrenci Temsilciliği Konseyi), bu konu tek başına araştırılası bir olgudur, bilim adına demokrasi adına. Siz bakmayın oraya sadece öğrencilik dışı amaçlarla girebilmişlerin yaptığı karalamaya ve attığı çamura, orası “tam teşekküllü bir üniversite” idi, maalesef orayı ellerine geçirdikleri silah ve politik güç marifetiyle bir takım tarikatların hükümranlığı ve hükümdarlığı ve tetikçileri üzerinden 70’li yılların ortalarından itibaren adım adım yok etmeye çalışmalarına rağmen hala direniyor üniversite gibi kalabilmeye adeta didiniyor hala… Evet; 13 Şubat 1977’de ODTÜ Rektörlüğüne atanan misyon ekibi üyesi Hasan Tan, tarafsız çevrelerde ciddi manada tartışma yaratmış ve üniversite içinde ise hem akademik kadro hem de diğer asli unsur öğrenciler tarafından istifasına kadar kesintisiz ve katıksız reddedilmiş idi. Bir yerde okumuş, çok hoşuma gitmiş idi dönem itibari ile rektör olarak atanmasına büyük, topyekün ve etkili itirazın sloganı haline gelmiş; “Hasan Tan Defol” adeta kendisini ilelebet tanımlayacak bir mahlasa da kavuşmuş gibi idi. Uluslararası kabul görülmeyen profesörlük sıfatının bayağı da şık durduğu ilk örneğidir canım yurdumun mezkur muhteremi, neden bu unvanı kabul görmemiş idi şimdilerde cidden hatırlayamıyorum, belki makalelerin intihalinin mahir bir öncülü idi, belki de makalesi bile yoktu, belki de… , belki de… Canım Yurdumun çivilerinin sökülmesine ilk kerpeten vurucularının birlikteliği Aydınlar Ocağı yönetim kurulu üyesi de olan mezkur muhterem sadece istenmeyen rektör olarak kalsa idi emin olun tercih edenler ile bu tercihe katlananlar arasında kanun, usul ve mesleki etik tenakuzu deyip geçmek mümkün olabilirdi lakin muhterem tam bir misyon elemanı olarak öğretim üyelerinin kanundan doğan çalışma güvencesi ve rejimi üstüne kanun delmek başta olmak üzere bugünlerde çalışanların başının büyük ve temel belası olan sözleşmeli çalışma statüsünün ihdasını da gerçekleştirmiş biri olarak tarihteki yerini almıştır.  Bakmayın tarihteki yerini almıştır kelamının böyle altı çizilesi yazıldığına onu şimdi sadece akraba ve yakınları anımsamaktadırlar, şüphesiz tarih arşiv ve çöplük başta olmak üzere çok çeşitli departmalara sahiptir ve mezkûr muhteremde layık olduğu departmana kayıt düşülmüştür. Tıpkı ardılları ve öncüllerinin başına geldiği ve geleceği üzere…

29 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Emre Kongar Hocanın anlattığı bir anı var, hani tam da konunun bir rektör atanması olmadığının her türlü karinesi vardır… “Yetmişli yılların sonunda iktidarda bulunan Milliyetçi Cephe Hükümeti kendi paralelinde bir mütevelli heyet atamıştı ODTÜ’ye. Onlar da Hasan Tan’ı rektör atamışlardı. Hasan Tan’ın atanması yasal olmasına yasaldı ama ODTÜ’nün Tan’ı rektör olarak benimsemesi olanaksızdı.

Tarihi bir olay yaşandı, tüm rektör yardımcıları, dekanlar ve bölüm başkanları istifa etiler. Üniversite Konseyi, Cahit Arf, ben, Rona Aybay ve Mustafa Doruk’tan oluşan bir “icra komitesi” oluşturdu. Komite, öğretim üyelerinin akademik yöneticilik görevini kabul etmeyerek rektörün yalnız bırakılmasını önerdi.

Bu öneriye birkaç istisna dışında uyuldu ve 9 ay boyunca görev kabul etmedi öğretim üyeleri. Dokuz ay sonunda Tan gitmek zorunda kaldı.

Sağcı basın bizim komiteyi “ihtilal komitesi” olarak niteledi ve hücuma geçti. Biz de basın toplantıları yaparak ve teker teker tüm parti liderlerini ziyaret ederek üniversitedeki direnişin siyasi olmadığını, tam tersine sokulmak istenen siyasete karşı bir hareket olduğunu vurguladık.

O sırada Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’dan bir haber geldi. Direnişin nedenlerini o da bizden dinlemek istiyordu. Gittik. Grubun sözcüsü bendim.

Olanları özetledim. Sunuşumun sonunda Semih Paşa, “Benim aklımı kurcalayan bir nokta var. Benim de üniversitem var, Harp Okulu. Orada çıt çıkmıyor, ODTÜ’de ise sık sık sorunlar oluyor. Bunun nedenini bana anlatabilir misiniz?” dedi.

Bu soruya nasıl yanıt vereyim diye düşünürken, Cahit Arf Hoca, “Emre, paşamın bu sorusuna ben cevap vereyim” demez mi? Üzerimden büyük yük kalktı.

Cahit Hoca’nın cevabı harika bir üniversite tanımıydı. Önce soru sordu: “Paşam siz Harp Okulu’nda öğrencilere ne öğreteceğinizi biliyor musunuz?”

