Cumartesi, Temmuz 22, 2023

YANGINA HİÇ BU KADAR YAKIN OLMAMIŞTIM

Evet, başlık ile başlayayım, orman yangınlarını hep televizyonlardaki yayınlanmış videolardan izlemiş idim bugüne kadar… Bugün ilk defa bana bu kadar yakın ve yakıcı geldi sadece hissiyat değil fiiliyata da “kolluk kuvvetlerinin” anonsu ile yangın sıcaklığını tenimizde korkuyu yüreğimizde hissederek evlerimizi terk ettik. Evimizi tehlikeye atan yangın bu kadar yakın iken el kol bağlı izlemek çok acı verici doğrusu, basit önlemler kabilinden otomobilleri uzaklaştırdık, önemli dokümanlarımızı toparladık, bahçe hortumlarını yangının geliş yönü bölgesine uzatıp ıslatma çalışmaları yaptık lakin bunların sadece karıncanın yangına sutaşıma hikâyesi kadar olduğunu bilerek neyse ki eli kolu bağlı olmayan İtfaiye ve Orman yangın müdahale ve mücadele ekipleri vardı… Eli kolu bağlı olmayan bu cansiperane çalışmaları yürüten, belki de normal zamanlarda fazlaca umursamadığımız itfaiye ve yangın söndürme ekipleri kendilerinden beklenen vazifeyi ifa edip yangını kısa sürede kontrol altına alma işini başardılar. Evet, 21.07.2023 23.30 gibi başlayan ve oldukça geniş bir bölgeyi tehdit eden yangın 22.07.2023 sabaha karşı yaklaşık saat 04.00 sularında artık tehdit olmaktan uzaklaştı… Sonradan basından öğrendiğimiz ekiplerin sayısal yoğunluğu şüphesiz etkilidir lakin ben kendimce paletli “iş makinelerinin” çevreleme, ulaşma, müdahale yolu açmadaki hızı, beceriyi ve ustalığı görünce açıkçası çok rahatlamıştım.

Esasen bu haftalık yazımın konusu bambaşka bir şey olacak iken çıkan bu korkutucu yangın öne geçti biraz da aceleye gelerek yazılmış bir yazı olacak, üzgünüm… Lakin bu yangın eskiden yaşanmış birkaç anıyı da öne çıkarmasına vesile oldu, yazacağım bakalım nasıl bir seyir izleyecek…

Dün gece yangının çıktığı yer, Çiftlik Yolunun yaklaşık 2. km’sinde Çocuk Gençlik Eğitim ve Dinlenme Kampı’nın çapraz arkalarına düşmekte ve tam karşısındaki görece daha düşük yükseklikli Fener Burnu Tepesi karşısında bulunmaktadır. Mezkûr iki tepenin en düşük olduğu yerdeki geçit ise başından beri Çiftlik Yolunun mihverini oluşturmaktadır. Burada büyüklerimizden dinlediğim bir hikâye geldi aklıma, dün akşamki yangın zanlısının çekilmiş videosunu izleyince… Yangın başlamış, önde bir adam var, sanki bir taraftan müdahale ediyor görüntüsü içinde diğer taraftan ise yangını körüklüyor görüntüsü içinde… Bunların ne olup olmadığını soruşturma yetkisine sahip olanlar bulacaklardır diye düşünüyorum. Gelelim büyüklerimden dinlediğim hikâyeye, mezkûr geçidin bulunduğu yüksekliğe eskiler “Demir Ağa Tepesi” derlermiş… Ya tepeden mülhem muhtereme isim ya da orada yaşayan Demir Ağa adlı muhterem kişiden mülhem tepe ismi oluşmuş, bilmiyorum, bilinmiyor… Rivayet edilir ki; Demir Ağa günlerin birinde akşam saatlerinde havanın rüzgâr etkisi ile görece soğuk olmasından ötürü üşümekte, karşı tepedeki makilik alanı tutuşturup yakar, karşıya geçer, ellerini de tıpkı küçük kamp ateşi karşısında ısınan biri gibi kaldırarak ısınmaktadır. Efendim rivayetin devamında Demir Ağanın akli dengesinin yerinde olmadığı anlatılır durur… Lakin makilik alan yanmıştır gayri. Şimdi izlediğim dün akşam çekilen ve yangının çıkış anını gösteren video ve yakalandıktan sonra verdiği görüntüye bakarak zanlının da akli denge problemi çıkacağına adım kadar eminim… Yani “meczup” denilip geçilecek… Kurumlara güven maalesef çok azaldığı için bir hayli fazla insan da “manzara çok güzel” oralara evler kondurulacak gibi görünüyor demekte… Göreceğiz… Bu yönde maalesef fahiş miktarda örnek bulunmaktadır. Gerçi önceki yıllarda yerleşim alanlarını çok ciddi tehdit eden ve hatta bir konutların yandığı yangında da aynı kelamlar edilmiş idi… Lakin hemen arkasından uygun zaman geçince “Gaziemir Orman Müdürlüğü” tarafından sakız ağaçları ile yeni bir orman oluşturma çalışmaları başlatıldı ve görünen o ki başarılı da olundu… Demek ki bazen bu tevatürler doğru da çıksa her zaman doğru olamıyor ve tam tersi uygulamalar yapılıyor.

Lakin dün akşam ki yangın biz konunun ziyadesiyle dışında olan insanlara bile gösterdi ki; öyle kasım kasım kasılıp öğünmek ile lafta başarılı olmak kısa sürede güzel siyasi sonuç veriyor olsa bile ahali nezdinde uzun vadede karşılığı olmuyor… Mesela son 4 yıldır, Ege ve Akdeniz Bölgesinde yaşanan, hayatı doğrudan tehdit eden yangınlar ardından koca koca büyüklerimiz tarafından edilen deve dişi laflar bir yana gözlerimiz gece boyunca “gece görüş kabiliyetine haiz helikopter” aradı, durdu… Buldu mu, ne yazık ki hayır… Aaaa bunun olamayışının teknik izahatı vardır, efendim, su kaynaklarını kontrolü zor, helikopter uçuş kuralları, vs gibi, bilemem, lakin bir şeklide bu durumlar izah edilerek aşılabilmeli… Dün akşam iyi ki rüzgâr standart Çeşme rüzgârı değildi…

Diğer taraftan bu topraklar da mümbit maşallah, “meczup” yetiştirme konusunda… Bir bakıyorsunuz, Süleyman Demirel’e Anıtkabir’de saldırıyor biri, saldırgan meczup çıkıyor, yahu kardeşim adam saldırı gerekçesini anlatırken son derece akıllı görünüyor ve dahası verdiği mesajı 40 akıllı bir araya gelse veremez lakin meczup işte… Gel de güven bu açıklamalara… Belki de verilmesi gereken mesaj sonrası saldırgana meczup türbanı daha münasip görülüyor, bu şekilde beladan sıyrılacak, bilemem lakin düşünmeden de geçemiyorum…

1970’li yılların başları, şimdiki Çeşme Otogarı karşısındaki Total Benzin İstasyonu arkasındaki geniş alan boş, imara açılmamış, kooperatif kurulmamış daha doğrusu uydurulmamış, çam ağaçları ile kaplı nezih ve öncesinin devamı bir arazi… Bir gün, adı bende saklı gerçi neredeyse tüm Çeşmelilerin tanıdığı, aklı başında, son derece sağlıklı, iş güç sahibi bir arkadaşımız, sabaha karşı veriyor kibriti, çakıyor ispirtoyu… Al sana koca bir yangın… O günün şartlarında gariban Çeşme Belediyesi imkânları ölçüsünde yangın söndürülüyor… Zanlı yakalanıyor, suç itiraf ediliyor… Suçun son derece kutsal bir aşk uğruna dikkat çekmek üzere işlenmiş olmasının naif görüntüsü altında hafifletilmesi temin edilmiş oluyor… Yani bu orman yangını da karşılıksız aşkına ya da karşılıklı olmasının hitamına binaen ya da ithafen olduğundan hafif bir suç hatta kusur halinde görüldü…  Daha o gün “meczup” kelimesi icat edilmediğinden daha naif olan “divane” kelimesi ile geçiştirildi… Sonuç o çamlık koru artık yok yerinde de kooperatif ve nerdeyse kocaman yeni oluşmuş bir mahalle var…

Peki; tüm bu yangınlardan ya da felaketlerden başta devleti yönetenler, kurumları yönetenler, biz ahali ders alır mıyız? Vallahi almak isteriz şüphesiz de, alamayız, kapasitemiz doldu, yer kalmadı, der çıkarız işin içinden, netekim…

Sonuç olarak da dün geceki yangını yerleşim alanına sıçramadan, daha büyük acılara mahal vermeden, başta cansiperane çalışan itfaiye ekiplerine, Orman Yangın Müdahale ekiplerine hatta ilk defa doğru kullanımda bulunulan Emniyetin TOMA’larını sevk edenlere sonsuz teşekkür ederken, her yangında olduğu gibi burada da kendince üstün çabalar gösteren şehremini Ekrem Oran’ı da tebrik etmeden olmaz. Bu arada bir özel teşekkür de yine Belediyeden sevgili Tarık Kar kardeşimize olsun benden, önemseyip lütfedip önceden telefon ile arayıp uyarı ve bilgi aktardığı için… Hepsine bu kahramanca mücadelelerine yürekten alkışlarımızı gönderiyoruz, yanlış yaptıklarını düşündüğümüz zamanlardaki eleştirilerimiz saklı kalmak kaydı ile de canı gönülden kutluyoruz ve istenmemesine rağmen tekraren karşılaşılan benzer zorluklar ve felakaetler karşısında da yüksek muvaffakiyetler diliyoruz…  


Pazar, Temmuz 16, 2023

NURİ TARHAN

Nuri Tarhan abimizi de geçtiğimiz günlerde sonsuzluğa uğurladık. Son dönemleri hariç kendisi ile her karşılaştığımızda kısa da olsa mutlaka hal hatır sorar, ayaküstü kısacık muhabbetler ederdik. Emeklilik hayatı ve sonrası siyasi hayat tercihi ve seçimleri ve benim de çalışma hayatım gereği uzun yıllar Çeşme dışında bulunmam nedeniyle son dönemde fazlaca karşılaşmamıza engel oluyordu demek ki…  

Nuri Abimizi öncelikle 2. evliliği nedeni çok yakın tanıştığımız babası Mehmet Tarhan (Postacı) ve özellikle de babanın ikinci evliliğinden olan çocuklarından Nuri Abinin yeni kardeşi Hasip vasıtası ile daha da yakından tanıdım. Mehmet Tarhan büyüğümüzün ikinci eşi bizim köyden olunca yani Çiftlik Köy’den, hani şimdilerde kulağa hoş gelmesine rağmen hala tam hazmedemediğimiz Çiftlik Mahallesinden, hali ile ve de doğal olarak daha sık karşılaşır idik.  

Lakin asıl tanımam ve takip etmem Nuri Abimizin müthiş ve uzun bir kalecilik hayatının olması idi… Kalecilik dönemindeki, siyah kazağı ile geniş omuzlu görüntüsünü sanki kolları da olağandan biraz daha uzunmuş gibi hatırladığım duruşu ile o kocaman kaleyi tamamen kapatan heybeti ile hatırlarım… Galiba o zamanlar kaleciler daha çok siyah kaleci forması giymekte idiler. Hele, kaleye gelen topu yumruklayarak çeldikten sonra artık hızını alamadığı için mi yoksa muvakkafiyetin yarattığı özgüven ile mi kalenin üst direğine asılıp sallanmasını daha dün gibi hatırlıyorum Nuri Abimizin… Müthiş keyif verirdi izleyenlere de ayrıca ve aynı zamanda bir o kadar da heyecan ve coşku verirdi. Gerçi çok fazla seyretmemiş olmama rağmen Varol Ürkmez havası var idi kendisinde… Adı sonradan nedense Çeşme Belediyespor’a dönüştürülen Çeşme Gençlikspor’un Kulüp Başkanlığını bir dönem üstlenen dostum, spor eğitmeni, ünlü eski futbolcu,  eski teknik direktör Şerif Gün döneminde Kulübe emeği geçmiş, katkı sağlamış ve deyim yerinde olacak ise emektarlara, takımda en az iki yıl oynamış olma şartıyla tüm oyunculara “Onur belgesi ve plaket” verilerek büyük bir nezaket ve vefa gösterilmiş oldu… Nuri Tarhan abimiz de büyük bir gururla “Onur belgesi ve plaket” alan 65 eski futbolcu arasında yer aldı…

Bilenler iyi bilir Varol Ürkmez artistik kalecilik fikriyat ve tatbikatının mühim temsilcilerinden birisidir Canım Yurdumda… Belki de futbolun, bugün parlatıldığı ve gözümüze adeta batırıldığı biçimi ile “Show business” ifadesinin karşılığını oynadığı oyuna layığı ile veren birisiydi hatırladığım… Rakip takım golcülerinin bu geniş omuzlu, pençe elli ve kaleyi mütekâmilen dolduran Varol Ürkmez karşısında yaşadıklarını aktarılan anılardan bilmekteyiz. Yine müthiş şeylerin yaşandığının tanıklığını yapan hatıratta benim çok etkilendiğim bir olay var, Altay’da oynadığı dönemde, futbol disiplini ile hiç bağdaşmayan bir hayat tutturan ve belki de sırf bu yüzden sosyal ve ekonomik hayatta dikiş tutturamayan Ürkmez bir maç öncesi seyahatin yapılacağı İstanbul Vapuruna bile sabahladığı gece kulübünden toparlanıp götürülür. Lakin mezkûr hatırata katkı yapan futbolcu arkadaşlarından şimdi adını hatırlamadığım birisinin şu mealde anlattıkları manalı ve önemlidir. “İstanbul’a hafta sonu maç için gideceğimiz vapura bile zor yetiştirildi. Lakin her birimiz koltuklarımızda ya da kamaralarımızda oturur ya da dinlenir iken Varol Ürkmez güvertenin müsait bir yerinde inanılmaz bir idman temposu ile çalıştı durdu, hem de yakıcı güneşe aldırmaksızın… Saatlerce idman disiplini içinde kan ter içinde sürdürdü çalışmasını, maçta da görev aldı ve yine kendisinden beklenen başarıyı da fazlasıyla gösterdi.”

