Çarşamba, Ocak 19, 2022

GLADYATÖR - METİN KURT

 

Bir zamanlar Galatasaray’da futbol oynamış, Metin Kurt’un ağzından yazılan anılarından bir demet, daha nice benzer anıları okumak için bu kitabın kesinlikle okunması gerekir.

RMÇ


“Kırklareli’ndeyken ağabeyim Rıfat’la birlikte Beşiktaş taraftarıydık. Kırklareli’ndeki mahallemizde bir Ali Ağabeyimiz vardı. Bakkaldı Al ağabey ve koyu bir Beşiktaş taraftarı idi. Mahallenin çocuklarına siyah-beyaz forma almış, bir takım kurmuş idi. Bakkal Ali’yi sabahları alışverişe gittiğimde, arada bir dükkanında kahvaltı yaparken görürdüm. Onun sadece beyazpeynir ve siyah zeytin yediğini unutmadım. Belki de bugün konuşulan bu hikaye o bakkal Ali’den kaldı. Bunu kim bilebilir? İşte öylesine Beşiktaş’a bağlı, koyu bir taraftardı Bakkal Ali. O yüzden mahallenin tüm çocukları gibi bende Beşiktaş taraftarıydım.” (sayfa 16)

Ankara’da otele gidip, aynı odaya yerleştik Ender’le. Otelde hayatımızda ilk kez bir küvet gördük. Hemen sıcak suyla doldurup sırayla içine girdik. Bütün adalelerimiz gevşemişti. Ertesi gün seçmede tel tel döküldük! Bu konularda bir bilgiye sahip değildik ve genç sporculara yol yordam gösteren, söyleyen, öğreten yoktu… Her sporcu el yordamıyla önce başını duvara bir kere vuruyor, doğruyu sonra kendi kendine öğreniyordu. (sayfa 37)

Altay’da unutamadığım futbolcu Varol Ürkmez’dir. Zamparalık konusunda hakikaten soyadı gibi, ürkmez bir insan olduğu kadar sporculuğu da tam bir gladyatörün hayatıydı. Ürkmeyen bir gladyatör… Bambaşka bir yetenek ve insandı. Anlatmakla bitmez ama anlatacağım anım onun hakkında yeterli bilgiyi verecektir sanırım. İstanbul’a Beşiktaş ile yapacağımız deplasman maçına gemiyle gidiyoruz. Vapurun hareket saatine göre takımın tüm futbolcu ve idarecileri hazırlanmış, bir tek Varol Ağabey ortada yok. Hareket saatine doğru idarecileri bir telaş aldı. Bir süre sonra bir pavyonda sabahladığı haberi alındı. Oraya giden idareciler resmen hasta taşınansedyeyle arabadan indirdikleri Varol ağabeyi vapurdaki kamarasına yerleştirdiler. O sarhoştuki, yürüyecek hali yoktu. Öğle saatlerine kadar uyudu. Eşofmanlarını giyerek güverteye çıktı ve tek başına idman yapmaya başladı. Atlıyor, kalkıyor, jimnastik hareketleri yapıyori ters, düz saltolar atıyor… Velhasıl, tek başına yapılması gereken tüm hareketleri yapıyordu. Vapurda onu gören turistler alkışlamağa başladılar. Karşılarındaki sanki bir animatördü. Varol ağabey duşun altından çıkmış gibi terden sırılsıklam kamarasına gitti ve dinlenmeye çekildi. Aldığı bütün alkolü güvertede güneşin altında falasıyla atmıştı. Ertesi gün Beşiktaş’tan tek puan aldık. 0-0 berabere kalmamız Varol ağabeyin tek başına Beşiktaş’a karşı verdiği savaşla oldu. İşte öylesine bir gladyatördü. ( sayfa 51-52)

O sezon benimle birlikte Tomislav Tavşan adında Yugoslav bir kaleci de transfer olmuştu PTT ye. Tomislav, futbolculara göre çok âlem bir adamdı. İki ayda Türkçe öğrenip Türk futbolculardan daha iyi Türkçe konuşmaya başlamıştı. Konuşmaları teybe kaydedip öyle öğrenmiş Türkçe’yi. Teybin karşısında kendi kendine konuşuyormuş… Çok güçlü ve görenlerin inanamayacakları irilikte elleri vardı. Top neredeyse avcunun içinde kaybolurdu. Bir gün karşı takım oyuncularından biri onu elindeki topu çıkaramaması, degaj yapamaması için perdelemeye kalktı. Tomislav, topu atar gibi yaptı. Rakip oyuncu arkasını dönüp topu aramaya başladı. Tomislav durmuş, rakibe bakıyordu. Hakem ve diğer futbolcularda onlara bakıyorlardı. Tomislav rakibinin omzuna dokunup topu göstererek “bak” dedi. “Aradığın burada” (sayfa 57)

Polonyanın Chorzov kentinde Silezya stadında 60 bin seyircinin önünde o tarihi hezimeti yaşamıştık. Lubanski adlı futbolcuları Milli takımımızı hallaç pamuğu gibi attı. Kalecimiz Ali Altuner Polonya akınlarını durdurmak için insan üstü çaba sarf ediyordu ama birini kurtarıyor, ikincisi gol oluyordu. İlk on dakikada 2 gol yemiştik. Sonra gerisi geldi. Doksan dakikada sadece bir akın yapabildik Polonya yarı sahasında. Sanlı Sarıalioğlu götürdü, Ayhan Elmastaşoğlu’na verdi. Onon şutu hakeme çarparak kaleyi bulmadan dışarı çıktı ve ilk yarı şeref sayımızı atamadık. İlk yarı 2-0 mağlup bitirdik ki, buna şükrediyorduk. İkinci yarı goller arka arkaya yağmaya başladı. 4-0 dan sonrası ne tuhaftır belleğimde değil. Sanlı sakatlanıp çıktı,  yerine Eskişehirsporlu İsmail Arca girdi. Sanlı ağabey, yüzündeki acıyla maçtan sonra soyunma odasında “sakatlandım. Yürüyordum, tabela 4-0 dı. Saha kenarına kulubeye geldim 5-0 oldu. İçeri girdim, duş alıp geldiğimde skor 7-0 olmuştu” dedi. (sayfa 59-60)

Güneşspor’un başında, o zamanlar meşhur Avni B. Vardı. Takımın her şeyi oydu. Türkiye’de tanınmış sima idi. Avni B. Bir dönem Güneşspor’a servet harcamış, sonrasında Güneşspor üzerinden servet yapmış bir adamdı. Avni B. Türk futboluna sporcu kazandırdığı söylemleri altında bir simsardı, futbolcu simsarı. Bulur, yetiştirir, satar ve bu işten para kazanırdı. Onu en iyi tanıyanlardan biri de bulup yetiştirdiği, ki o zamanlar diğer takımların beğenmediği, ama Avni B.’un bir eşofman ve bir çift futbol ayakkabısına transfer ettiği, Erman Toroğlu’dur. Toroğlu onun futbolcusuydu. Burada önemli olan konuyu bir anımla açıklamaya çalışayım. Avni B. Devre arasında futbolcusuna bağırıyor. “Ulan” diyor, “ulan bilmem nenin çocuğu!... Bugüne kadar yedektin. Ben seni neden oynattım. Sana kaleye şut mu at dedim. Ben seni bunun için mi oynattım? Dedim mi ulan, sana şut at diye?! Ya top direğe çarpmasaydı da gol olsaydı? Avni B. Buluyordu cevherleri… Toros dağı yaylalarının kartalı Toroğlu Erman beydir. İşte burada kendisini Ankara’nın kurak arsalarından futbolcu olarak yetiştiren Erman Toroğlu’nun, bu gün şikenin kökenini çıkıp televizyon programlarında bunları anlatması gerekir. (sayfa 86)

1970 yılına girerken Zeki Temizler’in transferi yılın bombasıydı ve ayrıca bir futbolcunun transfer ayında mal gibi alınıp satılmasının çarpıcı bir örneğiydi. Transferin ilk günü, Fenerbahçe’nin de peşinde olduğu Zeki ağabey Bursaspor’la 200 bin Tl ye anlaşmış, bu parayı cebe atmış, eski kulübünün kasasına da 240 bin TL göndermişti… Zeki ağabey, gazetelere verdiği demeçte, “Fenerbahçe uyuttu, Bursasporlu oldum” diyordu. Bir gün, “Galatasaraylıyım”, diğer gün “Fenerbahçeliyim” başka bir gün “Beşiktaşlıyım” diyen krampon, bir de baktık ki Bursasporlu oluverdi… Fenerbahçe’nin o yıllarda bir Semai ağabeyi vardı ki, aman Allahım. Futbolcu gaspı nedeni ile kendisine “hırsız” deniliyordu. Bursasporlu yöneticiler Ulucamii yakınındaki bankaya parayı yatırmışlardı ki, o, punduna getirip Pontiac’ıyla İstanbu!a çoktan uçurmuştu bile. Zeki ağabey iki sene Fenerbahçe’de futbol oynadı. Başarılı olamadı. İkinci senenin sonunda Mersin idmanyurdunda parlayan, Osman Arpacıoğlu için Mersin’e üzerine 200 Tl verilerek transfer edildi… Yıllar su gibi aktı. Karların epey yüklü yağdığı bir kış günüydü. İstanbul’u bilenler bilir; yağmur, kar yağınca taksilere bir şeyle rolur. Taksiler vızır vızır geçiyor ve müşteri almıyorlardı. Epey bir süre geçtikten sonra bir taksi durdu önümde, sevindim… Evin önüne geldik. Parayı uzattım. Şöför, “utanmıyor musun? Baksana, tanımadın mı beni Metin? Biraz dikkatli baktım Zeki ağabeydi…( sayfa 98-99-100-101-102)

A milli takımın hocası Sabri Kirazdı. Batı Almanya milli maçı geldi çattı. Meşhur 1-1 lik maç. Maçta bir pozisyon oldu. Aldığım topu götürdüm ve Eskişehirspor’lu Kamuran’a aktardım. Almanların Sieloff adında bir liberosu vardı. Kesmek istedi ama ondan önce hamle yapan Kamuran oldu ve topu aldı. Vücut çalımı ile geçti ve karşısında put gibi hareketsiz ve ne yapacağını şaşırmış kalecileri Sepp Maier’in altından uzanamayacağı köşeye topu bıraktı. 1-0 öndeydik. Maçtan önce, Alman kalecisi Maier “gol yersem saçlarımı kazıtırım” demişti. Gol yemişti ama sözünü tutmamış, saçlarının kazıtmamıştı… Golden sonra Cemil çıktı sahneye. Şutlarını atıyor, Maier zar zor çeliyor, gole izin vermiyordu. Almanlar şaşırmıştı ama Maltalı hakem şaşırmamıştı. Bu kez o çıktı sahneye. Muzaffer’in Müller’e yaptığı hareketi penaltı ile ödüllendirdi. 1-1 maç sona erdi. (sayfa 113-114)

Futbolda taktik; taktik uygulayana uygulanır. (sayfa 114)

Futbolcularımızın futbol arenalarında kullandıkları en büyük silahı olan ayakkabıları, Beykoz yapımı Dinyakos marka kösele tabanlı, çiviyle kabaraları çakılı yerli malı kunduralardı. Adını Rum ustasından alan Dinyakos futbol ayakkabılarının sahibi Beykozlu bri rum kunduracı ustasıydı. O zamana kadar postaldan bozma kalçın futbol ayakkabıları kullanılıyordu. Dinakos usta, o zamanlar kullanılan atlet ayakkabılarını ladı ve tabanındaki uzun çivileri sökerek, yerine meşin kabaralar çaktı. Eskisinden çok hafif olan bu yeni futbol ayakkabılarının mucidi olmuştu. Kramponların dilinde, mavi bir kumaş parçası üzerinde adı yazıyordu. (sayfa 115)

13 aralık 1970, Arnavutluk ile yaptığımız Avrupa Kupası eleme maçının devre arasında, hatalı gol yiyen kaleciyi takım kaptanı evire çevire dövmüştü koridorda. Kaleci değil hareket, elini bile kaldıramamıştı. Htalı bir çıkış yaptı, boşta kaldı ve arkasında Cemil (Turan), belki de hayatının en rahat golünü kafasını topa dokunarak attı. Kaleci hata yaptı, hatalıydı ama bunun cezası herkesin trasında dayak yemek olmamalıydı. Aklıma bu olay geldiğinde, reel sosyalizmi hep sorgularım. (sayfa 120-121)

25 nisan 1971, Avrupa kupası eleme maçı. Almanya’da 1-1 berabere biten maçın rövanşında 3-0 yenildik Batı Almanya’ya İstanbul’da. Maç günü geldi çattı. Kampta kadro açıklandı. Ben ilk onbirde yokum. Yedeğim. Yerime B. Mehmet kadroda. Cihat Arman’a haber gönderdim, “yedek soyunmuyorum” diye . Zaten B. Mehmet forvet değil, ortasaha oyuncusu o zamanlar. Daha sonra forvette oynadı. Burada bir dümen daha döndü. Sol görüşlü olmam gündemdeydi yine.(sayfa 122-123)