Olumlu cevap aldıktan sonra devam etti: “Paşam işte sorunuzun cevabı burada. Biz ne öğreteceğimizi tam bilmiyoruz. Üniversite, gerçeğin araştırıldığı yerdir. Gerçek araştırılırken çeşitli fikirler ortaya atılır ve bunlar da tartışmayı zorunlu kılar.”

Prof. Cahit Arf, dünya çapında bir matematikçimizdir, resmi, on liralık kâğıt paralarımızı süslemektedir…

Hasan Tan’ın kim olduğunu bilen var mı? 

Görüldüğü ya da görüleceği üzere Üniversiteye rektör atama meselesi sadece ve sadece bir tayin değil topyekün bir zaptırapt meselesi gibi durmaktadır. Genelkurmay Başkanı alakalı, Amerikan misyon heyeti alakalı, siyasi partiler alakalı, dini makam ve kurumlar alakalı, tarikatlar alakalı ve dahası tüm bu tali konumdaki zevat alaka kurmayı kendine hak görürken, asli unsur olan akademik kadro ile öğrencilerin bu işe müdahil olmalarına karşı… Kargalar bile gülüyor gayri, bu olayda da olduğu üzere…


Cumartesi, Mart 27, 2021

İZMİRİM ve KENTLER DİZİSİ

 

Heyamola Yayınları; “Kentler Dizisi” adı altında, edebiyatçılar, sinemacılar, şairler, gazeteciler, tiyatrocular, tarihçiler, şehir plancıları ve arkeologlar tarafından, birlikte ya da ayrı ayrı olmak üzere yazılmış, mezkûr kentin, doğup-büyüdükleri semtlerinin, başta ve öncelikle kendi anıları olmak üzere çocukluk, gençlik ve öğrenin hayatlarını ve semtin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sportif ve demografik hayatı üstüne gözlem, söyleşi, hatıra, beklenti ve özlemlerini yansıttıkları bir dizi kitap yayınlamışlar. Okurken müthiş keyifli bir iş olduğu kararına vardığım bir kombine çalışma, ilaveten tam da benim tarzım… Mezkûr seriden haberim, ilk önce dostumuz Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy’un “Soğukkuyu ve Bahariye” kitabını okuduğumda olmuş ve devamının olduğunu görünce hemen diğer kitapları da edinmiş idim sonra bir baktım ki diğer kentlere de yönelik benzer çalışmalar var behemehâl “Adana” serisini de edindim. O seriden de “Melekgirmez” başlıklı olanını okudum, müthiş…

Heyamola Yayınları amaçlarını şöyle özetliyor: “Kentlerimiz hızla fiziksel ve sosyal değişime uğruyor ve yaşanılanlar kaydedilmediği için hızla unutuluyor. Buradan yola çıkarak o kentlerde ve semtlerde doğan yazarlara ulaşarak, kendi yaşamlarından yola çıkıp, bir bakıma kendi ve kentinin özgeçmişini kaleme almalarını talep ediyoruz. Ve sonuçta ortaya çok başarılı kitaplarla birlikte paha biçilmez bir arşiv oluşuyor.” Alkışlarımız bu çalışmalar nedeni ile Heyamola yayınevine…

“İzmirim” serisinin henüz yeni okuyabildiğim 2. Kitabı da “Memleket Kolay terk Edilmiyor, Tilkilik” Gazeteci Duygu Özsüphandağ Yayman tarafından kaleme alınmış. Tilkilik semti demografisi 70’lerden sonra en fazla değişmiş İzmir kentidir, bilindiği üzere… Yazar, finalde bana göre müthiş bir tespit yapıyor, oradan başlayayım istiyorum.

“Tilkilikten başka semtlere, kentlere taşınanlar da kolay kopmadı buralardan kuşkusuz. Gidenler komşusuyla, dükkanıyla, eviyle, bahçesiyle birlikte gittiler buradan. “Çocukluğu insanın anayurdudur” demiş Brezilyalı romancı Jorge Amado. İncelikli şiirlerin, şarkı sözlerinin yazarı Şahin Çandır’ın gözlerini dolduran bir gerçeklikte görüyoruz o anayurdu; “İnsanın hiçbir zaman içinden çıkmayan bir şey vardır, kanı gibi dolaşır içinde. Onlar anılardır ve mahallesidir. Mahalleden kurtulamazsınız”.

Böyle bakınca anlaması kolay. Ee o zaman, gelenler de kendi “anayurtlarını” getirdiler beraberlerinde. Tarafımdan anlaşılmayan ise başka bir şey. Bu eski semtler birer kültür aktarıcısı, kentin kolektif mirasıysa onu hepimiz adına koruyup kollama yükü, göçle gelenlerin sırtına yüklenmemeli, öyle değil mi?”.

Müthiş anılar ve nakli kelamların bulunduğu bu kitap önerimdir hatta tavsiyemdir, satın alınıp okunmalı. Lakin aşağıdaki anı ise günün anlam ve önemini anlatması ve beyanımın tebarüzü bakımından fazlaca önemlidir. Aynen aktarıyorum… Yazarın babası şofördür ve müthiş bir serencam yaşanır…

“1964 senesinde yani 19 yaşındayken şoförlük kariyerine başlar. Gececidir.

