Cuma, Eylül 27, 2024

“ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE” ÜSTÜNE

Bir önceki yazıda, Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu sevgili dostum Sabri Usta’dan öğrendiğimi yazmış ve konuya girince de yurt dışı tarafı öne geçivermiş idi. Benim esas değinmek istediğim bölümü ise Urla ve Çeşme’den bahsedilen bölümlerdir. 1970’li yılların başında Çeşme’yi anlatır ki bizim de neredeyse her detayı ile hatırladığımız güzel kentimiz…

İlave etmem gerekir ki, mezkûr kitabın başlangıcında yani 1976 başlarında, “Kaya Çukuru” başlıklı Likya ve Karya Bölgesini kapsayan ve başta da mübadele ile terk edilmiş Kaya Köyü ve çevresini konu eden öğretici ve tarihe not düşen bir yazı var, herkesin seveceği türden…

Nisan 1972; Yazar Melih Cevdet Anday ile arkadaşları Şadi Çalık ve Oğuz Akkan İstanbul'dan İzmir'e gelip orada kendilerine katılan Vedat Mavitan ile birlikte, Urla, Seferihisar ve Çeşme’yi kapsayan birkaç günlük bir tatil yaparlar. Bu kısa gezinin, kendisine hatırlattıklarını, öğrettiklerini ve tanıklıklarını, araya tavla oyunlarını, uzun sohbetlerini ve rakılı yemekleri de katarak not tutmaksızın sonradan sadece hatırlanan bölümlerini keyifle okudum.  

İzmir’i bidayette şöyle tanımlıyor; “Karşıyaka’yı İzmir’e bağlayan kıyı asfaltını ilk görüyorum. Koydan her iki yakaya bakınca, şu birkaç yıl içinde yükselmiş olan koca yapıların yoğun oylumu, sonradan bulunmuş çok eski kentlerin, gizi daha çözülmemiş tapınakları izlenimini bırakıyor bende. Değişmiş İzmir’in görünümü; gerçi karşı durulmaz bir şeydir bu, ama eskiyi aramanın bir türlü vazgeçilmeyen tutkusu da insansaldır ve bunda kafanın eskiliğini bulmak boşunadır.”

Urla İskele için yazılanlara bakar mısınız; “Karşımızda ikisi büyük üç ada var, solumuzda kara, denize doğru bir burun yapıyor. Üç adadan en küçüğü, karaya en yakın olan Klazomenai Adası (şimdi Kirizman diyorlar), ortadaki küçük bir kara parçası, Monopetro adı, eskiden beri. Soldaki büyücek ada ise Pırnalı diye anılıyor… Klazomenai, gerçekte yalnız o adanın değil, o ada ile birlikte kıyıdaki kasabanın, bugün İskele dediğimiz yerin de adı idi eskiden.” İlaveten de; “Anlaşılan şudur; Klazomenai kentinin limanı karşıdaki adada idi ve kenti ada ile birleştiren mendireği İskender yaptırdı.” diyerek benim bilmediğim yeni şeyleri de öğrenmemize vesile oluyor.

Daha önceleri, benim yine önceki öğrendiklerimden aktararak yazmış olduğum, Urla İskele ile Seferihisar Sığacık limanının bir kanalla buluşturulması mevzusunu burada da buluyorum. “Her şeyden önce İskender, Lidya krallarının yakıp yıkmalarından sonra parçalanmış kalan İzmir şehrinin yeniden kurulmasını, Klazomenai şehrinin bir mendirek ile limanın bulunduğu adaya bağlanmasını, gemilerin sahil dağlarını dolaşmak suretiyle yollarının uzamasına lüzum kalmaması için Klazomenai berzahının Teos’a kadar delinmesini emretti.”

Ünlü Yunanlı Şair Seferis, yazarın da anıları arasında yerini almış. Soyadını aldığı kabulü sıkça yapılan Seferihisar’dan “Sivrisarion” olarak söz ettiğinden bahisle “Hangisinin hangisinden bozma olabileceğini düşündüm, kestirip atmak güçtür, ancak bu soyadında kalmış olan sefer sözcüğünün sivri’den çıkma olması da anlaşılır gibi değil. Urla’nın, Vurla’dan gelmiş olması da öyle. Seferis, Vurla diye anıyor kasabayı” konuya giriş yapmaktadır. Lakin devamla, ilk defa öğrendiğim “İzmir Meridyeni batısında uzanan bu yarımadaya, 1941 Birinci Türk Coğrafya Kongresi’nde Urla Yarımadası denilmesi kabul edilmiş, ondan önce Çeşme Yarımadası denirdi.” bir bilgiyi paylaşıyor. Şimdi biz de çıkıp desek ki; “kardeşim biz bu Coğrafya Kongresinin kararını tanımıyor ve değiştirmek istiyoruz… Ne de olsa, bazı kararları tanımadığını ilan eden edene… Ne olur biz de bunu tanımazsak… Neymiş, bence “Çeşme Yarımadası”, nokta…

Urla anılarının devamı için yeni bir yazı yazma hedefi ile uzun uzun anlatılan mübadiller ve önemli yazar ve hukukçu Necati Cumalı ve adına düzenlenen anı ve kültür evi değinmelerini ve ziyaretlerini aklımda tutacağım. Urla anıları Çeşme anılarından çok fazla, hatırlamalı ve hatırlatmalı…

Çeşme’nin pahalılığından tıpkı bugün olduğu üzere o gün de şikâyet var, yazar, “Çeşme’de bir lokantada balık yiyelim dedik, adam bir tabak içinde iki tane karagöz getirip gösterdi, iyi ki fiyatını sormuşuz, 160 lira dedi. Düşünün seksen liraya bir karagöz yiyeceksiniz.” Ne diyelim, Çeşme’nin değerli esnafı bu konuda kafa yormalı… Kafa yorarak çözülecek mesele de değil esasen, Canım Yurdumun neresi ucuz da Çeşme ucuz olacak denilirse de cevabım yok şahsen…

Çeşme’yi anlatmaya devam ediyor yazar; “Birden liman ve karşıda Sakızadası… Çeşme ile Sakızadası arası, İstanbul ile Büyükada arası kadar, Sakız kasabası gözle seçiliyor. Denize bakan (eskiden tam kıyıda olduğu anlaşılıyor) II. Beyazıd’ın yaptırdığı kale büyük, görkemli ve göz alıcı. Kalenin hemen önünde 1770 Çeşme Deniz Savaşı şehitleri için dikilmiş mermer bir anıt var. Deniz kıyısındaki alanda lokantalar, düzenli parklar, beton bir kıyı yolu. Öğle tatili olduğu için kaleyi hemen gezemedik. Yemeğimizi yemek için lokantalardan birine girdik. Tanesi seksen liraya verilen çipuradan vazgeçip ızgara et, peynir ve salata ile karnımızı doyurduk. Acaba o balıkları yiyen olmuş mudur? Neden olmasın! ... Sonra kalenin alçak kapılarından geçip surlara tırmanmaya başladık. Dik bir merdivenden ikinci sura, en sonunda kalenin tepesine değin çıktık. Ne iyi etmişiz, buradan kasabanın görünüşü olağanüstü bir güzellikteydi. Evlerin çoğunun mimarisine hayran kaldık, tümü eskiden kalma idi. Birden Macaristan’da Estergon kalesine çıktığım zaman aşağıda gördüğüm çok güzel bir Türk evini anımsadım. Müze yapmışlardı o evi Macarlar.”

Şimdilerde, mezkûr kalenin aynı yerine çıkınca sadece etrafta yıkım ya da yenileme salvosundan-furyasından yırtan birkaç restore edilmiş ev dışında, güzelim eski liman yok gayri, Marina’ya evrilmiş durumda… Önce yol geçiriyorum numarasıyla liman doldurulmaya başlanır, bu arada “tarihimize sahip çıkıyoruz” teranelerini asla ve kat’a eksik etmeyen muhterem zihniyet, hem de kendi mahallelerinden ekâbir takımının şiddetle karşı çıkışlarına rağmen, 1770 Deniz Savaşı kalıtlarının dolgu altında bırakılmasına sebep olurlar. Sonra Marina yapıyoruz numarasıyla da güzelim liman yatay bir AVM haline getirildi… Emeği geçenleri tarih layığı ile anacaktır umarım…

Evet, kitap eski Çeşme, Dalyan (Köste), Ilıca özlemi çekenlere bir nebze de olsa nostaljik anlar yaşatmakta olup okuyacakların asla unutamayacakları hatıraları olacaktır…

Perşembe, Eylül 19, 2024

ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE

Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu sevgili dostum Sabri Usta’nın 1970’li yılların Çeşme’si üzerine bir muhabbetimiz esnasında, Yazarın Çeşme gezisini anlattığı bölümü üstünden haberim oldu, çok eski basım bir kitap olduğu için de ancak sahaflardan buldum ve okudum… Kitap 1977 basımı, Sosyalist Ülkelerin 1960’lı yıllarını anlatırken, Çeşme’nin de Urla yanında anlatıldığı yıllar ise 1970’li yılların başı… Çok büyük bir keyifle okudum ve kolay okunulabilir buldum. Anlatım ve kullanılan dil üstüne söyleyecek kelamım olamaz, yazar konusunun üstadı, aksi takdirde dilim lal olur…