6 aralık 1971 de Polonya ölüm-kalım milli maçı İzmir Atatürk stadında yetmiş bin kişi karşısında oynadık. 1-0 . Maçın hakemi Bulgar Nikolayev “böyle oynayacağınızı tahmin etmiyordum” diyerek maç topunun beyaz kısımlarını bizlere imzalatmıştı. O maçta enteresan bir olay oldu... Maçın sonuna doğru Zekeriya sakatlanır gibi oldu. Coşkun Hoca, Bursasporlu Vahit’e (Doğan) “git bakalım Zekeriya oynayacak mı, oynamayacak mı?” demiş. Vahit, Zekeriya’nın yanına gidiyor ve, “sen çık ben oynuyorum” diyor. Bir baktık Vahit içeride, ısınmadan çoktan maça girmiş bile. (sayfa 127)

Yıldo, yani gerçek adı Yıldırım Benayyat, müthiş bir gladyatördü. Türkiye doping kontrol merkezi başkanı Prof. Dr. Aytekin Temizer’in TBMM Şike komisyonunda gündeme getirdiği ve bir gazetenin manşetten duyurduğu 1971-74 yılları arasında Galatasaray’da forma giyen futbolculara doping ilacı verildiği iddiası, Türk futbol dünyasını karıştırmıştır. O dönemde Galatasaray’da oynayan “Yıldo” lakaplı Yıldırım Benayyat, teknik direktör Brian Birch’ün kendilerine ilaç verdiğini doğrulayarak, “bize verilen ilacın doping mi, vitamin mi olduğunu bilmiyorum” dedi. Birch’ün teknik direktörlüğünde döneminde ilk onbirde fazla yer bulamadığını anlatan Yıldo, “Aradan bunca yıl geçmiş. Şimdi yeniden niye gündeme getiriliyor? En iyisi susmak gerekir. Şimdi yeniden gündem oluşturulmak isteniyor. Bence bu yanlış” diye konuşmuştur… Aslında gerçek gladyatör Yıldo’dur. Şimdi kendini hacı, hocaya vermiş ama oradan da pasaportu almış galiba… Tek tük maçta ikinci yarıda forma giydi. Gladyatör olarak aklıma ilk gelen odur. Brian birch, Yıldo ve bazı arkadaşları antrenman futbolcusu olarak kullanırdı, kalecileri çalıştırmak için. Vur, kır gibisinden antrenmanlarda boksörler gibi kullanırdı… Bir gün Spor yazarları kupasıydı galiba, Beşiktaşla oynuyorduk. Brian Birch onu son on beş dakikada maça aldı. Saha çim. Yıldı topu aldı. Gitti, sürdü ve orta için vurdu. Top, kaleci kontripiyede kaldığı için ters taraftan içeri girdi ve gol oldu. (sayfa 141-142-143)

Spartak Moskova maçını oynuyoruz. Muzaffer (Sipahi) ile A Milli takım kadrosundan gelip Galatasaray kafilesine katılmıştık. Hava sıcaklığı Moskova’da eksi otuz ile otuz beş derece arasında. Maça çıkacağız. Sağ olsun, rakip takım bize külotlu yün çorap gönderdi. Biz delikanlıyız ya! Reddettik. Biz hiç külotlu çorap giyermiyiz? Sahaya çıktık. Aman Allahım. O ne soğuk? Soğuğu biliyoruz ama bir şort bir fanilayla çıkmışsın o soğuğa. Bir bakıma seni o soğukta çıplak sokağa koymuşlar! Doğru koştuk çoraplara. Öyle bir giysimiz var ki, anlatamam. Hem gülüyor, hem de alelacele giyiyoruz. Neredeyse iki çorabı üst üste giyeceğiz. Anlamamız gerekirdi. Soyunma odalarında sahayı gösteren ve sadece o stadyum için kurulu kapalı devre televizyon vardı. Yedek kulübesi yok. İçerden, seyrediyorsun maçı. Dışarıda oturmanın imkânı yok… öyle bir havada sahada buzdan eser yok. Tabandan ısıtma sahaya ilk kez orada şahit oldum… O şartların takımı Spartak Moskova’ya 3-0 gibi küçük bir skorla yenilerek bu macerayı kapamış olduk. Küçük skor diyorum, zira skor daha kabarık olabilirdi ama bizim Aydın (Güleş) sağ olsun, bizi farklı yenilgiden kurtardı! Sahada ayakta duracak halimiz yok. Adamlar başladı golleri bir bir sıralamaya. Aydın gitti, önünde oynayan açığa el kol hareketleri ile, “siz sosyalist, biz sosyalist, yeter artık üzerimize gelmeyin” gibisinden uyuşmuş dudaklarıyla bir şeyler anlatmaya çabaladı. Aydın’ı anladı mı karşısındaki futbolcu, kimdi bilmiyorum ama gerçekten Ruslar üzerimize gelmedi. (sayfa 150-151)

Tarihin 13 ocak 1973 ü gösterdiği maçımızı deplasmanda, İtalya’nın Napoli kentinde oynayacaktık. Biz milli futbolcuları, Avrupa futbolunun güçlü ekiplerinden İtalya karabasanı adeta bir canavar gibi ağzını açmış, öylece beklerken, milli takım futbolcularını hedef alan ve kendilerini spor basını olarak tanıtan bazı şarlatanlar bu maçın falına çoktan bakmışlar, sonucu kendilerince çoktan açıklamışlardı. “Hezimet” … Sonunda patladım ve “spor basını kınıyoruz” başlığı altında bir bildiri kaleme aldım. Sonra da milli futbolculara imzalatarak, Türk Haberler Ajansı aracılığıyla tepkimizi tüm Türkiye’ye duyurdum. Ajansın o zamanki şefi Veysel Serçe beni telefonla arayarak bildiri yasağı olduğunu iletti ve bildiriyi arkadaşlarım adına kişisel demecim olarak geçip geçemeyeceğimi sordu. Olumlu yanıtladım. Onbeş dakika geçmedi ki otel karıştı. Otelde birden buz gibi bir hava esti. Ben önce bir anlam veremedim. Bütün futbolcuların suratları asıktı, tedirgindiler. Ziya (Şengül) geldi. Takım kaptanıydı. “İmzamı silebilir misin bildiriden” dedi. O zaman anladım ki, bildiri otele yansımış, basının tavrı yüzünden. Gazeteciler aramış futbolcuları. Ziya’ya “al senin gözünün önünde yırtıyorum bildiriyi. Bu bildiriyi ben yayınladım tek başıma. Neden korkuyorsun?” dedim ve olayı bütünüyle üstlendim. Ziya’dan tavır öyle gelince diğer futbolcu arkadaşlarım da onu destekledi. Yazdığım bildiri de spor basınını dar görüşlü ve yıkıcı olmakla suçladıktan sonra, dönemim ünlü kalemşörlerine, “yalnızca İtalya ile mücadele etmek istiyoruz” sözleriyle açıkça meydan okumuştum. “İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştılar” tepkisi geldi… Doğrusu masumane futbolcu tepkisinin anlı şanlı spor medyasını bu denli ürküteceğini hiç ama hiç hesaba katmamıştım. O dönemim yüksek tirajlı gazetelerinden Hürriyet, Milliyet, Tercüman yazdığım bildiriye çok ağır yanıtlar vererek, İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştığımı ve İtalya’da boğulacağımı öne sürmüşlerdi. Yazılanların özünde, yenileceğimize dair “peşin mazeret aradığımız” belirtiliyordu... Uçak kalkışa hazırlanırken, yanımda iki kişi belirdi. Bu kişiler adımın Metin Kurt olduğunu öğrendikten sonra, konuşacaklarını söyleyerek, uçaktan inmeme yardımcı oldular! Yetkilerle birkaç oda dolaştıktan sonra, bir sürü dosya incelendikten sonra, uçağa geri dönebileceğim söylenmişti. Uçaktan neden alındığımı sorduğumda, biniş kartı doldurmadığım içim yanıtını almıştım… Hasan Polat, dediğim gibi dürüst adamdı. Federasyon benim kellemi isterken, o, başkan olarak beni hep kolladı. Trabzonluydu ve eski milletvekili idi. Eskiler anlatırlardı, futboluda müthişmiş… Maçı kaybedersek benim Türkiye’ye dönmeme mümkün bile değildi… Milliyet’te, “Metin Kurt… biz senin komünist olduğunu bilmiyormuyuz?” gibisinden söylemlerle… Ben bir kere çıktım. Maçın en rahat adamı olan İtalyan kaleci Dino Zoff’u kale direğini yalayan bir karış mesafeden auta giden topla elimden kaçırdım… Maçta adeta savaştık. Arkadaşlarımın o maçtaki savaşını ve kalecimiz Sabri Dino’yu unutmam imkânsız. Ertesi gün İtalyan gazeteleri, “Türkler, kaleci ve defanslarının hayret verici oyunlarıyla berabere kaldılar” diye yazdı… Maçtan sonra medya ne düşündüğümü sordu. Şu açıklamayı yaptım: “İtalya karşılaşması öncesinde kalemlerine mürekkep yerine zehir dolduran akrepler, bu sonuç karşısında hemen şimdi kalemlerini münasip bir yerlerine itina ile sokup saklasınlar”. Bu sözlerimi duyanlar oldu, ama okuyan olmadı… Kalemşörlerden biri de Talay Erker denilen gazetecidir. Kendisi, geçmişte Galatasaray’da verdiğim gerek alacaklarım, gerekse sendika mücadelemde bana en yakın duran, destek veren ya da öyle görünen basın elemanlarından biriydi. Sürekli, Milli takım ve Galatasaray kamplarında haber yapmak, yazı çıkarmak ve söyleşiler yapmak için yanımızdan ayrılmazdı… Ama ibre egemenlerden yana dönünce, onun da ibresi o yöne kaydı… Galatasaray takımında süresiz kadro dışı kaldığımda, eski eşimi aleyhimde konuşturarak yazı yazmaya çalıştı… O dönem Alp Yalman’ın dizinin dibinden ayrılmayan, onun işlerini kovalayan kalemşördü Talay Erker… Eskilere gidelim. Alp Yalman bana Tatko’nun bayiliklerinden birini verecekti. Ben de, bir zamanlar benimle aynı evde kalan Ergun Gürsoy, Galatasaray’dan futbolcu arkadaşım Aydın Güleş ve Metin Sözgeçen’le birlikte bir şirket kurup, onlarla bu bayiliği ortak işletecektim. Alp Yalman aldığı karardan korkmuş ya da bir şekilde caymış olmalı ki, bugün yarın gibisinden laflarla bizi oyalıyor… Benim bu konudaki bazı sözlerimi hakaret kabul etmiş olsa gerek, dostu Talay Erker’i kullanarak Hürriyet gazetesinde yalan bir haberi manşetten yayınladı: “Metin Kurt sokağa düştü, Fatih Parkında şarapçılarla yatıp kalkıyor” … ( sayfa 162-163-164-165-166-167-168-169)

Brian Birch, tam bir profesyonel ve spordan para kazanmak için dövüşen baba bir gladyatördü. Kendisi asla eksik tamamlamazdı. “Ben” derdi, “ bu ülkeye, ülke sporunu, futbolunu geliştirmek için gelmedim. Kendime İngiltere’ye döndüğümde ev almak için geldim”. Onun dürüst tarafı buydu. Çok açık ve net konuşurdu. İşinin dışında, alavereye dalavereye girmezdi. İşini bilir, işini yapar ve, “ben işimi yapacağım ve bundan paramı alacağım” derdi. Onun için işini yapan futbolcuları sever, işini sevmeyenlerle asla bir arada olmazdı. (sayfa 175)

Brian Birch, ikinci kez Türkiye’ye Galatasaray’ın başına geldiğinde işleri iyi gitmedi. 1980-81 sezonu…Bir Fenerbahçe maçı öncesiydi… “hocam” dedim, “affına sığınarak söylüyorum Fenerbahçe’nin ileri üçlüsü İsa (Ertürk), Ali Kemal(Denizci) ve Selçuk’tan (Yula) kurulu. Bu üç adamın top kapma özelliği yok. Geriye gelme anlamında özellikleri olmayan futbolcular bunlar. Geride de Cem (Pamiroğlu) gibi, Alpaslan (Eratlı) gibi adamlar var. Bunlar uzun top atıyorlar ve forvet bu topları aldığında bire bir karşılarındakileri geçip pozisyona giriyorlar… Kendi sahanda oyala dur. Tabiri caizse “kuçu kuçu” sistemi… Ertesi gün maçı benim söylediğim taktikle oynadı ve sahadan 1-0 galip ayrıldı. (sayfa 179-181)

