Çarşamba, Temmuz 31, 2024

LENİNGRAD KUŞATMASI

Leningrad'a daha önce de gelmiş idim lakin hep kısa sürelerde hedef noktalara uğra, dön tarzı, bu kez daha geniş kapsamlı ve bilerek ve dahi daha fazla anlayarak, dolaşıyorum... Moskova'dan önemli tren hatlarından biri sayılan "Moskova-Petersburg" hattındaki ekspres tren "Sapsan" ile geliyorsunuz, dışarıya adım attığınız yer "Ploşad Vostaniya" (ayaklanma meydanı) karşıda binanın üstünde kocaman "Kahraman Şehir Leningrad" yazısı karşılıyor bizi... Meydan ortasındaki görece geniş alan, yaklaşık 20 mt. yüksekliğinde dikdörtgen kesitli bir dikilitaş ile "yaşananlar asla unutulmayacaktır" faslından onurlandırılmış. Gerçi şehrin hemen her yerinde "unutursak kahrolalım" kabilinden anıt, levha ve eser bulunmaktadır. Şehir adı Petersburg olarak değiştirilmiş lakin Leningrad olarak anılmaya devam ediyor ve anladığım devam da edecek...

Almanların erketesi Finlandiya'nın da bulunduğunu asla ve kat'a unutulmaması gereken bir detaydır, Sovyet devrimi ve Lenin'in önderliğinde izlenen dostluk çaba ve politikaları unutulmuş, geleneksel düşmanlık depreşmiş, aradaki güzel ve olumlu ilişkileri unuttulmuş ve savaşa bodozlama girilmiştir. Finlandiya ordusunun bir koluda daha da kuzeyden eskiden kendilerine ait olduğu iddiası ile taaa Onega Gölüne kadar olan geniş bir alanı işgal etmiş olup, bunu "Petrozavodsk" üstüne bir yazımda detaylı değinmek üzere geçiyorum.

Hani tarihe, "Bad el harap ül-Basra" diye bir laf ile geçecek Moğolların Basra kuşatması ve istilasını ve dahi taş taş üstünde konmamış olmasını mumla aratacak günler yaşanır, Leningrad'ta... Yaklaşık 3 yıl süren bu vicdansız kuşatma sonunda geride 1.000.000 (yazı ile bir milyon) sivilin cenazeleri kalıyor, kimi saldırılardan, kimi kıtlık ve açlıktan, kimi salgın hastalıktan ölüyor lakin tablo vahim... İnsanların hayatta kalmak uğruna, ayakkabılarının köselelerini, atlarını, kedilerini, köpeklerini, fareleri yedikleri bilnir, hatta ölülerini bile...  

Almanlar öylesine kızgındırlar ki Ruslara o kadar kızgındırlar ki şehrin su kaynaklarını bile zehirleyecek kadar gözleri dönmüş, akılları dumura uğramış durumdadır. Gerçi savaşı kaybettikleri haberi Hitler'e verildiği zaman "teslim olalım, sivil halk ölüyor" diyen generale "onlar bizi seçerek kaderlerini tayin etmişlerdir" diyecek kadar zalim anlayışın başkaları için bu kararı vermesi şaşırtıcı sayılmaz. Efendim onlar Nazi imiş, faşist imiş de, vs vs... Bugünkü Almanya'nın pozisyonu ne... O gün de Almanların destekcisi ABD idi bugün de ABD...

Şehri geziyorum, Nevski Caddesi ve yan sokakları üstünden, yukarıda bahsettiğim levhalardan birinde çok duygulandım... Levhada anladığım kadarı ile aynen şöyle yazıyordu, "1941-1945 arasında şehir savunması için çalışmaların yürütüldüğü ve yedek güçlerin koordinasyonunun yapıldığı bina"... Birden aklıma meşhur "Leningrad kuşatması" belgesel filmi geldi, hani orada ünlü besteci Şostakoviç'in yine ünlü bestesi "Leningrad Senfonisi" olarak bilinen eseri Leningrad Radyosundan yayınlanır ya, hani direnişin ve cesaretin müziği olarak kentin daha da bir güçle direnişe devam etmesinin aracısıdır ya... İşte hemen kulaklığımı taktım, mezkur binanın yanından ayrılmadan kısacık da olsa dinledim mezkur cesaretin ve direnişin senfonisini... Gözlerimi kapadım şöyle bir daldım gittim... Günlerce sivil hedefleri bile havadan bombalayan bu güruhun zulmü karşısında direnişin azmini hayal ettim... Müthiş işler... Mezkur belgeselleri seyretmemiş olanlara, yaşananları gerçeğe en yakın olarak hatırlamaları adına seyretmelerini hassaten öneririm... 

Bilindiği üzere; Leningrad kuşatması için Almanların hızlı hareketi karşısında Sovyet yöneticiler, şehrin askeri olmayan kişi ve değerlerini tahliye etmeye başlarlar, mesela meşhur "Hermitage Müzesi" Ural Dağlarına taşınırken, bilim insanları ve sanatçıların da tahliyesine karar verilir. Bu tahliye kararına uymayan, kızıl orduya katılmak için büyük sanatçı Dmitri Şostakoviç da girişimde bulunuyor lakin sağlık sorunları nedeni ile bu talep red ediliyor. Yoğun bombardıman altında bulunan şehirde sürekli çıkan yangınları gözlemek için itfaiyeci olarak görev üstlenirse de bilahare başta siper kazma işleri olmak üzere milis teşkilatında yer alır. Bu zor günlerde "Leningrad Senfonisini" besteler ve kuşatmanın 1. yılında sonuç vereceğini hesap eden Hitler ve Kurmaylarının Leningrad'ın önemli Otelinde vereceği kutlama gününde de yayınlamaya karar verir. İşte o gün derme çatma bir orkestra organize edilerek eser seslendirilir ve en önemlisi de Leningrad Radyosundan ve şehir hoparlörlerinden yayınlanır. Direnişin Senfonisi olarak anılan mezkur senfonide insanlığın barbarlıkla mücadeleisini anlatacak ve kuşatma altındaki halka cesaret ve umut verecektir. Eser şöyle bir sunuş ile çalınmaya başlayacaktır; "Yoldaşlar! Şehrimizin kültürel tarihinde yer alacak büyük bir olay gerçekleşmek üzeredir. Birkaç dakika içinde, harikulade vatandaşımız Dmitri Şostakoviç’in ‘Yedinci Senfoni’sini duyacaksınız. Kendisi bu müthiş besteyi düşman Leningrad’a delicesine saldırdığı esnada yapmıştır… Faşist domuzların bütün Avrupa'yı bombaladığı ve Avrupa’nın da Leningrad'ın sonunun geldiğini düşündüğü esnada. Ama bu performans ruhumuzun, cesaretimizin ve savaşa hazır olduğumuzun şahididir. Dinleyiniz, yoldaşlar"

Evet, bu anlamlı eser eşliğinde direniş sembolü bu şehri duygu yüklü  halimle gezerken, demiryolu ile "Moskova İstasyonuna" gelen insanları ilk karşılayan "Kahraman Şehir Leningrad" ifadesi daha farklı bir anlam kazanıyor... Ve insan nasıl oluyor da unutuyor yaşananları ve yaşayanların hatıratını anlamak imkansız vallahi... Geçenlerde bir köye gezmeye gitmiş idim, köyün girişinde çok anlamlı bir bir tabela karşılıyor ziyaretçileri... Büyük Vatanseverlik Savaşında köylerinden hayatlarını kaybedenlerin yüce hatırasına ithafen levhada tek tek fotoğrafları bulunmakta olup, "vatanları için savaştılar, kimse unutulmadı, hiçbirşey unutulmadı" yazarak da minnet, saygı takdimi daimi kılınmış. Her daim bu yaşananları hatırlamak ve hatırlatmak adına Rusya'da herşeye rağmen ciddi manada takdir-i şayan bir davranış var...

Cuma, Temmuz 26, 2024

EYLÜL KARANLIĞINDAN

Değerli yazar Alime Mitap’ın “Eylül karanlığında” adlı kitabını okudum… Okudum demek adettendir esasen kocaman karanlık bir sürecin resimler üzerinden tarihe not düşmek adına anlatımıdır… Her bir resim manası bakımından son derece derin izlerin miras geçidi türünden… Kitap “12 Eylül’ün zulmü altında yaşamlarını yitirmiş olan; hayatta kalmış olsalar da bu kâbus nedeniyle yaşamları kararmış olan bütün devrimcilere ve cezaevi kapılarında yıllarca çile çeken ailelere armağan ediyorum” ithafı ile başlıyor.

Asırlık çınar, canım yurdumun yüz akı bilim insanı, yazar, çevirmen, hukukçu, sosyolog, siyaset ve iletişim bilimci Prof. Dr. Nermin Abadan Unat üçüncü baskıya yazdığı önsözünde; “Birçok ülke belli bir zaman kesitini, acı, haksızlıklar, işkence ve ölümlerle geçirmiştir. Alime Mitap ülkesinin geçmişine de damgasını vurmuş bir kesiti seçmiş; sanatını fırçası, kalemi ve gerçekçi bir hafıza ile toplumsal hafızaya nakşetmiştir. 

12 Eylül döneminde gerekçesiz nedenlerle yakalanmış çocuk, kadın, erkekleri tuvaline aktarmıştır. Yüzünün çizgilerini bile göremediğiniz bir erkekte bu en dokunaklı dünyasını görmeyi yeğlemiştir. İnsanın aklına bir zamanlar Fransa’da Dreyfuse davasında Zola’nın “J’accause” feryadı geliyor. Mitap da sessiz kalmadı.” şeklinde bir takdim yapıyor… 

“Tablolar” bölümünde “çiçekler yasak” notu ile takdim edilen tabloya düşülen not tam bir yürek burkan tespit; “Bu resmin esin kaynağı bizzat yaşadığım bir olaydı. Mamak’ta bir açık görüş öncesinde oğlum Ertan’a -ki o sırada 4 yaşındaydı- babasına vermek için bir demet papatya almıştım. Girişte subay “çiçekler yasak” dedi ve papatya demetini almak istedi. Oğlum bunu reddetti, ç,çekleri sımsıkı tuttu. Subay ısrar edince demetin içinden tek bir papatya çıkarıp ona verdi. Geri kalanları pantolonunun cebine koymasını sağladım. Böylece biraz ezilip hırpalanmış olsalar da Ertan papatyaları Nasuh’a götürebilmişti.” Yahu çiçek yasak inanılır gibi değil… Ama aynen yaşandı bunlar ve nice benzerleri… Bir defasında savcı ziyarete gelmişti koğuşlara bakmaya, hani görüyorsun adamın yüzünden, gözünden sana nasıl baktığını, iğrenircesine, çöpe bakarcasına bakar iken; bir arkadaşımızın “kitap alınmasına izin verilsin” talebine karşı yanardağ lavı püskürtürcesine bir öfke ile “Kenan Evren paşanın nutuklarını okuyun” deyişini hatırlıyorum… Efendinin umurunda mı ki; orada bulunanların çoğu, “mühendis, doktor, öğretim görevlisi, öğretmen”... Adam sana “katli vacip” inancı ile bakıyor… Mezkûr savcıları görünce insan insanlığından şüphe ediyordu… Tablo müthiş, benim resim bilgim bu resmin değerlendirilmesine kifayet etmez lakin bendeki izlenimi derin, unutulamaz acı ve ıstırap dolu hatıraların bir kez göz önüne gelmesine vesile oldu… Hani diyor ya büyük ozan; “Sana düşman, bana düşman, Düşünen insana düşman, Vatan ki bu insanların evidir, Sevgilim, onlar vatana düşman…” İşte bu muhteremlerin bugünkü tezahürü ise “ben cahilin ferasetine inanırım ve güvenirim” şeklindedir. Ne diyelim…

Yine “Tablolar” bölümünde; “gözleri bağlı adam” ile karanlığın ortasında gözler bağlanarak, bağlayanları gizleme, bağlananı daha da karanlığa itmenin resme aktarılma hali, “havalandırma” adı altında yepyeni ve yaygın ve dahi toplu saldırının tespiti, “Mamak’ta görüş” ile de görüş mü, aile boyu işkence mi, sorusuna cevap, “Desenler” bölümünde “acının derinliklerinde” resminde tel örgü, penceresiz cezaevi, görüşememenin acısı ya da görüş sırası beklemenin dayanılmaz işkencesinin bir ananın yüzünü kaplamış hali, “artakalanlar” resminde tam bir yürek burkulmasının en yalın vesilesi hali; kol saati, ayakkabı, giysiler ve gözlük, adeta “gördün de ne oldu, sonun böyle” tebarüzü veçhiyle, “haykırış” adlı desende ise işkenceci olabilmenin adeta abc’si olma halinin tebarüzü, “Yemek su yasak” ilave cezalandırmasının “Y.S.Y” rumuzu ile tekrar hatırlatılmasının müthiş özeti, “Hücrede ölüm” ile ölümün sıradanlaşmasının tebarüzü, “yeniden sorguya” deseni ile asla bitmeyen işkence süreci öne çıkarılmış… Hülasa bir zulüm döneminin, zalimlerinin daha da kararttığı ortam… Ve dahi, işkencecisinin bile milli ve yerli eğitimden geçirilememiş halini de beynelmilel düzeyde yaşananları okuyunca, öğrenince anlıyor, tüm ezilenlerle ve katledilenlerle birlikte kahrolma, yok olma sürecinin yaşıyoruz, işte bu dayanılmaz acılarla yaşamayı öğreniyoruz. 