Varol Ürkmez ile sadece kalecilikte başarılı olma, duruşta kaleyi doldurma kaplama, kurtarıştan sonra kale direğine asılma, siyah kaleci kazağı giyme gibi benzerlikleri olmakla birlikte sosyal hayatta taban tabana zıt duruşları vardı bilebildiğim kadarı ile. Nuri Abimiz sadece Çeşme Gençlik kalesini korur iken Varol Ürkmez Altay, Beşiktaş, Manisaspor, Galatasaray başta olmak üzere bir sürü takımın kalecisi olarak futbol hayatına devam eder, filmlerde roller alır, büyük paralar kazanır ve “haydan gelen huya gider” misali harcar… Yine Varol Ürkmez’in yayınlanmış hatıralarından öğrendiğimiz kadarı ile maç oynanırken bile karşı takım golcülerine kolaylıklar temini karşılığı mutabakatlarının olduğunu anlıyoruz. Hatta bir keresinde penaltı atışı sırasında tahsilatı tozluklarında gizlemesine rağmen penaltının atılacağı yerin yanlış işaret edilmesine bile rast geliriz mezkûr hatıratta.

Ama Nuri Abimiz öyle değil idi, dönem itibari ile Canım Yurdumun gerçeklerine ve gereklerine mütenasip ve de son derece mütevazı ve dahi mazbut bir hayat sürdü sonuna kadar… Sosyal hayatında da tıpkı iş hayatında olduğu üzere başarılı lakin sessiz ve sakin ilerledi hep bildiğim kadarı ile… Uzun yıllar Belediyenin başta elektrik işleri ile kendisine ihtiyaç duyulan her bölümünde çalıştı bilahare de elektrik hizmetlerinin TEDAŞ bünyesine alınmasını müteakip de mezkûr kurumda görev yaptı ve oradan da emekli oldu. Aynı dönemde kendisi ile oynayıp oynamadığını hatırlayamadığım bizim kuşağın iyi futbolcularından Latif Çelebi ile birlikte çalıştılar elektrik kurumunda uzun yıllar… Deri ceketi ile kırmızı renkli, direklerin üst noktalarına ulaşabilmek için üzerine sürgülü merdiven monte edilmiş dodge kamyonet ile adeta bütünsellik içindeki çalışma hayatı hep hatırlanacaktır diye düşünüyorum. Dönem itibari ile sahip olunan teknik donanım ve kapasite son derece sınırlı olmakla birlikte yine hatırladığım kadarı ile niteliksiz elektrik şebekesini ciddi bir biçimde faal tuttukları da herkes tarafından bilinmektedir. Dönem itibari ile Çeşme’nin rüzgârının fazlalığı ve şimdilerde artık sadece anılarımızı süsleyen yağmurlarının şiddet ve çokluğuna rağmen hep ellerinden geleni artlarına koymadan gece gündüz demeden çalıştıklarının da tanıklığını Latif Çelebi’den ötürü yakından bilenlerdenim. 

Sonradan sakızlı dondurmada marka haline gelen “Methan Dondurmalarının” kuruculuğunu ve işletmeciliğini de yapmış ve başarılı olmuş bilahare de oğluna devretmiş olmanın gururunu hep yaşadı… Artık son dönemde mekânın arka tarafında sandalyede oturup adeta bir gözlemci rolü üstlenmesi de hafızalarımızdadır. Methan Dondurmaları Çeşme Belediyesinin meydan düzenlemesi kapsamında uzun yıllar hizmet verdiği noktadan artık ayrılmış bulunmaktadır.  

Nuri Abimiz siyaset hayatında da ziyadesiyle aktif birisi idi lakin siyasi tercih ve takibatımızın aynı olmaması hatta tam zıt olması nedeni ile kendisinin bu faaliyetleri üstüne yazılacak bir şeyler bulamıyorum eleştiri dışında, onu da kendime saklayıp yazmayacağım… Bu vesile ile artık hayatta olmayan Nuri Tarhan abimiz başta olmak üzere tüm büyüklerimizi saygı ve özlem ile anıyorum…


Cumartesi, Temmuz 08, 2023

BEŞİKTAŞ; KARAKARTAL OLEY…

Bilenler bilir, Beşiktaş’lı olmamama rağmen Beşiktaş taraftar grubu “Çarşı”nın sıkı takipçisiyimdir ve kendilerini genel hatları itibari ile de Canım Yurdumun en aktif sosyal ve bir o kadar da objektif bir yüzakı grubu olarak bulduğumu da ifade edeyim… Beşiktaşlı olup da son derece objektif değerlendirmeler yapan dostlarım da hayli çoktur. Lakin zaman zaman küçük de olsa bir grup, sanki kendilerinin kulübü sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına, katıksız sportif ilkelere bağlı kalmışlarcasına sağa sola ve de özellikle Galatasaray’a şikeci yakıştırmasını yaparlar ve bundan da hiç geri durmazlar, bunlara ne anlatırsan anlat “iğne ilaç kar etmez” kabilinden iflah olmazlar safındadırlar. Bu grup ve destekçilerine burada birkaç hatırlatma yapacağım ve umarım ki artık daha serinkanlı olabilirler yaptıkları değerlendirmelerde…

Bir kez daha, en fazla hedef tutulan maç ve sezon için biraz hatırlatma… Bilindiği üzere Galatasaray 30.05.1993 tarihinde Ankaragücü ile oynar 8-0 kazanır. Ve de kıyamet kopar. Neden çünkü 8-0’a ihtiyaç vardı, Galatasaray maçı satın aldı gerekçesi ile… Peki, kim diyor Galatasaray’ın 8 gol atmasına ihtiyaç olduğunu, muhtemelen hafızamızın “balık hafızası” olduğuna zannedenler… Neden mi, mezkûr maç sezonun 30. haftası ve son maç olup 29. haftanın tabelasına da baktığımızda ne görüyoruz, tabelada 1. sırada Galatasaray 63 puanda +45 averajda, 2. sırada Beşiktaş 63 puanda ve +43 averajda, demek ki Galatasaray tabelada puan eşit olmasına rağmen averajı daha iyi olduğu için üstte, nokta… Yani ve anlayacağınız Galatasaray 1-0 bile kazansa şampiyon. Çünkü Beşktaş Gençlerbirliği’ni ıkınarak ancak 3-1 yenebilmişti… Aynı tarihteki Beşiktaş – Gençlerbirliği maçının hakemi ise babadan miras kadim ve kesif Galatasaray düşmanı Oğuz Sarvan, buna rağmen… Galatasaray – Ankaragücü maçının hakemi de Ünsal Çimen… Bu 2 hakem için söylenecek çok şey var lakin özellikle Ünsal Çimen’in kariyerini süper Lig performansları ile değerlendirilince en çok kimin maçını yönetmiş, kendisi ile en çok galibiyet kim almış, kimin yolunu açmak için birkaç maç önceden mıntıka temizliği kabilinden ne kırmızı kartlar ne sarı kartlar göstermiş, bakılsın yeter bence ve muradım ve meramım çok net anlaşılır. Diğer taraftan Ankaragücü kadrosunda eski Beşiktaş oyuncularından kimler var, Sinan Engin, Fikret Demirer, Rade Zalad… Zalad dışındaki, şimdilerde de kesif ve kadim Beşiktaş’lı görünenler perşembe idmanında son derece hırslı ve sağlıklı olurken bir bakıyorsunuz kadroda yoklar, neden acaba… Bu şike ile bir bildikleri var mı, varsa ne düzeyde… Peki, bu anlı şanlı Beşiktaş’lılar kaleci Zalad’ı şike ile zımnen ya da alenen suçlar iken Zalad’ın sadece ilk yarı maçta oynadığı ve 5 gol yediği geri kalanların ise Arif Peçenek tarafından yenildiğini bilmiyorlar mı? Bilmezler mi? Ama gayet başarılı geçirdikleri sezonda kaçan şampiyonluğa bahane ve kılıf bulunması da artık tıpkı diğerleri gibi kendilerine vazifedir.

“Şerefli ikincilik” gibi abuk lakin mantıklı üretilmiş süslü sloganlarla,  taraftarlarda biriken öfkenin uhulutle ve suhuletle dindirilmesi, taraftarın gazının alınması hedeflenmiştir ve bunun en ehven yolu ise “komplocuların” çevirdiği dolapların varlığını ispatlama çabaları olacaktır. İstenilen sonuca varılamayınca evvelemirde komplo teorilerine sarılacaksın, düstur bu… Oysa Sinan Engin’e bir sorsalar ya “sakat değilsin lakin oynamıyorsun” hayırdır diye… Mesela kendi kendilerine bir sorsalar, o sezon “Beşiktaş’ımız bu teneke Galatasaray” ile yaptığı maçlarda nasıl skorlar aldı diye, kafaları pırıl pırıl olacak… 1992-93 sezonunda 05.12.1992 tarihinde Beşiktaş’ın sahasında ilk maç yapılıyor ve Teneke Galatasaray 3-1 galip, Hakan Şükür’ün 2, Stumpf’un 1 golüne karşılık Feyyaz Uçar 1 gol atıyor… Maçı hatırlamayanlara hatırlatma Galatasaray’ın bir golünü de stoper mevkiinde oynayan muhterem atıyor… Bu izah “hiçbir şeyi göstermiyorsa da mutlaka bir şeyi gösteriyordur” diyelim, belki anlaşılır… İkinci maç ise berabere… Sonuç 6 puanın 4’ünü teneke Galatasaray 2’sini Kartal Beşiktaş alıyor… Durum bu… Bu izahlar yeter mi? Şüphesiz ki, hayır… Aynı sezon Beşiktaş Ankaragücü’ne, 10.10.1992 tarihindeki ilk maçta 4-0 galip, 14.03.1993 tarihindeki ikinci maçta 6-0 galip, yani iki galibiyet alıyor ve toplam 10 gol atıyor, bu normal kabul ediliyor bu muhteremlerce, lakin Galatasaray Ankaragücü’ne 20.12.1992 tarihindeki ilk maçta 3-0 galip, 30.05.1993 tarihindeki ikinci maçta 8-0 galip geliyor ve toplamda 11 gol atıyor, aaa bak işte bu olmaz, bu kesin şikedir, sevsinler bu iddiaları… İlaveten mezkûr sezonda, bir maçta Beşiktaş Konyaspor’a 7, Bakırköy’e 6, Kocaeli’ne 4 gol atmış, bunlar hep normal… Oysa aynı sezon Galatasaray, bir maçta Gençlerbirliği’ne 5, Gaziantep’e 5, Fenerbahçe’ye 4, Karşıyaka’ya 4, Kayseri’ye 4, Sarıyer’e 4, Konyaspor’a 5 gol atmış, bunlara ses çıkmıyor, ama Ankaragücü maçı şike, sevsinler bu akıl yürütmeyi… Oysa aynı sezon Karşıyaka bile Ankaragücü’ne üstelik de Ankara’da 5-0 galip gelmiş, kimin umurunda…

Bu şekilde yazıyor olmamın kusuruna kimse bakmamalı. Benim iddiam, “Galatarasay şike yapmamıştır” olmaz, olamaz da, bu kadar büyük bütçelerin yönetildiği yerlerde, gizli mahfillerde hesaplar tutulmasın, bahisler görülmesin, hile, desise, dolap, şike, kayırma, kollama olmasın, böyle bir şey mümkün mü, mümkün diyene de benim inanacağıma kim inanır. Benim inancıma göre şike yapılıyor ise; ki yapılıyor gibi de görünüyor, Galatasaray da en az Beşiktaş kadar yapmıştır… Bu konuda en fazla şikayetlenen Fenerbahçe’nin ise Real Madrit, Steau Bükreş’ten sonra dünya çapında ün kazanmış takımdır, kimse bana bir şey demesin baksınlar uluslararası tarafsız kurum raporlarına görürler… Şimdi bunu da geçelim, 2 önemli meselesi var Beşiktaş’ın tarihinde…