64 sonbaharında bir sabah… Gececilerde bir hazırlık… Taksilerini gündüzcüye teslim etmeden önce yıkayıp benzinini doldurmuş, yağını koyma telaşı… Saat 05.00-05.30 sularında babam hazırlıklarını yapmış ancak arabayı henüz teslim etmemişken bir müşteri yanaşır yanına. Uzun boylu, sakallı iyi giyimli biri. Üzerinde içi kürklü, çok güzel bir süet gocuk vardır. Arka kapıyı açar, koltuğa oturur, çantasın yanına koyar, ceketini de çıkarıp çantanın üzerine… Babama seslenir:

“Turizm bürosuna gidelim”

Heykel’e gelirler. Uzun boylu, sakallı müşteri arabadan iner, “biraz bbekleyin” diyerek Cumhuriyet Meydanı’ndaki Turizm Müdürlüğü binasına yönelir. 10-15 dakika geçer, gelen giden yok. Babam endişelenir. Meçhul müşterinin arka koltukta gocuğuyla birlikte bıraktığı fermuarlı, kahverengi çantayı açar, içi kitap doludur. Endişe katlanır.

Eyvah. Bir romancıya denk geldik, paramızı da alamayacağız bundan.

Sonra bakar ki ceket güzel, alacağını böyle tahsil edeceğini düşünür. O böyle düşünürken müşterisi çıkar gelir. Oturur. Kapıyı kapatır. “Müdürlükte kimse yok” der, “kapalı” Belki içeride uyuyan birini bulurum, düşüncesiyle gittiği yerden umduğunu bulamadan dönmüştür. Neyi umduğunu babam az sonra anlayacaktır.

“Marmaris’e kaça gidersin”

Müşterisinin epey sarhoş olduğunu fark eder babam. Parası da yoktur, diye düşünerek yüksek bir rakam söyler:

“400 liraya giderim”

Halbuki o yolun normal ücreti 250 liradır.

“Gidelim”

Bu kez çok para istediği için tereddüt eder babam, o kadar yolu gidecek d parasını alamayacak diye. Mezarlıkbaşı’na, Keçeciler yol ayrımına gelince oradaki benzinliğe girer. Benzin, yağı vardır ama niyeti, müşterisinin parasal durumunu yoklamaktır. Motor kaputunu kaldırır, yarım kilo yağ koydurur. Arabanın kapısını açar ve yoklamasını çeker:

“Biraz para verir misiniz? Benzin alacağım”

“Bende hiç para yok”

Motor kaputunu indirir, şoför koltuğuna geçer oturur babam.

“O zaman gidemem”

Aldığı yanıt, belki de meslek hayatının ilk adımlarında aldığı ilk hayat dersi olur babam için;

“Öyle bir şey ki insanlara bir sefer itimat edin. Paranızı Marmaris’te alacaksınız.”

Son derece kibar konuşan beyefendinin bu sözleri yeter, babamın marşı basmasına. Aydın – Marmaris yolu eskiymiş, Çine’den sonra 366 viraj varmış, ne gam. İkiçeşmelik’ten yukarı çıktığı gibi vurur Marmaris yoluna. Çine’de patlayan lastiği değiştirmek için durduğunda peynir, helva, zeytin, ekmek ve gazoz alır babam. “Ben yemem” der müşterisi.

“Yemezsen ben de götürmem! Madem yola çıktık, beraber yiyeceğiz.

Yolda neden parasız kaldığını anlatır müşteri. Ankara’dan sabaha karşı gelmiştir. O saatte otobüs yoktur. Bir bara gitmiş, orada soyulmuştur.

Dolambaçlı yollardan sonra akşam üstü bir sahil köyü olan Marmaris’e girerler. Şimdiki limanın olduğu yerde arabadan inerler. Karşıdan kahveden beş-altı kişi koşturarak gelir.

“Can Bey, hoş geldin”

“Can   Bey hoş geldin”

*****

Evet, Parası ödenir, güzel bir yemek ikram edilir, iyi bir otelde misafir edilir ve üstüne üstlük dönüş için de ilave para kazanabileceği 4 yolcu bulmasına yardım edilir.

*****

Bir yıl sonra…

Şoför baba askerdir… Amiral şoförlerine ödenen aylık bedeli almak için Heybeliada Vapurundadır. Güvertede sakallı, boylu poslu, şişesini gazeteye sarmış, şarap içen birini görür. “Marmaris’e götürdüğüm adam bu” der kendi kendine. Kalkar, yanına gider.

“Can Bey nasılsınız”

“Oo, merhaba! Neredensiniz?”

“Marmaris’ten”

“Kimlerdensiniz?”

“bne sizi Basmane’den Marmaris’e götüren şoförüm”

Kalkar sarılır babama…

“Seni eve götüreceğim, bizde kalacaksın”

“Kalamam, ben askerim. İnmem için özel izne gerek var” der. Neyse, Can Bey, Burgazada’da iner… Derken iki kişi çağırır askeri…

“Palet, gel buraya”

“Ne var”

Hüviyetlerini çıkarırlar.

“Biz siyasi polisleriz. Nereden tanıyorsun bu adamı.”

Anlatır babam.

“Ama bu adam siyasi… Biz bunun peşindeyiz, bununla niye samimi oluyorsun? İlgilenme sen bu adamla”

Neden sonra öğrenir ki babam, o Can Bey, Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in komünist oğlu Can Yücel’dir. Bundan sonra Can Yücel’i gazetelerden takip edecektir.