Bu baskıya ilave edilen, gerek sergilerle gerekse de kitapla ve içindeki resim ve desenlerle ilgili yorumlar ve izlenimler bölümü daha da enteresan tespitlerle dolu, tam da gözler nemlenerek okunacak türden… Benim açımdan daha da öne çıkan ünlü yazar ve şair Gülten Akın’ın “Ankara Sergisi” üzerine kısa değerlendirmesi; “Bir dönemi ne güzel resimlemişsin. Bu gerekliydi de. Aşacağımızı iyi tanıyacağız. Onu resimle, şiirle, yazıyla saptayacağız. Cesaret bile gerekmeyecek artık. Bu ürettiklerimizle ortaklaşacağız. Bizi birleştirecek yeniden. Direncimizi arttıracak. Korkmuyoruz diyeceğiz. İlk insanın o koşullarda becerdiğini biz niye beceremeyelim. Üstelik bizim savaşımımız doğayla da değil. Bizim benzerimiz, yapısını iyi tanıdıklarımızla.”

Mezkûr sergiler basında da yer aldı, Ragıp Zarakolu; “12 Eylül cezaevleri ile ilgili ilk görsel sanatsal yapıt… Eylül karanlığında” başlığı ile yazdığı yazıda, “Sonra Onur Çarşısı’nda kitap verdiğimiz tanıdık bir kitapçıya uğradım. Ada’ydı galiba adı. Orası da karanlıktı. Zafer Çarşısı’nda kitaplarımızı alan Doğu Kitabevi’ne gittim, orası da karanlıktı. İnsanlara ne olduğunun bile sorulamadığı, her gün çevremizden bir insanın kaybolduğu soğuk ve karanlık günlerdi. Kızılay’da insan avı vardı. Tutuklananlar sivil polisler tarafından Kızılay’a çıkarılıyor. Kim onlara selam veriyorsa, apar topar gözaltına alınıyordu. Gözaltı süresi Evren Paşa tarafından, ırkçı Güney Afrika’da olduğu gibi 90 güne çıkarılmıştı. İnsanların başına ne geldiği bilinmiyordu. Öldürülüp, kimsesizler mezarlığında bir çukura mı atıldılar (Demokrat Gazetesindeki sürücümüz Ali gibi, komşuları tesadüfen gömüldüğü mezarlıkta görmeselerdi, haberimiz bile olmayacaktı), işkencelerde mi, zindandalar mıydı, bilinmiyordu. Aileler umutsuzca kovuldukları emniyet, sıkıyönetim, Mamak Askeri Cezaevi kapılarını aşındırıyorlardı.” Kitabın resimlerinin, desenlerinin konusunu oluşturan tam da böylesi bir ortamdı, o günleri ziyadesiyle yaşayan biri olarak eksiği olduğunu bile iddia edilebilir bulurum tüm bu tariflemelerin… 

İşte, o Eylül yaşandı ve ondan sonra gelen bütün aylar Eylül oldu. İçerik öyle valla, siz hala, yıl 12 ay ve adları şöyle farklı, böyle farklı deyip durun gayri, içerik aynı, yaşananlar aynı olduktan sonra…

Cumartesi, Temmuz 20, 2024

BÜYÜK ŞAİRİN ADINI TAŞIYAN KÜTÜPHANEDE

Bu defa Büyük Şairin adını taşıyan Kütüphanenin içindeyim... Kütüphanenin taşıdığı ad bakımından manası engin ve anlatılamaz benim açımdan... Geçen geldiğimde kapalı olduğu için Kütüphane içine girememiş son durumu gözlemleyememiş idim. Rusya'da bulunduğum dönemlerde ziyaret etmeye çalıştığım mekanlardan birisi de kütüphaneler olmuştur... Daha önce Moskova dışındaki bir kasabada ziyaret ettiğim bir kütüphanede Ömer Seyfettin'in bir hikaye kitabını görünce şaşırmış idim, çok enteresan Rusya'da bir kasaba kütüphanesi ve Ömer Seyfettin... Şimdi daha büyük ölçekli, kapsamı farklı ve şüphesiz ki manası ve atmosferi çok farklı bir kütüphanedeyim... Moskova için oldukça büyük sayılabilecek bir alanı yine "Moskova Belediyesine bağlı Nazım Hikmet Kültür Merkezi", Kütüphane yanında sanatsal ve sosyal faaliyetlerin yürütülebilmesine yönelik düzenlenmesi için "Moskova Nazım Hikmet Vakfına", işbirliği anlaşması çerçevesinde tahsis etmiştir. Son derece güzel ve hoş bu düzenleme çalışmaları, başta Türk-Rus İşadamları Birliği eski Başkanı ve Moskova Nazım Hikmet Vakfı Başkanı Ali Galip Savaşır önderliğinde Vakıf olmak üzere pek çok sanatçı ve destekçi tarafından gerçekleştiriliyor. Bitmemiş halini orada bulunan destekçi ve gönüllü faaliyet yürüten Ferhat Muslu arkadaşımız rehberliği ile gezdim, toplantı ve konferans salonu aynı zamanda sergi ve tanıtım salonu olarak gayet büyük bir alan, ayrı bir sohbet ve kıraat alanı ve Nazım Hikmet'in eşyalarından bir bölümünün sergilendiği ve dahi sergileneceği bir alan ve tabii ki yönetim odalarının bulunduğu bir alan lakin hepsinden önemlisi duvarları kapsayan çok güzel resim ve eşyalar... Emeği geçenlerin yüce çabaları karşısında duygulanmamak elde değil. Gönüllü bir şeyler başarmak, hele hele de bunları yurtdışında becermek ve başarmak, bu işlerin zorluklarını bilen birisi olarak, yapılanları büyük takdirle ve yüreğim kabarak izliyorum.

Daha önce planladığım, yayınlanmış kitabımı da Kütüphane envanterine kayıt edilmek üzere hediye etmek istiyorum... Lakin içimde de "kitap bağışı kabul etmiyoruz" tepkisi ile karşılaşma korkusu ve çaresizliği daha önce benzer şahitliklerimden ötürü maalesef vardı... Yeri gelmiş iken hemen yazayım, son hayalkırıklığımı bu konuda... Çeşme Belediyesinin geçmiş dönemde ünlü Gazeteci, Yazar Yaşar Aksoy adına isabetli bir girişim ile Alaçatı'da gerçekleştirdiği  "Yaşar Aksoy  Kitap Kafe" için kitap bağış isteğimizin reddi karşısında şaşırak, Yeni Çeşme Gazetesi Sahibi ve Yazar Aydın Korkmaz ile birbirimize bakarak, donup kaldığımızı da anımsayınca... Hani Belediye Başkanı babasının bahşettiği imkan ve kabiliyetler ile bunu yapmış olsa kapıyı kapatsa anlarım... Özel mülktür girilmez, diyeceğim. Lakin, imkanlar Belediye'nin sen aracı oluyorsun değil mi? Neyse, şimdi Moskova Nazım Hikmet Kütüphanesinde yaşadıklarım umarım ders olur, diyeceğim lakin olamayacağını da adım gibi biliyorum... Çeşme eski Belediye Başkanı, hem de iyi ilişkilerimizin olduğu biri, en azından nizalı değiliz, üstüne üstlük de bizim mahallennin çocuğu iddiası olan biri, kendi makamına götürüp randevumuza rağmen yerinde olmadığından, sekreterine bıraktığım kitabım için, üstelik de kitap Çeşmeliler ve Çeşme'nin değişik mekanları üstüne, arayıp nezaketen teşekkür etmesi bir kenara lütfedip bir sms ya da whatsapp mesajı ile bile teşekkür etmedi... Belediye Başkanı böyle iken, her biri adına tek tek imzalayıp takdim edilmek üzere Meclis Sekretaryasına, Dönemin Meclis Üyelerine takdim edilmek üzere bıraktığım kitaplar için herhangi bir meclis üyesinden bir teşekkür geldi mi, şüphesiz hayır, peki bu sürpriz oldu mu benim için, kocaman bir hayır... 

Peki; Moskova Nazım Hikmet Kütüphanesinde neler oldu... İnanılmaz iyi şeyler... Üstelik, kimse de dur bakalım, sen nasıl bir yazarsın, ne yazarsın, bizden misin, onlardan mısın, diye tefrik etmeksizin... İlgili memura ziyaret sebebimizin bu tarafını da söyleyince, gerçek manada bir sevinç ve heyecan gösterilerek derhal Müdüre Галина Вячеславовна Судьина Hanımefendiye (Galina Vyacheslavovna Sudina) haber verildi. 2010 senesinden beri Kütüphane Müdüresi olarak görev yaptığını öğrendiğim Hanımefendi son derece içten, samimi ve heyecanlı davranarak kitap hediye edilmesinden son derece mutlu olacağını beyan etti. Ferhat Muslu Arkadaşımızın tercümanlığı ile samimi bir diyaloğ yürüttük. İşte, yapılan görevin ruhuna münasip nezaket dolu davranış, görev tarifi ile şahsi tercih ve tasarrufların itina ile birbirine karıştırılmadan ifası, bu olsa gerek... Diğer taraftan bizim topraklarımızın yetiştirdiği bu çok çok önemli Şair'in gerçek manada sevildiği ve sayıldığı diğer topraklarda bu enternasyonal duruşunu bu kadar yakından hissedebilmek benim için artık ayrı bir hayati apolet olacaktır. Bu fırsatı bu kadar derin hissedebilmiş olmaktan ötürü kendimi çok şanslı kabul etmekteyim. 

Çok duygulandığım bu anlardan sonra Galina Hanımefendi lütfetti Kütüphane Hatıra Defterine "Çok değerli Nazım Hikmet'e atfen düzenlenen Kütüphane ve Kültür Merkezi ziyaretimizde, lütfedip kitabımı da kabul etmelerine çok fazla duygulanmış birisi olarak ayrılıyorum. Sevgi ve saygılarımla" notunu düştüm. Evet, bana gösterilen nezaket ve kitabıma da bu kütüphanede bulunarak değer katma fırsatını tanıyan başta Galina Hanımefendi olmak üzere herkese çok teşekkür ediyorum. Esasen de, şahsen tanışmamış olmakla birlikte kendisini basından ve tanıyanlarından izlediğim ve dinlediğim Ali Galip Savaşır, ki aynı zamanda hemşehrimizdir, başta Nazım Hikmet Vakfı olmak üzere tüm kültürel kurumların faaliyetlerinin baş destekçisi olması hasebiyle en büyük alkış ve teşekkürü hak etmektedir, bence...