1980-81 sezonunda Beşiktaş Mersin İdmanyurdu ile oynuyor, Hakem meşhur ve illiyeti malum Sadık Deda da hakem… Haksız verilen 2 penaltının üstüne bir de bariz ofsayt gölü ile 3-0 öne geçen Beşiktaş karşısında Mersin İdmanyurdu bakıyor ki Beşiktaş’ı geçseler hakem geçilmeyecek, geriye kalan tek çare takım sahadan çekiliyor… Peki, diyelim ki bu Mersin İdmanyurdu’nun kararı, tamam, maç sonu Beşiktaş cenahının açıklamalarına ne demeli… Merak edenler bakabilir… Kara Kartalın bu kabil işleri de var… Allah başka zeval vermesin… Farklı skorlar ile maç kazananların şampiyonlukları şaibeli ise 1989-90 sezonu Adana Demirspor’u 10-0 yenen Beşiktaş’ta mı şike yapmıştır denilecek, yok siz buna da toz kondurmayın bakalım… Hakemin attığı gol ile Ankaragücü’nü yendikleri de asla unutulmadı, onlar hala top hakeme çarptı deyip dursunlar ama bilenler biliyor yaşananları… Hülasa bunları siz unuttuysanız da biz hatırlıyoruz… Dolayısı ile “bu tencere dibin kara senin ki benden kara” durumunu fazla karıştırmayın…

Bir de bana göre çok önemli bir sorun var, aslında Beşiktaş’ın şampiyonluk sayısı 16 değil 14’tür… Yani yıldız sayısı hala 2 olmalı… 1984 ile 2000 yılları arası kulübün başkanlığını yapan kişi, herkesin malumu üzere Süleyman Seba’dır. Herkesin malumu olmadığı konu ise Süleyman Seba’nın iş hayatının detayları ile vazifeleridir… 12 Mart darbesi esnasında İstanbul MİT Bölgede Mahir Kaynak ile irtibatlı kişidir, 9 Mart darbesinin bir şekilde (ne kadar olduğunu bilemiyoruz) içinde bulunan, sonrasında “Ziverbey Köşkü” çalışmalarında ziyadesiyle faal olduğu iddiaları son bulmayan bir namlıdır. Yani dönemin güçlü adamıdır… Bilinen bir başka muhterem de Cenk Koray, o da mezkûr dönemin Beşiktaş yönetimde basın sözcüsü olarak görev yapmış, her açıklaması esasen yönetimin kararı tadındadır… Bu ikili Beşiktaş’ın 2 şampiyonluğunun kayıt altına alınmadığı gerekçesi ile yaklaşık 12 yıl propaganda yaptılar. Hangi şampiyonlukların sayılması gerektiğini ısrarla söylüyorlardı, 1956-1957 ile 1957-1958.  Oysa bu yıllarda henüz “Milli Lig” ya da “Türkiye 1. Ligi” daha kurulmamış, yani kronometre açılmamış, yarış başlamamış. Mezkûr sezonlarda Türkiye Futbol Federasyonu, UEFA’dan gelen davet üzerine Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Türkiye’yi temsil etmesi için bir turnuva düzenliyor ve mezkûr yıllardaki bu şampiyonaları kazanan Beşiktaş oluyor. Sonra işte öyle, işte böyle derken malum “güçlüler” yani “iyi saatte olsunlar” başlarında da Süleyman Seba bunları da şampiyonluktan saydırıyor… Ne diyelim… Hep beyazları yazanlara yönelik daha çok kara kaldı da lakin yazacak yer kalmadı… Siyahla beyaz şampiyon Beşiktaş…


Cumartesi, Temmuz 01, 2023

BİR ZAMANLAR ÇİFTLİKKÖY’DE FUTBOL ve RAMADAN AGA

Futbolu çocukluğumda da çok sevdim, şimdi de… Ancak çocukluğumuzda futbol oynamamamız üstüne inanılmaz bir “mahalle baskısı” vardı, daha önce yazmış idim ortaokul döneminde Ahmet Uğur ve benzeri bir sürü öğretmen hafta sonları futbol oynadıkları için öğrenciler üzerinde terör estirmekteydiler. O kadar ki, mezkûr öğretmen belki de “hoca” demek daha doğru olacak, özellikle hafta sonları bisikletine biner o zaman bir hayli dar alana yayılı Çeşme’yi “sokak sokak harmanlar” varsa futbol oynayanları tespit eder, yakalar ve hafta başı “eşek sudan gelene kadar ki o eşek de gelirdi" de, maalesef hep geç gelirdi, meşhur tahta cetveli ile deyim yerinde ise iyice benzetirdi. Biz de dediğim gibi futbolu çok severdik, her fırsatta da oynamak isterdik, bu teröre rağmen hiç de vaz geçmedik.

Ahmet Uğur’dan kaçtığımız tek nokta en azından içinde bulunduğum grup için, o zamanlar “Çitflik Köy” olmuş idi. Çiftlik Köy o dönemde şimdiki gibi her zincir marketten birer bazen de 2 şer adet, 3-5 berber dükkânı, sayısız balık restoranları ve kafeleri olan bir yer değil… Sınırlı sayıda ürünlerin geldiği ve satıldığı küçük 2 adet bakkal (Hamit Bakkal ile Küçük Hasan’ın bakkalı) ve toplumun bölünmüş olmasından, biri demokratların diğeri de halkçıların devam ettikleri biri derenin bir tarafında biri de diğer tarafta 2 adet köy kahvesi ile (biri Nail Efendinin diğeri ise Kahveci İsmail ve sonradan Londi İbrahim’in) tariflenebilecek ekonomik ve sosyal hayata sahip idi… Yolun bittiği, son nokta, mübadillerin ve göçmenlerin ağırlıklı yaşadığı tipik bir küçük kıyı köyü idi. Günde bir kez sabah bir kez de akşam saatlerinde Çeşme ile irtibat temin eden o da çok sonradan dolmuş seferi bulunmakta ve bazen 2 gün gecikmeli gazetelerin geldiği ve sadece kahvelerde okunduğu bir ortam, işte kolayca anlaşılacağı üzere… 

Köyümüzün nispeten dışında şimdiki “Babaylon Otelin” bulunduğu yerdeki çayır, görece kalabalık takımlarla futbol maçı oynandığı zamanlar kullanılmakta, görece az kişi ile ya da deyim yerinde ise “minyatür kale” türü futbol maçlarında ise zemini yine çayırımsı olan “Caminin Bahçesi” tercih edilmekte idi. Yani ve özetle seçenekli olarak futbol arenalarımız da 2 adet idi… Caminin bahçesi, şimdiki Caminin bulunduğu yerde depodan bozma Cami ve bahçedeki dut ağacından oluşmuş minarenin de içinde bulunduğu bir kompleks idi… Bizler her zaman kalabalık bir grup oluşturamadığımızdan futbol oynamak için Caminin bahçesindeki “arenayı” tercih ederdik… Maçların aralarında da bahçedeki dut ağacı altında, gölgede oturur, sohbet ederdik… Şimdilerde hatırladığım kadarı ile dayıoğlum Hüsnü Karagöz, ben, Fahri Akoğlu, bazen abisi Hayri Akoğlu, Tunay Ayran, Mustafa Ayran, Celal Yılmaz başta olmak üzere değişen isimlerle iddialı maçlar yapardık. Dut altı muhabbetlerin konusu da faaliyete uygun olurdu, yani futbolda yat futbolla kalk misali… O zaman sınırlı olanaklarla edinilen bilgiler paylaşılır, kâh abartılı, kâh şaşırtmalı lakin kimi Beşiktaşlı, kimi Galatasaraylı, kimi Fenerbahçeli olan, hem de o güne göre bir hayli fanatik düzeyde taraftarlık söz konusu iken herkesin bir diğerine ve diğer takıma karşı sevgi ve saygısı şimdikinin fersah fersah önünde olmuştur… Maalesef “fanatik” olmanın da ruhunu değiştirdiler… Futbol yüzünden en azından benim çevremde kavga olmamıştır…

Şimdilerde kimin olduğunu hatırlamadığım bir futbol topu vardı, sürekli oynadığımız, ta ki canı çıkana kadar… Hakiki deriden elde yapılmış “memeli” meşin bir top, çabuk eskimemesi ya da hakiki deri olması hasebiyle darbelerde çabucak yıpranmasına karşı sürekli iç yağı ya da kuyruk yağı ile dışı yağlanır… Mezkûr yağların açık havada hissedilmeyen ağır kokusu kapalı alanlarda ciddi rahatsız edici olmasına rağmen uzun süreli kullanabilmek için mecburen katlanılırdı. Lakin zamanla suyla ıslanıp, güneşle kuruyarak dış yüzeyde kalıcı deformasyonlar oluşur bunu giderecek çare de bulunamazdı. Memeli ya da supaplı top demiş idim ya, mezkûr top iki parçadan oluşurdu, anlattığım dış bölümün içinde bir de hava ile şişirilerek dış bölümü sabit ve yuvarlak tutmaya yarayan iç bölüm (iç lastik) bulunur, şişirildikten sonra hava basılan bizim meme dediğimiz bölüm bir meşin bağcık ile hava kaçırmaması için katlanarak iyice bağlanır, katlanan meme ya da subap meşin dış bölümden içeriye itilir ve bu bölüm tıpkı ayakkabı bağı bağlanır vaziyette bağlanmak suretiyle kapatılırdı. Bu bölüm ayakla vurulur iken fazlaca hissedilmez lakin “kafa atmak” lazım gelince ve tam da orası kafa ile temas ederse insanın canı da yanardı. Bu toplar elde dikilmek suretiyle imal edilir yani yuvarlaklığı temin etmek üzere bir sürü küçük küçük deri parçasının düzenli ve dengeli vaziyette bir araya getirilmesi gerekmektedir. Memenin içeriye sokulduğu ve sabitlendiği yerdeki bağcık başta olmak üzere tüm dikişler zamanla açılır, bozulur, iç lastik oralardan dışarıya doğru pırtlar, nihayetinde de yuvarlaklığını kaybeder kavun şekline ya da yumurta şekline dönüşür, esasen de oynanmaz hale gelir de biz bunu kabul etmez oynamakta ısrar ederdik. İç bölüm özelliğini kaybedince de içine bez parçaları doldurulur yine oynanırdı, gözde dolgu malzemesi ise görece hafifliği nedeni ile şüphesiz ki bulunabilirse gazete parçaları olurdu. Öyle şimdiki toplar gibi şöyle dokun böyle falso alsın, şöyle vur böyle gitsin cinsi değil yani…

Peki, derdimiz sadece top temini ve de kullanması ile mi sınırlı, şüphesiz hayır, ayakkabı futbola da bırakın koşmaya esasen de yürümeye de uygun değil ama kimin umurunda… Peki, uygun spor giysisi, o da yok… Ama topumuz var, sorunlu olsa da, daha ne olsun…

Mezkûr Caminin yerinde Kosova Priştine kökenli bize de komşu geniş bir aile var, Akoğlu Ailesi… Ailenin en büyüğü “Ramadan Aga” bir Arnavut insanının yüzüne bir türlü yansıtamadığı iyi kalpliliği ile sert mi sert biri… İlaveten de şimdi hatırlayamadığım bir nedenle Cami’yi koruma ve kollama görevi ile donatılmış idi sanki… Cami ve bahçesi, belki inanışın ve imanın tezahürü kutsiyet temsiline binaen kendisinin üzerine fazlaca titrediği bir alan olunca, bizlerce müsait alanın top oynamak için kullanılması kendisini çileden çıkarır, belki de kendisini kaybederdi top oynayanları görünce… Siz misiniz? Kutsal mekân bahçesinde top oynayan, küçük büyük demeden eline geçirdiği taşı kapar, kafa mı yarılır, kol mu kırılır tefriki yapmadan savururdu. Şu anda hatırladığım kadarıyla da kısıtlı Türkçesi ile “Tutni koparacak bacakni” gibi esasen de “yakalarsam bacaklarınızı koparacağım” kabilinden bağırarak bizi bahçeden kovalayışı inanılmazdı. Normal olarak ise son derece makul, sakin ve işinde gücünde biri olan şimdilerde aramızda olmayan “Ramadan Aga” futbol oynamak için Cami Bahçesinin seçilmesine dayanamazdı demek ki… Biz görece küçükler Ramadan Aga’yı görünce başımıza gelecekleri bildiğimizden deyim yerinde ise ayaklarımız popomuza vururcasına kaçar iken görece büyükler muhtemelen de korkmadıklarını göstermek için olsa gerek koşup kaçmazlardı, sonuç ineklerin arkasından gider iken kullandığı ağaçtan kesmiş olduğu sopa ile kaçmayanları bir güzel marizlerdi. Şüphesiz korkmamanın faturası sopa ile dayak yemek olurdu. Hatırladığım kadarı ile içimizdeki en korkusuz kişi Hüsnü Karagöz olurdu yani dayağın hasını ve özelini yerdi, peki ders alır mı idi, nerde, bu sahne Hüsnü için sürekli tekrarlanırdı. Aaaa, Ramadan Aga, sonradan bizi görür, yanımızdan geçer, bazen de bir büyüğümüz olarak hal ve hatırını sormamıza rağmen bir önceki etaptan bir kızgınlık bakiyesi olmazdı en azından ben hiç gözlemlemiştim.