Melih Cevdet Anday daha önsözde diyor ki; Bir geziye çıkmadan önce, görülecek yerler üstüne hazırlanmak diye bir yöntem de vardır, ama benim huyuma suyuma uygun değildir bu. Elde defterler, kitaplarla gezdikten sonra ne diye çıkayım o yolculuğa!. Oturur evimde okurum”  Hay Allah, gezi konusunda benim tam tersi bir davranışta olduğumu söylemeliyim. Gezeceğim yerleri tartışmasız planlarım, hele de zaman ayırma ve finanse etmenin hayli maliyetli olduğu düşünülürse, önceden hazırlıklı olmanın kaçınılmazlığı ortadadır. Aaaa şüphesiz Melih Cevdet Anday gibi ünlü ve önemli kişilerin gezisi de farklı oluyor… Kitap boyunca gezilerde sürekli rehber, tercüman, şoför gibi kadrolar ile bulunduğunu anlıyorum, yani bizim gibi gariban ve sıradan değil… Gerçi bu kadrolar ile gezmenin de bu kabil kolaylığı yanında başkalarının planladığı, takdim ettiği alanların ve bilgilerin üstünden geziyorsunuz ki benim de fazlaca tercih etmediğim bir usul değildir… Mümkün ise gezeceğim alanı, göreceğim nesneyi ve görme süresini ben tayin etmeliyim diye düşünürüm hep. Gerçi başkaları bir şey gösterir ise ne olur, bu konu ile ilgili Yazar bir yerde şöyle bir yorum yapıyor bir anısı üstünden… “Bulgaristan’da gördüklerimi, öğrendiklerimi tanıdıklarıma bütün ayrıntıları ile anlattım, çok ilgi ile karşılandı bunlar. Kimi inanmadı, inanmak istemedi söylediklerime, açıkça “yalan söylüyorsun, o ülkeyi överek bize toplumculuk aşılamak istiyorsun” demedi de, “kandırmışlar sizi” dedi, “gördüklerin ancak sana gösterilenlerdir, gözünü boyamışlar” dedi. Bunlar anlaşılan çok akıllı kişilerdi, benim gördüklerimi görmedikleri halde yanılmıyorlardı. Bense, gördüğüm halde yanılıyordum, yutmuş oluyordum, böylesine aptalın biri idim”. Şüphesiz yazar için ben benzer değerlendirmeyi yapamam, yapmıyorum ve asla da yapmayacağım. Çünkü bu yaklaşım ve tutum batılı ülke muktedirlerinin, muhalefeti karalamasının resmi ağzıdır… Benzer şeyleri öğrenciliğiz sırasında, “herkesin bizi kandırdığı” şeklinde çok duyduk ya… Biz de nasıl aptal isek gayri, çocukken arkadaşlarımız kandırır, gençken devlet düşmanları kandırır, evlenince karımız ya da kocamız kandırır, sonuçta hep kandırılırız… Gözümüz görmez, kulağımız duymaz, ağzımız sormaz, aklımız yetmez, sürekli bir nakısat hali… Peki, kanmayanlar kim, feraset sahibi cahiller… Peki, aslında onları kandıran kim, mezuniyetleri bile şaibeli muhterisler… Neyse konumuza tam yol ileri…

Yazar’ın gezdiği ülkeleri ben de gezdim lakin yegâne fark “zaman, mekân ve teknik terakki” idi… Köprülerin altından çok sular geçmiş idi şüphesiz… Artık, sözde hürdüler, sözde serbest piyasa vardı, sözde herkes zengin olacak idi, sözde herkesin işi olacak idi, sözde kimse aç ve açıkta kalmayacak idi, sanki varmış gibi… Kocaman bir yalan çıkmış, tüm bu sayılanların olduğu ve olmadığı esas dönemin o dönem olduğu, orada, gerek tanıştığım, gerek birlikte çalıştığım, gerekse de başka manada iş ilişkisinde ve dahi dostluk ilişkisinde olduğum muhteremlerden çokça dinlemişimdir. Önemli fark yine yazar ile aramda, o genellikle Yazarlar Evi, Edebiyat toplantıları, Kütüphaneler, Müzeler başta olmak üzere kendi ilgi ve iştigal alanı ziyaretlerinde iken ben daha çok sokak, meyhane, pazar, çarşı, ören yerleri, parklar, mezarlıklar gibi daha sıradan hatta aşağıdakiler sayılacak toplumsal kesim ile temas ederek ilerledim. Şüphesiz ben de yazar kadar olmasa da, kütüphane, tiyatro, sinema, kitapevi gibi yerlere gittim… Yazar gördüğünü yazmıştır, hiç şüphe yok bu çok net anlaşılıyor… Yine bilebildiğim kadarı ile yazarı kandırabilecek insanların bu dünyada ziyadesiyle az olabileceğidir, öyle her önüne gelenin kandırabileceği bir kişi değildir.

Macaristan gezisi sırasında, “Estergon ve Kalesi” üzerine aktardıkları halen orada görülebilecek güzelliklerdendir. Kaleden, Tuna’nın karşı sahili, o zamanki Çekoslovakya’nın sanayi bacalarının görünüşünü ve ovayı anlatır yazar… Tuna Nehrinin (Duna), mavi aktığı şiirlerde olduğu kadar Valslerde de zikredilir lakin siz onu pek o renklerde göremezsiniz özellikle de şimdilerde… Hani meşhur Johann Strauss’un ünlü bestesi “Mavi Tuna” da bahse konu, olmadı Buket Uzuner’in “Kumral Ada, Mavi Tuna” isimli kitabı gibi eserlerde bazen fiilen bazen de metafor olarak bahsedilir de bahsedilir “mavilikten”… Bendeki izlenim ise Tuna’nın artık ziyadesiyle yorgun olduğu ve başta Almanya olmak üzere Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan gibi ülkelerin sanayicilerinin açık lağımı olmaktan bıktığı yönündedir… İnanmayan ya da bilmeyenler biraz araştırınca görecekler bu dünyaya “Çevre koruma konusunda” vermedikleri fetva bırakmayan mezkûr kapitalist ülkelerin ikiyüzlü tutumlarını… Sadece Tuna Nehri mi bıktı bu çevre katillerinden, vallahi hayır, güzelim Karadeniz bile bıktı…

Yazar, Estergon Kalesine gider iken yolda rehbere;

“Estergon Kalesi

Bre dilber aman

Subaşı durak

Kemirir bağrımı

Bir sinsi firak” türküsünden bahseder, ne yazık ki bilinmediğini hatta genelde Macarların bu türküyü bilmediklerini hayret ile öğrenir… Elbette bilmezler, ama yollasak, tanıtsak hoşlarına da giderdi belki. Ancak Peşte Elçimiz Sayın Nedim Evcimer’den dinlediğime göre, Adnan Saygun oraya geldiğinde açılmış bu konu, ama Saygun tek sesli olması dolayısıyla bu türkünün Macarları sarmayacağını söylemiş. Oysa bizim Kadıköy’deki evde türkü meraklısı arkadaşlarla bulunduğu bir gece, Macar Elçiliği memurlarından Bay Anders İlyes’in Estergon Kalesini dinlerken gözleri yaşarmıştı”. Demek ki tanıtım eksikliğimiz o günde de makûs kader imiş…

Bulgaristan gezisi sırasında uğradığı lakin fazlaca aktarmadığı Nesebar benim çok sonradan gitmekle birlikte ziyadesiyle hoşuma giden, gerçek manada koruma altında bir yerleşim yeridir. Bulgaristan yazarın aktardığı zamanda da tıpkı şimdiki gibi Karadeniz Kıyılarını turistik faaliyetlere açmış, dönemin Sovyetler Birliği başta olmak üzere tüm sosyalist ülkelerinin vatandaşlarının tatil beldesi haline gelmiş. Bulgaristan üzerine, öğrenciliğimizi birlikte aynı okulda geçirdiğimiz Suriyeli öğrencilerden yeterince benzer hikâyeler dinlemiş idim hatta tıpkı Almancıların tatillerde gelirken konu-komşuya, tanıdığa ve akrabaya getirdikleri tarz ve tatta bazı şeyler de getirdiklerini hatırlarım… Türk kökenli ve Türkçeye mükemmel hâkim olan Mustafa diye Suriyeli bir arkadaşımız vardı ve sonradan Suriye ile cicim aylarındaki ziyaretlerimde izini sürdüm lakin bulamamış olduğum muhterem kardeşim Mustafa’nın getirdiği şeyler ve anlattıkları bizi cezbederdi… Nesebar, hemen Burgaz’ın kuzeyinde çok eski bir yerleşim yeri olup devrin deniz ticaret merkezi imiş… UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Nesebar, Roma, Bizans ve şüphesiz ki Osmanlı izlerini her köşesinde barındıran, küçük meydancıklarının daracık sokaklarla birbirine bağlandığı bir kent olmanın ötesinde gündüzü ayrı, gecesi ayrı bir atmosfere sahiptir.

Maalesef kitabın asıl önemli bölümü Urla Yarımadası ve Çeşme bölümü bir sonraki yazıya kaldı…

 

Cumartesi, Eylül 14, 2024

Город-герой Ленинград

Başlık tam tamına "Kahraman Şehir Leningrad" olarak çevrilebilir. Leningrad bilindiği üzere St. Petersburg şehrinin Sovyet devriminden sonra edindiği addır. Esasen, mezkûr kent Çar 1. Petro tarafından bataklık zemine kuzeyde başkent yaratma hayali ve iddiası ile büyük kaynaklar ayrılarak aynı zamanda inanılmaz insan kayıplarına rağmen inşa edilmiş olup, başkent ilan edilmesi üzerine de adı "Aziz Petro" manasında St. Petersburg adını almıştır. Lakin kronolojik ad verilmesi ya da değişimi olarak da bakılırsa; şehir kuruluşundaki kaleden mülhem Almanca "Sankt Piter Burh", bilahare de Kiliseden mülhem "Petro ve Pavel", bilahare de kilise "Petropavloks" adını alırken şehir de yeniden "Sankt Piter Burh" adını alır. Bu arada zamanla Piter oluverir, Peter... Bilahare, kısaltılarak Petersburg, derken Almanca kale manasındaki "Burg" gider yerine Rusça "Grad" gelir, olur "Petrograd", bitti mi, nerde... Sovyet devrimi ve liderinin ölümü üzerine de olur "Leningrad"... Sovyetler Birliği yerine Rusya Federasyonu dönüşümü yaşanınca da tekrar "Sankt Petersburg" olur lakin Rus Federal Yönetim ifadesi olan eyalet anlamında "Oblast" diye ifade edilen ise halen Lenigrad Oblastıdır... "Sanct" esasen de Latince "kutsal, dokunulmaz, muhterem, dindar" anlamındaki "Sanctus" kelimesinden gelen ve ilk kez de Almanlar tarafından kullanılan bir kelimedir. Petersburg şehri de, malzeme temininin kolay olması sebebiyle tercih edilen ahşap yapıların büyük yangınlara sebep olduğu ve Rusya'nın da başına bela olması hasebiyle tamamen taş seçimi ile gerçekleştirilmiş yapılardan oluşmuştur. Dönemin planlı alanında, dümdüz caddeler, geniş ve ferah yapılarla donatılmış, ıslah ve tahkim edilmiş kanallar üzerinden şık köprülerle birbirlerine irtibatlanmış, hala müthiş güzel peyzajları ve bakımları olan parkları ise adeta açık hava heykel müzeleri şeklinde muhteşem heykeller ile bezenmiş şekildedir.     