Cuma, Temmuz 12, 2024

BÜYÜK ŞAİR'E ZİYARET

Ruslar genellikle dertleri, tasaları, kaygıları, sevinçleri, hayat beklentileri ile bir taraftan bize çok benzeyen diğer taraftan da hiç benzemeyen, otobüs beklerken tıpkı biz, tiyatroda ise tıpkı onlar gibi, yüksek sesle konuşurlar iken tıpkı biz, duyamayacağınız kadar sessiz iken tıpkı onlar, diye sınırsız örneklenebilecek kadar bize benzerlikler ve bizden ayrılıklar yansıtan bir ulus... Moskova bir başka, Petersburg bir başka, Kazan bir başka, lakin her biri görülecek hatta tekrar tekrar görülecek kadar güzel yerler bence, etrafa bakar iken bizim alışık olduğumuz detayları kaçırmıyoruz da alışık olmadığımız detaylar kaçıyor tam da bu yüzden tekrar gerekebiliyor... İlaveten mevsimler mutekamilen yaşandığı için de her birisinde bir ayrı güzellik yansımaktadır. Bazen de bu yoğun detaylar içinde bazı şeyler kaçıp gidiyor, bir bilgi bir yerde başka zikredilirken bir başka yerde bir başka zikredilebiliyor... Bazen bir yere gidiyorsunuz, ben burayı daha önce gördüm duygusunu yoğun bir şekilde hissedeken bir bakıyorsunuz ki bir küçücük detay var sizi bu tekrarlanmış duygusundan çıkarıveriyor... Sonuçta bu ülkede gezilecek, görülecek yerler hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor insana lakin ülkenin büyüklüğü ve çok milletlilik göz önüne alınınca böyle olmasının da son derece anlaşılabilir olduğunu görüyorsunuz...

Dünyaca ünlü nadir insanımızdan biri olan büyük usta Nazım Hikmet'i Moskova'ya her gelişimde, Novodeviçi'deki mezarında ziyaret ederim, uzun kalıyorsam da birkaç kez oluyor bu ziyeretler... Bu defa da her ne kadar ziyarete kapalı olduğunu bilsem de evini ziyaret edeyim dedim. Ve evin civarında gezdim... Moskova Metrosunun Yeşil hattındaki Sokol istasyonuna gelip, istasyon çıkışından Leningrad Bulvarından sağa ilerliyor hemen tekrar sağa dönüp daracık bağlantı yolundan son derece bakımlı ve büyük bir park içerisinden ilerleyip, Fidel Kastro Meydanını geçip hemen sola dönüp biraz ilerleyine sağdaki 2. blokta bir tanıtım levhası sizi karşılıyor... Tam karşısında da hatırı sayılır büyüklükte, bakımlı bir park var. Tabela aynen şöyle düzenlenmiş; "bu evde, 1952 yılından 1963 yılına kadar, Dünya Barış Ödülü sahibi Türkiyeli Devrimci Şair Nazım Hikmet yaşamış ve çalışmıştır"... Binalar tipik kooperatif tarzında dizayn edilmiş, kalitesi tartışılsa bile insana yakışırlığı tartışılmaz biçimde düzenlenmiştir. Bloklar bir adanın dış kenarına yerleştirilmiş, büyükçe bir parkı aratmayacak biçimde iç avlulu olarak düzenlenmiş olup her boşluk iklimin de desteklediği bir biçimde yemyeşildir. Genelde bölge, parklar, yollar son derece bakımlı görünmekte, binaların fasadına o binalarda yaşamış ülkeye yararı dokunmuş önemli kişilerin isimlerini yad etmek adına büyükçe metal plaketler yerleştirilerek görüntü daha şirin hale getirilmiş... Ahde vefa böyle tecelli etmiş...

Nazım Hikmet'in evine yaklaşık 400 mt uzaklıkta, "Nazım Hikmet Adına düzenlenmiş Kütüphane" bulunmaktadır. Kapısında yeni düzenlenmiş bir levhada "24 nolu Kütüphane" yazar iken halinden çok eski olduğu anlaşılan bir başka tabelada ise "59 nolu Kütüphane" yazmaktadır. 1952 yılında açılan bu kütüphane mezkur yıllarda "111 nolu Kütüphane" olarak anılmaktaymış. Anladığım kadarı ile Kütüphanenin temeli "Büyük Vatanseverlik Savaşı" sonrası atılmış mahallenin sakinlerinin biraraya gelerek kitap okumaları ve yine sakinlerin kitap bağışları ile atılmış oluyor. Nazım Hikmet'in evine çok yakın olması sebebiyle burada düzenlenen edebiyat günlerine katıldığından bahsediliyor. Kütüphane mahalle sakinlerini yazar ve sanatçılarla buluşturma mekanı olmasının yanında aynı zamanda her türlü sergi ve müzik faaliyetlerine de ev sahipliği yapmış olduğu ifade edilmektedir. Kütüphane esasen bir bölge/mahalle kütüphanesi iken 1973 yılında Kütüphane Yönetimi, Yazarlar Birliği Moskova Teşkilatı Yönetimi ve tabii ki okuyucular bir dilekçe vererek kütüphanenin adının başına "Nazım Hikmet" yazılmasını önerirler, nihayetinde 1981 yılında bu talep münasip bulunup, gereği yerine getirilir. Karar vericiler koca 8 yıl boyunca neyi araştırdılar ise, neyi düşündüler ise, ne kadar çok işleri vardı da ancak sıra geldi, gayri... Nazım Hikmet'in kitapları ile onu ve onun eserlerini anlatan eserlerin bulunduğu özel bir koleksiyon yanında sürekli güncellenen geniş bir kitap kolleksiyonu olarak bilinmektedir. Ayrıca; Kütüphanede 2018'den beri Yunus Emre Türk Kültür Merkezi ile birlikte Nazım Hikmet adına seminerler, sergiler, festivaller ve toplantılar tertip edilmekteymiş. 

Sokol Bölgesine, Nazım Hikmet Kütüphanesi ve evine son ziyaretim, yeşilin, serinliğin sıcak ile birlikte tam manası ile hakim bir dönemde olduğu için civardaki parkların ve düzenlemelerinin ne kadar değerli olduğunu bir kere daha anladım. Kütüphanenin kapısına sırtınızı döndüğünüzde hemen sağ tarafta CSKA Futbol Kulübünün futbol stadını görüyorsunuz ki bilindiği üzere mezkur kulüp "Kızıl Ordu" tarafından kurulmuş bir kulüptür. Esasen CSKA adı da, "Центральный спортивный клуб армии" (Centarlniy Sportivniy Klup Armiy) kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur. Bilindiği üzere CSKA adını taşıyan bir Bulgaristan futbol takımı bulunmaktadır. Dışarıdan görüldüğü kadarı ile büyük bir çok katlı iş merkezi inşaatı ile desteklenmiş büyükçe bir kompleks görüntüsü vermektedir, CSKA Arena... Arena burada da yerini almış maalesef... Demek ki bu işler tüm dünyayı bu boyutu ile etkilemiş durumda...

Sokol Metro İstasyonundan sonra daha önce değindiğim büyük ve düzenli park ki adını içinde bulunan 1. dünya savaşı kahramanları için yapılmış anıttan alarak, "1. Dünya Svaşı Kahramanları Parkı" ile adını içinde bulunan "Moskova Halk Milisleri Meydanından" alan aynı adlı Nazım Hikmet'in de evinin karşısına denk gelen güzel düzenlenmiş büyükçe bir park arasındaki Bulvarların kesiştiği alan çok eskilerde "Fidel Kastro Meydanı" diye düzenlenmiş iken Kastro'nun ölümünden sonra ilaveten bir de anıtı dikilerek yeniden düzenlenmiştir. 

Bölgenin/Mahallenin 2. Dünya savaşından sonra düzenlenmiş olmasını gözönüne alarak rahatlıkla denilebilir ki, günün şartlarının çok üstünde bir plan, cadde genişlikleri, parkların lokasyonları, binaların her yönden geniş ağaçlıklı alanlarla kaplanarak düzenlenmiş olması açısından... Zaten yollarda yürürken bina blok duvarlarına yerleştirilmiş olabildiğince büyük ve dikkat çekici metal levhalarda tanınmış, edebiyatçılar, sanatçılar, akademisyenler ve askerlerin buralarda yaşamış olduğunun beyanından da bölgenin önem verilen bir yer olduğu anlaşılmaktadır. 


Cumartesi, Temmuz 06, 2024

KAPALI HEMŞERİM YASSAK


 

Pozantı'yı geziyoruz, İbrahim Paşa Tabyalarından, Meşhur Varda Köprüsüne, Pozantı Şehitliği, Alman şehitliği ve Mezarlığı, Çakıt Çayı ve Vadisi, Şekerpınarı Membası, Şekerpınarı Köprüsü ya da Akköprü, Belemedik İstasyonu ve Meşhur Demiryolu Alman Şantiyesi, birkaç yayla ve dahi birkaç köy... Derya deniz, gez gez bitmiyor, geriye de belki en önemli taraf yaylalar kalıyor lakin o da bir başka bahara deyip geçiyoruz. Peki, konumu, tarihi ve başta otoyol olmak üzere sahip olunan çok güzel manzaraları ile maruf "Gülek Kalesini" hangi sebeple sayamıyorum. Pozantı Merkez'e otomobil ile 15 dakikalık bir mesafede olup son 3 km'si de stabilize bir yoldan varılabiliyor... Geldik Gülek Kasabasına, stabilize yolda ilerliyoruz hatta yolu yarıladık, Jandarma yolu trafiğe kapamış, durduk "derdimizi anlatıyoruz, çok uzak yoldan geldiğimizi vs vs." emir büyük yerden, Vali ziyarette imiş, bu sebeple Gülek Kalesi ziyarete kapalı... Kale kocaman bir alan, Vali'nin Korumaları var, rahatlıkla ayrı ayrı alanlarda dolaşabiliriz... Yok, "kapalı hemşerim yasak"... Çaresiz geriye gideceğiz, lakin müthiş de sinir yaptım, sen kalk taaa İzmir'den gel, Gülek Kalesini ziyarete niyetlen, Vali'nin geleceği tutsun ve ziyarete kapansın... Evet sonuçta geri vites, ben de jandarmaya dönüp, şaka yollu "bakın şimdi filan yere gidiyoruz, vali'ye söyleyin sakın gelmesin biz de onu içeriye almayacağız" dedim, karşılıklı gülüştük... Yahu bari, daha baştan yolu kesseniz de, bu kadar yolu haybeden gelmesek, değil mi? Yok, olur mu, sen kimsin de sana haber verilecek... Evet, ben bunu anlamam, asla da anlamayacağım, Vali geldi, kapalı, giremezsin, Bakan geldi, kapalı, giremezsin, Kaymakam geldi, kapalı, giremezsin... Gelmesin efendim, sen burayı mülkün asıl sahibi halka, sen ziyaret ediyorsun diye ne hakla kapatırsın, değil mi? Yahu, bunların her yerde ilan edilmiş, genellikle de haftanın ilk çalışma günü kapatıldığı biliniyor, hatta bu programı siz yapıyorsunuz, madem ki ayaktakımları ile birlikte buraları gezmek istemiyorsunuz, madem ki onlarla birlikte aynı zamanda aynı mekanda bulunmak istemiyorsunuz, ilan edilmiş kapalı günü tercih etsenize, değil mi? Zinhar olmaz... Canım ne zaman isterse, güneş yüzüme ne zaman vurursa, gelirim ya da giderim... Şüphesiz böyle bir gücünüz var ve onu kullanıyorsunuz lakin bunun asla ve kat'a doğru olduğunu düşünmeyin... Sadece gücünüze istinaden kullanıyorsunuz bu hakkı... Aynı şekilde, ana yolda gidiyorsunuz, "Dikkat kamyon çıkabilir"... Çıkmasın efendim... Neden çıkıyor, kontrollü çıksın, yok... Yahu siz ayı mısınız ki "dikkat ayı çıkabilir" benzeri bir levha ile korumaya alıyorsunuz kendinizi... Bunları anlayan varsa beri gelsin...