Tafsilat için haydi kitabı okumaya… Teşekkürler, Duygu Özsüphandağ Yayman…

 


Cumartesi, Mart 20, 2021

ABD BASTIRINCA TUTUKLU BIRAKMA

ABD bastırınca behemehâl serbest bırakılarak ABD’ye gönderilen bir kişi daha var, Muzaffer Sherif… Muzaffer Sherif diyorum Canım Yurdumun vatandaşı iken Muzaffer Şerif Başoğlu idi lakin anlatacağım serencam ve badirelerden sonra Muzaffer Sherif’e dönüşüyor… Hani şimdilerde birileri dalga dubara geçme faslı ile “fırça gelince papaz gitti” diyor ya, ahada bunun bir başka örneği de budur. Esasen ve ne yazık ki tarihimizde bu kabil subukluklar hiç de azımsanmayacak şekilde defâatle tezahür ve tekerrür etmiştir. Ve, muktedir olup da bundan muaf ve vareste olabilmiş neredeyse yok gibidir. Gelelim, mezkûr sergüzeşte…

Sosyal psikoloji’nin, tüm dünyaca da kabul edilmiş biçimi ile deyim yerinde ise, babasıdır, Muzaffer Şerif Başoğlu. 1906-1988 yılları arasında yaşamış olup “Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümünün” kurucusudur... Varlıklı bir ailenin oğlu olarak Ödemiş’te dünyaya gelen M. Ş. Başoğlu, İzmir Amerikan Koleji mezunu olup İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümünü bitirir, bilahare Harward’da yüksek lisans yaptıktan sonra Türkiye’ye dönüp üniversitede çalışmak arzusundadır. Ancak Almanya’da konunun kendisinden daha yetkin hocaları ile çalışmak üzere bir süre geçirir. Dönem “Nazizm’in” yükseldiği, esasen de kapitalizmin dünya çapında yaşadığı büyük ekonomik kriz sonrası faşizmin kaotik ve fraktal uygulamaları sahneye konulmaktadır. Hoca, önceleri klinik psikoloji ağırlıklı bir çalışma tutturmuşsa da yaşanılan olumsuzlukların yansımalarına binaen sosyal süreçler üzerine yönelmiştir. Bilahare de doktora yapmak üzere tekrar Amerika’ya döner. Hülasa konu ile alakalı Dünya’ca en yetkin insanlardan biri olma yolunda koşar adımlarla ilerler. Lakin kendisini yetiştiren memleketine hizmet aşkı da her geçen gün artar ve nihayetinde gelir ve Ankara Üniversitesinde çalışmaya başlar, Dünyanın içine girdiği ırkçı sarmala karşı direnir lakin artık dönem öyle hiç de muarızlara göz açtırılan dönem değildir, esasen de kendisi için kazan kaynamaya başlamıştır. Canım Yurdumun yönetiminde tek parti CHP var ve CHP içinde de ırkçılığa yakın duranlar etkin ve hakimdirler,  

Canım Yurdumda, devletin çelik çekirdeğinin tariflediği ve beklediği duruşu göstermeyenlerin kolayca “komünist” olarak yaftalandığı dönemdir, çünkü Alman Faşizmi, fırtınalar estiriyordu önüne gelene aslında da kendisini iktidara getirenlerin planı doğrultusunda, emperyal güçlerin kendi aralarındaki çelişkileri temelli saldırıyordu amma ve lakin nihai hedef sosyalizmin başkenti SSCB idi. Şimdi böylesi bir halde Türkiye’nin zaten bir önceki büyük savaştan da ortağı olan Almanya’ya sempati duyması CHP içindeki antifaşistleri bile suskun hale getirmiştir. Evet, kazan kaynıyor dedik ya, hakikaten de öyle… Hoca, bir taraftan Üniversitede derslere giriyor, bir taraftan da Halkevi’nde seminerler veriyor, “Adımlar” ve “Yurt ve Dünya” gibi dergilerde yazılar yazıyor. Bilahare de bu yazılarının tamamını “Değişen Dünya” adı ile kitaplaştırıyor yazıların hemen hemen hepsinde ırkçılık tespiti ve analizi yapıyor ve de karşı duruşlar sergiliyor. 1944’te başını Nihal Atsız’ın çektiği bir grubun yine faşizme yakın duran Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı, üniversitelerdeki devrimci, yurtsever ve sosyalist hocaların ihbar edildiği mektup ile başlayan bir tutuklama fırtınası yaşanır. Tutuklanma piyangosunun vurduğu bir isim de Muzaffer Şerif Başoğlu’dur. Yargılamalar hukuk bir yana beka bir yana halüsinasyonları ile donanmış askeri mahkemede olur ve beklenen de gerçekleşir, 27 yıl hapis ve “Adımlar Dergisine kapatma… Reisicumhur İsmet İnönü, Başbakan Şükrü Saraçoğlu… Lakin başta Harward’daki arkadaşları olmak üzere Amerika’daki tüm bilim insanları ayağa kalkar, tepkiler karşısında Amerika Dışişleri Bakanlığı fazlaca dayanamaz ve  Türkiye’ye karşı tavır takınır lakin dönem itibari ile Türkiye Amerika’dan fazla umarı hatta korkusu da yoktur, başta krom olmak üzere Almanya ile yapılan değerli cevher satışı yeterli güvencedir mütalaası ile burnunun dikine gider. Derken, Canım Yurdumun ummadığı ve beklemediği gelişmeler yaşanır büyük savaşta ve Almanya’nın tekeri kırılır ve kaçınılmaz ricat başlar ve politik rüzgarlar başka taraftan esmeğe başlar. Ve, bingo, canım yurdumun değerli yöneticileri behemehal Almanya’ya savaş ilan ederler. Bunun, iç bünyeye yansımaları olacaktır şüphesiz, hemen hukuk reformları gündeme gelecek ve muhteremlerin ayağı suya değecektir. Neyse bu değerlendirmeleri konunun uzmanlarına bırakalım, biz Hoca’nın durumuna bakalım. 27 sene mapusluk ile cezalandırılan hoca tutuklandıktan 40 gün sonra serbest bırakılır. Devran dönmüştür gayri, şimdi de “meşhur ihbar mektubu yazıcıları” yargılanacaktır. Vallahi o da bir başka komedi ama bunu da uzmanlara bırakalım.