Rusya’da gezmeyi çok sevdiğim, adeta doyamadığım, her defasında da değişik yerler keşfettiğim 2 kent var, Moskova ve Sankt Petersburg… Bu iki şehir şehircilik estetiği, siyasal ve sosyal hayat ve görüntü ve dahi temsiliyet açısından birbirinden çok farklı görüntü vermektedir bana göre… Moskova son derece resmi görünürken, Sankt Petersburg ise daha sivil ve samimi bir görüntü vermektedir. Mesela Sankt Petersburg Kraliyet ailesinin mülkü gibi iken Moskova devlet bürokrasisi,  işçilerin ve çalışanların mülkü izlenimi verir bana her daim… Moskova sanki fonksiyonun şehri olarak daha Doğulu, daha sosyalist görünürken, Sankt Petersburg ise daha batılı, daha fazla kapitalist ve estetiğin şehri olarak öne çıkıyor sanki… Hem de Sankt Petersburg uzun yıllar Leningrad olarak bilinmesine rağmen benim gözümde daha sosyalist olamıyor… Yani Lenin sinmemiş sanki görüntüsünün ve seslenilişinin dışında… Bunlar şüphesiz benim izlenimlerim, bir başkası bunların tam tersini de hissedebilir, gözlemleyebilir, itiraz edemem… Aaaa ben bir şehircilik uzmanı mıyım, şüphesiz değil… Zaten bu ifadelerim de bir uzmanlık gösterisi değil… Sonuç olarak ben her iki kenti de seviyorum, her görüntüsü ile… Hele de, 1993 den beri oraları aralıklı da olsa gezen ve son yıllarda daha sık gören,  gelişmeleri, ilerlemeleri, düzenlemeleri ve sahip çıkmaları yakinen izleyen olarak kıyas yapma şansım ziyadesiyle fazladır.

Petersburg, Petro’nun tercihi, Fransız Klasisizmi, İtalyan Barok’u başta olmak üzere Alman, Hollanda ve Rus mimarisinin kolajı sayılabilecek “Barok Mimari” tarzı yapıların ağırlıklı olduğu bir şehirdir. Başta yapılan şehir planına ve yapı tarzına bugünlere kadar sadık kalındığını da gözlemlemek mümkün olup Avrupa kopyasından ziyade kendine has bir tarzın ortaya çıktığı da açıktır. Hâkim tercih ise; simetrik uzanan binaların zarif ve güzel pervazlar, revaklar ve heykeller ile dekore edilmesi şeklindedir. Binalarda ağırlıklı yeşil, kırmızı, sarı, mavi renkler tercih edilirken arka plan tonlamalarında beyaz öne çıkmaktadır. Karelya tarafından getirildiğini öğrendiğim granit ve mermerler ise kaplamalarda ve süslemelerde ağırlıklı seçilen malzeme olmuş ve bu malzemenin tercihinin ise estetik zirve olduğu da tartışılmaz, bana göre…

Sankt Petersburg Metro istasyonlarının dizayn, tezyin ve tefriş işi öylesine profesyonelce realize edilmiş ki adeta tıpkı Moskova Metro istasyonları gibi sanat galerisi tadında… Granit kaplamaları, Mermer sütunları, göz alıcı freskleri ve heykelleri, etkileyici avizeleri ve dahi aydınlatma tercih ve dizaynları ile ahali arasındaki adı da “Halk Saraylarına” çıkmış durumdadır. Bir yanı ile Gogol, Dostoyevski, Çaykovski, Şostakoviç başta olmak üzere yüzlerce kültür abidesi insana ev sahipliği yaparken, diğer yanı ile de sayısız irili ufaklı müze ve tiyatroya mekân olarak adeta kültürel başkent olabilmiş, Hermitage Müzesi ve Kışlık Saray, Peterhoff Sarayı ve Bahçesi, Kazan Katedrali başta olmak yüzlerce mimari abideyi halen koruyabilmiş Petersburg, diğer çok önemli yanıyla da, Dekabrist ayaklanması, Çarlığın hitamı ve Sovyet Devrimi gerçekleşmesi ve dahi Almanya’nın amansız kuşatmasına müthiş direnmiş olmanın gururu ve tılsımlı atmosferi şehri çok cazip hale getirmektedir, bence…

Bilindiği üzere Sankt Petersburg, Baltık Denizi kıyısında, Neva Nehri ve kolları ve dahi deltası üzerindeki 40 küsur ada üzerine kurulmuş olup adalarının irtibatları da irili ufaklı yaklaşık 350 köprü ile temin edilmiştir. Büyük gemilerin geçmesi için ışıklandırılmış köprüler gece yarısından sonra belli sıra ve saatlerde açılmakta olması inanılmaz bir turistik faaliyet halini almış, anladığım… Anlatılanlara bakılınca, nehirden gezi tekneleri marifetiyle binlerce turist dolaştırılırken karadan da nehrin her 2 tarafına toplanmış turistler tarafından büyük merakla izlenir.  Bazı edebiyatçılar; bu köprülerin yaklaşık 45 derecelik, her iki tarafa da yükselme suretiyle açılıp yol verme işlemine “iki aşığın ayrılması” daha sonra da kapanmasına da “iki aşığın tekrar kavuşması” benzetmesi yaparak turistik faaliyete bir de edebi mana yüklerlermiş… Bu defa da ben seyredeyim dedim bu edebi ve turistik faaliyeti rüzgâr sebebiyle sık sık ertelenen ya da iptal edilen bu ritüele şahitlik edemedim, bir başka sefere erteledim… Allahtan bizim İstanbul’daki “Yeni Galata Köprüsü” benzer özelliklere sahip olup, uzun yıllar çalıştığım STFA Firması tarafından inşa edilmiş ve inşaatı sürecinde okul arkadaşlarım çalışmış olunca da mezkûr faaliyete yabancı değilim.

“Bakır Atlı” adlı şiirinde, Puşkin, bu masalsı adeta kutsanmış ve şairlere ve yazarlara ilham perisi olan Sankt Petersburg’un Beyaz Gecelerini;

“Ben şiirlerimi

Lambasız yazıp okurken,

Mahmur ama aydınlık gökyüzü.

Ve aydınlatıyor bomboş sokakları

Donanma kulesi.

Ve gece, indiremiyor karanlığını

Bronz ışıltılı gökkubbenin üzerine.

Gündoğumu kovalıyor gündoğumlarını

Sadece yarım saat sürerken gece”

şeklinde anlatarak, hemen hemen hiç kararmayan gökyüzünün aydınlattığı şehri kendince tariflemektedir.

 

Perşembe, Eylül 05, 2024

BAUMAN VE ÜNİVERSİTESİ

Moskova’nın köklü üniversitelerindendir
“Bauman Moskova Teknik Üniversitesi” kuruluşu 1830’lara dayanır. Son seyahatimde Üniversitenin içine girebilmek nasip oldu esasen daha önceki seyahatlerimde birkaç kez içeriye gezme talebime olumlu cevap alamamıştım, harika dizayn edilmiş binalar içinde gezmek sonra bahçesine çıkıp muhteşem heykeller önünde zaman geçirmek çok hoş oldu… Üniversitenin çok eskilere giden ve değişik bir tarihi var, özellikle 1917 Sovyet Devrimi ile oluşan değişim noktasının öncesi ve sonrası… Yazılı bilgilere göre 1830 tarihinde dönemin Rus Çarı I. Nicholas’ın “Ticaret ve eğitim kurumları yönetmeliğini” yayınlar ve bu uğurda “Sloboda Sarayını” mezkûr üniversitenin temellerini oluşturmak için bağışlar… Burada Saray bağışını mı konuşmak gerekir yoksa eğitim kurumlarının bir yönetmelik marifetiyle yönetilmesi niyeti mi konuşulmalı bilemedim… Lakin Tolstoy’un “Harp ve Sulh”ünde Napolyon’a karşı direnişin temellerinin atıldığı bina olarak bilinmesi de önemini daha da arttırmaktadır. Önceleri Rus mühendisliğinin pırıltılı yüzünü oluştururken bilahare de Sovyet döneminin başta askeri teçhizat, uçak ve füze sanayisinin başarılı gelişiminin bilim üssü haline gelmiştir Bauman Moskova Teknik Üniversitesi…
Üniversite binalarındaki koridorlarda gezinirken ziyadesiyle vakit geçirdiğim duvarları süsleyen, üniversitenin gelişim ve yükselmesine özellikle de Sovyet Uzay ve Havacılık sanayisinin dünya liderliği yapmasına büyük katkı yapmış bilim adamlarının ve akademisyenlerinin tanıtım tabloları olmuştur. Rehberim genç mühendis adayı
Nazar’ın sabırlı tercüme çabaları ve dikkatli rehberliği ile günümüz teknolojisinin temin ettiği hızlı ve simültane tercüme imkanları dahilinde olabildiğince hızlı ve fazla bilgi toparlıyorum. Çok etkileyici… Günümüzdeki manasıyla dünyada programlanabilir ilk bilgisayarın da Sovyetlerde kullanıma başladığını öğrenmek bir başka enteresan bilgi oluyor benim için… Bu bilginin yaygın olarak bilinmiyor olmasının gerekçesini Sovyetlerin Batılı Kapitalist ülkelerde olduğu üzere kişisel tüketimin yaygınlaştırılmasının tercih edilmemesi oluşturuyor olsa gerek… Geziyorum dedim ya, Moskova’daki Kampüsün sadece tarihi binalarla sınırlı bölümünü kast ediyorum, Kampüs çok büyük ve sürekli bir gelişim içinde anladığım… Bana göre zaten gelişmiş lakin sistem daha çok öğrenci daha çok gelir teminine evrilince de durmak bilmiyor, durmak yok yola devam…