Türkmenistan'da çalıştığımız günlerde, döneminde önemli büyüklükte olan Mizan Oteldeki merkez ofisimiz, bir anda kim olduklarını sonradan anladığım bir sürü sivil tarafından basıldı, hepsi sivil polis idi ve hemen ofisi boşlatmamızı ve 2 gün boyunca da ofise gelmememizi istiyorlardı... Nedir, ne oluyorz, dediysek de "davay, davay" nidaları ile kışkışlandık... Sonradan Otel yönetiminden öğrendik ki, 2 gün sonra Terkmenbaşı'nın da katılacağı bir toplantı düzenlenecekmiş... Ve 2 gün boyunca tüm otel didik didk edilerek aranmış, nihayetinde de toplantı gerçekleşmiş... Yahu, tüm otel neden boşaltılır, neden kimse yetkililer dışında 2 gün boyunca otele giremez... Anlaşılır gibi değil... Mesela, Türkmenbaşı'nın geçişinden önce, geçeceği güzergahtaki otobüs durakları boşaltılır, yola bakan açık pencereler kapattırılır, vs vs... Geçme değil mi kardeşim, zaten zırhlı araç içinde son derece lüksün ile geçiyorsun, etrafa ve ahaliye de zulmün kalıyor... Çıkma evinden, evinden çalış, ya da bırak o vazifeyi...

Mesela, Suudi Arabistan'da ezan okundu ve sokakta yürüyorsunuz, yandı gülüm keten helva... Derhal atletik bir saldırı ile derdest edilip camiye getiriliyorsunuz, haydi namaza... Efendim namaz kılmamanın, kaçırmanın bir günahı varsa öteki dünyada verilecek tüm bu günahların hesabı, değil mi? Sana ne oluyor, Allah, nerede diyor ki, namaz kılın, kılmazsanız mutavvalar sizi zorla camiye namaza götürecek ? 

Moskova'da gayet güzel düzenlenmiş, son derece iyi peyzaja sahip bir parka gitmek üzere yola çıktık, hemen yanındaki Metro Durağından dışarı çıktık, bir telaş hemen yol ve geçiş kapatıldı, görevli anons ediyor, parka gitmek isteyenler yolun karşı tarafından geçip biraz ilerden parka gidebilirler, hoşnut değiliz lakin durum değişmiyor karşıya geçiyoruz, epey bir yürüyüşten sonra parkın kapısının karşısındaki alt geçite geliyoruz. Kapalı, yasak... Hayda, yahu oradan dediler ki buradan giriş yapabilirsiniz, kimin umurunda, emir verilmiş... Vazgeçtik... Döndük... Neden kapatıyorsunuz, bu sefer Vali mi?, Kaymakam mı?, Bakan mı? onu bile öğrenemedik çok şükür... Hani, öğrensen ne olacak demeyin, kimi hedef alacak sinirli halimiz, onu bilelim... Yanlış yere kızmayalım...

Şimdi bunu anlattığınız zaman mezkur yetkililere, özellikle de güvenlik uzmanlarına, "kardeşim her türlü saldırıya açık gezmenin manası yok" gibi kelamlar duyuyorsunuz... Ne yapalım terörizme karşı tedbirli olmalıyız... Başlarlar size, Sırp Prensinden, İsveç'li Olof Palme'ye kadar binlerce misal sıralamaya... Bende her zaman derim, yahu bu insanları kim terörize ediyor, hangi sebeple insan katline varan gözü kararmışlık ortamı yaratılıyor, kim yaratıyor, hangi sebeple yaratılıyor...

Kimseye sataşmadan, herkesin uluorta kullandığı bir disiplin üstünden misal vereyim... Fenerbahçe eski başkanlarından birisi vardı, kim, nerede ve kiminle maç yaparsa yapsın, oynayanları, seyredenleri, yönetenleri bırakıp bu değerli başkana basarlardı küfürü... O da derdi ki; "neden bu insanlar her yerde, her şartta bana küfrediyorlar"... Hiç bakmazdı kendisine, ağzından çıkanları kulağı duymazdı şüphesiz... Herkese, her şartta ve çekinmeksizin hakaret etmesini, küfretmesini, Fenerbahçe Başkanı olduğu için ruhsata bağlanmış kabul ederdi... Lakin iade-i küfür olunca da feryat figan... 

Neyse, biz konumuza dönelim, toparlayarak bitirelim, sevgili ve çok değerli yetkililer, yöneticiler, valiler, kaymakamlar, bakanlar, lütfen, korkuyorsanız gitmeyin, gidyorsanız da korkmayın... Lütfen sizin bu programsız, önceden bildirmeden ve korku dolu ziyaretleriniz bizim planlarımızı bozuyor, bilin ki bizim zamanımız sizinki kadar geniş değil, bilin ki bizim bütçemiz sizinki kadar sınırsız değil, kapısından döndürüldüğümüz yere gelene kadar harcadığımız zaman ve parayı helal etmeyiz öteki dünyada biliniz, lütfen... 


 

Cumartesi, Haziran 29, 2024

HATAY BENİM BÜYÜLÜ SEMTİM

Heyamola Yayınları; “Kentler Dizisi” adı altında, edebiyatçılar, sinemacılar, şairler, gazeteciler, tiyatrocular, tarihçiler, şehir plancıları ve arkeologlar tarafından, birlikte ya da ayrı ayrı olmak üzere yazılmış, mezkûr kentin, doğup-büyüdükleri semtlerinin, başta ve öncelikle kendi anıları olmak üzere çocukluk, gençlik ve öğrenim hayatlarını ve semtin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sportif ve demografik hayatı üstüne gözlem, söyleşi, hatıra, beklenti ve özlemlerini yansıttıkları bir dizi kitap yayınlamışlar. Okurken müthiş keyifli bir iş olduğu kararına vardığım bir kombine çalışma, ilaveten tam da benim tarzım… Mezkûr seriden haberim, ilk önce dostumuz Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy’un “Soğukkuyu ve Bahariye” kitabını okuduğumda olmuş ve devamının olduğunu görünce hemen “İzmirim” serisinin diğer kitaplarını da edinmiş idim sonra bir baktım ki diğer kentlere de yönelik benzer çalışmalar var behemehâl “Adana” serisini de edindim. İzmirim serisinden de Yazar Selim Çetin tarafından kaleme alınan “Hatay Benim Büyülü Semtim” adlı yenilerde okudum, müthiş…

“Bir kentin tarihini, coğrafyasını, toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, insan tiplerini, atmosferini, doğal güzelliklerini, unutulan değerlerini, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini, herkes kendince görür. Tarihçi başka, coğrafyacı başka, turizmci başka, asker başka, öğretmen bambaşka bir gözle görür ve kendi bakış açısıyla yazmak ister. Ama bir yazar-edebiyatçı, kendince bir duyarlıkla yaklaşır kentine. Çevresine gönül gözüyle bakar. Kendisini değişik insanların yerine koyar, onların yüreğiyle de hissetmeye çalışır, öylece yazar… Yazar yazdığı zaman, birçok kimse o yazıda kendi duygularını, düşünüp de söyleyemediklerini bulur. Kendisinden önce yazılmış olanları da anımsamak ister…” tanıtımı ile arz edilen kitap serileri gerçekten müthiş, hatırlıyorsunuz, öğreniyorsunuz, duygulanıyorsunuz, anılar gözünüzde canlanıp dalıp gidiyorsunuz… Aynı öğelerden sizde kalanlar, size hatırlattıkları ile mutluluktan ya da üzüntüden dalıp gidiyorsunuz…
 
Bir dönem birkaç sene yaşadığım “Hatay” semtine de biraz o gözle baktım bende… Özellikle, Üçyol, Betonyol, Askeri Hastane civarı başta olmak üzere… Çocukluğumdan, gençliğimden, sonra da bir süre yaşadığım semte yazarın gözünden baktım, inanılmaz gözlem ve hatırlama eksiklerimi fark edince hem sevindim hem de küçük hayal kırıklıkları oluştu…

Kitabın daha başlarında yazar; “Peki, Kemeraltı’na gidip düğün alışverişinden sonra, dünürlerin döner yemeye oturdukları esnada çocuklardan birinin kaybolup bulunması hikâyesi hiç dinlemediniz mi? Ya öğleden sonra buraya uğrayan yazarlar; Cevat Şakir, Nahit Ulvi, Suat Taşer, Salah Birsel, Şükran Kurdakul, Cahit Tanyol, Rüştü Şardağ, Özdemir Hazar, Kemal Bilbaşar… Şimdilerden Hüseyin Yurttaş, Hidayet Karakuş, Yaşar Aksoy, Veysel Çolak, Namık Kuyumcu, Aydoğan Yavaşlı, Turgay Günenç… Sonra meyhaneler, Yasef’in Meyhanesi, Bodrum, Veysel çıkmazı, Şükran Lokantası…” diye yazıyor ya… Her bir detayında benim de benzer hatıralarım var… Ben kendim babamın elinden kopup kayboldum, bilahare kendi oğlum kayboldu, lakin hepsinde buluşmanın ortak mekânı “Kemeraltı Polis Karakolu”… Her birini tek tek bilmeme rağmen tekmili birden olunca da, başta Tarık Dursun K. ve Attila İlhan olmak üzere listenin eksik olmasına rağmen ne kadar çok yazar, çizer yetişmiş İzmir’den diye düşünüyorsunuz…

Yazar; “Hatay semti 1930’lu yıllarda kurulmuş. İlk kurulduğunda 2. Karantina diye isimlendirilmiş. Sonra Suriye sınırında bulunan Hatay ilinin ülkemize katılması süreci yaşanırken (1936) o rüzgârla “Karantina” gitmiş “Hatay” adı gelmiş.” diye yazarak semtin adının tescillenmesini belirliyor. 

Bu yazının bir kitap tanıtımı olmasını tercih etmememe rağmen kitaptan küçük küçük alıntılar yaparak hem hatırlayacağım hem de hatırlatacağım, tekmili birden ise kitapta şüphesiz. “Bu semtte de güzellikler vardı; sözgelimi Reşat Nuri Güntekin’in Dudaktan Kalbe romanını yazdığı yıllardan (1940’lı yıllar) kalan şimdi Çalıkuşu Mahallesi’nde bir parkın içindeki “Reşat Nuri Çocuk Kitaplığı”. Kitaplığı çevreleyen ağaçlar..” diyerek güzellikleri aktarmaya çalışırken, “Kültürel etkinliklerin çapı büyüdü. Bir semte göre düşünülen etkinlikler şehrin geneline göre planlanmaya başlandı. Sanatın ve kültürün halka aktarılma yöntemi de değişime uğradı, ortaklaşa kotarılan, imece usulü paylaşımın yerini profesyonel şirketler aldı. Liberal düzen her şeyin içinde paranın olmasını istiyordu artık. Para girince rekabet ve sunum reklam dilini içermeye başladı. Sanatın içindeki yaratıcılığın yerini sahneye nasıl yansıtılacağı ile nasıl görüneceği almaya başladı. Kısaca büyü bozuldu.” diyerek sitem içinde, size dayatılarak yaşadığınız, vıcık vıcık liberalizm, gitti paylaşım, gitti imece, gitti yardımlaşma geldi para ve onun yarattığı malum ilişkiler…

“Başarılarla dolu sportif bir öyküdür Metin Oktay’ın yaşamı. Bu sportif başarılarının yanında başka bir şey daha yapmıştır. Sporcularda az görünen, toplumsal yaşama dönük tutum ve davranışlara sahip olmak.”  diye takdim ettiği ünlü sporcunun heykelinin yeri konusunda yaşanan süreci, irade beyanına rağmen, kentler öyle bir hale getirilmiş ki küçücük de olsa bir kamu arazisi bulmanın adeta imkânsız oluşundan bahisle Damlacık’tan başlayarak arana tarana bulunabilen yer ancak Hatay Bahçelievler Parkı oluyor…

Kitapta ilk kez karşılaştığım bir bilgi ise, Halikarnas Balıkçısı olarak yaygın bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın bu semtte uzun süre yaşadığı ve halen çocuklarından ve torunlarından bir kısmının yaşadığına dair olanıydı… Bilindiği üzere Cevat Şakir Kabaağaçlı hayatı doludizgin gitmiş, sadece yazar olmamış aynı zamanda okur da olup, ressam, halk adamı, filozof, şair, tarihçi, rehber, tercüman olabilmiş ve dahi 8 lisanı layığı ile kullanmış bir abidedir… Hatay Semtindeki Sevgi Sokağı “Merhaba Apartmanında” uzun bir dönem yaşamış, şimdilerde de mezkûr sokağı büstü ile onurlandırmıştır. Babasının deyimi ile “İsmetula” olan kızı İsmet Kabaağaçlı Noonan’ın kitapta da yer alan söyledikleri ile biz de saygı ile analım Halikarnas Balıkçısını…
“İyi ki mahallemizde böyle anılıyor, iyi ki bize bu kadar yakın sevgili Balıkçımız. Babamdan bana gelen bir “Merhaba’yı” sizinle paylaşmak istedim. Her zaman sevgi ile benden de Merhaba!”