Bana verilen süresiz kadro dışı cezası kesinlikle halkın gösterdiği tepkiyle kalktı. Tekstil Fabrikatörü ve Galatasaray yönetim kurulu üyesi Halit Narin, ki kendisini siyasetle ilgilenen herkes tanır, bana verilen cezanın kalkmasından sonra üyelikten istifa etti. Daha sonra kendisiyle bir saunada karşılaştık. “Senin sayende Tekstil İşverenleri Sendikası başkanı oldum. Galatasaray’daki istifa edince vaktim kaldı, beni tekstilciler başkan yaptı” dedi. (sayfa 214)

1 Aralık 1974, İzmir’de İsviçre’yi 2-1 yendiğimiz maç. Ali Şen’in müthiş itirafı ve ifşaatı! Yoo, bu işte bir başka iş var! Ya bizim spor basınının üzerine ölü toprağı serpildi ya da Ali Şen çaptan düştü… Ali Şen kalkacak, “Ben bir milli maçta, Yugoslav hakemi ayarladım, maçı kazandık!” diyecek de kimse sesini çıkarmayacak, olacak iş mi bu? Hayır, hayır! Bu işte bir iş var… Söz Ali Şen’de: “Şimdi ne diyeyim, hakemin bir kabahati yok. Düşse penaltı vereceğim? Diyor. Bizim Metin Kurt vardı. Sağaçık oynuyordu. Ben futbolcuya düş diyemem ki. Bunlar benim yapıma aykırı şeyler. Ben zaten bunları tenkit eden kişiyim”. Tabii canım, hiç Ali Şen böyle şeyler der mi? Onun yapısına aykırı. O da öyle diyor, biz de öyle diyoruz… İkinci yarı başladı. On adım ileride Metin Kurt ofsayt, aldı gitti gol yaptı, durum 1-1. İsviçreliler kıyameti koparıyor, sahayı terk etmek istiyorlar. Maç tekrar başladı. İtiraz, dışarı. İtiraz dışarı. Arkadan iki gol, ikisi de beş metre ofsayt. Türkiye :3 – İsviçre:1” Lakin Vatan gazetesi spor sayfası sorumluları Ali Şen’in bir dipnotunu koymuşlar, iki satır ama çok önemli… Ali Şen ne diyordu? Maç 3-1, Türkiye’nin galibiyeti ile bitti diyordu. Meğer maç 2-1 bitmiş. Ali Şen’e göre gollerden birini Metin kurt atmış…hayır o maçta Metin Kurt’un golü yok. Ayrıca ne demiş Ali Şen ilk yarı 1-0 İsviçre lehine bitmiş, ama beraberlik golü 21. dakikada İsmail Arca’dan gelmiş… Dedik ya, bu işte bir başka iş var. Ali Şen böyle müthiş, dehşetengiz bir ifşaat yapacak da onun “Şansalları, mansalları” alkış tutmayacak. (sayfa 216-217-218)

Gündüz Kılıç’ın eşi Melahat hanımdı. Biz adını “Korkunç Yenge” koymuştuk. Saygıdeğer bir hanımefendiydi ve gerçektende otorite bakımından korkunçtu. O kadar Galatasaraylıydı ki, takımın mağlup olduğu bir maçtan sonra kocasıyla birlikte intihara kalkıştığı o zamanlar anlatılırdı. (sayfa 226)

Galatasaray’da futbola başladığım zamanlar, Gayrettepe, Yıldız Posta caddesinde bir ecde Ergun Gürsoy’la birlikte kalıyordum. Pazartesi günleri izin günüm olduğu için bekar evinde arkadaşlarımızla toplanırdık. Bu arkadaşların içinde Başaran Ulusoy’da vardı. Ergun Gürsoy, Başaran Ulusoy’un muhasebesinde çalışır, tahsilat işlerine bakardı. Bir Ergun Gürsoy bana, Başaran Ulusoy’un kendisini Uludağ’a tatile götürdüğünü ve tatil sonunda harcadığı meblağın yarısını senet olarak imzalatarak geri istediğini söyledi. O akşam, Başaran Ulusoy eve geldi, tartıştım. Ergun Gürsoy işsiz kaldı. Karadenizli bir grup arkadaşın yardımıyla, İnan Kıraç’ın yanına girdi.  Daha sonraları Tofaş arabalarının bayiliğini alarak bugünlere geldi. Başaran Ulusoy, Ergun Gürsoy’u Uludağ’a tatile götürmese, hala onun yanında çalışıyor olacak ve belki de bugünkü konumunda olmayacaktı. (sayfa 228 -229)

Doping illetinden biraz daha bahsedeyim, hazır Galatasaray konusundayken. Galatasaray’da varmıydı, yokmuydu? Dopingi ilk Altay’da yaşamıştım. Ta oralardan Galatasaray’a kadar gelmek istiyorum. Doping, sporun başına, insanlığın başına bela olan eroin gibi, veba gibi bir bulaşıcıdır. Dopingi PTT de yapanlar vardı. Ben PTT de yapmadım, yapmazdım. PTT deki futbolcular kendi aralarında alırlardı. Daha çok yaşı geçmiş, güçten düşmüş futbolcular dopinge müracaat ederlerdi. Galatasaray’da doping yaptım. Zaten Galatasaray’da sıradan herkese verilirdi hap olarak ya da şırıngalanırdı. Galatasaray’da K. Adında bir masör vardı. Kendisi de eski futbolcuydu. Beşiktaş’ta oynamıştı. K.  doping hapı almayı teşvik ederdi. Söylendiğine göre Turgay Şeren futbol oynadığı dönemlerde bir maçtan önce kendisine iğne yapılmasını istiyor ve doping ondan sonra sistemleşiyor. Galatasaray futbol takımına dopingi getirenin, alıştıranın o zamanlar, “deve” ve “ sürmeli” lakaplı, Turgay Şeren olduğu fısıltı gazetelerinde anlatılırdı. (sayfa 232)

Müthiş hafiye Turgan Ece, baş anarşisti saptamakla yetinmemiş, B. Mehmet ile Yasin’i de yardımcı anarşistler olarak belirlemiş, onları da kadro dışı bırakmıştı. Hızını alamayan o zaman kendisine taktığımız isimle “Faşist General Turganko” Ekrem ile Aydın’ı da daha sonra kadro dışı kervanına katmıştı. Turgan Ece soyunma odasını terk ettikten sonra, kendi aramızda ona karşı mücadele kararı aldık. Hep bir ağızdan Turgan Ece’nin kadro dışı kararını birbirimize haykırdık. Eylemin ertesi günü Fenerbahçe maçı için kampa girecektik. Takım kaptanı, Yasin ile birlikte basın açıklaması yapmak için Çağaloğlu’na gittik. Diğer futbolcu arkadaşlar bizi basın toplantısından dönünceye kadar Ali Sami Yen stadında bekleyecekler, kampa girmeyeceklerdi. Yasin ile birlikte yaptığımız basın açıklamasında, Galatasaray’da isyan olmadığını, aksine Turgan Ece’nin provokasyonu ile karşı karşıya kaldığımızı vurguladıktan sonra, onu provokatörlüğe iten nedeni de açıkladık: “Şampiyonluğun Anadolu’ya yani Trabzonspor’a gitmesini engellemek”  Yasin ile Ali Sami Yen’e döndüğümüzde acı bir sürpriz ile karşılaştık. B. Mehmet, Aydın ve Ekrem dışında tüm futbolcular baskılara dayanamayarak kampa girmişti. İsteseydik bu kampı dağıtacak gücümüz vardı. Ancak kampı dağıtırsak, Turgan Ece’nin ekmeğine yağ sürmüş olacaktık. Turgan Ece’yi amacına ulaştırmamak için futbolcu arkadaşlarımızı desteklemeyi uygun gördük ve sustuk. Sonuçta, Galatasaray eksik sayılabilecek Fenerbahçe’yi yenerek, hem renklerine gölge düşmesini engellemiş, hem de şampiyonlukların masalarda değil, sahalarda kazanılması gerektiğini apaçık ortaya koymuştur. Tranzonspor şampiyon olunca, elinde bir buket çiçekle TRT’nin Maçka’daki binasına ilk koşan Turgan Ece oldu. (sayfa 240-241)

19 Mayıs 1976 tarihinde bir basın açıklaması yaparak, Turgan Ece’yi çok ağır bir dille suçlamıştım. Basın açıklamasına, “bugün Gençlik ve Spor Bayramı, doğrusu bu açıklamayı yapmak için kurban bayramını seçmem gerekirdi” sözleriyle başlamıştım. Yaptığım basın açıklaması çok etkili olmuş, Turgan Ece’yi iyice sarsmıştı. Bu arada Galatasaray, İstanbul’da Giresunspor’a 3-1 yenilince sarı-kırmızılı tribünlerden, “Turgan Ece istifa, beşler sahaya” sloganı daha gür haykırılmaya başlanmıştı. Turgan Ece’nin yıkılması an meseleydi. İşte tam bu noktada devreye, Abdi İpekçi’nin önderliğinde Milliyet gazetesi spor servisi girdi. İpekçi, Yasin ile B. Mehmet’e “Metin Kurt iyice sola kaydı. Kaybetti. Siz, Turgan Ece’den özür dileyerek kendinizi kurtarın” diyerek, Yasin ile B. Mehmet’e özür diletmiş ve spor sayfasına manşetten sunacağı bir haber yaratmıştı. Bunu o zamanlar basında çalışanlar çok iyi bilirler. Ben de onlardan öğrenmiştim. Her ne kadar sol görüşe karşı olsa da Abdi İpekçi, kendini sağcı, milliyetçi olarak adlandıranlar tarafından iki sene geçmeden evinin önünde silahla vurularak katledilmişti. Yasin ile B. Mehmet’in özür dilediğini okuduğumda benim için Galatasaray defteri kapanmıştı, Kayserispor’a transfer oldum. Ancak, Yasin ile B. Mehmet’i özür kurtaramamıştı. B. Mehmet Fenerbahçe’ye, Yasin de Amerika’ya gitmek zorunda bırakıldı. Turgan Ece ise üç ay sonra bir daha geri dönmemek üzere Galatasaray’dan uzaklaştırıldı. ( sayfa 241-242)

Sözünü ettiğim çevrelere göre futbolcu, aklı aut çizgisinde son bulan ayaktakımıydı. Futbolcu, “ben neyim”, “nereye kadar varım”, “nereden sonra yokum”, “yaptığım işin toplumsal boyutları nerede başlayıp nerede biter”, “kimler tarafından hangi amaçlar doğrultusunda kullanılıyorum” sorularını soramazdı. Bu soruyu soran ve egemen çevrelerce oluşturulmuş sis tabakasını arayabilecek bilince ulaşmış futbolcular, uydurulmuş öykülerle halkın yüreklerinden silinip atılmak istenir. (sayfa 252)

Futbolcu yetiştirme hakkı da kalkacaktır. Bu hakkı şimdi FİFA saptıyor. Sporda gerçek örgütlenme süreci Tekin Bilge’lerin tabela sendikasıyla değil, sporcuların kurduğu Amatör Sporcular Derneği (ASD) ile başlamıştır. O zamanlar, geçmiş dönemde, spor bakanı görevinde bulunan Fikret Ünlü, Amatör sporcular derneği başkanlığı görevinde bulunmuştu. Ben genel sekreterdim. İstanbul sorumlusu Eser Özaltındere (milli takım ve Galatasaray eski kalecilerinden ve kaleci antrenörü),  Ankara’da da milli atletler görev yapıyordu. (sayfa 258-259)

Gökmen’in bir ayı hikayesi var, çok ilginç ve esprilidir. Yeniköy’de Charton Oteli vardı bir zamanlar, sonradan yıkıldı. Sahildeydi. Orada kamp yapıyoruz. Brian Birch teknik direktör, Çoşkun Özarı da koordinatör. 12 mart askeri darbesi olmuş, radyo’dan sürekli sıkıyönetim bildirileri okunuyor. “Sıkıyönetimin bilmem kaçıncı bildirisidir. Falan filan …” gibisinden. Maç yemeğini yedik, takım okundu, maç saatini bekliyoruz hareket etmek için. Ben, Gökmen, Çoşkun Özarı ve birkaç arkadaş daha otelin lobisinde oturmuş konuşurken, Suphi (Soylu) geldi heyecanla. Çoşkun Özarı’ya “Ağabey, Gökmen’in yerine kim oynayacak” diye sordu. Hepimiz şaşırmıştık. Çoşkun Özarı “Hayrola, neler oluyor” gibisinden bir şeyler dedi. Suphi “Ağabey duymadın mı? Artık ayı oynatmak yasaklandı, sıkıyönetim bu konuda bildiri yayınladı” dedi.(sayfa 274-275)