Yazları Anneannemlerde geçirdiğimiz günlerde komşuluk yaptığımız, torunları ve çocukları ile arkadaşlık ettiğimiz, başta “Ramadan Aga” olmak üzere bu dünyadan göçen tüm bu güzel insanları saygı ve özlemle anıyorum. Nurlarda olsunlar…


Cumartesi, Haziran 24, 2023

EDREMİT VAN’A BAKAR


Meşhur türküdür hani, gayet iyi bilinir, “Edremit Van’a bakar, içinden çaylar akar” lakin çaylar yerine orijinal türküde “Şamram Kanalı” bulunur imiş, yeni öğrendim, yani türkünün orijinal hali “Edremit Van’a bakar, içinden Şamram akar” şeklinde imiş.  Evet, yolumuzu bu kez de daha önce de gitmiş olduğum Van’a yeniden düşürdük, arkadaşlarımla… Esasen de amaç, Van Gölünün incisi “inci kefalinin” yumurtlama döneminde müthiş bir mücadele vererek, Gölün sodalı sularından ayrılıp, göle karışan tatlı su kaynaklarının membalarına doğru her türlü engeli aşarak, ulaşması, yumurtaları oralarda bırakıp geriye dönüşlerinin ilk etabının tılsımlı halini izlemek idi… Mezkûr hikâye müthiş bir var olma hali bana göre, bildiğim kadarı ile de dünyada bir başka örneği olmayan bu gidiş geliş serencamını 2008 yılında mütekamilen izlemiş ve deyim yerinde ise büyülenmiş idim. Benzer örnek somon balıklarının yaşadığı olsa bile somonlar yumurtladıktan sonra terk-i dünya ederler iken inci kefali tekrar Van Gölünün sodalı sularına dönüyor… Tabii ki, etrafta bulunan inanılmaz kalabalık martı sürülerinden kaçabilirler ise… Lakin bu yıl suların erken ısınması iddiası nedeniyle tılsımlı göç erken başlamış, bitmiş biz de haliyle kaçırdık bu görkemli şöleni… Sağlık olsun “gençliğimiz var” diyerek bir sonraki sefere kadar eski gördüklerimiz ile yetineceğiz… Böyle olunca daha farklı şeylere yoğunlaştık, Doğu Bayazıd “İshak Paşa Sarayı” başta olmak üzere Ahlat, Bahçesaray gibi, biri kışlık sarayı, diğeri ise amansız geçidi ve kışı ile memleket geneline nam salan ilçeleri de turlamak şansına sahip olduk… Kolayca anlaşılacağı üzere millete ait olduğu her daim zikredilen kışlık sarayın çevre duvarları ile üzerindeki dikenli tellerden ilerisini görmek mümkün olamadı… Lakin, Ahlat bana göre muhteşem yerleşkesi ile Selçukluların “İslam’ın Kubbesi”, Osmanlıların “Ata Şehri”, Evliya Çelebi’nin ise “Oğuz Taifesi Şehri” unvanlarını vermelerini hak edecek kadar vakur…


 “Ahlat Selçuklu Meydan Mezarlığı Ören Yeri” mutlaka görülmesi gereken bir yer olarak hafızama kazındı… Kabristan ve mezarlıklar, oldum olası hep görmek istediğim, merak ettiğim yerler olmuştur ve olmaktadır, bana göre atalarımız ile torunlarımız arasında kadirşinaslığın ve saygının tesis edilip miras bırakıldığı yerlerin başında gelendir çünkü oralar… Mısır Kahire’de “ölüler kenti” olarak bilinen lakin ölülerle canlıların hayatının adeta sarmaş dolaş birlikte capcanlı yaşandığı mezarlık, Nazım Hikmet’in de mezarının bulunduğu Moskova “Novodeviçi Mezarlığı”, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın mezarlarının bulunduğu Paris “Père Lachaise Mezarlığı” gibi müthiş bir başyapıt mezarlık “Ahlat Selçuklu Meydan Mezarlığı” da… Göremeyenlere acilen önerilir… Kahverengi ağırlıklı Nemrut Dağı’nın magmatik taşının, ocaktan çıkarıldığında çok yumuşak olması nedeniyle çok kolay işlenebilmesi özelliği adeta her bir mezar taşının bir kilim ya da halı güzelliğinde ve titizliğinde işlendiği izlenimi vermekte olup mezar taşlarının yayıldığı alanın genişliği de göz önüne alınınca şehrin mezkûr dönemdeki büyüklüğü karşısında hayrete düşüyor insan… Mezkûr taşın işlenme kolaylığı sebebiyle genellikle binaların, türbelerin cephe tezyin ve kaplamasında yaygın kullanıldığını da yakından müşahede ettik.

Neyse, detay çok zaman zaman gözlemlerim ve tespitlerimi yazmaya devam edeceğimi beyan ederek, başlıktaki konuya marş marş devam edelim… Lakin bu mezarlık üzerine daha sonraki yazılarımda daha detaylı değinmek kaydı ile şimdilik veda etmek gerekiyor…

Evet, ne demiş idim, “Edremit Van’a bakar, içinden Şamram akar”… Bilmediğim bu “Şamram Kanalı” ile ilgili çok kısa gözlem ve bilgi temini yapabildik, yerinde gördüğüm zaman… İsmini yazmamda bir mahsur olmayacağını düşündüğüm, bizi gezdiren Bahattin Gün arkadaşımızın, mesleği olmaması hasebiyle tüm iyi niyetine rağmen aktardığı sınırlı bilgiler ile müthiş bir “su mühendisliği” yapıtını karşımızda bulduk… Gitmeden önce, bir kez daha olsun kabilinden, gezilecek yerler konusunda önemli bilgiler aktardığını bildiğim “tripadvisor” sitesine girdim, ilk 20 önemli yere baktım… Akdamar Adası, Akdamar Kilisesi, Van Kalesi, Tuşpa Belediyesi Van Eski Evleri, Muradiye Şelalesi, Hoşap Kalesi, Van Kedisi Evi gibi önemli yerler başta olmak üzere bir dolu yer sayılıyor… Lakin Şamram Kanalı maalesef yok… Bunu anlıyorum, işte nasıl hazırlanıyor, kim ya da kimler hazırlıyor, tercih meselesi nihayetinde, bilemiyorum tabii ki… Kimseyi itham ve ilzam etmek istemem lakin çok büyük bir eksiklik diyeyim ve geçeyim… Buna mukabil bizim Bahattin Gün arkadaşımız biliyor ve sağ olsun oraya götürüyor… Kanalın boyunca bir bölümünün yanında otomobil ile geçtik… Bugün DSİ’nin yaptığı yatırımlar ile hala kullanılabilen bu kanal şüphesiz yenileme ya da düzenleme çalışmaları ile günümüzün sihirli malzemesi bir başka anlamda da baş belası beton ile kaplanmış durumda, kısa bir bölümünde yapılma dönemindeki taşların korunduğu gördük… Sevgili arkadaşımız bize kanalın bir harita mühendisliği şaheseri olarak kimilerine göre 51 km. kimilerine göre ise 52 km. uzunlukta olduğu bilgilerini verince bir mühendislik şaheseri ile karşı karşıya olduğumuzu anladık… Diğer adı ile de yaptıran imparatorun adına ithafen “Menua Kanalı” yaklaşık 3.000 yıllık bir geçmişi ile Dünya Su mühendisliği harikası olarak durmaktadır önümüzde… “Edremit Kız Kalesi” tanıtım tabelasındaki ön bilgimiz mucibince; Urartu Kralı Menua ile Asur Kraliçesi Semiramis’in evlenmelerini müteakip “Asma Bahçeleri” özlemi çeken kraliçenin özleminin giderilmesi uğruna kurulan bahçelerin sulanması amacına matuf bu uzun kanalın yapıldığını öğreniyoruz… Lakin öyle olmadığını da sonradan biraz araştırınca öğreniyoruz ki Gürpınar, Edremit ve Van arazi sulaması ile mezkûr yerleşimlerin kullanım suyu temini de yapılıyor. Eğer şu anda kullanılan kanal, tarihi “Şamram Kanalı” üzerine geliştirilerek yapılmış ise kanalın sadece bahçe sulamaya matuf olamayacağı da aşikârdır zaten. Van’ın 50 km güneyinde yer alan Gürpınar Ovasından Urartu Krallığı’nın başkentinin yer aldığı Van Ovasına tatlı su taşıyan Menua Kanalı geçtiği yerlerde tarıma hayat vermekte ise de asıl maksat başkentin su ihtiyacını karşılamaktadır, göründüğü kadarı ile… Van Valiliği tarafından hazırlanmış ve 2006 yılında basılmış ve ilk ziyaretimde edindiğim “Van Kültür ve Turizm Envanteri – Tarihsele değerler” değerli yayında ise kanal ile ilgili geniş yazıda dikkatimi çeken paragrafı buraya almak istiyorum. “Eski Ermeni kroniklerinde yer alan Van tarihiyle ilgili kayıtlarda söz konusu kanala Assur Kraliçesi Şamuramat’ın adından yola çıkılarak Semiramis ya da Şamran Kanalı (burada da Şamran diye yazılmış) dendiği görülmektedir. Yöre halkı hala bu adı kullanmaktadır. Oysa kanalın inşa yazıtlarında kanalın Urartu Kralı Minua (İ.Ö. 810 – 785) (buarada Minua diye yazılmaktadır) yaptırıldığı görülmektedir. Bu nedenle bilimsel anlamda kanalın adı Minua Kanalı olarak anılmaktadır”.

Evet, M.Ö. 4000’lerden itibaren sayısız medeniyete beşiklik etmiş Urartuların başkenti Tuşpa, ki son ziyaretimden sonra çıkarılmış bir kanunla oluşturulmuş başta da yeni Belediyelik Tuşpa olmak üzere baştanbaşa Van bu özellik ve güzellikleri ile herkesi ağırlamaya hazır görünüyor… Gerçi Canım Yurdumun insanından önce İranlılar keşfetmiş görünüyor buraları, görünen o… Sokakta rastladığınız her 2 kişiden biri İranlıdır dersem çok mu abartırım bilemem, belki de bana öyle geldi… Özellikle akşam saatlerinde Van Sokakları cıvıl cıvıl, insanların kaynaştığı yerler olarak böyle bir izlenim veriyor… Van’ın sokaklarının bu kadar canlı ve kalabalık olabileceğini hiç düşünmemiştim, müthiş canlı ve de hareketli… 


Perşembe, Haziran 15, 2023

AYKOME

AYKOME nedir? Bundan yaklaşık 40 yıl önce öğrenmiş idim, görev yaptığım firmanın İzmir şehir içi altyapı inşaat faaliyetleri sırasında altyapı çalışmalarının yürütülmesi esnasında… Meğerse böyle bir kuruluş varmış, bu kuruluşta, ilgili her kurumdan, ilgili her disiplinden elemanların kurumlarını temsilen yatırım program ve planlarını takip eder, düzenler, koordine eder, teorisi ve tanımı böyle imiş… Tam tamına, teşbihte hata olmaz kabilinden “deve dişi” misali bir kuruluş… Neymiş “Alt Yapı Koordinasyon merkezi”. Adına ve mezkûr adın çağrıştırdığına bakınca zannedilir ki, bunlar gerçekten ilgili kurumların yatırımlarının, zaman, zemin ve mekân bazında tahkik, tetkik, tespit,  tefrik, tesis koordinasyonu yapar.  