Konu İzmir olunca, kitapta da yer olan Pastoral Şairimiz Cahit Külebi’nin bir şiirinden küçük alıntı ile bitirelim.
İzmir’in denizi kız,
Kızı deniz
Sokakları hem kız hem deniz kokar… 

Cuma, Haziran 21, 2024

UZAKLARIN ÖTESİNDE

 Gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film, görüntü yönetmeni ve de önemli bir yazar Güneş Karabuda’nın “Uzakların Ötesinde” adlı 1996 tarihli basımı kitabını okuyorum. Yaşar Kemal’in deyimi ile “dünyanın öbür ucundaki adam” Güneş Karabuda, Eşi Barbro Karabuda ile gezi ve belgesel çalışmaları üzerinden çok güzel bir kitap hazırlamış ve eşine ithafen de yayınlamış… Ben çok keyif alarak okudum, adeta elimden bırakmamacasına… Kitapta özellikle Güney Amerika’daki darbelere ve darbecilere şahitlik var iken, ABD’nin “arka bahçem” dediği bu coğrafyada çevirdiği fırıldaklara detayları ile nazik dokunuşlar yapılmış, Endonezya’da yine ABD’nin plan ve sınırsız desteği ile yaşanan ve yaklaşık 1.000.000 insanın katledilmesi ile nihayetlenen insanlık dramına değinmeler gibi çok önemli siyasal olaylar yanında enteresan coğrafyalar ve insanların hayatlarına da değinilmiş…  

Kitapta; enteresan yerlere notlar koymuşum, Amazon ormanlarındaki tropikal yaratıklara, “kelle avcıları” Jibaro yerlilerine, Nazım Hikmet dostu dünyaca meşhur şair Pablo Neruda’ya, Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro ile tanışmalarına, Arjantin kökenli Tangonun doğuşu ve gelişimine, İpek Yolu güzergâhı çerçevesinde Karakurum Dağlarında yaşananlara, Polo sporunun gerçek merkezine, Şaman törenlerine, Kuzey Kore’ye, Hindistan’a ve daha yüzlerce yer ve olaylara, değindiği noktalara… 

Benim ziyadesiyle etkilendiğim Hindistan Kalküta hatıratı oldu, benim de çalıştığım yıllarda Hindistan’da emeğin bolluğu, rekabeti ve son derece ucuzluğu konusunda benzer şahitliklerim ve hatıralarım olması herhalde bu konuda etkili oldu. Bu bölümü aynen aktarmak istiyorum.

“Great Eastern Oteli’inden içeri girdiğimizde, başı türbanlı, beli kuşaklı yalınayak adamlar koşuşup bavullarımız alıyorlar. Otel, İngilizler zamanından kalma görkemli günlerin izlerini taşıyan Kalküta’nın, en eski binalarından biri. Geniş salonları, yüksek tavanı, “chesterfield” denen artık aşınmış İngiliz deri koltuk ve sofalarıyla Great Eastern’de zaman durmuş gibi. Resepsyon’dan geçip odamıza çıkıyoruz. Yolculuk ve sıcaktan yorulmuşuz. Bir duş alıp dinlenelim biraz diyoruz. “Anahtar” diyor Barbro.

Ceplerime bakıyorum, yok. Kapının üstünde de yok. Sonra hatırlıyoruz, resepsyonda kimse bize anahtar vermedi. Aşağıya iniyor, soruyorum. Hintliler’in o kendilerine özgü, biraz dişlerini gıcırdatarak konuştuğu İngilizcesi ille anahtarın yukarıda olduğunu söylüyor adam. Söylene söylene gene yukarı çıkıyorum. Kapımızın önünde türbanlı, ak sakallı, yalınayak bir adam oturuyor. Adama yaklaşıp, “siz kimsiniz” diye soruyorum. Aldığım cevaptan ağzım açık kalıyor. “I am your key sahip” (ben sizin anahtarınızınım sahip). Sonra bakıyorum, koridorda müşteri olan odaların kapılarının önünde canlı birer anahtar (!) oturuyor. Hindistan’da bir insan, bir anahtardan daha ucuza geliyor! İnsanlık adına üzülmemek elde değil. Meğerse insanlık adına o kadar üzülecek, utanacak şey görecekmişiz ki Kalküta’da…”

Hindistan gerçekten dünyanın bir ucuz emek deposudur, ister yerinde ister yerinizde… Siz bakmayın söylenen “uçtuk, uçuyoruz, uçacağız” edebiyatına, yaşananlar hiç de öyle değildir. Uzun süre çalıştığım, işim nedeniyle neredeyse tamamını gezdiğim Hindistan gerçekleri, değişik tarihlerde değişik basın organlarında çıkan “küresel piyasaların parlayan yeni yıldızı” spot haberlerine hemen hemen hiç uymamaktadır. Peki, uyabilir mi, vallahi “peynir gemisi lafla yürümez” atasözü mucibince zinhar… Tüm bu yazılanlar reklam olmanın ötesine zinhar geçemeyecek vasatlıkta yaklaşımlardır. Esasen “derin sefalet ve engin zenginlik” adına muhteşem çelişkiler dünyasıdır, burası… Bir taraftan otomobillerin, bir kapısından girdiği diğer kapısından çıktığı malikânelerin yer aldığı küçük ve bakımlı alanlar, diğer taraftan da ne yazık ki atık suların sokaklarında açık kanallardan def edildiği büyük ve bakımsız alanlar… Zannedilmesin ki bahse konu alanlar öyle köşe bucak dağ bayır arazilerde, maalesef başkent Yeni Delhi’de de… Lakin Ülkede çok büyük bir çoğunluk uluslararası basında çıkan bu “gaz verme” kabilinden haberler ile övünüp dururlar… Her “uçulacak yılın” ilan edilmesinden en geç bir yıl sonra revize edilerek “yeni bir yıl” tayini yapılıyor olmasına rağmen vatandaşların çok büyük çoğunluğu “şevk-ü iştiyak” ile bu savrulmaları görmezden gelip verilen yeni hedefe kilitlenmiş edası ile hayata devam ediyorlar. Kimse bunu küçümsemesin lütfen bu kadar büyük bir nüfusu olan bir ülkenin yoğunlaşması gereken şeyleri de farklı olmalıdır, tıpkı Devekuşu Kabare Tiyatrosunun “Geceler” oyunundaki müthiş söz mucibince “insanların rüya görmesini engellemeyin maazallah gerçekleri görürler”…

Yaklaşık resmi nüfus 1.500.000.000 (yazı ile birbuçukmilyar) ve nüfusa kayıt edilmeyen de yaklaşık 300.000.000 olduğu öne sürülen bir ülke ise söz konusu, neler akla gelmez ki… Dünyanın en çok çocuk işçisinin varlığına, yaklaşık 10.000.000 çocuğun okul kapısı görmediğine, nüfusun yaklaşık %35’inin okuma yazma bilmediğine, asker ve polis dışında çalışanların herhangi bir sosyal güvenlik kapsamında olmadığına, sadece yıllık yaklaşık 3.000.000 üniversite mezunu insanın olabildiği onun da sadece uluslararası arenaya çıkabilenlerinin görece hayat seviyesi yükseltebildiklerine dair çeşitli görüşler, yazılar hemen her gün basında yer almaktadır. Söylenecek çok fazla söz yoktur bu konuda, bilen biliyor… Özetle, yoksulluk ve açlık sürekli ve kaçınılmaz koşuttur ve tehdittir… “Yoksulluk yeterince güçlü olamamaktır, yoksulluk özgür olamamaktır, yoksulluk mücadele gücünü kaybetmek, yoksulluk daha fazla inanmak demektir” öngörüsünün en çıplak gözlemleneceği bir coğrafyadır buraları… Yani burada da “gemisini kurtaran kaptan”… Ve kaptan sayısının azlığı…

Neyse, “ucuz emek cenneti” değerlendirilmesi yapılmış idi ya, Güneş Karabuda tarafından… Benim de çok enteresan tanklıklarım vardır, konuyu teyit bakımından… Bunlardan bir tanesi, gerçekten inanılmaz… Hindistan’da da “duble yol” ve “otoyol” yapımı son derece popüler olup hızlı bir biçimde devam etmekte, işim gereği ben de sürekli eyaletler ve şehirler arası seyahatler yapmaktaydım… Her yol inşaatında, özellikle yerel kıyafetleri içerisinde kadınların ellerinde ağır çekiç ve balyozlarla taş kırmakta olduğunu görünce çok şaşırmış idim. Oysa teknolojisinin geldiği nokta itibariyle, taşın temin edildiği kaynakta muhteşem hidrolik makineler marifetiyle proje öngörüsü çerçevesinde istenilen evsaf ve çaplarda kırılarak tasnifi mümkündür. Gelinen noktada bırakın yer üstüne çıkarılmış madeni, taşı kırmayı artık yerin belli bir derinliğindeki taşları bile kırabilme kabiliyetine sahip olunmuştur. Peki, nasıl ve neden oluyor da, Hindistan’da bu işler hala daha insan marifeti ile yapılmaya devam ediliyor. Evvelemirdeki değerlendirme; makine ile kırma yerine insan ile kırmanın daha ekonomik olduğu diğer taraftan ise en büyük ihtiyaç istihdam sorununun çözümüne destek olunduğu için de teşvik mevzuudur… Bir taraftan kâr marjı artar iken diğer taraftan da istihdam yarattı diye pohpohlanmakta olan bir iş hayatı… Çift taraflı katmerli bir ekonomik hayat tabii ki çalışma hayatını domine edenlere…

Cumartesi, Haziran 15, 2024

KURBAN

Tarih; 17 Şubat 1959, dönemin başbakanı Adnan Menderes ile birlikte, İngiltere yolunda ve 5’i mürettebat olmak üzere toplam 14 kişinin hayatını kaybettiği elim bir uçak kazası yaşanıyor, Menderes uçak kazasından sağ salim kurtuluyor, yaklaşık 2 ay tedavi gördüğü İngiltere’den geriye dönüyor, mucizevî kurtuluşun hem kendisinde hem de vatandaşta yarattığı sevgi patlamaları tüm yurtta ve tüm yıla yayılarak devam ederken, 5 Ocak 1960 tarihinde çıktığı Tarsus gezisi sırasında kendisini karşılayan büyük kalabalık içerisinden Ali Bayat adındaki kişi“Başbakanın uçak kazasından kurtulması şerefine” 7 yaşındaki oğlunu kurban etmek üzere hazır vaziyette olduğunu herkes gibi şaşkın gözlerle izleyen başbakan hızlı bir hamle ile küçük çocuğu sapık adamın elinden kurtarır… Hatıralarını yazanların aktardıklarına bakılırsa, yaşanan bu şok karşısında başbakan aylarca yaşananların etkisinden kurtulamamıştır, hatta birkaç yurt dışı seyahatini bile ertelediğinden bahsedilir…

Tarihin en eski devirlerinden bu yana insanlar, anlamlandıramadığı, akıl yoluyla izah edemediği, karşı koyamadığı doğanın gücü karşısında her çaresiz kalışlarında, bu güç karşısında korunma içgüdüsü içinde, sıkıntılarından arınabilmek, şükür etmek, berekete mazhar olabilmek, fırtına, deprem, sel ve afet gibi doğa olaylarından korunabilmek için ve inandıkları dinin gereği tanrılarına adaklar adamışlar, kurbanlar kesmişlerdir. Her toplumun kendi inanışına uygun adak-kurban adetleri, ritüelleri olup, karşı karşıya kalınan olayların şiddetinin yarattığı değişik inanışların değişik ritüellerine binaen, başta genç kızlar, çocuklar olmak üzere insan ve çok çeşitli hayvan kurban olarak kullanılmıştır. Bu çok tanrılı sınır tanımayan kurban etme inanış ve ritüelinin bugün bile yansımalarını “başımdaki şu sıkıntıyı bir def edeyim, hemen bir adak-kurban keseceğim” şeklinde uzantıları devam etmektedir, beğensek de beğenmesek de… Görüldüğü üzere tarihin en eski devirlerinden gelen bir ritüel olan kurban olayı, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani tabiat dinlerinde yılın muayyen aylarında bayram kutlama ve kurban kesme tezahürü olarak Müslümanlıktan çok önceki devirlere uzanmaktadır. Günümüz insanına bugünkü akli filtreleri ile çok vahşice görünen, savaş tutsaklarının, bakire kızların ve genç erkeklerin kurban edilmeleri Aztek uygarlığının çok önemli bir davranışı olduğu bugün yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anadolu’nun büyük uygarlıklarından Frigya’da hasat mevsiminde kafa keserek insan kurban edildiği, Sami ırklarında ve özellikle Araplar’da sabah tan ağarmadan deve yanında insan kurban edildiği ve bu ritüellerin kefaret ödeme, gönül alma, şükranların sunulması, af ve mağfiret dilenmesi gibi amaçlara dayanmaktadır.