Hoca, serbest kalır kalmaz, hatta evine gidip eşyalarını bile alma lüzumu ya da gereği görmez, Ankara’ya inen bir Amerikan Askeri Uçağına sessizce ve alelacele bindirilir, uçağın rotası doğru Amerika’dır. Sen nelere kadirsin be Amerika… Daha o zaman devlet adamları kendilerine “şu fakir” sıfatını uygun görmemiş olduğundan, zinhar kullanılmamıştır bu ifade, bu ifade ünlü Türk büyüğü Kenan Evren zamanında icat edilmiştir, sonraki zamanlarda… Hani Güzelbahçe’deki evini satarken çıkan söylentilere binaen; “bu fakir reisicumhur ev satarsa” diye başlayan ve torpil, iltimas ve suiistimal dedikodularına cevap verirken, kelamları ile süslemiştir…

Hoca artık Amerika’dadır, kendisini davet eden üniversiteler arasında tercih yapmak durumunda kalır. Lakin artık SSCB’yi yok etmek üzere tezgahlanan oyun ters tepmiştir ve “eşeğini dövemeyen semerini döver” kelamı mucibince içeriye döner. Amerika’da Mccarthy’cilik diye bir “ihbar, işsizleştirme ve tutuklama” müessesi ihdas edilir, bu bir bakıma kendisini tekrar klinik psikoloji alanında verimli olmaya zorlar. Bu arada Türkiye pasaportunu kaybeder, tekrar almak istemez, ABD vatandaşlığına da geçmez, bu nedenle de ABD dışına da çıkamaz, vs vs.

Neymiş, bir söz ile 27 yıl hapis cezası kaldırılırmış, 40 günde serbest bırakılırmış, eve bile uğramadan uçağa binerek ABD’nin yolunu tutarmış… Neymiş, bilinenlerin ilkine bundan tam 80 sene önce bu memleket tanıklık etmiştir… İşte bugüne gülersen adama geçmişte yapılanları hatırlatırlar… Peki, ABD’nin bir tepkisine, 27 sene haksız hapis cezasına çarptırılan bir kişiyi, kim serbest bırakmış… Mahkeme tabii ki… İktidar da kim varmış… CHP… İktidarın birinci yöneticisi kimmiş İsmet İnönü… İkinci yöneticisi kimmiş… Fenerbahçe Spor Kulübünü ihya ve âbâd eden Şükrü Saraçoğlu…

Muzaffer Şerif Başoğlu’nun küsmesini, küskün kalmasını anlıyorum, tabii ki… Hoca bir daha Türkiye’ye gelmiyor. Hani keşke, “gavura kızıp oruç bozulmaz” sözü burada gerçekleşmemiş olsa idi… Dünyanın en önemli sosyal psikoloğunu yetiştiriyorsunuz ama sahip çıkamıyorsunuz…

Ben hocanın hikayesini, kendisi ABD’de Üniversite’de ders verirken yüksek lisans için orada bulunan ve kendisi ile görüşmek isteyip görüşemeyen bir öğrencisinin anılarından yaklaşık 40 yıl önce okumuştum ilk defa… Kendisinin Muzaffer Şerif Başoğlu’ndan, Muzaffer Sherif’e nasıl dönüştüğünün hazin hikayesini günün getirdiklerinin önemine binaen şimdi hatırladım ve yazdım… 

Cumartesi, Mart 13, 2021

ALİ RIZA SAĞIRBAY ve İZMİR HAVAALANLARI

Geçen gün Çiğli’den geçiyordum, tam da “Çiğli 2. Hava Ana Jet Üssü” levhasını görünce Çeşme’den komşumuzun oğlu, abimiz Ali Rıza Sağırbay’ın 1971 yılında uçağı ile eğitim uçuşu sırasında elim bir kazaya kurban giderek vefatı aklıma geldi. Oradan da İzmir’in Havaalanları ve mezkûr havaalanları ile ilgili anılarım geldi aklıma, tam da bir İzmir havacılık tarihi faslından… Hani yenidir filan denir ya, inanmayın siz bu tevatürlere, ilk havacılık müzesi nerede kurulmuş bir baksınlar, canım Yurdumun belki de ilk “Tayyare Sineması” nerede kurulmuştur bir baksınlar, ilk paraşüt kulesi nerede kurulmuş bir baksınlar, bazılarının hiç bilmediği hatta duymadığı ilk “deniz havalimanı” bile İzmir’de kurulmuştur. Bir baksalar “Türk Tayyare Cemiyeti” tarihine ya da lütfedip İzmir Valiliğine bilgi için başvursalar, Valiliğimizin vereceği bilgiler ışığında kafaları pırıl pırıl olacak ama önce ona sahip olmak gerekir şüphesiz. Anlayacağınız İzmir tarihi ile Havacılık tarihimiz Cumhuriyetimiz ile yaşıttır nerdeyse.