Kantin, kafeterya ve beslenme bölümlerine gidince kendi öğrenciliğim zamanındaki kantinlerle kıyaslayınca mutfak ve ürün çeşitliliğini de görünce, kendimizin durumunu fukaralığımız dâhilinde “yanmış bizim keten helvamız” demeden edemiyorum. Uzunca bir koridorun sağında ve solunda sıralanmış 5 adet olabildiğince ve ihtiyaca binaen tayin edilmiş büyüklükte artık klasik kantinden ziyade modern birer restoran havasında bir tarafı ile ürün bazında diğer tarafı ile dünyanın farklı mutfaklarının temsili bazında organize olmuş bölüm… Hay Allah kendi öğrenciliğimin fukaralığını aklımdan atamıyorum vallahi… Lakin bu tablonun öğrencilere maliyeti nedir diye düşününce de muhtemelen günün mana ve önemine mütenasip bir “ham hom şarolop” düzeneği olduğu da akıllardan hiç uzak değil…

Ünlü Bolşevik Nikolay Ernestoviç Bauman adından mülhem mezkûr üniversite aynı adla anılmaktadır. Arşivlere kendisi ile ilgili çok ciddi olumsuz notlar düşülmüş olsa da Lenin’in himmeti ve Sovyet devrimine katkıları göz önüne alınınca da her şey geride kalıyor tabii ki… Özellikle Bolşevik ve Menşevik ayrımı sırasında kendisine isnat edilen cürümleri dinlerken yaşadığı sıkıntıları ve gözlerinden gelen yaşları şahit olanların anlatması da durumun vahametini sergilemektedir. Genç Bauman, sürgünler ve hapislerle dolu meşakkatli hayatını genç yaşta kaybeder… Kullandığı adları listelemenin bile ciddi zor olduğunu bildiğimiz Bauman’ın devrimci hareketin özellikle basın ve yayın işlerinde de ne kadar etkin ve başarılı olduğunu arşivlerden görüyoruz. Bir gösteri sırasında güvenlik görevlilerinden birinin saldırısı ile hayatını kaybetmesi devrimci mücadelenin yükselmesine gerekçe oluşturur. Sovyet Devriminin Lideri Lenin’in Bauman’ın katledilmesi üzerine “Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi üyesi N. E. Bauman'ın Moskova'da çarın askerleri tarafından öldürüldüğü haberi telgrafla ulaştı. Mezarı başında bir gösteri düzenlendi ve ölenin dul eşi, aynı zamanda Partimizin bir üyesi olarak, halkı silahlanmaya çağıran bir konuşma yaptı… Doksanlarda St. Petersburg'daki Sosyal Demokrat örgütte çalışmaya başladı. Tutuklandı, yirmi iki ayını Peter ve Paul Kalesi'nde geçirdi ve ardından Vyatka Gubernia'sına sürgün edildi. Sürgün yerinden kaçtı, yurtdışına gitti ve 1900'de Iskra örgütüne katıldı. En başından beri bu girişimin başlıca pratik liderlerinden biriydi ve Rusya'ya sık sık gizli ziyaretler yapıyordu. Şubat 1902'de Voronej'de (bir doktor tarafından ihanete uğradı) Iskra örgütüyle bağlantılı olarak tutuklandı ve Kiev'de hapsedildi. Ağustos 1902'de on diğer Sosyal Demokrat yoldaşla birlikte kaçtı. Parti'nin İkinci Kongresi'ne (Sorokin takma adıyla) RSDİP Moskova Komitesi'nin delegesiydi. Lig’in İkinci Kongresi'ne (Sarafsky takma adıyla) katıldı. Bunun ardından Parti'nin Moskova Komitesi'nin bir üyesi oldu. 19 Haziran 1904'te tutuklandı ve Taganka Hapishanesi'nde tutuldu.” diyerek ilişkinin yakınlığı ile birbirleri ile irtibatın sıcaklığına değinmektedir. Lakin tutuklu bulundukları cezaevlerinden ilan edilen “af” ile serbest bırakılmalarının ardından silahlı saldırılar neticesinde başta N. E. Bauman olmak üzere katledilen devrimcilerin, aslında af değil kurulan tuzak neticesinde serbest kaldıkları iddiası geniş destek bulmuştur mezkûr dönemde.  

Bauman’ın hayatı, yoğun çalışma temposu, cesur girişkenliği ve başarıları ve de özellikle mücadelenin başlarında katledilenlerden ilk olması kendisini Sovyetler Birliği için adeta bir bayrak haline getirmiş görünmekte ve bu uğurda şimdilerde bile bir sürü şehirde, ya meydan ya sokak ya da park adı olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu geçmişe ve anılara dayalı olarak Üniversite’nin adlandırılmış olması, layığı ile bir öğrenim ve eğitim hayatına bugünde devam etmektedir.


Cuma, Ağustos 30, 2024

SURİÇİ’NDEN HİLTON’A YUDUM YUDUM İSTANBUL

Osmanlı Arşivinde “Tılsımlı ve anasonlu suyun” izini sürüp günümüze kadar getiren ve müthiş hikâyelerle desteklenen ansiklopedik bir kitap yazılır, bu kitabın da yayın yönetmeni olur Erdir Zat, adı da “Rakı Ansiklopedisi” olan mezkûr kitap ihtiyaç halinde başvurulmak üzere yıllar evvel bir kitap sevdalısı olan kızım tarafından hediye edilmiş idi. Zaman zaman bakar, güzel hikâyeler okurum oradan, bilgilenmek ve keyiflenmek adına… Neler yok ki… Yeme içme konusunda ünlüler ve yaşadıkları, mezeler, kokteyller, hatıralar ve tekmili birden güzel hikâyeler… Zaman zaman bu hatıralardan ilginç bulduklarımı aktarmak isterim…

Neyse, Erdir Zat müthiş bir çalışma gerçekleştirmiş dedim ya, bu defa da babası Vefa Zat’ın “Barmen Suriçi’nden Hilton’a Yudum Yudum İstanbul” kitabını okudum… Eksik çok, zaman az, oku oku, öğren öğren sonu gelmiyor… Lakin her öğrendiğimle bir ilkokul öğrencisi kadar da mutlu olarak ilerliyorum. Kitap esasen bir barmenin hatıratı gibi görünse de, arka plan, 2. Dünya savaşının yoksulluk ve yoksunluk günleri, Demokrat Partinin antidemokratik dayatmaları, 6-7 Eylül katliam ve yağması, 27 Mayıs darbesi, Talat Aydemir darbe girişimleri ve hazin sonu, 68 gençliğinin mücadele ve başkaldırıları, 12 Eylül öncesi ve sonrası karanlık günleri, sarı sendika ve sendikacılık hatıraları, Amerikan içki yasağı dönemi, dönemin önemli yerli ve yabancı siyasetçileri, burjuvası ve kopyaları, gazeteciler ve müsveddeleri, sanatçılar ve sanatçı diye bize yutturulmaya çalışılanlar üzerinden bir sosyal, siyasal ve ekonomik plan… Çok keyif aldım, benzer hikâyeleri sevenlere de hararetle öneririm… Evet, Vefa Zat’ın tabiri ile “Bermuda Şeytan Üçgeni” olan “içki, kadın, müzik” üçlemesinin izleri ve İstanbul gece hayatı üzerinden bilmediğim neler varsa geç de olsa onları öğreniyorum. Lakin rota bunlar iken iz bırakanlar kimdir diye bakınca da, enteresan bir ünlüler geçidi oluşuveriyor. Hilton Otelinin tema barlarının müdavimleri, bıraktıkları hatıralar, insani sevap ve günahlar, tekmili birden… Ayhan Şahenk, Ali Rıza Çarmıklı, Erdoğan Demirören, Mete Has, Kerim Kerimol, Vitali Hakko olmak üzer dönemin ünlü iş adamları, Erol Simavi, Nadir Nadi, Ercüment Karacan, Haldun Simavi gibi gazete patronları, Orhan Boran, Çetin Altan, Reşat Ekrem Koçu, Ali Sirmen, Ara Güler gibi gazeteciler, Louis Armstrong, Gönül Yazar, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Güngör Bayrak, Süheyl Denizci, Şerif Yüzbaşıoğlu, Özdemir Erdoğan, Jerry Lewis, Semiha Berksoy gibi ses ve gösteri sanatçıları, Adnan Menderes, Celal Bayar, İsmet İnönü, Mısır Prensesi Elizabeth, Süleyman Demirel, Nikolay Çavuşevsku, Bülent Ulusu gibi dönemin ünlü siyasetçileri ile Dündar Kılıç ve İnci Baba gibi kabadayılar kitabın içinde iz bırakanlardan bir kısmı diyelim… Dönemin ünlü meyhane ve sahipleri ile ilgili de tafsilatlı bilgiler bulunmaktadır, Madam Despina, Gaskonyalı Toma, Dino’nun meşhur Sun Restoranı, Pandeli Lokantası, Todori’nin Meyhanesi başta olmak üzere…

Vefa Zat, İzmirlidir, hemşerimizdir… Oğlu Erdir Zat İstanbul doğumlu olsa bile İzmir’e gönül bağını; “Gayrimüslim nüfusu, üzümü var. Ve tabii otlu mezeleri... Türkiye'nin diğer bölgelerine otlu mezeler İzmir’den gelmiştir. Çünkü en çok Giritli İzmir’dedir.”  diyerek her daim olduğu üzere göstermektedir. Vefa Zat, Dünya Barmenler Birliği ve derneği üyesi ve yönetim kurullarında bulunmuş biri olup mesleğinin duayeni olarak bir hayat sürmüş, emekliliğini müteakip de kendi deyimi ile eğitmenlik ve öğütmenlik yapmıştır. Otelcilik konusunda uzun yıllar süren çalışma hayatında, esnaf meyhanesinden Hilton’a terfiini müteakip, bar stajer, Barboy, barmen, bar şefi, bar superviser gibi terfi sisteminin her kademesinde bulunmuş ve tecrübe biriktirmiş göründüğü kadarı ile… Yine bu kitap sayesinde, bu sektörde Pageboy, bellboy, bellman, asistan bell captain, bell captain gibi de terfi kademeleri olduğunu öğrenmiş oldum, “ne işine yarayacak diye soran olursa” cevap veremiyorum açıkçası. Lakin dönemin her “siyasi partisinin” isimlerini taşıyan kokteyller de hazırlamış olduğunu ilk kez öğrendim.