Türk Dili’nin yüksek kültürünü yansıtan ve en eski sözlüklerinden Divan-ı Lügati’t-Türk’te “kurban” karşılığı olarak “yağış” sözcüğünün geçtiği,  “Yağış’ın, İslam’dan önce Türkler’in adak için, yahut tanrılara yakınlık elde etmek için putlara kestikleri kurban” olarak anlamlandırıldığını anlıyoruz ilgili eserlerden araştırma yapanların aktarımlarına dayanarak.

Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise:

1. isim, din b. (***) Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan

2. ünlem, İçtenliği belirten bir seslenme sözü

3. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse

4. Bir kazada veya felakette ölen kimse

5. Maddi ve manevi bakımdan felakete sürüklenmiş, insani değerlerini yitirmek zorunda kalmış veya bırakılmış kimse

6. din b. (***) Müslümanlarda Kurban Bayramı

Şeklinde geçmekte olup, kısaca insanın tanrıya yakınlık elde etmek için adadığı candır, dersek fazlaca bir hata yapmış sayılmayız.

Ancak İnsanlık tarihinde en fazla konuşulan, referans verilen, yazımın başındaki olaya da kaynaklık eden kurban olayı, şüphesiz ki Hz İbrahim’in oğlu İsmail’i keserek kurban etmeye teşebbüs etmesidir. Sami ırkında, bir iman ve inanç gösterme seviyesi ya da kriteri gibi görünen çocukların kurban edilmesi, Hz. İbrahim Allah’a olan inancının seviyesini göstermektedir. Bilinen öykü; Hz. İbrahim oğlu İsmail’i gördüğü bir rüya üzerine kurban etmek üzeredir, ama bıçak her türlü çabaya rağmen kesmemekte ve aynı ayna rüyasının bu sadakatine istinaden Allah tarafından gökten kendisine büyük bir koç kurban edilmek üzere indirilir.

Kuran’da Saffat suresinde; “104. Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. 105. “Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” diye referans verilmektedir, kurban…

Görüldüğü üzere; hayvanların kurban edilmesi ile nihayet insanoğlunun çocuklarını kurban etmesinden, ister kimileri için dini bir emir isterse de kimileri için âdemoğlunun yarattığı uygarlığın sayesinde kurtulalım, her halükarda, görece daha iyi bir sonuca gelinmiştir. İyi ki İbrahim Peygamber vakası yaşanmış da, artık bu gerçekten böyle midir, değil midir demeden, her nasıl olmuşsa olmuş, çocuklarımızı kurtardık bu sapık çocuk kurban etmek isteyen babalardan…

Mısır’da çalıştığım yıllarda, uzun bir kurban bayramı tatili nedeniyle ailem de yanıma gelmişti, gezilecek çok yer olması nedeniyle yoğun geçen gezi programını takip ettiğimizden, bayramın 1. günü de erkenden kalkıp, 3. katta ve birkaç dairenin aynı merdiven sahanlığına açılan oturduğumuz evin kapısını açtığım anda, gördüğüm manzara karşısında irkilmiş ve hemen kapıyı çocukların da aynı manzarayı görmemesi için kapatmış idim, çünkü kapı komşumuz maalesef kurbanını hemen kapı önünde kesmiş, kanlar her yana dolmuş, merdivenlere akmış ve tiksindirici bir koku her yanı sarmış idi, hemen telefonla birkaç yere ulaştık, gerekli temizliklerden sonra çıkabilmiştik apartmandan, ancak koku aylarca devam etmişti…

Her kurban bayramında, gurbetçilerimizin kurban kesimlerinden büyük rahatsızlık duyan Avrupalıları basına yansımış halleri ile görünce, yukarıda yaşadığım hikâyenin benzerini hissettiklerini düşünerek hep üzülürüm. Ancak, kim ne derse desin, kim hangi dini emir ve söylemlerin arkasına sığınırsa sığınsın bu kurban kesme ritüellerinin çok yavaş da olsa, daha bir düzen ve özen içerisinde yapıldığı aşikârdır. Tarihi gelişimi içerisindeki kurban evriminin bu gidişatla, bugünkü trendlere ve iddialı söylemlere rağmen önümüzdeki yüzyıllarda devam etmeyeceği tahmini dar bir çevrede yapılıyor olsa da, gerçekleşecek gibi görülmektedir…

Eskiden tüm futbol takımları sezonu açarken kurbanlar kesilir, akıtılan kan parmakla futbolcuların alınlara sürülür, futbolcular sahaya koşarlardı, gerçi çok şükür, şimdilerde bu ritüel azaldı ya da yapılsa bile basına konu olmamaktadır, gerçi bu sefer de havaalanlarında deve keserek kutlamalara da rastlansa, giderek bu işin rahatsızlık verdiği insanlarımız tarafından kabul edilmektedir.

Cumartesi, Haziran 08, 2024

CANIM YURDUMU GEZİYORUM – MİLAS

Daha önce, özel olarak Labranda Antik Kenti gezisi ve farklı farklı sebeplerle birkaç defa gezdiğim Milas’ı bu kez daha derli toplu bilgiler edinerek gezeyim dedim. Bilmediğim o kadar şey çıktı ki, inanılmaz… Osmanlı döneminde adı Melasso olarak bilinen Milas, Karya döneminde ise Mylas olarak adlandırılmış… Halikarnasos’ta (Bodrum) Dünyanın Yedi Harikasından biri kabul edilen ve Karya Kralı Mausolos adına  “Mausoleion” adıyla maruf bir anıt mezar (mozole) yapılır, sonraları başta savaşların yol açtığı yağmalar, doğal afetler ve nihayetinde de “medeniyetin temsilcisi zannedilen” hırsızlar tarafından önemli parçaları Londra Müzesine götürülen bu eseri biliyordum. Bu sefer daha önce bilmediğim, Kral Mausolos’un babası Hekatomnos’a ait aynı boyutlarda bir anıt mezar (mozole) ve Kutsal Alanı, Menandros Onur Sütunu olduğunu öğrendim. Müthiş bir mozole, oğlunun mozolesinden daha sağlam kalabilmiş ve oğlunun mozolesi için ciddi manada fikir vermektedir.

Muğla geneli görünen o ki madencilerin hedefi haline gelmiş durumda, Labranda’ya bir kez daha gideyim dedim, yoldaki kamyon trafiğini görünce sinirlerim inanılmaz derece bozuldu, tansiyonum fırladı… Yol zaten daracık, kocaman kocaman maden kamyonları çok virajlı yolda, deyim yerinde ise şoför mahali virajdan çıkarken kamyonun kasa sonu yeni giriyor… Belki kamyon şoförleri de kotaya yetişmek uğruna “Allah ne verdi ise” tam gaz kullanıyorlar araçlarını… UKOME buralarda bu trafiğe bu şartlarda nasıl izin vermiş, inanılır gibi değil… Vazgeçtim Labranda’ya gidişten, döndüm, akaryakıt alır iken bu tespitimi istasyon görevlisi ile paylaştım, adam dedi ki; “burası ne ki sen asıl git Ören tarafını gör”… Kıyıkışlacık tarafına gittim, durum farklı değil… Laf bitti, demek ki… Görünen o ki merkezi otorite bu dağları maden lehine zeytin aleyhine gözden çıkarmış… Peki; yahu bu çılgın tüketime malzeme nereden bulunacak, boğaz tokluğuna çalışan büyük kitleyi bir kenara bırakır isek hani onlar da hiç çekinmeden ve düşünmeden noter görevi yapıyorlar ama ne yapalım ahali ahvali böyle. Sen bu kadar çok seramik, cam ve boya kullanmaz isen, feldspat ihtiyacı bu kadar çok olur mu? Sen bu kadar banyo, tuvalet ve mutfak yapmaz isen, yenilemez isen mermer ihtiyacı bu kadar olur mu? Sözde adına üretim deniyor ya esasen dünyanın tüketilmesi manasında… Kusur müteselsil, yok öyle bir tarafı suçlayarak kusurdan sıyırmak… Sınırsız ve görgüsüz kullanım ya da tüketim bir tarafı ile dünyayı tüketirken bir tarafı ile de hayat konforumuzu düşürüyor da, kimin umurunda… Dolomit, krom, kükürt, manganez ve dahi kum çakıl ihtiyacının bu kadar çok olmasının sebepleri nedir diye kimler düşünüyor, maalesef sadece bir avuç çevreci, diğerlerinin elinde ayna… Bir kez daha görünce içim burkuldu, sinirlerim bozuldu… Ocaklardaki kontrollü lakin sınırsız patlayıcı kullanımına karşı çıkan “ören yerleri kazı sorumlularının” itirazları duyulmuyor ve maalesef bu sınırsızlık sathı mailinde hayatını kaybeden işçilerin yakınları, “vade bu kadarmış” deyip geçiyor… Vallahi ne diyeceğimi bilemedim daha da… Allah selamet versin…

Bu kadar eleştiriden sonra gelelim kendimce ziyadesiyle başarılı bulduğum “Milas Müzesi Kompleksi” organizasyonuna, bence çok değerli, birçok eser bir arada meraklılarına takdim edilmiş, “Uzunyuva Hekatomneion Arkeoparkı” adı ile… Etnografik dizaynı gerçeğe yakın seçilmiş, “Milas Konağı” ile başlıyorsunuz ziyarete, “Hekatomnos Mezar Yapısı”, “Sunak”, “Kutsal Alan Duvarı” ve arkeolojik buluntuların sergilendiği alan, “Milas Halıları Müzesi” başta olmak üzere tam bir etnografik ve arkeolojik şölen… Kompleks iyi düşünülüp tasarlanmış, hülasa… Emeği olanlara kocaman bir alkış… Esasen büyük çaplı ve farklı zamanlarda kurdukları ya da antik devirden kalan İyon kentlerini yeniden ihya ettikleri ve zamanla onların birleşerek meydana getirdikleri “Karya Hanedanlığının Kentlerinin” bir kısmını gezmiş idim, Afrodisias, Alabanda, Labranda, Alinda, Halikarnasos başta olmak üzere… Lakin Milas’taki mozole ve diğerleri konusunda ilk kez haberim oldu, bu nasıl bir eksiklik, tamamlamayı bırak, hatta azalmayıp artıp duruyor…