Çiğli Havaalanı denilince aklıma, bir çocuk olarak adını ilk kez duyduğum 1971 yılı gelir, o meşum yılın 10 Şubat’ında eğitim uçuşu sırasında bir uçak düşer ve maalesef 2 Havacı Subay kurtulamayarak hayatlarını kaybederler. Bu, biz çocuklar için radyodan duyulan bir haber olarak kalacaktı belki ama maalesef komşumuz Nuri Sağırbay’ın evine ateş topu düşmüştür ve tüm komşuları derin bir üzüntü sarmıştır. Genç, başarılı ve aynı zamanda komşumuz Ali Rıza abimiz artık yoktur, sonsuzluğa uğurlanmıştır ve artık her birimiz kendisini son gördüğümüz hali ile hatırlayacaktık. Ben kendisini deyim yerinde ise tam bir “çakı gibi” denilir ya işte tam o hali ve çok sevdiği üniforması ile görmüştüm ve kendisini hep öyle hatırlarım, o artık dünya durdukça hiç yaşlanmama tahtına çıkmıştır. Sokağımızın 3. Havacı subayıdır, 1. si ise Halide Teyzenin oğlu Avni Öztin, ki oğlu Bahadır ise çocukluk arkadaşım olur, hatırladığım sonradan generalliğe kadar yükselmiş olduğu. 2. si ise daha önce bendeki anılarına binaen yazmaya çalıştığım Uğur Taylan idi. Gerçi bir başka komşu oğlu Osman Kabasakal da Hava Harp Okuluna bir süre devam etti lakin tam nedenini bir türlü öğrenemediğimiz şekilde devamı gelmedi, ayrıldı okuldan, sivil hayata döndü… Ali Rıza Sağırbay, artık Türkiye Havacılık tarihinin şehitleri arasında yerini almış idi. 2000’li yıllarda oğlum Yaşar Çilek’in birden havacılık ile ilgilendiğini fark edince kendisine o tarihlerde yaşadığım Ankara’da bir “Havacılık Müzesi” olduğunu söylemiş idim, büyük bir keyf ile gezmeye gitmiş. Dönüşte hem havacılık hem de müze üstüne konuşmaya başladığında, evvelemirde bahsettiği konu, şehit listesinde gördüğü ve Çeşmeli olması hasebiyle de detaylı okuduğu ve hatırladığı Ali Rıza Sağırbay olmuş idi. O gün bir taraftan üzülerek bir taraftan da duygulanarak konu üstüne konuşmuş ve anılarımı aktarmış idim kendisine…

Evet, İzmir’in bu havaalanı “babalarımızın çocukluğunda” inşa edilmiş olup NATO severlerin hatırlamak isteyenlerince de kolayca hatırlayacağı üzere, Canım Yurdumun NATO’ya girişi ile birlikte de ihya edilmiş ve hatta “Küba Krizi” döneminde ABD-SSCB pazarlık masasında yerini almış bir havaalanıdır. Anlatmak istediğim çok şey var ve dağıtmadan aktarayım istiyorum.

Diğer taraftan, 1974 yılı lisede öğrencisiyim, okullar sömestri tatiline hazırlanıyor, o zamanlar bu tatilin adı “15 tatil” ya da “Şubat tatili” diye bilinirdi ve şubat başında başlar yaklaşık 2 hafta sürerdi. Dönem itibari ile yatılı okuduğum okulun öğrencileri arasında çok sayıda ailesi Almanya’da olan arkadaşımız var ve yavaş yavaş tatili birlikte geçirmek üzere yolculuğa hazırlanıyorlardı. Ve maalesef o günlerde bir sabah, “Cumaovası Havaalanında” bir uçak kazası yaşanır ve 15 tatili ailesi ile geçirmek üzere yolculuk yapan 2 okul ve yurt arkadaşımız hayatını kaybeder. Bu kaza üzerine inanılmaz tartışmalar yürütülür dönem itibari ile, yok pilotaj hatası idi, yok havaalanı yanlış yerde idi, yok havaalanında olması gereken teknik donanım yok idi, yok pistler yeterince uzun değil idi, tıpkı bugünlerde Tv’ler de arz-ı endam “bildikleri yanıldıklarına yetmeyen” uzmanlar gibi o dönemin sahte uzmanları yazılı basına geyik muhabbetini aratmayacak beyanatlar veriyorlardı. Neyse sonuçta, havaalanı uçuşlara bir süreliğine kapatılıyor ve 1987 yılına kadar sivil uçuşlar ilave yapılan bir terminal binası marifeti ile “Çiğli Askeri Havaalanından” yapılıyordu. 70’li yılların ortalarında, yaz ayları boyunca neredeyse her hafta perşembe günleri “Çiğli Havaalanına” gider gelirdim. Pistini bilmem ama terminal binası o günün şartlarına göre fena sayılmaz hatta şimdilerin dünyasında bir dolu ülkenin başkent dışındaki havaalanlarından daha güzel idi.