Yatırımcı kuruluş getiriyor plan ve programını para alınıyor ruhsat veriliyor mezkûr yatırımın detaylarına bakılıyor mu, nerde… Nerden anlıyorsun diye sorulacak olursa, öncelikle ilgili kurumlar ile farklı yıllarda, farklı parti yönetimlerinde, farklı idarelerin, farklı şehirlerde, farklı yatırımlarında yaptığım görevler neticesinde edindiğim tecrübe ile ve daha da önemlisi altyapı eski çalışanı bir inşaat mühendisi şimdi ise bir kaldırım mühendisi olarak yapılan işlerin sonuçlarını her gün arşınladığım sokaklardan edindiğim gözlemlerden, diye cevaplarım… Mesela, Kanalizasyon boru döşemesi bitiyor lakin baca diye tabir edilen rögarlar temin edilemediği ya da imalatı yapılmadığı için bilahare yeniden kazı yapılıyor. Mesela, ana su dağıtım hattı için kazı yapılıyor, bilahare abone bağlantıları için dolgusu yapılmış alan yeniden kazılıp yapılıyor ya da oraya yerleştirilmesi gereken vana ya da kumanda mekanizması için yeniden kazı yapılıyor. Mesela direk dikiliyor, oradan ya da oraya gidecek kablo için feeder denilen borulama çalışması için bilahare gelip yeniden kazı yapılıp bağlantı yapılıyor, vs. vs… Hani, “nesimi söyleyeyim canım efendim” türküsü gibi, bitmez tükenmez kazılar… Efendim, sokaklar perişan oluyor, insanlar tozdan ve gürültüden muzdarip, solunum yolları rahatsızlıkları patlamış, işçiliklerde dublikasyon, uzayan süreler, bitmeyen işler, ama biten paralar vs. vs… Peki bunlar böyle oluyorsa siz neyi koordine ediyorsunuz, bir açıklayın da duyalım ve anlayalım… Bu AYKOME bünyesinde yeter miktarda kurullarda bulunur, planlama kurulu, koordine kurulu, teknik kurul, idari kurul, hukuk kurulu vs gibi… Ve bu kurullardaki hemen hemen herkes teknik elemandır, mühendis, maliyeci, idareci, hukukçu bi hakkın teknik tetkik ve takip yapmaları gerekir, organizasyondaki görev tanımları gereği… Peki; yapıyorlar mı bu görevi, bilemiyoruz, ama bildiğimiz başka bir şey var, o da, işlerin hiçbiri baştan planlandığı gibi sonuçlanmaz ve maalesef sonuçlanmıyor da… Şimdi özellikle inşai faaliyetlerdeki mühendis meslektaşlarımın ne yaptıklarını çok merak ediyorum. Ya kardeşim, eğer diyorsanız “ne yapalım üstlerimiz böyle diyor” diye, ağzınız mı yok, yoksa aklınız mı, yoksa vicdanınız mı, da “yahu efendim böyle iş tarifleri yoktur, böyle birim fiyat tarifleri yoktur, böyle ödeme usulleri yoktur” demeye… Ya da organizasyon gereği yapılan işleri yerinde ve sürekli takip eden teknik elemanların, yerinde takip edenleri süreli takip eden üstlerinin, ya da onların tamamını takip eden, kontrol eden elemanların hep beraber yaşanan olumsuzlukları göremediklerini söylemek mümkün lakin bu söyleneceklere inanmak mümkün değildir… Yahu elinizde el ile ya da makine ile kazı yapım işleri “birim fiyat tarifleri” yok mudur? Boru yataklaması nasıl yapılacak, hangi evsafta malzeme kullanılacak, son dolgular nasıl yapılacak, hangi katmanlarda ne kadar sıkıştırma oranı aranacak, dolgu üstü zemin kaplaması eski haline nasıl ve ne zaman getirilecek şeklinde kitaplar dolusu “birim fiyat tarifleri” var ve bunları harfiyen uygulamak size vazifedir, bunlara uymayın diyen siyasiler olabilir diye düşünelim peki kardeşim siz teknik eleman olarak bunu içinize nasıl sindiriyorsunuz derler adama, sıkıştığınızda ya da muarızı olduğunuz mahfillerde işler böyle dönerken “istifa diye bir mekanizma vardır” demiyor musunuz? Diyorsanız ise sıra size gelince neden gereğini yerine getirmiyorsunuz, neden susuyorsunuz, neden katlanıyorsunuz, sizin eleştirdiklerinizden farkınız nedir o zaman diye sorarlar adama… Bakın işin reel politik tarafını konuşmuyorum tamamen teknik tarafını konuşuyorum… Müteahhit tarafında da çalışıyor olabilirsiniz, kamu adına kontrol tarafında da, sizin onayınız olmadan, hakediş düzenleyemezler… Hakediş olmaz ise para ödenemez… Para olmaz ise sonucu kötü olan malum işler olmaz… Para olmaz ise yandaşlık, para olmaz ise kayırmacılık olmaz… Bunları neden mi yazıyorum, sakın ve zinhar bilmediğinizi düşünerek, zinhar size bir şey öğretmek niyeti ile yazmıyorum, zaten bu ne hakkım ne de haddimdir, sizin bunları çok iyi bildiğinizi biliyorum lakin bilin ki ben de bunları çok iyi biliyorum… Bakın unutmayın, bu işin, kontrol yönetmeliği, bayındırlık genel şartnamesi, sözleşme eki teknik şartname ve ekleri, sözleşme eki idari şartname ve ekleri gibi sizin yetki ve sorumluluk aldığınız ve yüklendiğiniz ve dahi dayandığınız kanun hatta anayasa hükmünde dokümanlarınız vardır. Eğer böyle ise geriye fazlaca izah yolu kalmıyor… Aman dikkat, lütfen dikkat…

Şimdi tüm bu anlatılanlardan azade ve bakiye, kontrol edilecek, hem de ne kontrol, geriye sadece sade vatandaş kalıyor sizin kural uygulayacağınız… Aşağıda misalini vereceğim uygulamalar benzeri yaşanan bir süreç içinde kahr-ı bela… Yolu enlemesine kesen ve 7 mt’lik elektrik kablo döşeme işine yönelik kanal kazısı için Çeşme’den İzmir AYKOME’nin Halkapınar’daki tesislerine gidip gerekli detayları yazdığı dilekçesini verir, kendisine kontrol için ilgili elemanın gelip gerekli kontrolleri yapacağı söylenir, birkaç gün sonra elemanın geldiği gerekli tetkik ve tespitin yapıldığı söylenir, kazı için gerekli ruhsat bedelinin ödenmesi gerektiği beyan edilir, vatandaş gider bedeli ödeyip kazı ruhsatını almaya, bakar ki tespit yapan muhterem 7 mt yerine 12 mt üzerinden hesap yapılmış, harita üzerinden belli olan yol genişliği hemen tespit edilir diye düzeltin falan der ama yeniden keşif yapılacağı gerekçesi ile bu sefer de ödeme alınmaz, biz sizi haberdar edeceğiz denir, vatandaş tekrar Çeşme’ye döner, birkaç gün sonra 7 mt. üzerinden yapılan hesaplamanın bedeli ödenmek üzere vatandaş tekrar AYKOME tesislerine gider, ödeme 200 TL civarındadır, ödeyecek lakin bu sefer yolun eski haline getirilmesine yönelik teminat için de 800 TL’ye yakın bir bedel talep edilir, neyse ya olur mu dünyanın neresinde görülmüş 200 Tl’lik işin 800 TL teminatı olsun gibi itirazlara kulaklar sağır tabii ki, neyse çaresiz bedeller ödenir, kanal ve kablo bağlantısı verilen ruhsata uygun gerçekleşir. Telefon ile işin tamamlandığı haberi ilgili birime söylenir ancak sonuç enteresandır, gelip dilekçe ve ekinde fotoğraflarla birlikte müracaat edilmesi gerekmektedir. Çaresiz söylenen yapılır, tekrar AYKOME’ye gidilir, dilekçe ve ekleri fotoğraflar verilir… Teminatın iadesi talep edilir, saf vatandaş ne bilsin ki verdiği fotoğrafların doğru olup olmadığı kontrol edilmeyince ödemenin yapılamayacağını zorda olsa öğrenir… Neyse kontrolün yapıldığı teminat iadesinin gerçekleşeceğini muştulayan telefon gelir ve tekrar Çeşme’den yola düşülür İzmir’e gidilir, hayret her şey tamamdır, evraklar alınır ve ilgili departmana aktarılır, sürpriz, ödemenin 3 ay içerisinde dilekçeye ilave edilecek banka hesap numarasına yapılacağı bilgisi verilir… Görev tamamlanmıştır ne de olsa… Evet, 7 mt’lik kanal için AYKOME’nin ciddiyetine bakar mısınız? Alkış, bravo, yol eski haline gelmemiş olsa idi neler yaşanır, ilaveten düşünmek bile istemiyorum… Aaa bu arada para da 3 ay geçince hesaba havale edilmiştir, Allah var… Bu arada 800 TL gibi bir rakam 3 ay kullanılmış ne önemi var… Maksat AYKOME ya da bağlı olduğu makamların finansman sorunu bedavaya çözülmüş olsun… Bu arada İzmir’in tüm ilçelerinden binlerce bu kabil müracaatların aynı anda yapıldığını ve mezkûr bedellerin 3 ay kullanıldığını da kişi başı 800 TL ufaklığı içinde kimse önemsemez lakin “damlaya damlaya göl olur” misali oluşan devasa bütçeler söz konusu… Peki, bu AYKOME vatandaşa gösterdiği bu kılı kırk yaran titizliği kendi yatırımcı kuruluşlarına ve onların anlı şanlı müteahhitlerine gösterir mi? Hiç zannetmiyorum… Neden mi zannetmiyorum, basit, Eylül 2022’den bu yana taaa Haziran 2023’e kadar geçen zamanda “size münasip borular ile daha münasip su getiriyoruz” terane ve nutukları atanları ve onların müteahhitlerinin Çeşme’nin yollarını ne hale getirdiği öyle kenardan ya da uzaktan “Melo, Melo” izleyişlerinden zannetmiyorum… Bir de bonus’u var basın açıklamasına göre Çeşme dâhil 3 İlçenin yaza hazır olduğu anlaşılır lakin Çeşme’nin ana caddeleri bile hazır değildir. Ara sokaklarını konuşmaya da gerek yok, bizi tuzlayın da kokmayalım… Ya bizim gördüğümüz şeylerin tam tersini söyleyerek bizi neden kandırıyorsunuz… Bir basın açıklaması da neden kandırdığınıza dair olsa vallahi çok şık olacak…

Cumartesi, Haziran 10, 2023

İZSU SALLAPATİLİĞİ

Vatandaş; İZSU denen kerameti kendinden menkul muhteremlerin yönetimindeki kuruma başvuruyor, bulunduğum adreste atık su def etmek için tarafınıza ait bir kanalizasyon şebekesi yok, maalesef şu yüzyılda halen “fosseptik” kullanıyor ve bilahare de vidanjör marifeti ile def ediyoruz. Bu durumda bile tarafımıza kanalizasyon şebekesi varmış gibi “atık su bedeli” tahakkuk ettiriyorsunuz, sonra yine delaletiniz ile sağolun piyasaya görece ucuz vidanjörlere de para alıyorsunuz. Ya atık su bedeli almayın, ya vidanjörler bedava olsun diyoruz, gülüyorsunuz… Aaaa, belki sizin tarafta bazı akıllı çocuklar çıkıp “kanalizasyonu olmayan bölgede ev yapmasaydınız” diye düşünüyor olabilir. Toptan cevap babından olsun, kimse münasip yerinden uydurup ev yapmıyor, siz imara açıyorsunuz, toprakların %45’ine el koyuyorsunuz, sizi şereflendirdik adı altında, sonra inşaata başlayınca da bilahare müteahhitlerinize ödeyeceğiniz bedelleri abuk subuk çarpanlarla olabildiğince abartıp tespit edip, %25’ini avans olarak tahsil ediyorsunuz. Bunları hep biliyoruz ve tam da bu yüzden öncelikle kanalizasyon şebekesi olmamasından, sonra atık su bedeli tahakkuku nedeni ile ve sonra da üstüne üstlük vidanjör bedeli ödemekten usandık ve yıldık. Ve yine biliyoruz ki, tüm bu yaşananlar yerelde de genelde de hep sizin umurunuzda olmamasından ve bizim de hafıza problemimiz olmasından mütevellit… Biz az sayıda da olsak, sakın bilmediğimizi ve unuttuğumuz zannetmeyin… Bizi aptal zannedenlerin bizatihi kendileri aptaldır.