Milas’ın daracık sokaklarında, eski Çarşı’da, Çöllüoğlu Hanı dolaşılıp, biz muhacirlerin ziyadesiyle beğendiği ciğer kavurmayı bir de “Ciğerci Mehmet ve Oğullarından” yiyelim dedik, pek meşhur olmakla birlikte rakı içemedim, hem araç kullanacağım hem de çok sıcak hava sebebiyle… Eski çarşıda artık bir hayli moda olan grafiti tarzı duvar yazıları ve asılı tabelalar dikkatimizi çekti, en enteresanı da “CCCP” tabelası oldu… Hele Müze yakınlarında bir sokaktaki, Küba’nın efsanevi lideri ile Dünya Devrim Tarihinin şanlı sayfalarına notlar düşen Fidel Castro’nun resmi vardı ki, taaa buradan kahraman İsmail’e mesaj veriyordu, adeta… Eski Milas Sokaklarındaki evlerin dış boyaların seçimi ile bina yapımındaki malzeme seçimleri de adeta bir renk ve mozaik cümbüşü… Hele evlerin yapım tekniklerindeki harmoni, Türklerin tercihi iç avluya dönük Bağdadi tarz ile Rumların tercihi taş binaların bir arada sokaklar ile bütünleşmesi çok güzel, benzerlerine kent rantı hücumundan sıyrılmış hemen hemen her Ege kentinde rastlayabileceğimiz tarzda… Tarihi bir Camiyi gezmek istediğim bir anda, sinirli, kibirli ve dahi özgüven patlaması yaşayan terbiye ve aklı kıt, hatta ziyadesiyle cahil bir cami görevlisi ile ayakkabı nerede çıkarılmalı üstüne yaşadığım gereksiz ve anlamsız diyalog özel muhabbetlerde anlatılacak biçimde tarafımdan arşivlendi…

Milas ve civarına, Yörük ve Türkmen yerleşmesini müteakip gelişen halı ve kilim dokuma sanatının oluşturduğu kültür hazinemizin sergilendiği “Milas Halıları Müzesi” en fazla vakit geçirdiğim yer oldu, lakin bu konuda hem Milas halıları, hem halıcılık, hem halıcılık ile ilgili 1970’li yılların ortasındaki faaliyetim ve bana bu fırsatı tanıyan, beni affetsin şu anda soyadını hatırlayamadığım Çeşme’de “Antik Arif” adıyla maruf abimiz üstüne yazmayı düşündüğüm bir yazı nedeni ile şimdilik uzun uzun değinmeyeceğim.

Milas, dahası Su Kemer kalıntıları, Baltalı Kapı, Euromos Antik Kenti, İasos Balık Pazarı diye bilinen Mozole, İasos Antik Kenti, Beçin Kalesi ve Osmanlı Taş Eserleri Müzesi, Macar Evleri bölümü, Hekatomos Anıtı gibi dolu dolu gezilecek yerlerin yanında Bafa’nın Gölyaka köyündeki “Yediler Manastırı” olsa olsa ancak keçi yolundan yürüme beklentinizi karşılayabilir. O kadar zor parkuru yürüyüp de vardığınız noktada gördükleriniz sizi hayal kırıklığına uğratabilir lakin emin olun ki yaklaşık gidiş dönüş 3 saatlik zor parkur yürüyüşünüz spor ihtiyacınızı karşılamış olacaktır. Kapıkırı köyündeki Heraklia ve cüzü Latmos ise gayet güzel bir ören yeri olup özellikle kayalara oyularak hazırlanmış mezarların görüntüleri sizi hayretler içinde bırakıyor.

Her antik kentin birer “Amfitiyatro”ya sahip olmasının bize başta gösteri sanatları, meşveret ve münazara ve dahi dayanışma ahlakının da ziyadesiyle yüksek olduğunu göstermektedir diye düşünürken, bir insan topluluğunun yaptıklarını bir başka insan topluluğunun işgali, talanı ve ganimet mütalaası ile yok etmesi üstüne de tefekkür etmekten alıkoyamıyoruz kendimizi… Maalesef talan, yıkma ve malzeme ile meşrebimize muvafık yeni bir şey yapma kültürü tarih boyunca aralıksız yaşanmış.

Hülasa; arazilerin adeta bir zeytin denizi şeklinde göz alabildiğince yayılmış olduğunu eskiden beri bildiğim Milas bu gözle gezilince de, bir derya deniz meraklısına, lakin şu madencilere teslim olmuş yönetimi de görmezden ve şikâyet etmezden gelemiyoruz. Hep aklımızda Kızılderili Reisi Seattle’ın meşhur sözü, ne diyor; “Son Irmak kuruduğunda, Son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Cuma, Mayıs 31, 2024

YENİ ÇEŞME; BİR EFSANE DAHA SONSUZLUĞA UĞURLANDI

Yaklaşık 14 yıldır her hafta yazdığım makalelerin yayınladığı sıcak bir birliktelik maalesef sona erdi… 975. sayısını 34 yıla yayarak yayınlayan haftalık bu gazete, esasen 34 yıla sığamayacak kadar da eskidir, asildir, birikimlidir, onurludur. Kendinden başkasına ve dahi kendi fikrinden başka bir fikre açık olmakla birlikte asla angaje olmamıştır. Kendine biat etmemişi, yandaş olmamışı, ister yerel, ister genel basın olsun sevmeyen muktedir tayfasını anlamak çok kolaydır da “özellikle yerel basın desteklenmeli” teraneleriyle ortalığı deyim yerinde ise 56’ya veren aslan sosyal demokratların yerel basını çaktırmadan boğma faaliyetlerini anlıyor olsak da, sindiremiyoruz… Mesela bu aslan demokratlardan yerelde en önemlisi gazeteye telefon edip, “o kadın yazmasın”, olmayınca memurunu gönderip “bak son defa diyoruz o kadın yazmasın” deme cesaretini gösterebilmiştir. Sonra da acımasız son gelince de şok oldum deme hakkını kendinde görebilmiştir. Ne diyelim darbe tek taraflı olsa atlatılacak lakin Temel Kaptan’ın dediği gibi bu kadar farklı yönden ve aynı zamanda esen fırtınaya direnmek çok zordur… Evet, 34 seneye sığmayan bir geçmiş dedim ya… 26.03.1976 tarihinde yayınlanmaya başlayan İbrahim Önol (Sıhhiyeci İbrahim) büyüğümüzün sahibi olduğu “Çeşmenin Sesi” gazetesinin de geleneğine ve arşivine sahip olabilme imkân ve ehliyetine sahip olması hasebiyle Yeni Çeşme Gazetesinin hayatı neredeyse 50 yıllık bir geçmişe dayanmaktadır. Peki, İbrahim Önol nam-ı diğer Sıhhiyeci İbrahim nasıl bir miras aktarmıştır, gazetecilik faaliyeti adına, daha önce yazmış olduğum bir yazıda onun için “Bir hayat, bir tarih, bir tecrübe, bir örnek, bir yüzakı, Sıhhiyeci İbrahim… Canım Yurdumun, sancılı yıllarının ezdiği insanlarından biri, dış denge ve illiyetlerin şekillendirdiği hukuk nizamının gadrine uğramış kuşağının örneklerinden…” diyerek özetlemiştim. Evet, Yeni Çeşme Gazetesi böylesi bir zaman dilimi ve fikri telakkinin varisidir işte… Hülasa kusurları dışında daima vakur kalabilme başarısı göstermiş asla ve kat’a garazkâr, garabet ve gabavet tutum sergilememiştir.

Bazı dostlarımız, kendi aramızda sıklıkla konuştuğumuz lakin geciktirdiğimiz, direndiğimiz bu arzu edilmeyen sonun yarattığı hüznü dağıtmak için tüm samimiyetleri ile üzüntümüzü paylaştı, kimileri yarım ağızla da olsa üzüldüklerini beyan ettiler ve maalesef kimileri görmezden geldi, kimileri ise içten içe sevince boğuldu, kimileri ise içlerindeki fitne fesadı dolambaçlı yollardan kustu, vs vs… Kimileri de Gazetenin Sahibi Aydın Korkmaz’a üzüntülerini beyan etme yolu olarak Aydın ile kader birliği etmişlere günah yükleme çalışmaları yaptılar. Birkaçı ise direk müptezel ve hastalıklı ruhlarının en irin ve cerahate bulaşmış fikirlerini çok farklı kelimeler ile kustular… Diline en uzak organının ifrazatını, dilini adeta sıva malası niyetine kullanarak sağa sola saçana da rastlanıldı, maalesef… Şimdi biz diline def-i necaset aracı olarak bakana ne diyelim… Deli desek, deliye ayıp, neyse, o sıfatta bende kalsın… Samimi üzülenlere teşekkürlerimizi esirgemeden yaşanan bu ağır travmayı atlatmaya çalışacağız… Bizim geleneğimize göre başkalarının, hastalıkları, rahatsızlıkları, altüst oluşları ile sevinmek yoktur, olamaz da… Lakin Yerel basını desteklemeliyiz teraneleri ile nurlu nutuklar atan bir ırkın ahfadı olanların ellerinde kazma kürek kuyu kazmasını da asla ve kat’a unutmayacağız, unutturmayacağız…

Yaşananlar karşısında Ulusal Basının önemli isimlerinden Yaşar Aksoy ve yerel basının faal ve başarılı ismi İsa Atagöz’ün yazıları geniş yankı buldu sanırım… Ama makûs kader değişmeyecek…

Peki, bu yaşananlar sadece Yeni Çeşme Gazetesinin başına mı geldi? Keşke öyle olsa idi, memleket sağ olsun der geçerdik… Konu birkaç esbâb -ı mucibe ve mücbire ile izah edilebilmekten ıraktır ne yazık ki. Zaten öyle olması hali sayfalar dolusu alt detay sıralaması gerektirir…  Mezkûr sektörde en genel manada; Politik, Siyasal, Ekonomik, Sosyal, Moral, Teknolojik, Hukuki ve Örfi gerek ve ihtiyaçların, beklentilerin tespit, tayin ve tasnifi muvacehesinde görünen o ki sınırsız destek almayanların hayatta kalma ihtimalinin olmadığı aşikârdır. Haydi diyelim Yeni Çeşme bu kategorilerin her birinde tek tek ya da toplamda, patron ya da yazarlar ya da okurlar açısından karşılıklı destek, teşvik manalarında kişisel ve dahi yönetsel hatalarının kurbanı oldu… “Böyle olmamalı idi” diye yaklaşım gösteren, hayatta öğrenebildikleri ve halen kullanabildikleri tek formül ile hayatı izah eden bazı andavüllerin değerlendirme istiap ve ehliyetleri göz önüne alınıp tam da bu sebeple tasnif dışı bırakıldığı vaziyette görülecektir ki mevzuu Yerel’in Çeşme ölçeği değil, tüm Vatan sathıdır… Mesela; “Yeni Adana Gazetesi” mezkûr andavüllerin dikkat buyurdukları mazeret ile nasıl izah edilecektir. Bilindiği üzere “Kuvayı Milliye” gazetesi olarak bilinen ve 1918 yılında Adana’nın Fransız işgaline mukavemeti ile hayata başlayan “Yeni Adana” Temmuz 2023’te yayın hayatına son vermiştir. Öyle 3.000 nüfuslu bir kıyı kasabasında başlayan hikâyesi de yoktur, benzer vakalar da atlatmamıştır, işgalcilere direnişin bayrak olduğu meşhur kaçkaç dönemlerinin yaşandığı Adana’nın gazetesidir, hem de mezkûr andavüllerin bilmediği üzere, 105 sene boyunca, sahibi Ahmet Remzi Yüreğir başta olmak üzere, ünlü şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Orhan Karaveli, Çetin Altan gibi yazarların da kadrosunda olduğu halde… Adana’nın 2 dönem Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanmış esasen de okul arkadaşım “Kuvayı Milliyeci” bilinen aslan sosyal demokrat Zeydan Karalar bu konuda ne düşünmektedir, her şeye müdahil olduğu bilinmesine rağmen neden acaba bu konuda rol almamıştır, çok merak ediyorum doğrusu… Bu mezkûr andavüllere etraflarında neler oluyor konusunda irade, inayet ve hidayet niyaz etmekten başka ne gelir elden, Allah şifalar versin… Acılarımızı ve üzüntülerimizi kalbimize basıyoruz ve susuyoruz, abuk subuk konuşanları da şiddetle kınıyoruz… Öyle ceplerinde üç kuruş para ile dolaşıp, kendilerini zengin zannedenlerin, meyhane köşelerinde malumatfuruşluk taslayanların, cepleri boş lakin akıl ve hafızaları dolu olanları anlamalarını beklemiyoruz şüphesiz, zaten tarih boyunca kimse de şahitlik etmemiştir bu anlamalara… Bu kabil andavülleri “elin sopasını görmediklerinden kendirlerinkini mertek zannederler” atalarsözü ile paketleyip geçeyim fazla uzadı…