Kayserispor, Türkiye 2. ligi takımıdır… Üzeyir Molu adlı kişi zorla getirildiği klüp başkanlığı koltuğunda ilk demecini veriyor. “Eğer, Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi meydanda asarım…” Molu’nun bu demeci üzerine dönemim ünlü medya mensupları kendisiyle görüştüler. Gündüz Kılıç, Molu’ya sorar. “ Eğer siz Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi şehir meydanında asarım, diyorsunuz. Futbol topu meşin yuvarlak, her yanı oynak. Nasıl hayatınızı bile bile riske ederek, kendimi meydanda asarım diyorsunuz”. Molu’nun cevabı açık ve nettir: “Gündüz bey, bu sezon futbol topu yuvarlak değil, dörtköşedir…” Sezonun en son maçı Trabzonspor-Güneşspor maçı. Güneşsporlu futbolcular Trabzon havaalanında uçaktan iniyorlar ve bir güzel sopa yiyorlar. Dayak atanlar, daha önceden oraya pusu kurmuş Kayserispor taraftarları. Sonuçta, Güneşsporlu futbolcular, can güvenliğimiz yok, diye Ankara’ya geri dönüyorlar. Trabzon, maçı 3-0 hükmen kazanıyor ve averajla Kayserispor 1. lige çıkıyor. Molu kendini asmaktan kurtardığı gibi Kayseri’de kahraman oluyor. (sayfa 278-279)

Türk futbol tarihinde, taraflı tarafsız tüm sporseverler için Metin Ağabey (Oktay) efsane bir isimdir… Özel yaşamında tüm insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman dara düşen sporcuların ve dostlarının Hızır gibi imdadına- maddi veya manevi- yetişmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’nın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermişti. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir. (sayfa 284)


Cumartesi, Ocak 15, 2022

CELAL KARANLIK – GÜLHİSARLI TERZİLER

 “On dokuz yaşındayken liseyi dışarıdan bitirmişti. Üniversite sınavlarına girip jeoloji bölümünü kazandığında kendisi de hayretler içinde kalmıştı. Olabiliyordu, yapabiliyordu ve olabildikçe, yapabildikçe güveni artıyordu.

İlk reklam dergisini yirmi üç yaşında çıkarmıştı. Biraz koşturmak gerekiyordu ama kârlı bir işti. Bursa’nın, İzmit’in, Adapazarı’nın bütün ilçelerini avucunun içi gibi biliyordu. İki takım elbisesi ve dört kravatı vardı. Belediye başkanlarının, ticaret odası yöneticilerinin huzuruna çıktığında kendini halkın bir hizmetkarı olarak takdim ediyordu. “Buralarda neyle uğraştığınızı, nasıl uğraştığınızı kimse blmiyor” diyordu onlara. Hakikaten de kimse bilmiyordu. Onlara bir yol görücüsü, bir ışıldak, yaptıklarını ve yapmak istediklerini büyütecek bir ayna lazımdı. Böyle bir aynayı kimse reddetmiyordu.

1980 yılının başında üç reklam dergisinin sahibiydi. Ancak asıl altın çağını Kenan Evren’le birlikte yaşamaya başlamıştı. Yirmi beş yaşındaydı. Atatürk ve askerleri çok sevmeyi yeni öğreniyordu. Anladığı kadarıyla halk bu sevgiye açtı. Kadırga’da bir döküm atölyesiyle anlaşıp Atatürk büstleri üretmeye başladı. Daha işin başından, bunun br çeşit Atatürk üretmek anlamına geldiğini fark etmişti; herkes Atatürk istiyordu. Ticaret Odalarının temsilcileri, Hukuk büroları, Belediye meclislerinin salonları, esnaf odaları, polis karakolları, hatta zahireciler ve düğün salonları…

Ancak altın çağ uzun sürmedi. Bronz alaşımlı büstlerin birkaç yıllık baht açıklığı, liberal ellerin böyle şeyleri umursamayan sessiz reddiyle yavaşça sona erdi.

Celal Karanlık bu geçiş evresinde de çok fazla zorlanmadı. Üniversiteyi bitirememişti ama üniversite diploması dahil, sahte belgeler hazırlamak konusunda uzmanlaşmıştı. Ortağı olduğu birkaç hayalet şirket vardı. Jeoloji diplomasını, teknik direktörlük sertifikasını bond çantasından hiç eksik etmezdi.

İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’nun küçük kasabalarında yaşamaya başladı. Belediyelerden kazandıklarıyla, sahte ya da gerçek şirketler kurup batırarak, reklam dergileri çıkararak, hobi olarak da kasabalarda futbol kulüpleri kurarak, sefil sayılmayacak bir hayat sürüyordu.”

Yukarıdaki muhteşem tanımların yapıldığı satırlar, önce müzisyen lakin sonradan büyük yazar olma yolunda hızlı adımlar atan Hüsnü Arkan’ın “Gülhisarlı Terziler” kitabından… Daha önce de aktardığım üzere; romana konu olan kasaba muhtemelen bir kuzey Ege kasabasıdır ve kasaba sıradandır, insanları sıradandır lakin büyük umutları, büyük hayalleri, büyük aşkları, büyük beklentileri, büyük planları olmasına engel bir durumda yoktur. Lakin her şey, büyük bir içtenlik, büyük bir sadelik, büyük bir samimiyet doludur.

Mezkûr muhterem Celal Karanlık’ın yolu, roman bu ya, Gülhisar’a düşer. Bond çanta içindeki, janjanlı sertifikalar, sahip olunan şirket evrakları, teknik direktörlük belgesi, jeoloji mühendisi diploması ve sahip olunan reklam dergilerinin sahte gücü ile edinilmiş boş ve kof bir özgüven ürünü bilmişlik, girişkenlik ya da girişimcilik ruhu ile mücehhez muhterem kasabada sahne alır. Esasen üniversiteyi bitirememiş, diplomasız mühendistir muhterem lakin üniversite diploması dahil, sahte belgeler hazırlama konusunda uzmanlaşmıştır, zaten ne fark eder ha sahte, ha gerçek, diploma diplomadır ama garibim Gülhisarlılar nereden bilebilecektir. Evvelemirde uğranılan yer, deprem neticesinde kaybedilen termal suların yüzü suyu hürmetine kurulmuş, şimdilerde ise geniş ailenin ve misafirlerinin konutu niteliğine dönüşmüş oteldir. Celal Karanlık, yukarıda sayılan meziyetlerinin yanında en değme “gurme”lere taş çıkaracak durumdadır. Sığındığı otelde, müşteriden ziyade misafir muamelesine tabi tutulmasının da verdiği cesaret ile yemek söylevlerinden tutunda otelcilik üstüne işletme ve teknik donanım önerileri ile adeta bir “mehdi” konuma terfi etmiştir. Odalara boy aynalarının yerleştirilmesinden, yaşlı ve romatizmalı müşterilerin camiye kadar yürümeleri yerine bir mescit yerinin tayinine, oradan Gülhisarda ilk olacak ve çatıya yerleştirilecek güneş panelleri ile otelin her odasında sıcak su bulunmasına kadar detaylı düşünceler arzı otel sahibi sülaleyi adeta büyülemekte idi. Kasabanın yerlilerinin büyük ama naif hayallerinin gerçekleşme zamanı gelmiştir gayri mehdinin zuhuru ile … Roman kahramanlarından Ayhan Demir bu büyülenmişlik halini, Pinokyo’yu vaatleriyle kandırmaya çalışan tilki ile kediye benzetiyor ve durumdan ziyadesiyle de rahatsızlık duyuyordu. Hani iyi bilinir ya; enayiler diyarının her söylenene inanan halkı, altınlarını toprağa dikip, sabah yetişen ağaçlardan altın meyveler toplanması hikayesi… Adam adeta, Aziz Nesin hikayelerinde fırlamış ve bir fırlama olarak da Gülhisar’da yerini almıştır. Misafir olunan sülaleye bilahare de damat adayı apoleti ile daha da koyulaştırdığı yalanlar öyle bir biçimde gerçeğin yerine geçmeğe başlamış idi ki; mezkûr sarmalın içine Belediye de çekilmiştir. Artık Belediyenin finanse ettiği jeolojik etütler ve çalışmalar, termal su arayışları ve isale hatları ile kasaba eskisinin katbekat üstünde bir turistik merkez haline gelecektir. Ama “lafla peynir gemisi yürümez” atalar sözü bu hikâyede de gerçekleşir. Kurulan tüm hayaller çöker, esasen mezkûr muhterem, kötü ve yalancı bir aşıktır, hayalperest bir yatırımcıdır, ya tutarsa kültünün önemli ama sık rastlanan bir numunesidir hülasa bir çöptür lakin bir vakadır ve ayakların baş olması bu hikâyede de uzun sürmez ve süremez. Fiziki saldırıya bile maruz kalır, kasabayı terk etmek mecburiyetindedir, artık yeni bir kasaba bulması gerektir.

Evet, hikayedir tüm bu anlatılanlar ama ya gerçek hayatımızdaki “dürülülüler” nasıl izah edilecektir. Bende küçük bir kasabada doğup yetişen biri olarak mezkûr muhteremlerden kâfi miktarda gördüm ve ne yazık ki görmeye de devam ediyorum. Maalesef “tatlı su kurnazları” bu toprakları çok seviyor esasen de toprakta mümbit olunca Allah ta verdikçe veriyor, sakınmaksızın, esirgemeksizin… Bu kabil kurnazlar mezkûr dönemlerde küçük kasabalarda sahne alırlar iken şimdi artık ulusal ve uluslararası arenalarda boy göstermektedirler. Hepsine şapka çıkarıyorum da esasen şapkamı onlara yol verip, onları parlatan ve onlar üstünden numaralar çevirenlere çıkarmam gerek…. Ahada çıkardım gitti… İlaveten Yüce Rabbimim bizleri, bu hızlı öğrenme, öğrenilenden hızlı faydalanabilme, yeni durumlara hızlı adaptasyon, yeni rolleri hızlı koklama ve kavrama kabiliyet ve hassasiyet ve de meziyetleri ile donatılmış mezkûr muhteremlerden esirgesin diyorum… İnsanın anlama, düşünme, algılama, akıl yürütme, yargılama ve çıkarsama gibi yeti ve yeteneklerinin tek tek ihsan edilmemesi niyazımızın yanına hiç değilse mezkur muhteremlere bir o kadar da ahlak ve etik nasip eylemesini dileğimdir.

Son söz olarak da; ne diyor Hüsnü Arkan; “Celal Bey’i kim tanımaz? Gülhisar küçük yer. Eskiler birbirlerini göre göre unutup tüketirler ama yeni gelenleri arşive kaldırmak biraz zaman alır.” Celal Karanlık tipi üzerinden gelen “azlar ama güçlüler” rüzgârı çok etkilidir canım yurdumda esasen…

 

Cumartesi, Ocak 08, 2022

HOŞGÖRÜ – SÜZLÜK 2

Trabzon dönem itibari ile “ittihatçı örgütlenmenin” ve çetelerinin çok güçlü olduğu bir kenttir ve bir de bu kentte “İskeleler kethüdası” Yahya Reis vardır ki kendi mahallesinde bir kahraman ve vatan fedaisi muamelesi görür. Denizin ve deniz taşımacılığının yegâne hâkimi Yahya Reis yapılan işler ve çevrilen dolaplar neticesi büyük bir servetin sahibidir, o kadar ki muhteşem bir yalıda yaşamakta ve şehirdeki birkaç otomobilden birisi de kendisine aittir. Dönem itibari ile Trabzon Çömlekçi Limanı ve Kayıkçıların kethüdası iş ve sosyal konum tarifli reisi için bir kahraman tanım ve tarifi yapanlarda vardır ama tam tersini söyleyip tanımlamalar yapanlar da bulunmaktadır. Tarih araştırmacılarının bağımsızları benim açımdan ikinci grupta yer almaktadırlar. Tariflerden ziyade yaşananları yazıp kararı tarihe ve takipçilerine bırakalım, herkes kendi işini yapsın diyerek…

Yazar Kenan Karabağ tarafından, uzun ve yerinde gözlem, mülakat ve araştırmalara dayanarak ve de esasen de araştırmalarına dayanak teşkil eden ve kitabın en sonunda listesi verilen kaynakları da titiz ve büyük bir dikkatle inceleyerek kaleme aldığı “Maria Suphi” kitabını okuyoruz.