Böylesine bir talep ile mezkûr idareye müracaat ediyor vatandaş ve “binbir dereden su getirme” fantezi ve yalpası ve yanpası ile cevaplıyorlar, yok şu yönetmelik, yok şu kanun yok bu yönetmelik yok bu kanun diyerek kafaları karıştırıyorlar… Esasen kendi kafaları, haksız tahsilatı haklı kılmaya kodlanmış ve şartlanmış ya, tam da bu yüzden karmakarışık… Muhtemelen meslektaşlarım ve kişi olarak değerli hukukçuların da görüşleri alınarak bu savunma yapılmıştır, eğer böyle ise daha da bir garabet durum söz konusu… Bilmiyorlar desem yakışıksız, hak gözetmiyorlar desem fazla abartılı, bilerek yapıyorlar desem fazla siyasi, görmüyorlar desem fazla tıbbi bir teşhis olacak, lakin ve galiba hepsi…

Muhteremler; “İdarenin Tarifeler Yönetmeliğinin madde 5-1’ini” referans göstererek “su abonesi, İZSU’nun su ve kanalizasyon hizmetlerinden birlikte yararlanan veya kanal bağlantısı olmayıp yalnızca su hizmetlerinden yararlanan abonelerdir. Bu tür abonelere su satış tarifesi ile kullanılmış suların uzaklaştırılması tarifesi birlikte uygulanır” hükmü bulunmaktadır diye buyurmaktalar. O zaman yönetmeliğinizi, İZSU Genel Kurulunda yönetmelik değişikliği önerisi getirerek değiştirin “su versek de vermesek de, vermiş gibi tarife uygulanır” hükmünü getirin, size daha bir kolaylık olur, sonraki ihalelerde bütçesel olarak eliniz rahatlar, güçlenir, daha güzel ve faydalı ihaleler gerçekleştirirsiniz. Size göre nasıl olsa sizin genel kurulunuz var ve onlar ne karar verirse doğrudur behemehâl uygulanmalıdır, “Tüketici Hakem Heyeti Başkanlığı”, “Tüketici Mahkemesi sıfatı ile Asliye Hukuk Mahkemeleri” kararları mı, “onların ne önemi var, mühim olan insanlık” değil mi? Genel Kurul üyeleri bunları bilir mi, bilmez mi, ben bilemem de siz iyi bilmelisiniz ve bilirim ki iyi bilirsiniz… Sizin hukukçularınız yok mu? Bunlar görüş bildirmez mi? Başkalarını suçlarken “tek adam, tek adam” diye tepinirsiniz, ama siz de tek adamınıza “olur mu efendim, bunlar tekmili birden anayasa ihlalidir” diyemezsiniz… Demezsiniz, çünkü sizin de çocuklarınız var, sizin de aileniz var, hülasa istikbaliniz var ve istikbal göklerdedir… Arş-ı ala’ya yükselmenin yolu, bütçedir ve bütçenin tek kaynağı “anayasaya aykırı olsa bile” halktır, vatandaştır. Gerisine yönelik her türlü mütalaa ve mülahaza beyhudedir. Aslolan para ve bütçe, onunda adresi belli… Aaaa birileri de çıkıp yahu su bedelinin yarısıdır, ne diye afra tafra yapıyorsun diye bana çatabilir, vallahi sesim çıkmayacak ama şu vidanjör bedeli ve şu “halkımızın yararına ve sağlığa dair” ve dahi “biz ki taa kavli beladan halkçıyız” diye ağır abi edalı başlayan nutuklar var ya ona katlanmak mümkün değil, aksi olsa vallahi de billahi de kuyruğumu kısıp oturacağım… İlaveten de bu bir prensip meselesidir, yoksa aritmetik figürler üzerinden konuşulacak bir mesele değildir, konuşulacak olursa da en az sizin kadar aritmetik bilirim. Benim bildiğim içinde azıcık “halkçılık” hissiyat ve fikriyatı taşınılıyorsa behemehâl vatandaşın anayasal hakkına saygı duyulur ve “verilmeyen hizmete tarife uygulanmasına” son verilir… Peki, verilir mi, verilmez, nereden mi anlıyorum, elimizde, aynı zamanda onlarında elinde onlarca mahkeme kararı olmasına rağmen sadece mahkemeyi kazanan aboneye karar uygulanmaktadır. Oysa mademki “halkçısınız” ve mademki böylesine bir mahkeme kararı var, aynı dertten muzdarip her aboneye müteallik bir karar alsanız ya, şu meşhur genel kurulunuzda… Olur mu? Zinhar, nasıl olsa konu ile ilgili mahkeme kararı almak mahkemelerde kolay olsa bile süreç pahalı, avukat, bilirkişi, zaman vs. vs… Efendim birileri de çıkıp, yahu bu abilere fazla iddialı yaklaşıyorsun da, diğerlerine neden bir şeyler demiyorsun diyebilir… Vallahi ben ne yapayım karşı mahalledeki abiler sizin kadar iddialı halkçı olduklarını söylemiyorlar hatta “ne kadar ekmek o kadar köfte” teraneleri ile ilerliyorlar…

Ne bekliyorlar acaba bu kerameti kendinden menkul yöneticiler, atık suları yola salıp, koy verip isyan başlatmamızı mı bekliyorlar? Ne bekliyorsunuz bu kadar sabrettik bu kadar sustuk bu kadar içimize attık… Yahu bilmem nerelerde partinize propaganda katkısı sunacağım diye çırpındığınızın % 10’nu kadar asıl görevlerinizi yapsa mı idiniz acaba? Şarkıcı getirmeye, şenlik düzenlemeye, 38. kuşaktan ilgili ve ilgisiz yardım taleplerini karşılamaya, abuk subuk sportif faaliyetleri desteklemeye, zevk-ü sefaya bulunan bütçeler bir türlü direk sağlık ile ilgili, direk vatandaş ile ilgili işlere bulunamıyor… Hemen bütçe, plan, proje, karar, zaman vs gibi şartları öne sürmek kolay, peki kardeşim bu bütçeyi, kararı, planı, projeyi kim yapacak, bu bizi yönettiğini zanneden muhteremlerin anlattıklarına bakılırsa zannedersiniz ki görev zinhar onların değil de “Sakız Belediyesinin”… Ya kardeşim “vermediğiniz hizmetin bedelini tahsil ediyorsunuz”, bunda anlaşılmayacak ne var ki… Çağdaş “Deli Dumrul” durumundasınız… Hala çıkmış gak guk edip duruyorsunuz…

Size kızıyorsam da beni affedin, kızmak gibi aptal bir huyum oluştu, niye bilmiyorum, vallahi biz 2 abuk kutuptan birini seçmek zorunda kaldığımız, iki araya sıkıştığımız ve bunun haricinde bir şey düşünmediğimiz ve yapamadığımız için kendimize kızmalıyız lakin onu bile becermekten uzağız…

Neymiş, esasen bu beylerin halk umurlarında değilmiş, kılı kırk yararak hangi kanunun neresindeki hangi maddesine istinaden buldukları eften püften bahaneler ile “alavere dalavere” paraları toplamakmış. Dert bu… Gelsin paralar, halkçılık mı, size söz yeni baharda gelecek…

Sen ne yapıyorsun, 10 m3 lük vidanjör ihalesi yapıyorsun ve onu da muhtemelen yine meşhur “Genel Kurul Kararınız” ile tarifelendirip abuk subuk tahakkuk ve tahsilata girişiyorsunuz, 376 TL. (16.03.2023 tarihi itibari ile) Vidanjör bedeli (KDV dâhil) ne demek biliyor musunuz siz? 376/10=37.6 TL/m3’tür. Suyu kaça satıyorsunuz çıplak bedel 13,14 TL. Ne diyeyim ilaveten… Gerçi hızınızı alamayıp şimdi de vidanjörlerin kapasitesini 8 m3 e indirdiğiniz de cabasıdır bu makul davranışın… Yahu be kardeşim, hem atık su bedeli tahsil ediyorsunuz,  su bedelinin yarısı mukabili, hem de vidanjör parası alıyorsunuz… Ya biri ya diğeri demiyorsunuz, yahu buraya hemen kanalizasyon şebekesi yapalım demiyorsunuz, hepsini birden tahsil ediyorsunuz… Sonra ahlak ve etik talkını… Ya bir durun Allah aşkına…

Ya, İZSU’cu Beyler (cinsiyetten azade kullanıyorum), İZSU’yu yöneten beyler (cinsiyetten azade kullanıyorum) siz bu savunmaları yapıyorsunuz da, T.C. Mahkemelerine başvuran her mağdur abone nasıl oluyor da sizin aleyhinize karar veriyor, acaba mahkemeler sizin kadar hukuk mu bilmiyor, teknik mi bilmiyor… Ben söyleyeyim ne o, ne bu, siz maalesef birer paragöz siyasi olmuşsunuz… Bu uğurda vatandaş mağdur oluyormuş, ne gam ne keder…

Siz Fransız firması ALÇE SU’dan bile hızlı çıktınız, sizi kutluyorum… Hayırlı tahsilatlar… Siz de anladınız durumu ve bizde ki alışkanlık seviyesini ve isteğini… Tekrar hayırlı tahsilatlar… Bakın beyler, bu yaptığınız haksızlığa 35.000 adet kanun ve yönetmelik dayanağı bulursunuz da bir kelimelik ahlaki ve etik dayanak bulamazsınız… Bıraktım halkçılığınızı da hala varlığına inandığım vicdanınıza sesleniyorum, gelin bu vebalden kurtulun ve bu mağduriyete son verin, vermediğiniz hizmetin parasını tahsil etmeyin… Bu vesileler ile önceki dönemler Dikili Belediye Başkanlığı yapmış, kanuni dayanaklar yerine ahlaki dayanaklar aramış, bu uğurda başının belaya da girdiğini bildiğim meslektaşım Osman Özgüven’i ve şu andaki Tunceli Belediye Başkanı Mehmet Maçoğlu’nu ve sonsuza dek hatırlanacak efsane Belediye Başkanı Fikri Sönmez’i (Terzi Fkri) büyük ve derin bir saygı ile anıyorum… Gerçek halkçılık nasıl olurmuş, gerçek belediyecilik nasıl olurmuş, evelemeden gevelemeden her şeye rağmen bizlere gösterdikleri için de sonsuz teşekkürler ediyorum.


Cumartesi, Haziran 03, 2023

LİYAKAT – LAYIK – SELAHİYET - EHİL - EHLİYET

 

Çeşme’nin su şebekeleri yenileme ve ilave tesis çalışmaları bir süredir devam etmektedir, konu ile ilgili Yerel Yönetimin en üst makamları sürekli bilgilendirmeler yapmaktadırlar, yok eski şebekeler çok miktarda su kaçağına sebep, yok şebeke boruları “asbest” türevi malzemeler olup sağlığa çok zararlı vs. gibi başta olmak üzere uygulamadan sorumlu teknik ve idari yönetim tarafından aktarılan bilgilere istinaden… Şimdi aktarılan bilgilerin samimiyeti ve içtenliği konusunda benim bir lafım ve itirazım olamaz, herkes bildiği, anladığı, öğrendiği, kapasitesi, tecrübesi, ehliyeti, dirayeti ve de hepsinden önemlisi liyakati ve niyeti ölçüsünde uygulama yapmaktadır. Bunlar her idarede ve yönetimde iş ve bilgi üretme konusunda benzer durumlar olup bu detaylara girmeden dışarıdan birisi olarak yazayım istedim, gördüklerimi ve yaşadıklarımı… Ben de tıpkı mezkûr yöneticiler gibi samimi ve içten olarak 2022 Eylül sonunda başlayıp 2023 Mayıs sonuna gelindiği halde hala bitirilememiş Çiftlik – Çeşme yolunun hikâyesini, hemen hemen her gün mezkûr yolu en az bir gidiş bir geliş olarak kullanan birisi, komşularımızın şikâyetleri, gazeteci olarak görevimizi hatırlatanlara ve dahi görevimizi yapmadığımızı hatırlatanlara istinaden yazmak istiyorum. Üstelik yaşanan zorlukları yazmadığımızı ya da haberleştirmediğimizi seçimlerde yönetim ve taraftarlarının olumsuz etkilenmemesi nedeniyle yazmadığımızı dahi beyan edenler oldu… Tabii ki bunların hepsi samimi ve içten olup esasen de yaşanan zorluklar ve görülen zararlar nedeniyle oluşan serzenişler olup bizim de gerçeğimizi tam manası ile yansıtmamaktadırlar…

Lakin alt yapı uygulamaları konularında uzun yıllar görev yapmış bir İnşaat Mühendisi olarak gözlem ve görüşlerimi bizleri kaale almayanlara ve söylediklerimize kulak asmayanlara bir kez de bu köşeden sesleneyim dedim… Orada görev yapan meslektaşlarımı üzerek zülfü yâre dokundu isem affola… Lakin İZSU’yu yönetenlerin tek yazılacak eksik hatta taammüt içeren yanlışları bunlar değil zamanla diğerlerini de yazmaya devam edeceğim… Hele bir “atık su” tahsili uygulama ve savunmaları var ki evlere şenlik… Hani, atık su şebekesi (kanalizasyon) olmayan yerlerde, hani fosseptik ile atık su toplanıp bilahare yine bedeli mukabili defediliyor ya, işte o… Mağduriyetimizin giderilmesi için verdiğimiz dilekçelere bir şeyin neden ve nasıl yapılamayacağının hiçbir haklı gerekçeye ve hizmete dayanmadan ücret tahsilinin nasıl yapılacağının izahı cevabi yazılarında tarihe geçen iddialarda bulunulmuş ve defaten müracaatlara da sağır duvar rolü oynamışlardır. Yakında detaylı yazacağım…

Efendim denilebilir ki burası bağımsız bir kurumdur, onların yönetim kurulları vardır, danışma kurulları vardır, hukuk kurulları vardır, vs. Lakin genelde de olduğu üzere tüm bu kurullar ve kurumun bizatihi kendisi bile bir kişinin irade ve inayeti ve dahi işareti üzere karar alır ve iş görürler, biz bunları ziyadesi ile yaşayarak öğrendik… Orada görev yapan hukukçu, mühendis ve diğer disiplin erbaplarını da anlamak mümkün değil… Neyse, ilerleyelim… Bunların tamamı “çene suyuna pilav” derler…  