Gazeteler de insanlar gibi imiş meğerse ve maalesef doğdukları gün ölmeye başlıyorlarmış ve nihayetinde bir gün sesiz sedasız ebediyete intikal ediyorlarmış. Gazete haberlerinden anladığım kadarı ile Canım Yurdumun değişik bölgelerinde, değişik büyüklükte, değişik görüşte, değişik amaçlarla yayınlanan daha birkaç sene öncesine kadar yaklaşık 2.000 (yazı ile iki bin) gazetenin varlığı bilinmekte iken şimdilerde 800 adet gazeteden bahsedilmekte… Sabah haberlerinde ünlü gazeteci İsmail Küçükkaya yerel basın özellikli haberleri ziyadesiyle gündemine taşımakta olup yaşanan trajedinin büyüklüğünün altını çizmektedir, görmek ve anlamak isteyenlere her daim…   


Cuma, Mayıs 24, 2024

CHATHAM HOUSE DİREKTÖRÜ ALİ KOÇ VE ÖNCÜLERİ

70’li yılların sonlarında Erol Toy’un “İmparator” adlı özellikle döneminde çok ses getirmiş kitabını okumuştum, artık aramızda olmayan Vehbi Koç’un hayatını muhtemelen de korku belasına Fehmi Çok adlandırmasıyla yazmış, esasen de, Türkiye Cumhuriyetinin TBMM ile temellerinin atılması, Türkiye İş Bankası’nın kuruluş süreci ve devamında ülkenin kalkınma hamleleri, Ticaret Odaları ve Sanayi Odalarının kuruluşları, beynelmilel şirketlerin mümessilliği, montaj sanayi, siyasi ilişkiler, sosyal pozisyon almalar üzerinden Canım Yurdumun yazar gözünden takdimi babında… Orada anlatılan olayların ve mezkûr olayların başrol oyuncularının ayak ve el izlerini sonraları okuduğum Canım Yurdumun siyasi ve sosyal tarihinde hep gördüm… Mesela; Almanya Faşizminden kaçan Yahudileri taşıyan meşhur “Struma” adlı gemiden kurtarılan Amerikan Standart Oil Romanya müdürü muhteremin kurtarıcısı olarak Vehbi Koç’un adını, Hakan Akdoğan’ın “Struma karanlıkta bir ninni” ve Halit Kakınç’ın “Struma” adlı kitaplarında bir şekilde hep gördüm ve daha bir dolu kitap ve belgede olduğu gibi… Keşke tüm insanların hayatlarını kurtarabilse idi, alkış gerekir bir durum olurdu bence, lakin böylesine seçkinci ve talimata dayalı olunca konu, bu kabil yargılar da gayet isabetlidir. Bilindiği üzere “Struma” adlı gemi Romanya üzerinden Filistin’e kaçan Yahudileri taşıyan bir gemidir, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Almanya ile olan iyi ilişkilerinin özellikle de krom ihracat rejiminin bozulmaması adına ne bu insanların karaya çıkmalarına izin verilmiş ne de Boğazları geçerek gemi ile Filistin’e ulaşmalarına… Sonuçta, mezkûr gemi 72 gün bekletildiği Boğaz girişinde içindeki 769 yolcusu ile birlikte, kimilerine göre bir Alman denizaltısı tarafından kimilerine göre de Karadeniz’in azgın dalgalarına dayanamayarak batmış ve 1 kişi hariç tamamı hayatını kaybetmiştir. Üstüne üstlük tamir edeceğiz numarasıyla da motoru alınmış halde idi mezkûr gemi, yani motorsuz… Gemiden, ABD’nin araya girmesi ile Vehbi Koç delaleti ile bir aile kurtulmuştur, şimdiki Mobil Oil, o zamanki Standart Oil Company Romanya müdürü… Peki, o tarihte Türkiye’nin Almanya ile olan Krom ticaretini kim üstlenmiştir, Vehbi Koç… Bu ticaret sebebiyle ABD tarafından yaptırım uygulanan kimdir, Vehbi Koç… Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kadar yüksek güvenlikli tedbirler ile karşıladığı bu gemiden kurtarılan Standart Oil Company Romanya müdürünün kurtarılması operasyonuna, Vehbi Koç hangi gücü ile aracılık etmiştir… Esasen ABD direk kendisi girişimde bulunmayıp da Vehbi beyden ricacı olmuştur… Ayrıca Vehbi Bey “kara listede” ise eğer hangi sebeple ABD onu seçmiştir, vs vs…

Şimdilerde de, Can Dündar’ın hazırlayan olarak takdimi “Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç” adlı kitabı okudum. Kitap aslında Erol Toy’un isimleri değiştirerek de olsa yazmış olduğu kitaptaki söz konusu olayların bu taraftan anlatılması, eğer Toy iddialarında doğru ise ki ben öyle hissediyorum Koç’un anlattıkları “suçsuzum, beraatımı talep ediyorum” tarzında… Mesela Toy; bidayette daha bakkal iken kayıtlara “kurtlu peynir vakası” diye düşen vakada, Koç’u peynirleri temizleyip aklayıp paklayıp satmak, Dündar ise esasen bu peynirler kurtlu olması gerekir iken gereksiz kurt temizliği yaparak satmış şeklinde anlatmaktadır. Artık hangisinin doğru olduğuna ahali karar verecektir, ne diyelim… Lakin taaa o günlerden bugünlere bazen Tarım Bakanlıklarının bazen Gıda Bakanlıklarının pasa “tağşiş” kararnameleri yayınlamalarına bakılınca da konu bal gibi ortadadır. 

Hani bir de bize CHP’lidir diye anlatılması var ya, tam evlere şenlik… Evet, doğru CHP kaydı var, lakin faaliyet yok, para yardımı dışında… Peki, ne zaman bu yardımlar, tek parti döneminde, sonra çok partili dönemde ne var, şüphesiz para yardımları var, kimlere var diye bakıyoruz, Yassıada Mahkemelerine de yansımış biçimi ile Demokrat Parti’den, Millet Partisine ve tabii ki CHP’ye… Yani klasik iş adamı taktiği riskleri yaymak, yumurtaları aynı sepete koymamak uyanıklığı… Valla ben demiyorum, anılarında öyle diyor, mahkeme kayıtlarını belge olarak gösteriyor, vs vs… Diğer taraftan Demokrat Parti lideri Adnan Menderes’in ABD nezdinde Vehbi Beye kefaletleri ve bu uğurda yazılan kefalet mektupları, mezkûr kitabın sayfalarında da yerini almış… CHP’den istifasının talebi üzerine nasıl başarılı savunma yaparak Başvekil’i istifa baskı ve talebinden vaz geçirdiğini görüyoruz yine… Ayrıca mezkûr muhteremin CHP kaydı konusunda çok baskı yaptığı söylenen DP’lilerin başta da Adnan Menderes olmak üzere tamamı CHP’lidir, dönem itibari ile… İnanmayanlar, Yavuz Ergun’un “CHP’li Menderes” kitabına başvurabilirler. Peki, CHP’li diye dışlandı ise başta Bayındırlık Bakanı Medeni Berk olmak üzere tüm Bakanlar ve Başvekil ile her daim ve dahi sıra dışı bir sıklıkla görüşmüş olmaları nasıl izah edilecek… Hani Başvekilin düşman tayin ettiklerini nasıl bertaraf ettiği konusunda yaygın kabullerin olduğu bu dönem zarfında… Mesela, bir dolu Amerikan firması mümessilliği dönemindeki en önemlisi olan Standart Oil (Mobil Oil) önce Ankara Mümessilliği bilahare İstanbul dışındaki tüm Türkiye mümessilliği döneminde adının Başvekillik nezdinde bile “Akaryakıt Kaçakçısına” çıkmasına nasıl yaklaşılmalı, iddialar ve savunmalar ve dahi neticeler karşısında ne demeliyiz? Mesela, Demokrat Parti, bu muhtereme çok karşı diye takdim ediliyor ya, haydi soralım peki çok karşı idi de “Ereğli Demir Çelik Sanayi İdari Meclisine” neden seçiyor kendisini? 

Mesela, Koç Şirketler grubundan birinde genel Müdür olan birinin Demokrat partiden milletvekili adayı olması nasıl izah edilecek bu düşmanlık iddiaları içinde… Mezkûr kitapta, Yassıada Mahkemelerinde bir soru cevap bölümü var ki tam da benim muradıma tercüman; Sanık eski Bakan tarafından tanık sıfatlı Vehbi Bey'e sorulması talebiyle Mahkemeye iletiliyor, “Hükümette bulunan şahısların işlerine zarar iras edebileceğini mülahaza ettiği bir piyasada yeni teşebbüsler kurup veya henüz kurulmuş teşebbüslere ortak olabilir mi?”… Peki demokrat Parti döneminde teşebbüs edilen işler, tesis edilen ortaklıklara bakılınca sorunun ne kadar mühim olduğu zuhur etmez mi?

Nihayetinde, kapitalizmin kurallarını layığı ile hatmetmiş ve amel etmiş bir işadamıdır Vehbi Koç, beğeniriz, beğenmeyiz, Canım Yurdumun Cumhuriyet devrinin en önemli figürlerinden biridir… Küçük bir bakkal dükkânından ekonomik-politik bir imparatorluğa tırmanışın ekseninde, beynelmilel güçlerle mümessillik ve yatırım ilişkileri, ülke ve toplumun içinden geçtiği politik dönemeçlerin tarihsel gelişiminin destanıdır adeta.

Şimdi gelelim torun Ali Koç’un "Kemalist’liğine", hani Kemalizm’in en önemli umdesidir diye bize anlatılan, “Tam bağımsızlık benim karakterimdir”, peki o zaman dünyanın en etkili 2. Think-tank kuruluşu seçilen Chatham House mütevelli heyeti üyeliği ve direktörlüğü nasıl izah edilecek… Bu Chatham House, politik çevrelerde “Dünya Derin Devleti” diye bilinmektedir açıklaması yapmama gerek yoktur sanırım… İlaveten Türkiye’nin parçalanma projesi “Sevr Antlaşmasının” telifini elinde bulundurduğu iddiası kanıtlanmayan lakin asla nihayetlenmeyen beynelmilel emperyal bir kuruluştur. Konuyu anlamak ve bilmek için azıcık okumak kâfidir, ama araştırmak yerine anlatılan masallara inanmak daha kolay ve daha az maliyetlidir.  Ali Koç için “Kemalisttir” bilgisini harika şekilde mütemadiyen yayma görevlisi, Kenan Evren’in “bizim Uğur” diye takdimi muhterem Uğur Dündar’dır, esasen bu muhterem kendisinden menkul kerametle kim Kemalist, kim değil tespit ve tayin yetkisine haizdir ya... İlaveten bize duayen araştırmacı diye takdim edilir de, bir türlü yıllanmışlığı dışında duayenlik gerektiren bakkal, fırın, lokanta harici ne araştırdığı pek anlatılmaz… Gemiye helikopterle iner, teröristlerle konuşur, helikopteri kim tahsis eder, uçuş yetkisini kim verir, teröristler herkesi rehin almış iken ona hangi sebeple bir şey yapmazlar, meçhul oğlu meçhuldür. Netice itibari ile duayen araştırmacıdır, burada isteyenler tıpkı benim gibi gülebilir… Peki, muhteremin anlattıklarının bir geçerliliği var mı? Maalesef yok… İnanan var mı, maalesef çok… İnananların bir kısmı Galatasaraylı olsa bile çoğunluğu da maalesef Fenerbahçeli… Ne diyelim “algınız” bol olsun…