Bir yerde ise rakıya ithafen; “tahayyül ve tecessüs gücünü zenginleştiren bu “abıhayat”, dans ettiği kavalye işi bilmiyorsa eğer, havada takla attırıp kafa üstü yere çakar adamı. Türüne göre Akyazılı, kravatlı, Fahrettin Kerim demişler, türüne göre, mastika, anzarot, düz ya da Rum dostlarımızın o güzel tabiriyle düziko… Duruma göre de apeki, çermak, çermakçur, dem, imam suyu, islim, istim, pırna, pirne, piyiz, piiz, piys ve de süt demişler. Hatta aslan sütü yakıştırmasını bile yapmışlar bu yaşam avuntusunun.” diyor ya, müthiş… Yahu bu rakı ne menem bir şeymiş ki, duruma, vaziyete, güne, aya, seneye, cemaate, kıraate, seyahate bağlı isimler alırmış… Süper vallahi…

Bilmediğim ama okuyunca ziyadesiyle enteresan bulduğum ayrıntı ise, “rakı kadehi kılıfı” kullanılması ve enteresan bir hikâyesinin olması olmuştur. Buna sebep olarak da, “teknolojik gelişim kaliteyi olumsuz etkilemiştir” diyerek elektriğin icadı neticesi “rakı” soğutma aracısı olarak buzun kullanılmaya başlamasını göstermiştir. Tafsilat kitabın ilgili bölümünde ziyadesiyle verilmiş. Ayrıca “Taharri memuru” unvanının sivil polis manasında kullanıldığını da bu vesile ile öğrenmiş oldum.

Tıpkı eski meyhaneleri kaybettiğimiz gibi Vefa Zat’ı da kaybettik lakin meyhanelerin izi silinse dahi Vefa Zat’ın ne izi ne hatıraları silinecektir. Saygıyla anıyoruz… Büyük bir vefa ile Vefa Zat beye… Nurlarda olsun… Kitaptan aktarmayı uygun bulduğum çok şey var lakin “Rakı Kimindir” bölümünde yazdıklarını aktarmakla iktifa ediyorum. “Milli içkimiz rakıda Rum dostlarımızın payı çok büyüktür. Onlar dönem dönem değişik rakı türleri üretmişler, bizler de adeta bir tadım uzmanı gibi tada tada, deneye deneye oluşturmuşuz geleneksel içkimizin karakteristik özelliklerini. Rakı bizim midir yoksa Yunanlıların mı? Meyhane bize özgü bir eğlence yeri midir, yoksa Yunanlılara mı ait? Bu soruları sormak hem yersiz hem de gereksizdir. İlla deşmek istiyorsak, başka sorular sorabiliriz…

Önce, Rumlar ile Yunanlılar arasındaki farklılıklar nelerdir. Bunlar kaç yüzyıldan beri İstanbul’da yaşamaktadır? İpek yolu üzerindeki kervansarayların içkili aşevleri ile doğu Romalıların içkili mekânları arasında benzerlikler var mıdır? Oturak âlemlerinin geçmişi hangi dönemlere dayanır? Oturak âlemleri ilk kez içkili aşevlerinde mi yapılmıştır, yoksa konaklarda mı? Damıtma tekniği hangi yüzyılda, kimler tarafından, hangi ülkede geliştirilmiştir? Harran Üniversitesi Küçük Asya’nın neresindeydi? Horasan doğumlu bir Türk olan ve kimyanın Hipokrat’ı olarak kabul edilen Cabir el-Hayyan (Harran) El imbik adlı eserini hangi üniversitede kaleme almıştır? İlk damıtık içki hangi yüzyılda üretilmiştir? Herhangi bir içkinin karakteristik özelliğini, standartlarını tadım uzmanları mı belirler, yoksa o içkiyi üretenler mi? Örneğin, İskoçya viskisinin ya da Fransız konyağının karakteristik özellikleri tada tada mı oluşturulur, yoksa ürete ürete mi?

Bu veya buna benzer sorulara doğru ve ciddi, yani belgelendirilmiş yanıtlar verilebildiği takdirde, gerek geleneksel içkimiz rakı gerek geleneksel meyhanelerimiz hakkında daha sağlıklı yorumlar yapılabilir. Neyin kime ait olduğu konusunda daha gerçekçi ve doğru kararlar verilebilir.

Bu kararlara çok ciddi ve titiz araştırma ve incelemelerin neticesinde varılabilir ancak. Böylesine kapsamlı araştırma ve incelemeler de, ne kadar yoğun çalışılırsa yıllarca sürebilir. Ayrıca bu tür araştırmalar akademik düzeyde ve geniş kadrolarla yapılabilir ancak. Aksi yeterli ve inandırıcı olmaz.

Buna benzer tartışmalar her içki için yapılmaktadır. Bırakın bilinen en eski içkiler olarak nitelenen birayı ve şarabı, votka konusunda Ruslar ve Polonyalılar, viski konusunda İskoçyalılar ile İrlandalılar arasında “senindir, benimdir” çekişmesi yüzyıllardan beri sürmektedir. Hala bunların hangi topluma ait olduklarına kesin olarak karar verilememektedir. Ayrıca karar verilmiş olsa bile ne değişecektir ki? Bütün dünya votkanın Ruslara, konyağın Fransızlara, viskinin İskoçyalılara, rakının da “biz”e ait olduğunu kabullenmiştir artık. İşte bu “biz”in içinde Rumlar da vardır.”

Çarşamba, Ağustos 21, 2024

CANIM YURDUMU GEZİYORUM – ULUBEY KANYONU VE UŞAK

Adını uzun zamandır bildiğim ancak şimdilerde gidebildiğim “Ulubey Kanyonu” ansiklopedik tariflere göre “ABD’de deki Arizona Eyaleti sınırları içerisinde bulunan Büyük Kanyon’dan sonra dünyanın en büyük 2. Kanyonudur”. Haydi, bakalım yine meşrebimize evla mekân sosyolojisinde “gigantik” denilen davranışa harika bir emsal bulduk, çok mutluyum… Her detayı gezememekle birlikte anladığım kadarı ile Uşak İlinin hemen güneyinden başlayan Denizli İlinin sınırları içine kadar bir ana eksen ve bu ana eksene saplanan yüzlerce irili ufaklı “kanyonlardan” meydana gelen “Ulubey Kanyonu” gezilmeye değer yerlerden olduğu tartışılmazdır. Yenilere kadar yakınlarda herhangi bir konaklama mekânı yok iken artık var… Kanyon kenarına kurulmuş Uşak Üniversitesine bağlı “Meslek Yüksek Okulu” sebebiyle de mezkûr konaklama tesisi kısmen yurt görevi de üstlenmiş durumda… Akşamları restoran bölümü çıkan tabldot sebebiyle de kısmen yurt kantini gibi görünse de çok ahenkli ve renkli görüntüler verirken müthiş sıcak bir atmosfer oluşturuyor. İşletme sahibi emekli öğretmen Yaşar Bardak konaklayanlara özel hizmet sunabilmek için inanılmaz hareketli, arzulu ve samimi yaklaşıyor… Daha önce dershane öğretmenliği yaptığı yerde emekliliği müteakip tespit edilen ihtiyaca binaen, Avrupa Birliği Fonları ile Türkiye Cumhuriyeti ilgili fonlarınca finanse edilen tesisin kuruluşunu gerçekleştirmiştir.

Bu büyüklükteki kanyonu ilk kez görünce nereden ve nasıl başlayacağım soruları ve planlaması hayli zor oluyor şüphesiz. İlk gün öncelikli plan “Antik Kentlerin” ve “Ören yerlerinin” gezilmesi olunca, Blaundos Antik Kenti ilk uğrak yerimiz oldu… Kısmen “Aquaduct” kalıntıları, şehir surları, tiyatro, stadyum, dini yapılar, agora, taş kaplama yollar olmasının yanında özellikle kaya mezarları çok dikkat çeken Blaundos Antik Kenti nerdeyse tamamen derin “Kurudere Kanyonu” ile çevrili bir vaziyette, okumalardan öğrendiğimiz biçim ile Makedonya Krallığı tarafından kurulmuş… Sonraki hedef “Clandras Köprüsü” idi, esasen yaklaşık 1 km ötede Kanyon içerisindeki Pepouzo Antik Kentine su taşıyan aquaduct (su kemeri) olmasına rağmen köprü diye adlandırılmış olması da enteresandır. Anlaşılan o ki, kemerin hemen yanından çıkan bir güçlü su kaynağı bu ihtiyaca binaen mezkûr kente aktarılmaktadır. Bugün küçük de olsa bir tesis ile elektrik üretilmektedir bu alanda. Mezkûr 2 antik kenti görüp, su konusunu ne kadar önemsediklerine de bakınca, hay Allah, acaba o günlerden yönetici ithal edebileceğimiz bir zaman tüneline mi ihtiyaç var diye düşünmeden duramıyorum… Su ihtiyaç miktarlarının, sahip olunan inşaat makine ve ekipmanlarının, yönetim anlayışlarının şimdikine göre aleyhte dağlar kadar farklı olmasına rağmen yaratılan tesislerin değerini düşününce nasıl keklendiğimiz ortaya çıkmaktadır… Neymiş onlar krallıkla, derebeylikle, biz ise demokratik yönetimlerce yönetiliyormuşuz… İnanmayanlar sonu “su” veya “ski” ile biten kuruluşların hizmet kalitelerine ve dahi salma düzeni içinde topladıkları bedellerine bir baksınlar anlarlar ne muradım, ne meramım olduğunu… Ne diyelim, Anadolu’da bir söz vardır, “söyleyen deli ise, dinleyen akıllı olmalıdır.”