15 kişilik bir grup, üstelik Mustafa Kemal’in çağrılısı olarak istiklal harbine katılma iddiası ile yola çıkmış iken ve ilaveten Kars’tan 28 Aralık 1920’de giriş yap, Kars’ta 3 hafta kal, sonra Erzurum’a trenle 4 günlük yolculuk ile var, saltanat yanlısı Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin provoke edilerek örgütlediği protesto gösterilerine muhatap ol, Bayburt, Gümüşhane, Torul ve Trabzon’da da protesto gösterileri düzenlenmiş olsun, yani ve hülasa “sağır sultan” bile duymuş olsun, sonra neler oldu bilmiyoruz denilsin… Sovyetler Birliği bilgisi dahilinde, Ankara’nın bilgisi dahilinde, Kazım Karabekir Paşanın bilgisi dahilinde sürüp giden bir macera… Sonuç,  28 Ocak 1921 de, İnebolu’ya gidecek denilen gemiye bindirilip rotası Batum’a dönen yolda da birkaç gün önceden plan yapıldığı ve ayarlandığı iddia edilen 2. bir teknenin yolda kendi teknelerine bordalaması sonucunda büyük bir katliam yaşanır, yolculardan erkek olanların tamamı vurularak, kesilerek, ayaklarına taş bağlanıp denize atılmak suretiyle hunharca katledilir.  Bir tek Mustafa Suphi’nin eşi sağ bırakılır ve alıkonulur, artık esirdir o, ganimettir o, yani ve hülasa eylemcilere helaldir artık canı ve kanı…

TKP kayıtlarına adının Meryem diye geçirildiğini öğrendiğimiz Maria, gözünün önünde mezbahaya çevrilen takanın içinde kesilip, biçilip katledilen başta eşinin ve diğer yol arkadaşlarının ölümüne tanıklık etmek gibi bir talihsizlik yaşar ama çile biter mi… Şüphesiz bitmez, hoşgörü abidesi büyük vatansever Yahya Reis kapatır Mustafa Suphi’nin Rus uyruklu eşini, feodal eşkıyanın bile raconunda olmadığı biçimi ile… Bir süre sonra bu büyük vatansever reis Maria’yı bir başka önemli ve paralı bir beye verir ya da satar, oradan da Rize’li yiğitlere satılır, ve nihayetinde o da orada katledilir.

“Maria Suphi” kapatılır… “Kadın kapatmak” nedir, ne manaya gelir… Bilenler bilir, bilmeyenlere de anlatmaya zaten gerek yok… Onlar zaten anlamaz kanattadırlar, onlara iğne ilaç kâr etmez… “Biz kadınlarınıza böyle yaparız işte” gibi bir şey desek hafif kaçar, kendilerini hoşgörü abidesi zanneden muhteremlerin dünden bugüne uzanan hikayelerinin bir özetidir, kadın üzerinden yaratılan kutsaliyete binaen muarızları tahkir ve tenkil etmek… Tam da bu yüzdendir, eskiden beri yürütülen ganimet ve helallik denkleminin esrarının aşılamayışı… Biz güçlüyüz, siyasi gücümüz de var, askeri gücümüz de var, biz ne istersek onu yaparız, salma ve serbestliği içinde olunca, gerisi hikaye…

Yahya Reis; artık nedendir bilinmez ama sanki daha önce yaptıkları bilinmezmiş gibi, hedefe oturtulur. Yahya Reis; bilindiği üzere önce liman gümrükleri üstüne yargılanır sonra da Mustafa Suphi ve yoldaşları konusunda sıkıştırılmaya başlayınca; en yakını olan kişilere şu şekilde konuştuğu rivayet edilir. “Çok üstüme gelirlerse her şeyi ifşa ederim. Sanki bütün bu işleri ben tek başıma mı yaptım? Hem öldür diye emir verecekler hem de niye öldürdün diye üstüme gelecekler. Bu kadarı da fazla, artık dayanamayacağım. Faik Ahmet’i çağırıp bir beyanat vereceğim. Ondan sonra kim yanacaksa yansın. Bütün bu işlerin arkasında olanları herkes öğrenecek. Bir ara, “çekil git ücra bir köşede yaşa”, dediler. Kabul etmedim. Niye gidecekmişim? Vurun dediniz vurdum. Sanki tek günahkâr ben miyim? Mustafa Suphi’nin karısını evime kapatmışım. Evet, Kapattım. “Komünistler sonlarını görüp ayaklarını denk alırlar”, diyen yine onlardı. Sanki onlardan habersiz mi kapattım? Kim öldü, kim kaldı hepsini biliyorlardı.” Artık kimleri ve neleri kastediyordu, tüm bu kendisine atfen yayınlanan bilgiler doğru mu idi, bilmiyoruz, bilemeyeceğiz de… Lakin kimse çıkıp aniden ve kontrolsüz gelişmiş bir vakadır diye de bir açıklama yapmamış… Belki de yapamıyor idiler. Çünkü; açıklamanın da bir sınırı olmalıdır, değil mi?

Eşinin ve yol arkadaşlarının gözlerinin önünde katledilmesine katlanmak üstüne, kapatılmak, katliamı gerçekleştirenlerin tecavüzlerine katlanmak, başkalarına satılmak, tekrar satılmak… Kocaman bir felaket, üstelikte yaşanabilecekleri yaklaşık 1 ay boyunca herkesin izlemesine rağmen, başta da tedbir alması gerekenlerin… Evet, detayları asla öğrenilemeyecek bir katliam daha… Tetikçiler belli, lakin karar vericiler ve neden bu kabil kararların verildiği meçhul ve görünen o ki sonsuza kadar da meçhul kalacak. Ama bence en tuhafı ise, hani Sovyetler Birliği tarafından “darbe” yapılmak üzere gönderildikleri iddiasını her daim öne çıkaranların nedense Sovyetler Birliğinin neden ciddi bir manada protesto ve kınama yayınlamamış olmasını izah edemedikleridir. Bilindiği kadarı ile Trabzon Başkonsolosluğu aracılığı ile “defi bela kabilinden” bir cılız ve güçsüz kınama dışında hem Moskova hem de Ankara, böyle bir olay yaşanmamıştır muamelesi yapmışlardır tüm bu yaşananlara…

Burada araya; ünlü tarih profesörü Mete Tunçay’ın “Türkiye’de sol akımlar- 1 (1908-1925) Belgeler 2” kitabında yer alan ve kendi değerlendirmesi olan; “M. Suphiler Ankara’ya temelli kalmaya geliyorlardı; ama “darbe” yapmaya değil, Mustafa Kemal Paşayla işbirliği etmeye! Sosyalist olmasına sosyalisttiler, ama “Rusçu” değillerdi. Türk milliyetçisiydiler. Gelip bazıları meclise girselerdi, aralarından iyi icra vekilleri de çıkardı; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız, ama daha sosyal içerikli bir gelişme çizgisi olurdu. Mustafa Kemal Paşanın da bunu bildiğini sanıyorum. Fakat son anda, darbecilik-fesatçılık suçlamalarıyla kulağını doldurmuş olmalılar ki, geri gönderilmelerini söylemiştir. Eğer günün birinde, M. Suphilerin öldürülmesini onun emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım” bölümünü almak istedim. Enteresan bir değerlendirme…  

Hani “hoşgörü” kelimesini diline pelesenk etmiş fikriyatın ahfatları var ya, gerine gerine ortada dolaşanlar işte onlara bir ibret dersi babındadır tüm bu anlatılanlar. Hani, hala buna hoşgörü diyen ve bunlara da hoşgörü temsilcisi diyen varsa onlara da iğne ilaç kâr etmez ne diyeyim…

 

Perşembe, Aralık 30, 2021

GÜLHİSARLI TERZİLER

Canım Yurdumun; şüphesiz ki bana göre, sanat ve müzik çıtasını yükselten insanlarından biri olarak mütevazi, abartısız, sade lakin umut dolu, mutlu geleceğin müjdecisi duruş ve ses verişi ile tanıdığımız Hüsnü Arkan’ı bir süredir de yazar olarak takip etmekteyim. Müzisyen olarak takip ederken kadim dostum Mehmet Tekin’in önermesi ile kitaplarının da olduğunu öğrendim ve tüm hayatı gibi onurlu duruş, sakin ve sade yaşam önermesi, isabetli tespit ve tercihler yapması halinin yazın sanatına da yansıdığını büyük bir gururla gördüm. Bu sefer de, “Mino’nun siyah gülü”nden sonra “Gülhisarlı Terziler” kitabını okudum. Sıradan insanların büyük umutları, büyük aşkları,  büyük hayalleri, büyük beklentileri, büyük planları, evet hepsi büyük ve içten ve de samimi lakin hepsi doğal ve hepsi sıradan ve de imkan dahilinde… Roman kahramanlarından Ayhan Demir’in Almanya macera ve arayışları ile diğer başrol oyuncusu Celal Karanlık’ın girişim ve fırıldakları haricinde hemen her şey mezkur dönemlerin benzer büyüklükte kasabalarında yaşamış insanların günlük tanıklıklarına münasip… Az da olsa Celal Karanlık gibi büyük hayal satıcıları, “dürülüleri” bulunmaktadır bu hayatı çekilmez ve katlanılmaz eden… Bu tip benzeri muhteşem muhteremleri de tespit etmek adına ayrı bir yazıda kitabın yazarının kaleminden aktarmak istiyorum.

“Benim adım Nedim; Gülhisar’da terziyim. Sabahleyin dükkânı açarım, akşam da kapatırım. Arada ne oluyor derseniz, bir şey anlatamam. Çünkü pek bir şey olmuyor.”   Sadeliği ve sıradanlığı içinde bir Kasaba, bir esnaf… Evet, Romanın 34. sayfasında zaman için tarif ve teşbih yapılmış, çok hoşuma gitti… Çırak dükkâna gelen yaklaşık benzer yaşlarda genç bir kızın ustası ile muhabbeti üstüne, zamanın gerçekte var olduğunun farkına vardığını yazıyor; “Daha önce zamanı fark etmezdim. Hiç geçmiyormuş ya da yokmuş gibime gelirdi. Duvar saatinin kutusunda birikiyormuş da, bir gün açıp baktıklarında ahşap kokusundan başka hiçbir şey bulamayacaklarmış gibi.

Hep böyle olurdu. Oturduğum yerden dışarıyı seyrederken, attığım teyelleri sayarken, düğme kutularını raflardan alırken, raflara yerleştirirken, zaman kendiliğinden ortadan kaybolurdu. Zaman kaybolduğunda düşüncelerim de kaybolurdu. Her şey bir saat zembereğinin yayında yaşamaya başlardı. Kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan dönüp duran, kendine duyduğu ihtiyacın da farkında olmayan bir yaradılış hali; yokluğun ve varlığın garip bir çeşidi. Belki de aynı şeyliği. Zemberek!”

Evet, Hüsnü Arkan; o gün dükkâna gelen genç kızın, kendisini ateşlere atan büyük platonik aşkın üstüne, ustanın ağzından, yıllar sonra; “Gönlümün bir köşesinde elli yıldır o var. Sarsıyorum, silkeliyorum, kovuyorum gitmiyor. Geniş bir mindere uzanır gibi yayılmış. Köşesi gitgide büyüyor. Bana yer kalmıyor, düşüncelerime, şahsiyetime yer kalmıyor. Başka bir köşeye çekilip siniyorum. Sıkışıyorum. Her doğan güne onu unutmak fikriyle başlıyorum. Ama her batan gün içime aydınlığı çöküyor. Baktığım ufukta o var. Gecenin bekçisi bütün kilitleri açıp ortaya karanlığı döktüğünde, kayıp gölgeler onun adını fısıldıyor. Baykuşun şarkısı onu söylüyor. Sırlarımın kapısı hep ona açılıyor. Ne yapacağımı ne bildim ne de artık bilmek isterim. Karasevda nedir diyenlere verecek hiçbir cevabım yok. Onu sevmekten başka bir şey öğrenemedim. Bu öğrendiğim şey de benden başka kimsenin işine yaramaz herhalde.” diyerek, muhteşem bir karşılıksızlık tanım ve tarifi yapar…

Ayrıca, “Gülhisarlı Terziler”de Hüsnü Arkan terzihaneyi adeta bir kütüphane imiş gibi anlatıyor ve Nedim Usta ağzından da; “kitaplarda yazılanların bir hazine haritası” olduğunu söyleyerek, “Her satır, her kelime birer ipucuydu. İpuçları biriktikçe harita okunabilir hale geliyordu. Şifre çözülüyordu.” ve diğer kahraman Ayhan Demir ağzından ise; “Yaşadığım dünya çok fakirdi. Okuduğum dünyaysa çok zengindi. Zenginlikten parayı kastetmiyorum. İnsanların içleri çok zengindi. Aklımdan geçirdiğim ama bir türlü konuşamadığım şeyleri açıkça konuşabiliyorlardı. Benim yaşadığım dünyada insanlar bir şey yaparlarken niye yaptıklarını kendilerine pek sormuyorlardı. Okuduğum kitaplardaysa herkes soru soruyordu. Soru sordukça içleri ortaya dökülüyordu.” yazarak, okumak ve sorgulamak üstünden tarif yaparak sıradanlığın örtüsünü atmayı ya da attırmayı, “Büyük adamların hayat hikayelerini okumak, ansiklopedi okumak çok hoşuma gidiyordu. Onların yaşadığı zamanlarda, onların yaşadıklarına benzer şeyler yaşamak istiyordum. Ama Gülhisar’da bu olamazdı. Burada dünya küçüktü.” diyerek de coğrafyanın kader olduğuna zımnen tebarüz ediyor gibi…