Sonraları, başta askerlerin kazaların devam etmesi halinde sorumluluk almayacaklarını açıkladıkları bu fizik ve teknik koşullar “bilmeyen bilgiçlerin” diline çok pelesenk olmuş olup İzmir’in 3. Havaalanının temelinin atılmasına sebep olunur. Kaklıç diğer adı ile Sasalı Havaalanı, Çiğli Askeri Havaalanını biraz geçince, iklim koşullarının görece ehvenliği, topoğrafyanın ve hava akımlarının mülayimliği, rüzgar koridorlarının münasipliği, yaklaşım alanlarının mülkiyeti gibi başat kriterler ve konunun uzmanı askerlerin de ısrarları ve görüşleri mucibince inşaat gerçekleştirilir… Hülasa şimdilerde bu birbirine çok yakın ve paralel 2 havaalanı, yatar orada Çiğli’de… Şimdilerde bir ara tekrardan aktif hale getirileceği söylenirse de konunun beklediği aşikardır. Hani böyle bir ihtiyaç var mı idi de Süleyman Demirel’in devr-i iktidarında böyle bir yatırım yapıldı, bilemiyorum, lakin Organize Sanayilerin ve devasa liman planlarının öne çıkardığı bir gerçek gibi durmakta. Zaten uzun zamandır ve bilinmeyen nedenlerle “Cumaovası Havaalanı” için çuval çuval olumsuz kelam eden zevat artık sulh salah olmuştur gayri, atıl duran bir modern havaalanı envanterine binaen… Yani ve acaba “bilmeyen bilgiçlerin” böylesi bir görevi mi vardır, ahada kuşa bak misali hoppp yeni bir inşaat projesi…

Tekrar konuya dönersek, 1987’den sonra Cumaovası Havaalanı yeni düzenlemeler ile; ki bu yeni düzenlemeler birkaç yıl sonra eskiyecek ve yeniden, yeni düzenlemelere ihtiyaç olacaktır… Belki de doğu toplumu olma karakteristiği, az düşünüp çok iş yapma geleneği depreşmiştir ya da yeni isim verilecek ya, haydi yeni düzenleme yapalım deniyor, bilemiyorum gayri… Hani, havaalanını yeni düzenleme ile Adnan Menderes Havaalanına dönüştürdünüz ya, kardeşim ne istediniz Allah aşkına, nesi rahatsız etti de, Kanuni Sultan Süleyman ordularının toplanma yeri olmasına istinaden, taaa Osmanlı’nın Yükseliş döneminden beri “Cem Ovası” olarak bilinen bilahare de “Kurtuluş Savaşı” sonrası “Cumaovası”na dönüşen ilçenin adından da, Menderes olarak değiştirdiniz.

Yani ve mesela anlayacağınız, Güzel İzmir’imizin havaalanı serencamı öyle zannedildiği ve söylendiği gibi çok yeni değildir. Ayrıca gördüğüm bir levha, şahsımda kayıt altına alınmış ne kadar da çok bilginin hatırlanmasına vesile olmuş, hay Allah… Başta; komşumuz ve abimiz Ali Rıza Sağırbay olmak üzere diğer komşularımız Uğur Taylan ve Avni Öztin’i de saygı ve özlemle yad edelim, bu vesileyle.    

 

 

Pazar, Mart 07, 2021

KUZEN SABRİ GÖÇMEN

 

Geçen hafta kuzenim Sabri’yi maalesef sonsuzluğa uğurladık, her ölümde olduğu üzere sadece geride kalanlara derin üzüntü düşüyor ve bunu hafifletecek herhangi bir şey de olmuyor, maalesef… 91 yaşına girmiş ve hafıza sorunları yaşıyor olmasına rağmen Teyzemin içine nasıl bir ateş topu düşmüş olduğunu, diğer insanları bilmem ama ben hissediyorum hatta görüyorum. Çok büyük acı… Ölüm şüphesiz doğum kadar tabii bir sonuç lakin zamansız ve sırasız olunca, katlanması çok zor…

Kuzen her daim hayatın içinde kalmayı hep becermiş ve kendi meşrebince bunu gerçekleştirmiş idi. Kendi algılaması ve yorumu mucibince bir hayat tutturmuş, analizi, eleştirisi ve yorumu hep kendince olmuş ve tavizsiz bu doğrultuda devam etmiş idi. Her şeye rağmen hayata bağlı kalmayı becermiş, adeta şair-i muazzama Nazım Hikmet’in “Yaşamaya dair” şiirindeki deyişi ile “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,” son dakikada bile ağaç dikmeye çalışıyormuş. İşte o meşum günde de son aldığı erik ağaçlarının dikimi için bahçeye gidiyor ve maalesef. Kalp krizi… Geriye artık yalnız yaşanmışlıklar bırakarak sonsuzluğa intikal.

Çocukluğumuz tüm kuzenlerin mutlaka bir araya geldiği uzun zamanlar geçirdiği dönemlerdi, ama çalışma ama yardımlaşma ama eğlenme ama hasret giderme babında, şüphesiz ki bu saydıklarım büyüklerimizin gerçekleştirdiği şeylerdi, sonuçlarından yararlanma ise bizim. Mezkûr yıllar 60’lar olunca ve ulaşım zorlukları da göz önünde tutulunca bu sık sık bir araya gelişlerin kıymeti daha da artmaktadır. Yaklaşık yaşlarda Dayının 2 oğlu, bir teyzenin 2 oğlu, diğer teyzenin 3 oğlu ve ben, 8 erkek çocuk, kızlar da vardı lakin doğru olup olmamasından ziyade gelenek gereği bu haylazlıklara ve şamatalara çok fazlasına dahil olmazlardı, aman Allah’ım, şamatanın boyutunu ve sıkıntılı sonuçlarının neler olabileceğini kestiriyordur insanlar. Kırılan “fenerler” ya da “lüksler” ya da camlar mı, ya da paramparça yastıklar mı, sonuçta yenilen fırçalar mı yoksa bazen yenilen dayaklar mı… Ama hepsi de geçirilen muazzam eğlenceli zamanların diyeti babında katlanılır şeylerdi…