Şimdi mezkûr güzelim “Ulubey Kanyonuna” giriyorsunuz, müthiş bir yatırım ile tıpkı diğer benzer yerlerdekilerin benzeri ve uzunluğu da tam hatırlamıyorum lakin muhtemel 400 mt.’ler civarında olan ahşap bir yürüyüş yolu yapılmış… Yürüyüş yolunun bitiminden itibaren de dar bir alandan karşıya geçilip, oradan da deyim yerinde ise keçiyolunu takip ederek yaklaşık 400 mt sonra “Asar Tepe” ve orada bulunan kale olduğu savlanan yapıya ulaşılıyor… Müthiş bir parkur, Kanyonu bir de bu taraftan tüm sürekliliği ve derinliği ile seyrediyorsunuz. Kanyonu olabildiğince derinlemesine görebilmek adına bir de “Cam Teras” inşa edilmiş, anladığım kadarı ile inşa edilirken de, işletilirken de para kazanmak maksadı ile… Çalışma saatleri konusunda asılan tabela, sadece tabela olarak kalmaya devam ediyor tıpkı benzer yerdekiler gibi…

Şimdilerde, Kapadokya’ya “balonlu tur” konusunda rakip olabilme konusunda çalışmalar yapılıyormuş, Ulubey’den taaa Pamukkale’ye gidilip gelinecekmiş… Artık nasıl ve ne zaman olabileceği tartışılır… Biz Asar Tepe’ye çıktık makul bir süre dinlenip dönüşe geçtik… Tam o sırada çan sesleri duyunca dikkatle taradım kanyonun içerisini bir baktım, 2 köpek 1 Çoban eşliğinde koca bir keçi sürüsü geliyor, hem dinlenmek hem de çoban ile azıcık da olsa muhabbet etmek adına, beklemeye geçtim… Nihayetinde gelen arkadaş ile hal hatır ile başladık, sonra arkadaş dedi ki; “buraya her gelen ne kadar şanslısın, "ABD’dedekinden" sonra en güzel kanyonda yaşıyorsun deyip duruyorlar” girizgâhı ile başladı yakınmaya, hayatın zorluklarını sıralamaya, “esasen buraya gelenler çok şanslı” ile bitirmek üzere iken, sürünün kendisine mi ait olduğunu sorunca da, evet benim dedi… Ben de evet şartların çok ağır lakin bak yine de mal mülk sahibisin deyince de, “çok şükürü” patlattı… Gezginler de, çalışanlar da kendi pencerelerinden hayata bakınca, gezene göre harika bir coğrafya, lakin kısa süreliğine tarifi yapılmayınca da sürekli bu şartlarda yaşayanın zorluğu gürültüye gidiyor tabii ki…

Kanyonun tabanında bir dere var, yakından görmek istiyorum, gezenlerin fazlaca tercih etmemiş olduklarından ya da oraya ulaşılmasının istenmemesi sebebiyle ulaşım bu taraftan olamıyor ya da sizde çoban gibi keçi yollarını kullanarak inebilirsiniz, biz de de o göz yok… Karşılaşmış olduğum çoban arkadaşa sormuş idim araç ile inilip inilmeyeceğini, Ulubey’in diğer tarafından bir yol tarif edince hemen yola koyulduk… Dereye ulaşınca ne görelim, resmen kanalizasyon… Sonradan öğrendim ki, birkaç kez şikâyet üzerine gelen Bakan bile konuyu çözemiyor… Peki, atıklar nereden geliyor, “Uşak Dericiler Organize Sanayi Bölgesinden”… Bakan bile sağa sola telefon edip talimat yağdırıyor, sonuç, şüphesiz yok… Hala “bürokratik engel çok” edebiyatı ile sızlanan mızlanan sanayicilere verilecek karşı en makul cevap bu olsa gerek… Gerçi bakılmasın onların mart aylarında bağırmalarına ihdas edilen tüm bürokratik engellerden muaftırlar kendileri, sade vatandaş için ise yandı gülüm keten helva… Bu konuda daha söylenecek laf çok, söyleyip zayi etmenin de manası yok…

Kendi adıma, tüm bu gerçeklere rağmen, müthiş keyifli bir gezi yaptık… Mesela “İnay” mahallesinde restore edilen kervansaray, 7 Oluklu Çeşmesi ve İnay Köprüsü ve kiliseden devşirme Camisi ile ayrı bir güzellik… Uşak Halı müzesi ünlü olmasına rağmen açık olması gereken saatte açık olmayınca gezilemedi tabii ki, keza Uşak Müzesi de… Uşak Evleri restorasyonlarından bir potpori ile yetinildi… Bilahare “Taşyaran Vadisi” ve “Kuladokya” eklendi, şüphesiz “dokya” eklentisi Kula’ya birkaç sıklet fazla gelmiş ise de yine de gayet güzel… Lakin Kula’nın eski çarşı ve evleri restorasyonu gayet başarılı şekilde ilerliyor, emeği geçenlere kocaman bir alkış… Gezmek güzel, seyahate ve gezmeye devam…


Cumartesi, Ağustos 17, 2024

ŞARK MİLLETLERİNİN ANTİEMPERYALİST BAKÜ ŞURASI

20. yüzyılın başlarında Emperyalizmin açık işgalleri altında inim inim inleyen 3. Dünya Milletleri “antiemperyalist savaşların” hazırlıkları içindedir, ilaveten 1. Dünya Savaşının nihayetlenmesi ile de oluşan yeni dengeler, yeni işgaller karşısında tepkiler çığ gibi artmaktadır. Diğer taraftan “Marksizmin analizlerinin” başta emperyal devletlerin bizatihi kendi coğrafyalarındaki yeni tezahürleri olmak üzere ezilen-sömürülen milletlerin antiemperyalist mücadeleleri üzerinde de Marksizmin yol göstericiliğinin güçlü etkisi özellikle de Sovyetler Birliğinin artık çok güçlü bir alternatif ve taraf olması ile siyasal ve sosyal dengeler değişmektedir. İşte bu ahval ve şeraitte Türkiye, İran, Hindistan, Afganistan, Özbekistan (Taşkent, Buhara-Semerkant), Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan başta olmak üzere Orta Doğu ve Afrika’dan başını da Müslümanların çektiği birçok milletten delegelerle “istiklal savaşlarının” fitilini ateşleyecek bir kurultay toplanır Bakü’de, “1. Şark Milletleri Kurultayı”… Şüphesiz ki; Sovyetler Birliği’nin Doğu Milletleri ile iyi ilişkiler oluşturmasının önemli adımlarından birisiydi aynı zamanda mezkûr kurultay… Sahip oldukları sistemin de ruhuna pek münasip bu açılım, tarihsel süreç içinde Sovyetler Birliğine, bazıları başka tanımlar yapsa dahi, çok önemli ittifaklar ve birlikteliklerin kapısını açmıştır. Mesela dünya sağ cenahının köpürttüğü “esir Türkler” iddia ve teorisi o günde, bugün de pek bir karşılık bulamamaktadır… Merak edenler, murat ve meramıma müteallik ipucu babında, Halife damadı sıfatı ile genelde Müslüman ülkeler ve hareketler üstündeki müspet sempatisine rağmen Enver Paşa’nın Türkistan hayallerinin ve Buhara Cumhuriyeti, Basmacı hareketi süreçlerini ve hayal kırıklığı dolu neticelerini okuyabilirler… Görülecektir ki; mezkûr kurultayın toplanma gerekçelerini oluşturan siyasal ve tarihsel süreç, iddiaların aksine, Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın her birinin ayrı ayrı birer Sovyet Cumhuriyeti olmaları ile nihayetlenecektir. Biz bu coğrafyadan bakarak ister beğenelim, ister beğenmeyelim… Nafile-i figan, nafile-i tirat…   

Daha önce Bakü'ye gidişlerimde vakitsizlik sebebiyle çok istememe rağmen ziyaret edemediğim mezkûr kurultayın toplandığı şimdiki “Azerbaycan Milli İlimler Akademisi” önündeyim… Bina fasadı çok güzel, harika diyebileceğim bir park içinde ve tam karşısında da Azerbaycanlı şair ve yazar Hüseyin Cavid adına düzenlenmiş bir park bulunmaktadır. Kapıya geldim lakin görünen o ki içeriye girmek mümkün değil, bir polis ve bir güvenlik görevlisi var… Kapı çok anlayamadığım lakin o günlerden korunarak, kollanarak bugünlere getirilmiş bir ahşap kapı gibi… Söveler benim sevdiğim renk granitten… İçeriyi görmek hele de kurultayın gerçekleştirildiği salonu görmek için birçok şeyi yapabilirim duygusu ile doluyum. Hayır diyorlar içeriye giremezsin… Hay Allah çok istiyorum görmeyi… Bu sefer polis geldi, o da yok dedi… Israr ediyorum, nihayetinde kapının arkasındaki kişiye soruldu, izin verildi zannettim lakin sadece kapıyı geçip şöylesine bir bakmama izin verilmiş oysaki… Olsun bu da çok güzel dedim kendi kendime… Hemen kapıyı geçtim girdim, geniş merdivenlerden bir kat seviyesine gelince ikiye ayrılıp ikinci kata erişen granit basamaklar ve güzel korunmuş ya da restore edilmiş merdiven tırabzanları, tam karşınızda bir mihrap içerisine yerleştirilmiş Haydar Aliyev’in bir heykeli ve duvara yazılmış bir sözünü okuyup, ikinci kat seviyesinde tüm bu giriş galerisini çepeçevre kuşatan altın varaklı kolonlar ve tavanda bunu tamamlayan büyük bir avize…

1920 Temmuz’unda “Komünist Enternasyonal” Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de “Şark Milletleri Şurası” toplanacağını duyurmaktadır. Bu duyuruya dünyanın her yerinden kimilerine göre 2.000 kimilerine göre de 3.000’den fazla delege katılır. Konu, şüphesiz düzenleyicisinden de kolayca anlaşılacağı üzere, sömürgeleştirilmiş dünyanın istiklal savaşları marifeti ile özgürleşmesi başta olmak üzere, özellikle de kendi milli burjuvazilerinin menfaatleri uğruna emperyalist paylaşım savaşında (1. Dünya savaşında) hayatlarını kaybeden yaklaşık 25.000.000 insanın anılarına binaen bu felaketlerin bir daha yaşanmaması ve bundan da hareketle sömürüsüz bir düzen gerçekleştirilmesi amacına matuftur.