Okumak ve yazmak üstüne kalem yazmaya devam ediyor; “İnsan, dünyaya, hakikatlere tahammül edebilmek için değişik yollar buluyor. Benimki de bu; okumak! Kimi işine sarılır, kimi paraya sarılır, kimi sevgiye, kimi de nefrete. Ben bunlara sarıldım. Bazılarına bu da kifayet etmiyor, okuduğumuz bu kitapları yazıyorlar. Ademoğlunun dertlerine ortak olmak için, o dertlere tahammül edebilmek için yazıyorlar.” Ne de güzel tarifler çıkıyor ortaya… Evet, Hüsnü Arkan, büyük bir sadeliğin engininden yarattığı tarifin zirvesinde diziyor kelimeleri, abartısız, mütevazi. Ne de güzel yapıyor, sağ olsun…

“Gecenin bütün hikmetlerini bilirim. Avluya bakan bir pencerem var. Orada, ağaçların arasında ışıklar oynar, gölgeler tepişir. Çeşitli biçimler ve hayaller görürüm. Renksiz siluetler, rüzgârda dans eden dallar, yapraklar. Asma çardağının sabaha kadar çıtırdayışı, gül kokusu, yağmur tıpırtısı. Bütün bunların içindeyim ve bütün bunlar bana bir şey demiyor… Yalnızlık koyu bir renktir. Ama boş kalabalıklardan daha koyu değildir.” diyerek de; kasabanın sıradan insanlarının halet-i ruhiyesini aktarmış oluyor. Sıradan insanların sıradan kasabasını da; “Gülhisar boşalmış, kar altında bir kasaba ölüsü. Titreyen sokak köpeklerine kalmış. Eskiden beri böyle aslında; hep böyle. Doğduğundan beri hiç büyümemiş, yaşlı bir çocuk. Güdük, kuru bir ağaç. Yüzyıllardır can çekişiyor, inliyor, sesini duyuramıyor. Geceleri birkaç kilometre yakınlaşmadan ışıklar bile görünmez. Dağların arasında sıkışmış. Gençliğimde haftada iki gün gazete gelirdi.” şeklinde anlatıyor.

Sıradan kasabanın sıradan insanlarının sıradan hayatlarının sıradan olmayan anlatımı işte. Aslında bir kasaba hikayesi gibi duruyor olmakla birlikte; koca bir 20. yüzyıl Türkiye’nin bir küçük panoraması adeta. Üç kuşak terzi üzerinden sıradan insanların, beklentileri, yaşadıkları kısacası umdukları ve bulduklarının bir küçük özeti.

Nedim Usta’nın ağzından bir tarif ile noktalayalım yazıyı. “Lütfü ustamın her sabah tazelenen umudu bende yok. Niye yok? Çünkü o mücadele etmişti. İnsan savaşmadan savaşın kötülüğünü anlayamıyor ki!”

 

Cuma, Aralık 24, 2021

UMUTLAR YARIM KALDI ARİSTONİKOS

Tarihte ayaktakımlarının otoriteye karşı ilk isyanın ateşli önderi olarak bugüne kadar Roma’lı köle “Spartaküs”ü biliyordum. Lakin; Yazar Ahmet Vasfi Pekin’in “Tarih boyunca Batı Anadolu’da isyanlar ve Direnişler” adlı kitabını okuyunca gördüm ki, tarihteki ilk köle ayaklanmasına önderlik eden kişi “Aristonikos” imiş, öğrendim…Evet; zaman zaman sosyal medyada paylaştığım bir söz var “dikkat kitap okumak cahilliğinize zarar verebilir”, okumanın burada da durumu izah edici rol aldığını gördük…

Bilindiği üzere; Spartaküs, M.Ö. 109 tarihinde Trakya bölgesinde doğar, Roma Ordusunda asker olarak görev yapar iken “üstlerinin bir savaş sırasında savaş dışı insanlara saldırması” emri karşısında verilen emre karşı çıkar, bu nedenle hemen “köle” statüsüne geçirilir. Evet, kayıtlara geçmiş ilk ahlaksız ve acımasız emre itiraz olarak tespit edilen bu durum ne yazık ki hala emir ile çalışan taifeye misal teşkil etmez. Uzatmayalım, Spartaküs, köle ve yoksullardan oluşturduğu ve giderek büyüyen bir ordu ile Roma İmparatorluğuna “eşit ve hür insanlık” talebi ile isyan eder, Roma Cumhuriyeti’nin yönetimini kökten sarsan bir direniş gösterirler, lakin kalıcı olmak mümkün olamaz, bu ayaktakımı gücünün üstüne dönem itibariyle inanılmaz güç ve boyutta bir ordu gönderilir, 10.000 kişiye yakın ordusunun tüm mensupları teker teker öldürülür ve çarmıha gerilir. İsyan bastırılmıştır gayri, muktedirlerin gözü aydındır gayri…

Evet, tarihin kaydettiği bu direnişin öncesinde “Ege Coğrafyası” yine kölelerin, yoksulların hülasa ayaktakımının dizginlenmiş, bastırılmış öfkesinin önüne düşerek isyan ateşinin yakılmasına da şahitlik etmiştir. Kölelerin bu ayaklanmasını, kendilerinden sonra gerçekleşen diğer ayaklanmalardan farklı kılan yegâne taraf ise kölelerin önüne düşen, bu sefer kraliyet mensubu bir kişi olması sebebi iledir. Bu kalkışmanın Spartaküs ile benzeşen tarafı ezilen kesimleri, köleleri, yoksulları, topraksız köylüleri örgütleyen olmakla birlikte en önemli farkı ise örgütleyenin bu kez örgütlenenlerden farkı Krallık iddiası olan birisidir esasen de güçlü kral II. Eumenis’in oğlu olmasıdır. Yani bu kez artık ayaktakımlarının önüne düşen bir Kral oğludur.

Dönemin bölgede en güçlü şehir devleti Pergamon Krallığı etrafı, Bitinya, Kapadokya, Galatlar ve Makedonya Krallıkları tarafından çevrili alanda Roma İmparatorluğu ile iyi ilişkileri çerçevesinde refah ve huzur içinde yaşıyor ve bu iyi ilişkilerin verdiği ya da sağladığı özgüven ile de komşuları üstünde etkinlik ve üstünlük temin ediyor. Her daim olduğu üzere “dünyada yaslandığın güçlü devletlerin yüzü suyu hürmetine ülkende saltanat yürütürsen, ülken üstüne sonuçlar doğacağını da bilmen gerekir” prensibi burada da çalışır. Pergamon Kralı, birtakım iddialara göre Roma İmparatorluğu tarafından cebren ya da hileler ile kandırılır, diğer taraftaki iddialara göre de bölgede emsali görülmemiş galibiyetlerin mümessili mezkûr imparatorluğun dahili iktidar sahipleri ile gaflet ve dalalet arası hıyanet karışımı bir vasiyet sonrası yok olma noktasına getirilmiştir.

Yakınlarda; eski Kültür Bakanlardan Suat Çağlayan’ın kaleme aldığı ve İZELMAN A.Ş kültür hizmeti kapsamında yayınlanmış ve Genel Müdür meslektaşım Burak Alp Ersen tarafından tarafıma gönderilmiş “Aristonikos” adlı tarihi gerçekler eksenli romanını okudum. Çok akıcı, yalın ve esasen de öğretici en azından öğrenme çabasındakilere kapı açan bir kitap… Aristonikos, Roma İmparatorluğu tarafından dayatılan vasiyet kurallarını tanımaz ve hakkı olduğu kraliyet tahtının kendisine verilmesi talebi ve ülkesinde herkesin özgür ve eşit olacağı vaadi ile kölelerin ve yoksulların önüne düşerek “Güneş Ülkesi” kuracağız diye isyan başlatır. İsyanın üssü İzmir’in Çiğli ilçesi yakınlarındaki Leukai kenti olup dönemin yegâne tuz işletmelerinin bulunduğu merkezdir. Tuz işletmelerinin çokluğu köle çokluğu ile neticelenmektedir. “Pergamon bir Güneş Ülkesi yani Heliopolis olacaktır! Nasıl ki güneş herkese ışığını eşit gönderir, kuracağım yönetimde güneş kadar adaletli davranacaktır tüm Pergamon yurttaşlarına” sözü ile başlayan ayağa kalkış ne yazık ki, yenilgi ile sonuçlanır ve umutlar yarım ve yarına kalır…

Evet, dün de, bugün olduğu üzere, Ege temsiliyeti açısından “özgürlüklerin Toprağı”dır. Ege halâ “Güneş Ülkesi” ülküsünün capcanlı yaşadığı yer olup bu uğurda verilen savaşlar, yiten hayatlar konusunda daha çok bilgi ve belge incelemek isteyen olursa yazar Ahmet Vasfi Pekin’in “Tarih boyunca Batı Anadolu’da isyanlar ve Direnişler” adlı kitabına müracaat edebilirler. Evet, yola “Öyle bir ülke kuracağım ki orada kölelik olmayacak; herkes eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacak” der isen, dün de, bugün de, yarın da dünyayı yöneten, yönlendiren bir avuç muktedir ve saldırganın hedefi olursun, nitekim de öyle oluyor… Ama şurası muhakkak ki, fizik bilimi burada da katıksız ve ödünsüz devrededir…

Ancak, tarih, ne yazık ki, “öğretilmiş çaresizliği” Aristonikos’un da karşına çıkarır ve korkarım ki insanlık var oldukça da etkili olacak bir tirat kulakları çınlatır. Evet, Aristonikos’u hedef alan köleler arası konuşmadan… “Köleliğimize son vererek bizi özgürlüğe kavuşturdun ama şimdi de iş bulmakta zorluk çekiyoruz. Köle iken dayak yiyorduk ama yemek de yiyorduk. Şimdi ikisi de yok.” diyerek çaresizliğin çıkmazını tespit ediyor, “Köleler, her şeyin bir anda olacağını düşünmüş, ama gerçekleşmeyince yeni bir savaşa katılmamak için yan çizmeye başlamışlardı. Onlar için özgürlük kavramı ancak karınlarının tok olduğu durumda anlam kazanıyordu.” diye de devam ediyor, yazar… Yazar burada, kimilerine göre çaresizliğin çaresizliğine yaslanıyor kimilerine göre de durum tespiti yapıyor… Anlayanın nasıl anladığına göre bir durum, yani ve hülasa…

Hele yenilginin ardından; Aristonikos’un yareni ve yoldaşı dönemin önemli feylesofu Blossius ağzından; “Benim de en büyük kahramanımdı, Güneş Ülkesi Ütopyasını gerçeğe dönüştürebilecek bir kahraman! Bundan sonra benim için de Güneş Ülkesi olmayacak. Dünya eşitliğin, adaletin ve özgürlüğün olmadığı bir yer olmaya devam edecek.” seslenişi ve serzenişi var ki, taaa tarihin derinliğinden bugünlere seda mealinde… Nihayetinde, tarih boyunca olduğu gibi bugün de, tüm ezilenlerin umudunun sembolü olmaya devam eden başta Spartaküs olmak üzere Aristonikos ve onların tüm takipçilerine bir selam çakarak, yazımı sonlandırıyorum. 

 

Cuma, Aralık 17, 2021

TERZİ HASAN CENGİZ

Giyim kuşam edinmenin yegâne yolunun sadece terzilere uğramaktan geçtiği dönemin sonuna yetişmiş bir neslin ahfadı olarak, Çeşme’de zamanın en önemli terzilerinden biri olan Terzi Çetin Barbaros büyüğümüzün dükkânı ve ustası-kalfası arkadaşımız Hasan Cengiz’i büyük bir saygı ve sevgi ile yad ediyorum. Esasen; ben yaşayarak, gözlemleyerek geçirdiğim, Çeşme’nin o ticaret dönemi üstüne, ayakkabıcılar, berberler ve terziler başlıklı birer yazı dizisi hazırlayarak, bir kayıt düşmek arzusundayım… Bu yazının da bir başlangıç olması dileğiyle… İşin de çok kolay olmadığı yeterince sarihtir. 3.500 nüfuslu Çeşme’nin, hem de Canım Yurdumun o ekonomik şartlarında, 8-10 berber, bir o kadar terzi ve bir o kadar da ayakkabıcı esnafının hem de ziyadesiyle hayat idame ettirme hikayesinin kaleme alınması gerçekten kolay değildir diye düşünüyorum. Ama denemek istiyorum.