Dönelim, Çiftlik yoluna tekrar… Görünen o ki yetkili ve ilgili muhteremler kanal çalışmaları yolun neresinden geçirilecek çalışması yapmamışlar evvel emirde, bunu nerden mi anlıyoruz, kolay oldu emin olun hiç zorlanmadık… Soran olursa uygulamalı anlatırım… Kazı çalışmaları başladı, yol standart bir yol, bir gidiş bir geliş, ekskavatör kazıyor aynı zamanda yanındaki kamyona yüklüyor, sıradaki kamyon çekmiş orada bekliyor, kontrol ekiplerinin aracı vs derken yan yana ve arka arkaya 5-6 makine ve taşıt yolu büyük ölçüde trafiği engellemiş durumda, buna denilecek bir şey yok, lakin ne yapılması gerekir her iki yönde de ellerinde kırmızı ve yeşil bayrakları ile taşıt trafiğini yönlendirecek elemanlar yerleştirmek, değil mi? Var mı, hak getire… Denilebilir ki “sözleşme gereği taşeron bu elemanları bulundurmalı idi” peki bu detayların yerine getirilip getirilmediğini kontrol eden oldu mu, bilmiyoruz ama sonuç değişmediğine göre rahatlıkla olmadı diyebiliriz… Peki, mesai bitiminde kazı alanı, yeterince trafik ikaz ve işaret levhaları ile akşam saatlerinde aydınlatılarak trafik seyrüseferine uygun ve güvenli hale getirildi mi? Şüphesiz hayır, peki kimin umurunda, şüphesiz kimsenin… Peki, böyle kritik ve alternatifi olmayan bir yolda çalışıyorsanız, günlük 8 saat çalışma ve hafta sonu tatilleri düzenli korunarak çalışma yürütmek hak olmakla birlikte doğru mu diyen oldu mu? Zinhar… Oysaki kolaylıkla çalışma alanları bugünkü aydınlatma teknikleri ile gündüz gibi aydınlık hale getirilerek ve fazla mesaili ve vardiyalı çalışma yapılarak kısa sürede aşılabilirdi. Peki, yapıldı mı, nerde… Kazı yapıldı, borular döşendi ve dolguya geçildi, seçilen dolgu malzemesi uygun mu diye bakıldı mı? Bilmiyoruz lakin sonuca bakınca bakılmadığını anlıyoruz, saygının öne alındığı bir malzeme mi, yoksa ucuz ama sorunlu bir malzeme mi tercihi ucuzdan yana kullanılmış… Yeri gelince “her şeyin en iyisine layıktır vatandaşımız” edebiyatı tam gaz, lakin bu dolgu malzemesi seçimi hem de meskûn alanda kullanılmak üzere “nefes darlığı”, “akut solunum rahatsızlıkları”, “alerjik hastalıkları” vs olan insanlar düşünülmüş mü? Zinhar… Peki, diyelim ki zorunluluktan böyle bir malzeme seçtiniz, oraya bir “arazöz” tahsisi edip sürekli sulama ile toz dağılmasını önleyemez miydiniz, evet, önlediniz mi, şüphesiz hayır… Dolgusunu tamamladığınız yollarda özellikle yağmurun bozduğu dolgu satıhlarının kontrolünü yaptınız mı, hayır… Daha da önemlisi dolguları teknik şartnamelere uygun yaptınız mı, tabaka tabaka sıkıştırmalar yaptınız mı, nerde… Oysaki siz her gün bu alanda dolgunun sıkışma, çökme, akma vesaire nedenlerle eksilmesini kontrol edip telafisini gerçekleştirmeniz gerekmez miydi, evet, yaptınız mı, şüphesiz hayır… Bu nedenle inanılmaz motosiklet ve otomobil kazaları ile hasarları oluştu hatta bu yüzden dava açmalar bile görüldü… Peki, burun kıvırarak baktığınız bazı alanlardaki uygulamalarda pekâlâ görüyorsunuz ve biliyorsunuz ki bu kadar uzun sürecek ise “geçici asfalt” yapılmaktadır. Gerçi kalıcı olması gerekeni bile geçicisinden yapanlara bu kelam kâr etmez biliyorum… Sonuçta iki (2) şeritli yolun bir şeridinin perişan edildiği yetmiyormuş gibi buradaki tamir, ikmal, ıslah işlemleri bitirilmeden neden ikinci şeridin de kazılmasına başlandı sorusunun bir cevabı var mı? Şüphesiz ki yok… Çalışma planı var mı, anlaşıldığı kadarı ile yok, günün gereklerine göre ve de ihtiyaca binaen bazen orada bazen burada çalışıldı mı, evet, öyleyse plan yok… Yön eylem değerlendirmesi var mı, yok… Yok oğlu yok… Lakin karşı mahalleye laf yetiştirme söz konusu olunca da en yüksek perde ve vites…

Peki; “AYKOME” diye kısaca bilinen ve “Büyükşehir Belediyeleri uhdesinde ve bünyesinde” esasen de kentin teknik altyapısının büyük bölümünden kendilerinin sorumlu olduğu yerel yönetimlerin, teknik altyapı ile ilgili tüm idarelerin hizmetlerinin yapımı, denetimi ve koordinasyonu gibi konulardan sorumlu bir kurum var mı, var... Tüm bu anlattıklarım üstüne bizim göremediğimiz ya da görmediğimiz detaylar vardı da biz anlayamadık da AYKOME olarak bir söylerlerse çok sevineceğim. Aaa, bu arada tüm bunları ürkmeden yazmamız karşısında her şeye rağmen sonsuz sabır ve hoşgörü gösteren, gerek AYKOME gerekse de İZSU yönetimine de bu nedenle teşekkür ederim. Liyakat ve ehliyet gözetimi konusunda başkalarına talkın verenlerin özellikle titiz davranmalarını beklemekteyiz. Yoksa “biz seçildik” bundan sonra “bizi seçenler” yapacaklarımızdan zevk almalılar fikriyat kulübüne duhuliye beleş hatırlatması yaparız.  

Tüm bunların yasalarla, yönetmeliklerle ve sözleşme maddeleri ile tamamen “yüklenici”  ya da “taşeron” sorumluluk ve yükümlülükleri kapsamında olabilir bu iddialar bu hali ile savunulabilir lakin sözleşme hükümleri yerine getirilmez ise bunu kim tespit etmeli ya da edecek, yerine getirilip getirilmediğini kim kontrol edecek… Kontrol teşkilatının teşkili ve görevleri mutlaka sözleşmede yer almıştır… Aaaa tabii bir sözleşme var ise… İlaveten ve de önemine binaen hani sizin belediyelerinizde “taşeron” uygulaması yoktu diye soran bir hayli vatandaş gazetemizi ziyaret etti…

Son söz de uygulamayı yapan ve yöneten teknik ekibe, neden “Başkanlara” test için kaplama ve ıslah işlerindeki gecikmelerin nedenleri hakkında eksik ve yanıltıcı bilgi veriyorsunuz? Başkanlara bilgi veriyorsunuz kamuoyuna bilgi versin diye bakıyorsun test için bekliyoruz diye akıllara ziyan bir açıklama ne testi, ne kadar sürer bu test, cevap yok… Yoksa asfalt ihalesi için yeterli büyüklük mü beklenildi, vs vs…

 

Cumartesi, Mayıs 27, 2023

ELE VERİR TALKINI KENDİ YUTAR SALKIMI ve ÖTESİ

 ALMANYA – AVUSTURYA ŞİKESİ

İngiltere futbolunun önemli golcü isimlerinden biri olan Gary Lineker şöyle bir laf etmiştir, yanılmıyorsam; “Futbol basit bir oyundur. 22 kişi 90 dakika bir topu kovalar, top bir o kaleye gider, bir bu kaleye gider ama sonunda hep Almanlar kazanır”. Biliyorsunuz Lineker futbol kariyeri boyunca hiç sarı ya da kırmızı kart görmeyerek futbol tarihine en centilmen futbolcularından biri olarak geçmiştir. Lakin siyasetin futbolu kurban görmesi münasebetiyle de BBC’den gördüğü kırmızı kart konusunu da ayrı değerlendirmek gerekir… Göçmenlere yönelik yeni tasarıya tepki gösteren Lineker, “Önemli bir akın yok. Avrupa’daki diğer bütün ülkelerden çok daha az mülteci kabul ediyoruz. Bu sadece en savunmasızları hedef alan acımasız bir politika ve 1930’ların Almanya’sında kullanılandan farklı olmayan bir dil ve anlayış.” görüşlerini dile getirmişti. Hemen devreye BBC kuralları giriyor şüphesiz ki Hükümet kararına muhalif olması nedeni ile de orantısız cezalandırılıp program askıya alınıyor. Peki, ne mi oluyor sonra, İngiltere Ligi (Premier Lig) oyuncularının hiçbiri BBC’ye röportaj vermiyor, programdaki arkadaşları da (Alan Shearer ve Ian Wright) program devamına katılmıyorlar, müthiş bir destek ile BBC kararı gözden geçirme kararı alıyor ve konu çözülüyor.

Oysa bu olay 3. Dünya ülkelerinde olsa hemen programdaki diğerleri görevi alır parasını kazanmaya devam ederdi. Ne yapalım dünyada ülkeler ve insanlar arası eğitim ve eğitilmişlik farkı var ve korkarım ki asla ve kat’a da kapanmayacak… Detayda ne demişti de bu kadar agresif yönetim kararı ortaya çıktı, peki Lineker tavrını değiştirdi mi, bu hizaya geç komutu ile, hayır, bilahare de açıklamasını bu detaylara dayandırdı. “Son bir kaç gün ne kadar zor olursa olsun, ülkesinden evinden baskı veya savaş yüzünden kaçmak ve uzak ülkelere sığınmaya çalışmak zorunda kalanların yaşadıklarıyla kıyaslanamaz. Çoğunuzun onların çektiklerini anlıyor olduğunu göstermesi yürekleri ısıtıyor. Biz hala ağırlıkla hoşgörülü, misafirperver ve cömert bir ülkeyiz.”

Esasen, bu göçmen politikası giderek sağa giden dahası solu bile sağa çeken tüm Avrupa’daki muktedir eğilimlerinin bir tezahürüdür. Her biri kendi ülkeleri içerisinde bile insanların mülksüzleşmesine, göçmenleşmesine ve ucuz emek olmasına münasip vasat oluşturma çabası içinde iken yurt dışından gelenlere bu agresiflik niye, değil mi? Evet, biz Lineker’i hep “futbolcu” zannederken meğerse adam bizim “Muhteşem Süleyman’a” inat tespit ve teşbih kelamı etme uzmanı da oluvermiş… Gerçi yazılarımı okuyanlar bilir aforizmalar üzerinden felsefe yürütülmesi eğer bir derinliği bir art planı yoksa benim açımdan manasız ve gereksizdir tıpkı “Kurtlar vadisindeki” cühela muhteremlerim ettikleri görece isabetli kelam benzerleri gibi… Lakin “söyleyene değil söyletene bakalım” deyip geçelim…

Konumuz özelinde ne oldu kısaca bir hatırlayalım… FİFA tarafından düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonasının sırası 1982’de İspanya’dadır. Grup maçlarında Cezayir Milli Takımı Almanya’yı ilk maçta 2-1 yeniyor, Avusturya ise Cezayir’i 2-0 yeniyor, Cezayir son maçta Şili’yi 3-2 yeniyor ve oynanacak Avusturya Almanya maçı yola devam edecekler ile eve döneceklerin belirleneceği maç olarak sıra alıyor. Grupta durum çok kritik bir noktada, Avusturya yenerse Almanya evine dönüyor, Almanya ise en az 2 farklı bir galibiyet alır ise Avusturya eve dönüyor. Allah’ın hikmeti işte maç Almanya’nın 1-0 galibiyeti ile bitiyor ve Şili ile birlikte Cezayir evlerine dönüyor. Muzaffer Almanya ve Avusturya ise finallere devam ediyor… Maçı hatırlayanlar bilir, Almanya gereken 1 gölü bulduktan sonra yavaştan ve çaktırarak yan pas cumhuriyeti… Gerçi Almanya gol atamamış olsa bile çok inanıyorum ki bu sefer Avusturya kendi kalesine 1 gol atar, durumu öngörüldüğü hale uyarlar idi… Bu başkalarına talkın verenlerin ahlak ve etik seviyesi budur…