Kurultayın açılış konuşmasını; önce Azerbaycan Dış İşleri Komiserliği ve bilahare Azerbaycan Halk Komiserleri Kurulu Başkanlığı yapmış Neriman Nerimanov yapar. İşte tam da bunları hatırlayarak, dışarıdaki fıskiyenin karşısındaki banka oturuyorum, gözlerimi kapıyorum, Neriman Nerimanov’u dinliyorum. “Avrupa kapitalistlerinin zulmünden ve tahakkümünden Doğunun çektiği cefalar on yıllık mesele değildir, yüzyıldan fazladır ki Doğu milletleri soyguncu kapitalist devletlerin siyasi tahakkümüne ve istila muharebelerine hedef ve zemin olmuşlardır.” mealinde olan nutku ile Doğunun insanını asker olarak kullanarak Doğuda kurulmak istenen İngiliz Emperyalizmine hodri meydan diyordu. Gerçekten de İngiliz Emperyalizmi 1. Dünya savaşı ile kendisine tehdit oluşturan başta Almanya emperyalizmi ve ortağı Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye ederek dünya egemenliğini ilan ediyordu… İşte bu karşı çıkış başta Hindistan (o dönem Pakistan ve Bangladeş de dâhil) olmak üzere birçok ülkeye şiar olmuştur. Tam da bu yüzden şimdilerde Bakü’nün merkezinde bir meydana devasa bir Neriman Nerimanov heykeli dikilmiş ve adeta görece yüksek mevkiinden ufuklara bakmaktadır. Kimse de, bu avuç aşırı milliyetçi dışında, ne işi var bu heykelin burada dediği yoktur, çünkü Haydar Aliyev’in derin saygı içeren deyişi ile “N. Nerimanov komünisttir lakin Azerbaycan’ın da kurucusudur”

Bilindiği üzere, Türkiye Bakü’de mezkûr kurultayda 3 farklı gurup ile temsil edilir. TBMM’ini Mustafa Kemal Atatürk’ün tespit ettiği grup, Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiye Komünist Partisi grubu ve artık oyunun dışında bırakıldığını bir tülü anlayamayan ya da kabul edemeyen Enver Paşa grubu… Enver Paşa’nın bir dilekçesi, önce kendisince okunması kararına rağmen bilahare kurultay üyelerinin emperyal savaşının bir parçası ve karar vericisi olması münasebetiyle yoğun itirazı neticesinde bir başkası tarafından okunur. Enver Paşa’nın, tüm hikâyesini herkes kabaca bilir, genç yaşında saraya damat olması ile Harbiye Nazırı ve Genel Kurmay Başkanı olduktan sonra yoğun Alman sevgisi ve dahi hesabı ile onların lehine İngiltere ve Rusya’ya karşı savaşa girişir… Netice malum…

Enver Paşa; sanki "Emperyal Güç Almanya" ile ittifak oluşturup savaşa giren kendisi değilmiş gibi, 2 Alman zırhlısını Karadeniz’e gönderen Rus Limanlarını bombalatan kendisi değilmiş gibi, şimdi de Sosyalist Sovyetler tarafındanmış gibi uyduruk bir temsilcilikle de antiemperyalist bu kurultaya katılıyor… Dilekçenin neredeyse tamamında antiemperyalist bir tavır içindedir, sığındığı yere hoş görünme telaşı göze çarpar her satırda, adeta kendini Komünist Enternasyonal dostu kabulü ile yazar ya da yazdırır ya da birileri onun adına yazar, Çarlık Rusya’sı yerine Sovyetler Birliği olmuş olsa idi, ne işimiz vardı Alman Emperyalistlerinin yanında, şüphesiz Komünist Rusya’nın yanında olurduk havasını vermeye çalışır, her paragraf “Yoldaşlar” seslenişi ile süslenmiştir.

Netice itibari ile Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve Türkiye İstiklal Harbi’nin desteklenmesi kararı alınması “mezkûr Kurultayın” en önemli sonucu olup tarihi değeri de tartışılmazdır bana göre… Son olarak Kurultay kararı “Türkiye, emperyalizmin istilacı çetelerine karşı harp yaparken kurultay ana fikir ve gönül birliği gösterecektir” şeklinde iken, Kurultay Başkanı Zinovyev’in “Kuvayı Milliyenin komünist olmadıklarını akıllarından çıkarmadan, antiemperyalist karakterinden ötürü desteklediklerini” özenle ve önemle bildirdiğini de yazayım.  

Bu bilgilerle yaptığım bu ziyaretler benim için duygu yüklü geçmekte ve eksiğim çok olduğundan ötürü de bilgi ve görgü arttırmaya devam ediyorum…


Cumartesi, Ağustos 10, 2024

PETROZAVODSK

Hikâyesi çok eskilere dayanıyor ve geniş olmakla birlikte kısaca "Petro'nun Fabrikalarının" bulunduğu alan diye adlandırıldığını söyleyebileceğimiz bir şehir, Petrozavodsk... Esasen Rusya'nın en büyük döküm fabrikaları olarak tasarlanan sonuçta silah fabrikasına dönüşen başlangıçta İsveç ile olan savaşta savaş alanına yakın alanda bilahare de Osmanlı Rus savaşına top ve diğer silahların imalatının gerçekleştiği şehir olmuştur. Geçen yüzyılda ise barış dönemlerinde "Traktör", sıkıntılı dönemlerde de ihtiyaca binaen tekrar savaş malzemeleri üretimi şeklinde münavebeli bir imalat süreci takip edilmiştir. Şimdilerde ise bir taksi şoföründen öğrendiğimiz ve teyit amacıyla da fabrikanın yerine gittiğimizde artık fabrika yerini bir tabelaya terk ederek yıkılmış olduğunu müşahede ettik.

Karelya Cumhuriyeti, ciddi büyüklükte bir coğrafi alan olmakla birlikte yönetim merkezi Petrozavodsk'ta bulunmaktadır. Petrozavodsk Onega Gölü kıyısında kurulmuş bir şehir, neredeyse şehrin tamamını gezdim, kâh yürüyerek kâh taksi ile... Çok geniş caddeleri, inanılmaz parkları olan bir şehir ve pırıl pırıl, yerde çöp görmek imkânsız... Yaklaşık 750.000 nüfuslu bu kentin; 1 havaalanına, bir güzel tren istasyonuna, 9 adet yükseköğretim kurumuna, 6 adet oldukça büyük parka ve çok daha önemlisi birisi oldukça büyük toplam 16 kütüphaneye, 23 adet çeşitli büyüklük ve disiplinlerde müzeye sahip olduğunu öğreniyoruz, hayretle...

2. Dünya savaşı sırasında Almanya erketesi Finlandiya tarafından 1941 senesinde işgal edilmiş 1944'e kadar devam etmiş bu işgal... İşgalde ilk iş, şehrin adı değiştirilip Finlileştirilmiş, benim söylemekte zorlandığım "Jaanislinha" halini almış. Şehrin sokakları ve önemli meydanları da bu değişiklikten nasiplenmiş anladığım kadarı ile. Finlandiya ordusunun yaptığı en önemli iş ise, hamisi ve abisi durumundaki Almanya'dan eksik ve aşağı kalmamak adına, başta işgali kabullenmeyenler, muhalifler sonra da Ruslar toplama kamplarında misafir ediliyorlar (!!!). Petrozavodsk'ta 7 adet olmak üzere toplamda Karelya Cumhuriyetinde 14 adet kamp oluşturuluyor. Yani bu toplama kampı organize etme işinin onuru sadece Almanya'ya ait değil, görüldüğü üzere... Kayıtlı ve teyitli bilgiler çerçevesinde ölü sayıları detaylı verilmiş tanıtım bilgileri ile ansiklopedik kayıtlarda lakin bunlara girmenin bir manası yok şimdi bence... Şehrin kurtuluşunu ise Onega Gölündeki Deniz Kuvvetleri gerçekleştirmiş, bunu da hayretle öğreniyorum, bu gölde bir deniz kuvvetleri organizasyonu, hiç aklıma gelmezdi böyle olabileceği, belki asker olmamam hasebiyledir... Diğer göllerde durum nasıldır bilmiyorum, ya da bu göllerin birbirleri ile ya da deniz ile bağlantılarının ne olduğunu da...


Onega Gölü kıyısı gayet güzel düzenlenmiş bir park ile boydan boya geçiliyor. Rehberimiz bu sahil düzenlemesi kapsamında yerleştirilmiş anıtsal objeleri anlatıyor, farklı ülkelerin farklı şehirleri, farklı zamanlarda "kardeş şehir" olunması hasebiyle yerleştirildiğini öğreniyoruz. Benim açımdan en ironik olanı ise Finlandiya'nın Varkaus şehrinin "kardeş şehir" olunması hasebiyle "birlikteyiz" ya da "Dostluk dalgası" temalı bir objeyi yerleştirmiş olması... Rusya ile imparatorluktan itibaren ve Rusya’nın Batı ile ilişkilerinin inişli çıkışlı olmasını takiben, Sovyetler dönemi başlarken Lenin önderliğinde güçlü Rusya imajı sebebiyle gayet olumlu olan ilişkiler 2. dünya savaşı ile bozuluyor, işgalci ruh dışa vuruyor, ne zaman Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği Almanya "panzerlerini" önüne katarak taa Berlin'e kadar sürüyor, Finlandiya tekrar dost görünmeye başlıyor, Ukrayna krizi ile birlikte Batı ile Rusya arasında ilişkiler gerginleşirken Finlandiya yine tercihini görece güçlüden yana yapıyor, vs. vs...   

Sahildeki geniş yürüyüş yolunun devrim öncesi komple kırmızı granit ile kaplı olduğu bilgisini veren rehberimiz, kaplamalarının Komünistler tarafından sökülüp yerine beton plakaların yerleştirildiğini anlattı. Bilahare de yapılan yeni düzenleme ile beton plakaların aralarına önceden sökülen kırmızı granitlerin tekrardan yerleştirildiğini söyledi... Hay Allah.. Gerçekten iddia edildiği gibi "zenginlik göstergesi" nitelemesi ile Komünistler tarafından sökülüp yerine beton plakalar yerleştirilmiş ise akla zarar... İddia ne "zenginlik", peki döşenmiş bu geniş ve uzun yolun zenginlikten arındırılması adına komple sökülmesi için harcanacak emek, zaman ve para boşa harcanmış sayılmaz mı? Üstelik çıkarılmış malzemenin def edilmesi yerine yeni beton plaka getirilip döşenmesi gibi kocaman bir iş silsilesi var iken... Acaba gerçekten bunu düşünememişler midir? Şüphesiz bedeli düşünmeden görüntü adına Komünistler de iş yapar, lakin o sıkışık günlerde akla gelecek ilk iş bu mu olur, bilemedim... Yahu artık bıktım, nerede sıkışılsa, nerede izah olunamayacak bir durum zuhur etse, akla ilk komünistlerin getirilmesinden yorulmadı mı bu insanlar acaba? Yahu biz de hemen bu anlatılan abuk hikâyelere inanıyor muyuz da, sık sık bize anlatıyorlar, bilemedim...