Bu ağırlıklı yaz aylarında bir araya gelmelerin, özellikle de Çeşme’de bir araya gelişlerin, en hüzünlü ve arzu edilmeyen tarafı da ayrılıklar idi, yani teyze çocuklarının tekrar kendi köylerine dönüşü… Devir itibari ile Çeşme’de İzmir Otobüslerinin hareket yeri de şu andaki Çeşme Taksi Durağının orada Kale Burç dibi idi ve Kalenin de ağırlıklı kullanılan tek kapısı da Burç altındaki küçük ve dar kapı idi. Teyzelerin şimdiki Belediye Binasının hemen yanındaki otobüs yazıhanesinden biletleri alınır, ki bu biletleri hep dayım alırdı, artık bedelini kendi mi öderdi yoksa sadece satın almaya aracılık mı ederdi bilemiyorum ve yine dayımın da içinde olduğu “büyük kaçış” oyunu tam otobüs hareket edeceği sırada başlardı… Otobüs hareket saati gelmiş, harekete ait son anons yapılmış ama teyze çocukları yoktur ve maalesef onları arayacak vakit de yoktur. Teyze çocukları Kalenin içine kaçıp gizlenmişlerdir. Artık Dayı numaradan kızmış görünüp, çocukları bulup sonradan kendisinin getireceği sözünü verir… Yine kocaman bir zaman yaratılır birlikte vakit geçirmek için… Şimdi düşünüyorum da o koca ciddi ve sert Dayı nasılda oyunlar içinde olur ve biz kuzenleri mutlu edermiş. Bu vesile ile artık hayatta olmayan hem dayımı hem de kuzenimi bir kez daha özlem ve saygı ile yad ediyorum.

Kuzen, Sabri, müthiş bir sapan imalatçısı ve kullanıcısı idi, enteresan bir avcı idi hani derler ya “deveyi dizinden pireyi gözünden” vuran cinsinden idi… Hatırladığım en iyi sapanın zeytin ağacından alınan çataldan yapıldığını söylediği ve her zeytine bakışında aradığı yegâne şeyin sapan yapılacak bir çatal olduğunun anlaşılmasıdır. Çocuğun gözünde zeytin ağacı ile sapan imalatının ne kadar iç içe olduğunu ilaveten belirtmeye gerek yoktur zannederim. Gerçi akıl baliğ olunca terk ettiği avcılık işine hep karşı çıkmışlığımı hatırlarım ama dönem ve bizim döneme mütenasip çocukluğumuz…

Ailesinin tütün sezonu sonu; Sabri’yi Çeşme’ye romatizma tedavisi için “kum banyosu” yapmaya göndermesi ise bir başka safahattır, anlatılması açısından lakin ben kısaca değinip geçeceğim. Neden tütün sezon sonu çünkü Sabri müthiş becerikli ve çalışkandır, tütün kırmak (yaprak toplamak) ve tütün dizmek açısından (tütün yaprağının kurutulmak için dizilmesi) bizim 4’ümüzün ya da 5’imizin yaptığı işi yapardı ve bu yüzden o süreç tamamlanınca izne çıkardı adeta… Sabri’yi Çiftlik’te henüz adı “Altınkum” olmamış “Arka Deniz’e” götürür, o zaman ki müthiş kum tepeleri arasında güneş altında; ki emin olun sanki bir film platosu güzelliği ve özelliğinde idi, yaklaşık yarım metre derinlikte kızgın kuma gömer, sadece başını koruyacak şekilde siyah şemsiyeyi yerleştirir giderdik yakınlardaki bir tarladaki işimize, birkaç saat sonra gelir şemsiyenin yeri değiştirilir, su içme ihtiyacı giderilir, bu fasıl 10 ya da duruma göre 15 gün sürer idi. Sabri’nin beyanına göre bu kızgın kumlarda mezkûr sürelerde gömülmek tüm kış ayları boyunca kendisini daha iyi hissetmesi adına çok faydalı imiş, bilemiyorum, beyan böyle lakin şimdilerde deniz suyu ile ısıtılmış çakıl taşı tedavilerinin sunumuna bakılınca da sanki beyanlar doğru gibi görünüyor.

Kuzen ile ilgili en fazla güldüğüm ve akılda kalan konu ise, Lise öğrenciliği sırasında yabancı dil dersinin Fransızca olması ve bu konuda başarısızlığının seviyesi idi, tam da bazı komedi filmlerindeki yabancılar ile konuşan çocuk replikleri ile tıpatıp benzeşmesidir. Sonradan kendisi de öğretmen olunca kendisi karşısında kendi öğretmenlerinin yaşadığı zorluğu yaşamış mıdır bilemiyorum. Öğretmenliği döneminde ilk görev yeri Ağrı ili Tutak ilçesinin bir köyünde iken dönemin ruhuna uygun haberleşme yöntemi mektup ile sık sık yazışır idik, sonra Manisa’nın Sarıgöl ilçesinin bir köyüne kendisini ziyarete gidişim bilahare de Uşak’ın bir köyünde ziyaret edişim dönemlerinde uzun uzun muhabbetler ettik.

Sigara tellendirmeyi, akşamları bir ya da birkaç bira içmeyi mesleğinin bile fevkinde bir başarı ile deruhte etmiş olması kendisi açısından hiç unutulmayacak bir tespit olsa gerek. Unutkanlığı, cep telefonu bile kullanmaması gibi daha çok detay var yazılacak lakin yer bu kadar… Nurlar içinde ol, seni hep bu halin ile hatırlayacağız sevgili kuzenim.