Terzilik; bir zamanların önemli ve bir o kadar da prestijli mesleğidir, “altın makas” sözleri ile ifade edilecek kadar hem de. Sadece altın makas mı, altın bileziktir aynı zamanda, sitayişle bahsedilen. Ticaretin, mesleğin önderi durumundaki insanların yanında, usta-çırak ilişkisi çerçevesinde geliştirildiği dönemdir söz konusu… Patronların bile “usta” diye anıldığı dönemdir, ustalığın patronluğu bile bastırdığı yani. Böyle olunca da “çırak” seçim ve tayini de çok kolay olmasa gerektir. Konumuz babında, usta terziler, çıraklık talebiyle yanlarına gelen herkesi hemencecik bu post için kabul etmezler, seçiciliklerini, çırakların ya da çırak adaylarının, el yatkınlığı, göz keskinliği, titiz ve özenli çalışma itiyatı, sabır, sebat ve rıza gösterme mahareti ile iğne, iplik, makas, mezura, kömürlü ütü kullanma konusundaki hassasiyetleri muvacehesinde değerlendirir ve tayin gerçekleştirir idiler. Çeşme’mizin dönem itibari ile itibarlı terzilerinden “Tüccar Terzi Çetin Barbaros” Abimizin bu baptan tayin ettiği, arkadaşımız “Hasan Cengiz” biraz önce bahsettiğim çetin sınavdan alnının akı ile geçerek mesleğe devam etmiştir. Balıkçı Eşref Cengiz Abimizin mahdumu Hasan da “eti senin kemiği benim” düsturu ile teslim edildiği terzihanede uzun yıllar hakkını vererek ve alarak çalıştı. Hasan; sonradan Celal ve Bilal kardeşlerini de çırak olarak yanına almış ve Celal kardeşimiz halen Çeşme’mizde bu mesleğini büyük bir şevk ve disiplinle devam ettirmektedir.

 

Çıraklık, öyle kolayca anlatılacak ve küçümsenecek bir statü değildir, dükkâna ustadan önce gelmek esas olmakla birlikte, dükkânın temizliği, ütünün külünün atılması, yeni kömürün yakılması ve ütü için hazırlanması, dahası usta gelmeden önce çayın hazır edilmesi… Şüphesiz bunlar bedeli mukabili yapılan işin tarifinde olmakla birlikte ustadan alınacak bir aferin, bir bravo, morali ve çalışma şevkini ciddi miktarda artıran bir yaklaşım olmuştur her daim… Hem de çıraklıktan, ustalığa, kalfalığa ve belki de patronluğa giden yolun bazen 10-15 senelere yayıldığını düşünürsek, sürecin ne denli zor ve meşakkatli olduğu anlaşılır.   


Terzilik; önemli bir zanaattır, kumaş sektörü ile tüketici arasında oluşan sürecin, iğne, iplik, makas, dikiş makinesi, düğme, ütü, kömür, dikiş yüzüğü, kumaş çizim tebeşiri, çizim cetvelleri, mezura, vs gibi ara sektörleri de canlı tutan ana faaliyettir. Şimdilerde artık birkaç eksiği ya da birkaç fazlası ile sektörel dağılım korunuyor olsa da tüketicinin giyim-kuşam tercih ve temininde köklü değişiklikler olmuştur. Sektörün artık endüstriyel seviyesi mucibince, makineleşme, seri üretim, ucuz fiyatlar, bol ve yaygın seçenek, kolay ulaşım ve ulaştırma, nakliyat, markalaşma ve marka zincir mağazaları, sınırsız ve benzersiz sayıda üretim ile kapitalizmin doruğuna ulaşmıştır. Lakin kapitalizmin ince fikrinin tilki zikri muvacehesinde artık alınan ürünlerin eskisi gibi uzun ömürlü olmayışı, renklerinin kalıcı olmayışı başta olmak üzere vs gibi ürün eksiklikleri herkesi birer amansız tüketim makinesi haline dönüştürmüştür. Hele hele internet üzerinden satışların öne çıkması ile tüketim patlamasına dönüşmüştür… Artık, evlerde dikiş dikmenin öneminin çok gerilerde kaldığı döneme girilmiştir. “Her genç kızın hayali Zetina dikiş makinesi” spotlu reklamlara ihtiyaç kalmamıştır. Bir tarafı ile subliminal mesaj tadında, evlerde biçki-dikiş işlerinin patronu “kadındır” motivasyonunun sonuna gelinmiş iken diğer yanı ile de kendi kendine yeten hayattan başkasına yar ve yaren olma evresine geçilmiştir. Kapitalizmin bu evresinde konfeksiyon devreye girer, üretim, kar ve sermaye temerküzü sıralı kuralı için artık müstakbel ve muhtemel terziler ve kalfaları konfeksiyon mağazalarında satış elemanı olurlar. Gerçi şimdilerde giyimde estetik tercihi yapıp karşılığının ödenmesinde sorun yaşamayanlar ve zaman sınırı olmayanlar hala terzilerde dikim yaptırırlar. Standart ve sıradan hatta herkesin giymiş olduğu tarzı tekrarlamak istemeyenler “modacı” adı verilen şimdiki terzilerin kapısının eşiğini fazlaca eskitirler. Hele şimdinin terzilerinin, büyük büyük konfeksiyon atölyelerinde arka arkaya dizilmiş dikiş makinelerinin başında ömür tüketmeleri, bir tarafı ile insanın yaratıcılığı, özgünlüğü ve bireyselliğini yok ederken diğer taraftan hız kazanıp kalite yitirmesine neden olmaktadır.

Tüccar Terzi Çetin Abinin dükkânda, omzunda mezura, gözünde yakın gözlüğü, o meşhur kara kaplı ölçü defterine bakıyor pozu halen aklımdadır. Bu vesile ile kendisini büyük bir saygı ve minnet ile anıyorum. Belki de terzi olmanın haklı bir yansıması ile kendisi hep bir jilet gibi giyinen görüntü verirdi, en azından ben öyle görürdüm.

Aynı zamanda iyi arkadaşımız olan Hasan ise, dikiş makinesi başında, ki o dönem makineler daha elektrikli değil ayak marifeti ile bir öne, bir arkaya istenilen hıza uygun vaziyette pedala basılarak çalıştırılır iken verdiği görüntü ile halen aklımdadır. Hasan’ın artık kalfalık aşamasında, kumaşı, çizmek ve kesmek üzere dükkânın o amaca matuf hazırlanmış masasına yatırır iken kumaş ile teması, eldeki çizim aletleri ve çizim sabunu-tebeşiri ile ölçü defterine bakarak işaretleyip çizmesi, terzi dükkanına has büyüklükte ve ağırlıkta tasarlanmış oldukça da keskin makas ile işaretlenen yerlerinden kesmesi, işine verdiği öneme binaen olsa gerek hayatının en ciddi görüntü verdiği anlar idi. Genel manada terzi makası pek bir namlıdır, ağırdır, keskindir, kesme kolu uzundur amma lakin esasen de “oduncu” ile aralarındaki uydu uymadı muhabbetine istinaden pek bir ünlüdür.

Ölçü alınması aşamasında, klasik ölçü noktalarının ölçülerek ölçü defterine kaydedilmesi yanında pantolon ölçülerinde, bacak aralarının ön tarafına gelen noktada gerekli boşluğun, sağa mı yoksa sola mı bırakılması sorusu hep bir şamata gerekçesi olmuştur.

Terzilerde berberler gibi “elleri işte, gözleri oynaşta” misali hem son sürat hem de otomatikmişçesine elleri kıvrak bir şekilde iğneyi kumaşın içinden bir operatör titizliği ile geçirirken bir yandan da yaptığı işten hiç kopmadan çok farklı bir konu üstüne otomatik tüfek misali kelam ederlerdi.

Bu vesile ile bir kez daha artık hayatta olmayan büyüklerimizi ve arkadaşlarımızı saygı ve özlemle yad ediyorum.


 

Perşembe, Aralık 09, 2021

BAZAAR 33

 “Kolovo İbrahim’in” (İbrahim Kabadayı) kahvehanesi 1975 yılı yazında artık, o zamanki kendi aramızda ve dahi yakın çevremizdeki malum hali ile “antikacı” esasen turizmin gelişmesine koşut olarak gelişmeye başlayan, bizim de yeni yeni öğrenmeye başladığımız “hediyelik eşya satıcılığı” için düzenlenmiş idi… Ortaklar; Kolovo Mehmet (Jilet Mehmet-Kabadayı ) ve Zafer Sağırbay, nasıl bir araya geldiler, nasıl böyle bir karar aldılar, bilmiyorum lakin birisi ambulans şoförü diğeri erken emekli astsubay, şimdi yeni yeni bu baptan hareketlenen turizm sektörüne dahil oluyorlar. Çeşme bir yıl önce, 1’i üst sınıf, diğeri turistik ve şehir oteli karışımı olan, Altın Yunus Tatil Köyü ve Ertan Otel adında 2 yeni otel kazanmış ve turizmde iddialı bir hale gelmiş idi. Artık Ilıca üst sınıf otel sahibi olmayı, Çeşme’nin bu tarafı ile paylaşmakta idi, turizmin sıklet merkezi değişmiştir ya da en azından oynamıştır gayri... Gerçi önceleri de Çeşme’nin değişik bölgelerinde yer alan küçüklü büyüklü motel, otel ve kamp karışımı konaklama tesisleri bulunmakta iken şimdi bir üst sınıfa atlamış durumda idi…

Ailem, küçük çaplı çiftçilik yapıyor, tatillerde de benden katkı bekliyorlar lakin benim o işleri hiç yapasım yok, gençlik başımda duman… Diğer taraftan okuyacağım, olmazsa yurt dışını deneyeceğim, plan ve hayaller bu şekilde. Çeşme’den çocukluk arkadaşlarım var, Almancı, tatile geliyorlar, ceplerindeki para var, bizim paraya benzemiyor hepsinden önemlisi güzel arabaları var oysa bizim araba hayali kuracak durumumuz yok… Turizm sektörünün cafcaflı anlatımları ve nurlu ufuklar vaadi, aklımızı çelmiş artık, tarlaya ve üretime dönüşü canımız hiç mi hiç çekmiyor… Neyse o tarihte, biz 2 kafadar yeni açılan Altın Yunus’a girip çalışacağız lakin bizim muradımız diğer benzerlerimiz gibi oralarda uzun yıllar çalışıp emekli olmak değil… Burası bize araç, amaç daha iyi bir hayat kurmak, hayallerimiz boyumuzdan büyük, şimdi bakıyorum da ne kadar da iyi  olmuş böylesi hayaller sahibi olmuş olmamız… Uzatmayalım; Altın Yunus’ta çalışmak için başvurduk, 2 kafadar, otelcilik ile ilgili hiçbir departman, hiçbir görev bilmiyoruz, bilgimize göre bilmek de gerekmiyor ya… Aklı evvellik işte… Dediler “vale” olarak çalışır mısınız? Bizim derdimiz sadece çalışmak ve para kazanmak, ne görev yapılacağı, bu manada önem arz etmiyor ki… Üstelik, şimdi neden öyle idi hatırlamıyorum lakin yabancı dil bilgisi beyanımıza istinaden brüt ücrette diğer benzerlerimize göre yaklaşık 100 Tl fazla da veriliyor, ohh ne ala… Lakin sonradan “vale görev tarifi” kafamıza vurunca işi hemen bırakıvermiş idik… Demek ki bize uygun değil imiş…Sene 1974, Altın Yunus yeni açılıyor, ilk günler genel temizlik bilahare gerçek görev tarifine uygun çalışma ve istifa…

Evet, ne yapacağız derken, o yıl Ilıca’da Ankara Otelde çalışarak geçiriyorum, bir sonraki yıl “Bazaar 33” açılmış, komşu oğlumuz, erken emekli asker, Zafer Sağırbay, “gel burada bizimle çalış” deyince, haydi deneyeyim dedim. Artık, “turizm amaçlı hediyelik eşya” satıcısı oluyorum, ne anlıyorsam bu işten… Gerçi kim ne biliyordu ki, zannederim kimse bilmiyor idi… Halı, deri başta olmak üzere, her şey var, yok yok yani… Yahu ben de, “yahu ben ne anlarım bu kadar değişik malzemenin satışından” demeden, kabul ediyorum, eee benim ki çocukluk ya da gençlik, peki sonraları yaşadıklarımız, baytardan TÜBİTAK başkanlığı, mimardan mezarlılar müdürlüğü vs vs…

Bazaar 33, ilk patronlar, Zafer Sağırbay ve Mehmet Kabadayı, onlarda bilmezler bu işi lakin cesaretle, oluşacak sektörden pay almak peşindeler, ben de yamaklık yapmaya aday… O yıl Çeşme turizmine kazandırılan oteller ile birlikte, kapasite artmış, ilaveten Yaşar Holding bünyesindeki Altın Yunus, yöneticileri Danimarka’dan tayin etmiş, iddialı, bilgili ve ilgili kadrolar iş başında yani, liyakat yani… Genellikle, İskandinav ülkelerinden, başta İsveç olmak üzere, Danimarka, Norveç ve Finlandiya kökenli turistler artık sokaklarımızda, plajlarımızda arzı endam eylemeye başlamışlar. Bu ülkelerin vatandaşlarının turist olmasının, Çeşmemize sosyal, siyasal ve ekonomik manada ciddi katkı vermiş gibi duruyordu, en azından benim için. Belki daha başka izah yolları da olabilir ama benim cephemden böyle görülmektedir dönem itibari ile… Etrafımızı kuşatmış sığ sağ politikalar, sığ sağ propaganda dışında biz Çeşmeliler ilk kez, gözle görülür, canlı sosyal demokrat görmüş olarak muhabbet ederek hayretler içinde dinliyor idik bu yabancıların hayatlarını ve hayallerini. Gerçi, ben daha Lise 2 de iken ilk kez Georges Politzer’in “Felsefenin Başlangıç İlkeleri” kitabını okuyup yönümü bilime ve aydınlığa çevirmiş idim lakin şimdi daha kemik ve et donanımlı mevzular ile karşı karşıyaydık.  