Taksi şoförü dedim ya; meğerse adam Ermeni imiş ve köken olarak Erivanlı imiş, benim Türk olduğumu öğrenince soğuk davranır diye düşünmüş idim, yanılmışım, hatta sordum, burada Türkler var mı diye, evet az da olsa Türk olduğunu lakin hiç de azımsanmayacak bir Azeri nüfusunun varlığından söz etti. Yaşanan son Azerbaycan ve Ermenistan savaşlarından söz edince de çok fazla renk vermeden aslolanın "barış" olduğunu söyledi, ne kadar içten ne kadar değil bilemem...

Benim Karelya ziyaret tercihim nereden oluştu birazda ondan bahsedeyim, gençliğimde Çeşme'ye gelen yabancı turistlerde özellikle İsveçli ve Finlandiyalı olan erkeklerde bir hayli sık kullanılan "Hakan" adını hayretle görmüştüm. O tarihte biraz merak edince de mezkûr coğrafyanın başta Ural Dağları ve Orta Asya Steplerinden Türk göçü aldığını öğrenmiş idim. Hep bu manada bir öğrenme duygusu içinde oldum. Planladığım son Rusya seyahatimi yaklaşık 1 hafta fazla tutarak buraları da göreyim istedim, biraz araştırma ile de öğrendim ki, mezkûr göçün yeni topraklara taşıdığı "Şamanizm" ve "şaman tapınakları" izlerini de bulmak mümkün... Lakin gerçek manada ne tapınak ne de din adamı görebildim bu bilgiye bağlı, evet izler var lakin fazla belirgin değil... İsimlere gelince de yine aklımda kaldığı kadar fazla belirgin değil... Lakin yerleşim yer isimleri, katiyen Rusya havası vermiyor, tamamen Finlandiya havası veriyor... Üstelik de ansiklopedik bilgilere göre nüfusun çok azının Fin olmasına rağmen... Umarım bir gün vize konusunda "insan haklarını önde tutanlar" konuştukları gibi davranırlar da fırsat bulur Finlandiya tarafında durumu görme fırsatımız olur... Tur kapsamında bir köy ziyaretinde köylülerin bir gösterisi kapsamında, kullanılan müzik aletleri ile yapılan müziğin bizim alışık olduğumuz müzik tınısına çok uzak olmadığını da müşahede ettim... Hatta bu gösterideki müzik aletleri ve müzik hakkında ve performansı video olarak kayıt ettim... Keşke müzik bilgim de vasatın üstünde olsa idi ve yapabileceğim bir değerlendirmeyi sizinle paylaşabilseydim. Enteresan anılar…


Çarşamba, Temmuz 31, 2024

LENİNGRAD KUŞATMASI

Leningrad'a daha önce de gelmiş idim lakin hep kısa sürelerde hedef noktalara uğra, dön tarzı, bu kez daha geniş kapsamlı ve bilerek ve dahi daha fazla anlayarak, dolaşıyorum... Moskova'dan önemli tren hatlarından biri sayılan "Moskova-Petersburg" hattındaki ekspres tren "Sapsan" ile geliyorsunuz, dışarıya adım attığınız yer "Ploşad Vostaniya" (ayaklanma meydanı) karşıda binanın üstünde kocaman "Kahraman Şehir Leningrad" yazısı karşılıyor bizi... Meydan ortasındaki görece geniş alan, yaklaşık 20 mt. yüksekliğinde dikdörtgen kesitli bir dikilitaş ile "yaşananlar asla unutulmayacaktır" faslından onurlandırılmış. Gerçi şehrin hemen her yerinde "unutursak kahrolalım" kabilinden anıt, levha ve eser bulunmaktadır. Şehir adı Petersburg olarak değiştirilmiş lakin Leningrad olarak anılmaya devam ediyor ve anladığım devam da edecek...

Almanların erketesi Finlandiya'nın da bulunduğunu asla ve kat'a unutulmaması gereken bir detaydır, Sovyet devrimi ve Lenin'in önderliğinde izlenen dostluk çaba ve politikaları unutulmuş, geleneksel düşmanlık depreşmiş, aradaki güzel ve olumlu ilişkileri unuttulmuş ve savaşa bodozlama girilmiştir. Finlandiya ordusunun bir koluda daha da kuzeyden eskiden kendilerine ait olduğu iddiası ile taaa Onega Gölüne kadar olan geniş bir alanı işgal etmiş olup, bunu "Petrozavodsk" üstüne bir yazımda detaylı değinmek üzere geçiyorum.

Hani tarihe, "Bad el harap ül-Basra" diye bir laf ile geçecek Moğolların Basra kuşatması ve istilasını ve dahi taş taş üstünde konmamış olmasını mumla aratacak günler yaşanır, Leningrad'ta... Yaklaşık 3 yıl süren bu vicdansız kuşatma sonunda geride 1.000.000 (yazı ile bir milyon) sivilin cenazeleri kalıyor, kimi saldırılardan, kimi kıtlık ve açlıktan, kimi salgın hastalıktan ölüyor lakin tablo vahim... İnsanların hayatta kalmak uğruna, ayakkabılarının köselelerini, atlarını, kedilerini, köpeklerini, fareleri yedikleri bilnir, hatta ölülerini bile...  

Almanlar öylesine kızgındırlar ki Ruslara o kadar kızgındırlar ki şehrin su kaynaklarını bile zehirleyecek kadar gözleri dönmüş, akılları dumura uğramış durumdadır. Gerçi savaşı kaybettikleri haberi Hitler'e verildiği zaman "teslim olalım, sivil halk ölüyor" diyen generale "onlar bizi seçerek kaderlerini tayin etmişlerdir" diyecek kadar zalim anlayışın başkaları için bu kararı vermesi şaşırtıcı sayılmaz. Efendim onlar Nazi imiş, faşist imiş de, vs vs... Bugünkü Almanya'nın pozisyonu ne... O gün de Almanların destekcisi ABD idi bugün de ABD...

Şehri geziyorum, Nevski Caddesi ve yan sokakları üstünden, yukarıda bahsettiğim levhalardan birinde çok duygulandım... Levhada anladığım kadarı ile aynen şöyle yazıyordu, "1941-1945 arasında şehir savunması için çalışmaların yürütüldüğü ve yedek güçlerin koordinasyonunun yapıldığı bina"... Birden aklıma meşhur "Leningrad kuşatması" belgesel filmi geldi, hani orada ünlü besteci Şostakoviç'in yine ünlü bestesi "Leningrad Senfonisi" olarak bilinen eseri Leningrad Radyosundan yayınlanır ya, hani direnişin ve cesaretin müziği olarak kentin daha da bir güçle direnişe devam etmesinin aracısıdır ya... İşte hemen kulaklığımı taktım, mezkur binanın yanından ayrılmadan kısacık da olsa dinledim mezkur cesaretin ve direnişin senfonisini... Gözlerimi kapadım şöyle bir daldım gittim... Günlerce sivil hedefleri bile havadan bombalayan bu güruhun zulmü karşısında direnişin azmini hayal ettim... Müthiş işler... Mezkur belgeselleri seyretmemiş olanlara, yaşananları gerçeğe en yakın olarak hatırlamaları adına seyretmelerini hassaten öneririm... 

Bilindiği üzere; Leningrad kuşatması için Almanların hızlı hareketi karşısında Sovyet yöneticiler, şehrin askeri olmayan kişi ve değerlerini tahliye etmeye başlarlar, mesela meşhur "Hermitage Müzesi" Ural Dağlarına taşınırken, bilim insanları ve sanatçıların da tahliyesine karar verilir. Bu tahliye kararına uymayan, kızıl orduya katılmak için büyük sanatçı Dmitri Şostakoviç da girişimde bulunuyor lakin sağlık sorunları nedeni ile bu talep red ediliyor. Yoğun bombardıman altında bulunan şehirde sürekli çıkan yangınları gözlemek için itfaiyeci olarak görev üstlenirse de bilahare başta siper kazma işleri olmak üzere milis teşkilatında yer alır. Bu zor günlerde "Leningrad Senfonisini" besteler ve kuşatmanın 1. yılında sonuç vereceğini hesap eden Hitler ve Kurmaylarının Leningrad'ın önemli Otelinde vereceği kutlama gününde de yayınlamaya karar verir. İşte o gün derme çatma bir orkestra organize edilerek eser seslendirilir ve en önemlisi de Leningrad Radyosundan ve şehir hoparlörlerinden yayınlanır. Direnişin Senfonisi olarak anılan mezkur senfonide insanlığın barbarlıkla mücadeleisini anlatacak ve kuşatma altındaki halka cesaret ve umut verecektir. Eser şöyle bir sunuş ile çalınmaya başlayacaktır; "Yoldaşlar! Şehrimizin kültürel tarihinde yer alacak büyük bir olay gerçekleşmek üzeredir. Birkaç dakika içinde, harikulade vatandaşımız Dmitri Şostakoviç’in ‘Yedinci Senfoni’sini duyacaksınız. Kendisi bu müthiş besteyi düşman Leningrad’a delicesine saldırdığı esnada yapmıştır… Faşist domuzların bütün Avrupa'yı bombaladığı ve Avrupa’nın da Leningrad'ın sonunun geldiğini düşündüğü esnada. Ama bu performans ruhumuzun, cesaretimizin ve savaşa hazır olduğumuzun şahididir. Dinleyiniz, yoldaşlar"

Evet, bu anlamlı eser eşliğinde direniş sembolü bu şehri duygu yüklü  halimle gezerken, demiryolu ile "Moskova İstasyonuna" gelen insanları ilk karşılayan "Kahraman Şehir Leningrad" ifadesi daha farklı bir anlam kazanıyor... Ve insan nasıl oluyor da unutuyor yaşananları ve yaşayanların hatıratını anlamak imkansız vallahi... Geçenlerde bir köye gezmeye gitmiş idim, köyün girişinde çok anlamlı bir bir tabela karşılıyor ziyaretçileri... Büyük Vatanseverlik Savaşında köylerinden hayatlarını kaybedenlerin yüce hatırasına ithafen levhada tek tek fotoğrafları bulunmakta olup, "vatanları için savaştılar, kimse unutulmadı, hiçbirşey unutulmadı" yazarak da minnet, saygı takdimi daimi kılınmış. Her daim bu yaşananları hatırlamak ve hatırlatmak adına Rusya'da herşeye rağmen ciddi manada takdir-i şayan bir davranış var...