Bu yan pas ile “ayağım gazda telafi ederim” oyalaması için görüyorum ki sağda solda Avusturyalı ve Almanyalı seyirciler için “büyük utanç” vesilesi olmuş diye yazılıyor ve söyleniyor. Ben inanmıyorum böyle olduğuna, utanç kaynağı olsa idi eğer taraftarların tavrı sonraki maçlarda farklı olurdu ki Almanya finale kadar maç oynadı, finalde İtalya’ya kaybetti de yüreklere azıcık da olsa serin sular serpildi… Sadece hatırladığım kadarı ile maç yapan takımların seyircileri dışında ve çoğunluğunu İspanyalıların oluşturduğu çoğunluk tarafından ıslıklandı durdu… Peki, bu açık şike karşısında ilgili kuruluşların tavrı ne oldu, kocaman bir hiç, hatırladığım sadece son maçların aynı saatlerde oynanması kararı alındı. Evet, yine önemli abiler bir halt, bir herze yediğinde gören gözler kör oluyor, duyan kulaklar sağır… Kaza ile garipler ya da alttakiler böyle işleri yapıp bu büyük abilerin tekerine çomak soksalar “yandı gülüm keten helva”… Bu büyük abi yani kural koyucu abi olmanın tabiatında olan bir şey herhalde ve sadece futbolda değil, siyasette, sosyal hayatta, velhasıl her yerde ve her daim ne yaparlarsa yapsınlar hep haklı olurlar ya işte öyle bir şey… Gel de Gary Lineker’in lafını hatırlama yeniden tarzında işler bunlar…

Sonradan Canım Yurduma gelip büyük paralar ve başarılar kazanan ve kulüp taraftarı olarak belki de hepimizi sevinçlere boğan Tony Schumacher ve Jupp Derwall işte o dönemin Almanya milli takımında biri kalede biri kaptan köşkünde görev yapıyordu… Bu aleni şike konusunda Derwall’in söylediği bir şeyi duymadım, belki de utancından olsa gerek… Lakin ısrarla sorulan bir soru üzerine Schumacher’in dediği ise tam bir dalga geçme kabilinden, “bana hiç iş düşmedi. Maçtan sonra duş bile almadım” diye bir açıklama yapıyor. Tabii ki kimsede bu beylere evet “inandık inandık” demiyor dalga geçerek… Ve ne yazık ki bu muhteremler gelip Canım Yurdumda yaptıkları her şeyi unuttuğumuzu varsayarak ilaveten dalga geçerek, eğlenip, para kazanıp hem de çok ki çok, eşek yükü ile deyim yerinde ise sonra kartvizitlerine de “efsane” yazdırıp bye bye deyip gidiyorlar. Arkalarından bize de garip yerli çocuklarımızın yaptığı şikeler üstüne konuşup, tartışıp hatta yer yer kavgalar etmek düşüyor…

Şike böyle bir şeydir, ihtiyaçlar bazen ilkelerin önüne geçmektedir. Yok, panzerlermiş, yok disiplinmiş, yok ciddiyetmiş, yok altyapı imiş, sonuçta kıytırık bir şikeye ihtiyaç duyuyorsunuz ve maalesef te yapıyorsunuz…

Lakin ve şükür ki; finali kazanan İtalya Milli Takımı hiç de umulmayan bir anda umulmadık bir şekilde, İtalya Futbol Federasyonu Başkanı başta olmak üzere kazanılan kupayı ve zaferi, katliamlara maruz kalarak sürgüne gönderilen FKÖ’nün temsil ettiği Filistin halkına adarlar. Evet, Kupa dönemin “direnişin kabesi” kabul edilen Filistin Kurtuluş Örgütü nezdinde Filistin halkına ithaf edilmiş olup, ayrıca bir sürede tutulması için kendilerine verilmiştir. Düşünebiliyor musunuz nasıl bir prestij paylaşımıdır. Üstelik futbolun, İtalya gibi siyasi koşulların hem de NATO’nun gizli ordusu “Gladio”nun fazlaca etkili olduğu arenada siyasi aktörlerin meşru bir faaliyeti olarak, taaa Mussolini’den, Katolik kuruluşlara kadar toplumun en ücra köşelerine kadar sirayet ettiği bir noktada iken. Bu da mı “ne var bunda” denilecek bir şeydir. Diyen varsa da kendi bileceği bir şey… İşte bu şikecilerin şikeleri arasında geriye kalan “hoş seda” bu idi… Bir tarafı yani şikecileri kınar iken dünya barışına dikkat çekerek hatta destek vererek hareket edenleri de saygı ve sevgi ile “baş tacı” ediyorum…

Perşembe, Mayıs 18, 2023

OSMAN ŞAKAR

Osman Abimiz ile ebediyete intikalinden bir vade önce, kuzeninin işyerinde karşılaştık, yayınlanan kitabımdan “neden kendisine imzalayıp vermediğimi” söyleyerek biraz yüksek perdeden takılınca, derhal çantamdan çıkarıp imzalayıp vermiş idim. Osman Abimiz Çeşme’de yetişen tüm benzerleri gibi, gerçek Çeşmeliliğin ziyadesiyle kendisine kattığı kibar, nazik ve beyefendi tavırlarını örnek almaya çalıştığımız birisi oldu her daim. Baba Cemal Şakar büyüğümüz olabilecek en üst perdeden beyefendi ve olabilecek en üst perdeden “esnaf” birisi olup, Çeşme’nin ticari manada ilk reçel imalatçısı olduğunu hatırladığım birisidir. Şimdilerde güzellik malzemelerinin satıldığı, Haralambos Kilisesi karşısına denk gelen yerdeki dükkânı içinde Cemal Şakar büyüğümüz her daim traşlı, özenli, uzun, narin ve düzgün fiziği ve belden bağlı beyaz önlüğü ile Çeşme Çarşısının önemli ve sembol isimlerinden birisi idi. Çocukları da bu özelliklerini muhtemelen tamamını babadan alarak üstüne de yeterince koyarak kendilerini geliştirip kalıcı isimler haline gelmişlerdir Çeşme’de…

Çeşme dönem itibari ile küçük bir sahil kasabası olup, son durak olduğu için de işi olmayanın uğramadığı, gayet sakin, insanların birbirlerini ziyadesiyle tanıdıkları, birbirlerine saygı ve hürmet gösterdikleri ekonomik ve sosyal olarak da görece kapalı bir yerleşim yeridir. Kuruluş günlerinden itibaren gelenekselleşmiş küçük çiftçilik, liman olma özellikleri ile sebze, balık avcılığı ve gayet küçük ticaret hacmi ile sınırlı olanaklarla lakin huzurlu ve görece mutlu bir yaşam devam etmektedir. Osmanlı döneminin önemli “iskelesi” olma ve dolaysı ile de önemli askeri bir üs olma dönemi artık çok gerilerde kalmış olmakla birlikte mezkûr ticari ve sosyal hayatın bakiyesi devam etmekte. Yine Osmanlı döneminin tımar düzeni içerisinde teşkil edilen ziraat düzenine mütenasip adalardan getirilen farklı din ve etnik yapılardan insanların genel manada ahenkli hayatı güne uyarlanmış hali ile devam etmekte olup, yaygın hoşgörü ve müsamaha ortamı söz konusudur. Bu genel ortam bugünlere kadar gelen ve halen devam etmekte olan bir sosyal mutedil ortam yaratmıştır. Arada gerek yanaşma gerekse de yerleşme yöntemi ile gelenlerin yarattığı gerginlikler yaşansa da genel manada yazının konusu Osman Abimizin şahsında tezahür eden tevazu, müsamaha ve tolerans her daim hakim olmuştur.    

Osman Abi ile ilk muhabbetlerimiz benim yeni yeni delikanlılığa geçiş dönemimde İzmir’e alışverişe gittiğim dönemlerde kendisinin çalıştığı “Ordu Pazarında” mutlaka gider görürdük. Ordu Pazarı dönemin önemli ihtiyaç maddeleri satan lakin sadece ordu mensuplarına hizmet veren bir kuruluşu idi. Ürün fiyatları ise piyasanın neredeyse yarısı ve kalite ise iki katı gibi idi, hatırladığım. Ordu pazarları, yine hatırladığım kadarı ile 27 Mayıs askeri darbesini müteakip askerin yoğun bulunduğu kentlerde ordu mensuplarının temel ihtiyaçlarını ucuz ve kaliteli karşılanması maksadı ile bir nevi tüketici kooperatifi tarzında kurulmuş teşkilatlar idi. İzmir’deki mağazası ise Milli Kütüphane Caddesinde çok katlı bir mağaza idi, yine yanlış hatırlamıyorsam üst katında bir kafeterya vardı… Farklı katlarda farklı ürünlerin satıldığı bu mağaza, dönemin ruhunu, dayanışma ahlakını ve dayanışanların gücünü, dayanışanların kimliğini, gücün kaynağını, kaynağın kudretini göstermesi bakımından kayda değer bir yapıdır. Mezkûr güç, başkalarının dayanışmalarına fazlaca hoşgörülü bakmaz iken kendilerinin de dokunulmaz oldukları gücün tılsımı hasebiyle düşünmekten olacak başlarına benzer şeylerin gelebileceğini hiç hesap edememişler. Şüphesiz artık Canım Yudum 20’lerin ruhuna sahip değil, bilakis 50’lerde içine cin girmiş, 80’lerde kahrolsun muarızlarımız teraneleri hâkim kılınmış, 2000’lerde devletin faaliyeti sadece vergi toplamak ve güvenlik sağlamakla sınırlandırılmış vaziyettedir. Dayanışmanın ifadesi kooperatifler, konut kooperatifleri muaf tutularak tukaka kabul edilmiş ve dahi dağıtılma sürecine girilmiştir. Devlet don üretmez hafifliği ve istihzası ile ne var ne yok sat sav noktasına gelinmiştir. Bu çerçevede Ordu Pazarları’da önce OYPA adı altında şirketleştirilip, sonrada yok kar etmiyor yok rekabet edemiyor bahane ve teraneleri ile günde yaklaşık 30.000 kişinin alışveriş yaptığı yerleri gözden çıkarmışlardır. Neyse konumuz bu değil lakin yeri gelmiş iken kolay unutanlara hatırlatma servisi babından olsun istedim…

Osman Abi, futbolun sadece spor olarak yapıldığı, sevildiği, kutsandığı ve organize olduğu dönemin iyi futbolcularındandır. Çeşme Gençlik Spor olarak organize olmuş “Güzel Çeşme’nin” bu güzide takımı, kendi gençlerine spor yapma imkânı teminine yöneliktir o tarihlerde, para yoktur. İstikbal temini yoktur yaygın olarak… Şüphesiz Canım Yurdumun tercih ettiği yönetim şeklinin ruhundan kaynaklı ziyadesiyle öne çıkanlar için bu kurallar geçerli değildir, tüm kelam sıradanlar içindir. Sonraları, “tanıtım ve propaganda” martavalları ve tezgâhları ile para, çıkar temini Canım Yurdumu teslim alınca sözde bu pespaye duruma bir de “profesyonellik” türbanı giydirilip süslü püslü hale getirilmiştir. Artık ithalatın önü açılıp ciddi miktarda paraların da çevrilmeye başlamasıyla güzelim Çeşme Genlik Spor Kulübü bir anda oluverdi, “Çeşme Belediyespor”, geçmiş olsun… Futbolu sevsin sevmesin vergiye tabi muhteremlerden toplanan vergilerin bir kısmı uydurulan duruma haiz kanuni şartlarla kamu yönetimi Belediyeden özel zevk haline faaliyete transfer… Bütçesel kaygılar dışında yerli oyuncu düşünmeyen, bulundurmayan faaliyetler artık revaçtadır. Efendim “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” şiarı ile her yaştan ve yaygın yapılması hedeflenen spordan daha sofistike ve dar yapılan sportif faaliyete hoş geldiniz. İşte bu şartların içerisinde Osman Abimiz de Çeşme Gençlik Spor’da top oynamış birisidir, bırakın para kazanmayı dönem hem de herkesin formalarını ve antrenman kıyafetlerini evlerinde kendilerinin yıkadığı dönemdir, zor ve meşakkatli zamanlarda büyük bir disiplin ve ciddiyet içerisinde faaliyet yürütmüştür. Gerçi ben kendisinin futbolculuğunu ilerleyen döneminden bilirim, ilaveten takım arkadaşlarından ve kendisinden öğrendiğim kadarı ile Osman Abi takımın sağ kanadında, özellikle sağ bek ve sağ haf tarafında oynayan oldukça sağlam lakin sakin kalabilen karakterde bir futbolcudur. 

Osman Abi, aynı zamanda her Çeşmeli gibi bir deniz düşkünüdür, lakin fazlası ve zıpkınla balık avcılığı konusunda da her daim konu açılınca detaylı fikirleri ve anıları olduğunu görür ve büyük bir keyifle dinlerdiniz. Özellikle şimdilerde artık aramızda olmayan Palaçaki (İsmet Gökseloğlu) ile zaman zaman anlattıkları avcı muhabbetlerine şahitlik ettim. 


Bu vesile ile artık aramızda olmayan, öncelikle Cemal Şakar büyüğümüz ve çocukları Akın ve Osman abilerimizi ve diğer tüm büyüklerimizi de saygılar ile anıyor, nurlarda olmalarını temenni ediyorum.