“Bazaar 33”ü enteresan bir yer haline getirdik hep beraber, ticaret yapılıyor, para kazanıyoruz, eğleniyoruz, öğreniyoruz, dalga geçiyoruz, harika günler idi… Hemen karşıdaki İmren Lokantasından Egemen Kadıgan ile karşılıklı lakin Caddeye sesimizi duyurarak malzeme reklamları yapışımız, satın almaya davetimiz tam bir komedi idi, bunlardan bir tanesini hiç unutamayacağım, 1974 Dünya Kupasını kazanan Almanya Milli Takımın unutulmaz golcüsü Gerd Müller’e sözde ait ayakkabıları bağırış çağırış içinde satıyor olmanın şamatası, “Haydi gel Müller’in ayakkabılarına gel”, hay Allah…    

Komşu “Berber Çetin’in” bu dalga dubara işlere katılması ise konuyu erkete marifeti ile daha muazzam köpürtmenin bir diğer yolu idi. Sonradan Emniyet Kuvvetlerine katılarak benim gözümde temsiliyetine binaen “devlet” lakabını alması bir başka şamata konusu olmuş idi, ki hâlâ kendisine “devlet” diye hitap ederim her görüşmemizde. Asri hayatın bir başka yolu da her gün sinekkaydı traş olmaktan geçer umdesi ile ortalıkta piyasa yapmanın ağırlığı ya da hafifliğini hep yaşadık dönem itibari ile. Hele akşamları bizim dükkânda bulunan davulu dışarıya çıkarıp, abuk subuk çalarak, yukarıda saydığım muhterem komşularımızla birlikte oynadığımızı zannettiğimiz oyunlar oynamamız, unutulamaz.

Bir gün vitrinde bulunan görece eski bir lambaya bakan ileri yaşlarındaki 2 kadının Fransızca konuşmasına istinaden, konuşulanı hiç anlamamamıza rağmen kadınların gösterdikleri ilgiye ve Zafer’in satış yapma isteğine binaen “haydi gari babaanne satın al şu lambayı” demesi üzerine kadının birinin ona dönerek ve Türkçe “bu lambanın fiyatı ne kadar” diye sorması ve sonrası patlıcan moru rengine dönüşen patronun ortadan sıvışması hep hatıramdadır.

Ertesi yıl sonunda Zafer Sağırbay İsveç’e gidince, “Bazaar 33” yeni patronlar tarafından yönetilmeye başlıyor, ben de çalıştığım yeri değiştiriyordum, daha sonra benim de İsveç planlarım olmasına rağmen o yıl üniversite sınavları neticesinde İnşaat Mühendisliği kazanmış olmam tercihimi değiştiriyor ve Canım Yurdumda kalıyorum, sonrası mı? O da başka ve uzun hikâye… 


Cumartesi, Aralık 04, 2021

İMREN LOKANTASI

“Hurmalık Caddesi”; en son verilen adı ile “İnkılap Caddesi” Çeşme ticaretinin 2 kalbinden biridir, yaş grubu bizimle ya da bizden eski olanlar bilir, biri “Aşağı Çarşı” ve diğeri “İnkılap Caddesi’dir. İnkılap Caddesinin 60’lı ve 70’li yıllardaki aktif bölümü, bugünkünün yarısı kadar olup deniz tarafıdır, en fazla eski Köste (Dalyan) yoluna kadar aktif ticaret yürütülmektedir. Cadde, ben hatırlamıyor olsam da Hurma ağaçları ile donatılmış, bilahare bunu beğenmeyen yöneticiler Dut ağacına çevirir bu donatıyı, sonrakiler bunu da beğenmez Turunç ağacı ile donatılır. Her yönetici, benden önce güzeli ve doğrusu seçilmemiştir ya da yapılmamıştır duygusu ile doludur ve bu nedenle ben de bunu değiştiriyorum, sonra ki onu da beğenmez değiştirir, değiştirir, değiştirir, bu böyle bitmeyen bir “kısır döngü” oluşturur… Caddenin kaplaması ise hatırladığım kadarı ile doğal taş ile kaplı yani gerçek bir Arnavut kaldırımı kaplaması idi, sonra Canım Yurdumda aniden asfalt kaplama moda oldu ve bu modaya caddenin kaplaması da katıldı, asfalt kaplama çok toz kalkmasına ve dağılmasına neden olduğu için güneşli havalarda günde en az 2 defa olmak üzere sulanır idi, sonra betona geçildi, o da tutmadı, sonra karışım ve kompozit bir malzeme “beton asfalta” dönüldü, o da tutmadı kesme taşlarla Arnavut kaldırımı, o da olmadı yolun altını da düzenleyeceğiz iddiası ile birkaç defa daha inşaat kuruldu… O zaman taşıt trafiğine 2 yönlü açık olup Çeşme - İzmir arası çalışan otobüslerde buradan gider gelirlerdi. Esasen de Cadde bugünkü kadar geniş değil lakin karşılıklı 2 araç nasıl yol verirdi birbirine onu hatırlamıyorum şimdi, “ya yol yeter geniş idi ya da otobüsler dar idi”, tipik bir Vizontele replikası…

Bu caddenin; en azından benim açımdan kadim esnafları vardı, bu esnaflardan biri de “İmren Lokantası” idi. Çok emin değilim lakin ismi Fadıl Kadıgan Abimizin kızının adına ithâfen 1960 yılında kurulduğunu zannediyorum. İmren Lokantası o tarihte Caddeye sıfır örülen taş imalat bir bahçe duvarı ile cepheleniyor idi. Ön bahçeye demir profil bir kapıdan giriliyor ve fazlaca geniş olmayan bahçeden sonra da ana binaya giriliyor idi. Dönem itibari ile hemen yakınlarındaki muadil, Esat Kadayıfçı ve Destan kadayıfçı büyüklerimizin lokantaları arasında İmren farklı özellikleri ve hedef kitle tayini ile hemen öne geçmiş idi. Arkada ise görece güzel bir bahçe bulunur ve yaz aylarında hizmet verirdi. İmren Lokantası, mutfakta ve genel yönetimde bulunan Abdürrahim Kadıgan Abimiz-büyüğümüz önderliğinde ve sayesinde gerçekten çok güzel ev yemekleri hazırlamış ve servis etmişlerdir. Izgaraların ustası ise Kont Nuri idi ve balığın pişer iken suyunun korunması gereğini ilk kez kendisinden dinleyince artık balığın tavında pişirilmesi konusunun sıkı takipçisi olmuştuk. Daha sonraları yazma planım içinde bulunan “Kolova İbrahim”in kahvehanesi ve dönüştüğü “Bazaar 33” döneminde orada çalıştığım günlerde İmren Lokantasına uğrayan çok önemli devlet büyüklerini tanıma ve muhabbet etme şansı da elde etmiştim. Enteresan anılar var bu tanışmalardan… Eski Milli Eğitim Bakanı Necdet Uğur’dan, Senatör Sırrı Atalay’a kadar… Belki de daha Mehmet Kemal “Öğle rakıları” kitabını yayınlamamıştır, bihaberiz yani, ama bizler öğlen rakıları içme keyfini muazzam sürdürüyoruz o dönem. İmren Lokantasının asude arka bahçesinde bir öğlen rakıları dönemi yine o tarihteki Senato Başkanı Sırrı Atalay da öğlen rakı muhabbetine katılmış, çevremin ilk kez tanık olduğu rakı yanı ayran içimi konusunda, fazlaca kafa yapmaz gerekçesi ile gelen teklife, yahu kafa yapmayacaksa neden rakı içilecek deyip, üstüne kahkahalarla uzunca bir süre muhabbet etmiş idik…. Şüphesiz daha o dönem rakı içilmesi kelamının ifade edilmesinin, kimseyi rahatsız etmediği dönemdi. Şimdilerde alkollü içecekten bahsedilince “sağlığa zararlıdır” ifadesinin mutlaka söylenmesi gerekmekte imiş… Tabii şimdiki rakılar zararlı, ben rakının zararsız olduğu ya da fazlasının iyi olmadığının söylendiği dönemlerden bahsediyorum. İlaveten ve sanki ilaçların fazlası zararlı değilmiş gibi…   

Şüphesiz Lokantalar deyince şimdilik eksik bıraktığımız, Saffet Bey’in (Dinçalp) meşhur “Sahil Restoranı” ile Mahmur Bağcı’nın “Gül Restoran”ı konsept ve mevki itibari ile farklı idi. Ayrıca yine Çarşı İçinde (Old Bazaar) birkaç yer değiştirerek açılan Hasan Bağcı’nın Meyhanesi yine kendine has özellikleri olan bir yer idi… Bu üç mekânında ayrı ayrı yazılması Çeşme Kent Kültürü açısından bana göre bir zorunluluktur ve bir gün umarım yazabileceğim.

O dönem çalıştığım “Bazaar 33” bitişiğindeki balıkçı Arap Mehmet büyüğümüzün, dükkân önündeki balık tezgahından, Mehmet Abimiz içeride çalışırken, hep bir ağızdan “pissstttt” deyip kedileri kovalıyormuş ketenperesi ile çaldığımız balıkları, İmren Lokantasında hazırlatıp, üstüne de Mehmet Abiyi davet edişimiz ve her gün nakarata dönüşen “lan yine benim balıkları mı yürüttünüz” serzenişi… Üstüne üstlük balıklar bizden ya, rakılar da Mehmet Abiden olurdu… Ne iyi kalpli bir abimiz idi… Daha önce yazmaya çalıştığım Ahmet Sinan ve Kaporo Kemal abilerimiz ile uzun yıllar balıkçılık yaptığı bu dükkânı da bir gün anlatmak istiyorum. Bakalım…

O dönem, askerlik için Çeşme’ye gelip sonradan yerleşik düzene geçen kişilerden biri de, çok sonraları adı yaptığı işe istinaden “Çiçekçi Mustafa”ya dönüşen lakin Çeşme’nin ilk balık lotaryosunu düzenleyen bir abimiz vardı. Her gün ama istisnasız her gün aldığı büyükçe bir sinarit’i, çarşıda bir aşağı bir yukarı gezdirip genellikle de esnafın katıldığı bir çekiliş düzenlerdi. Çekiliş marifeti ile lotoya dahil ettiği kişiler arasında ve onların gözcülüğünde tespit edilen kişiye “loto sana çıktı” spotuyla muhteşem sinariti takdim ederdi. Dönem itibari ile yüksek ilgi gösterdiğimiz bu aktivite sayesinde, şansımızın da çok sık yaver gitmesi nedeni ile akşamları İmren Lokantasında büyükçe bir arkadaş grubu ile masalar kurulur ve bizde bu masalara kurulur idik. Yani anlaşılacağı üzere her fırsatta masalar kuruluyor, ister balık tezgâhtan kedi götürüyor numarası ile çaktırmadan alınsın ister kura tayini ile temin edilsin… Hele de bir keresinde şimdi adını vermeyeceğim bir arkadaşın iddiası üzerine “bu sinaritin kafası” ile bile bir 70’lik içerim iddiasını kanıtlamasının yarattığı tuhaflıklar ve kahkahalar bugün bile aklımdadır. O zamanlar, daha ticari zekâ, ancak 35’lik ve 70’lik şişelenmiş rakı düzeyindedir. Şimdi öylemi, 20’lik, 35’lik, 50’lik, 70’lik, 100’lük, 150’lik ve 200’lük gelişen ticari zekanın muhteşem başarısıdır. Hatta bir firma kazık babından 450’lik bile çıkarmıştır ki maksat tüketilsin de tüketilsin, açınca nasıl olsa fren tutmuyor…