Çarşamba, Nisan 23, 2025

CAN İLE CAN - HATİCE MİTHAT CAN

 

Hayatlarını ve dahi canlarını hak, hukuk, insan hakları mücadelelerine adayan ve maalesef 6 Şubat Hatay depreminde hayatlarını kaybeden Hatice ve Mithat Can’ın hayatları Mahir Mansuroğlu ve Nuri Günay’ın birlikte yazdığı “Hatice-Mithat Can: Aynı denizde buluşan ırmaklar” adlı kitap ile ölümsüzleştirildi. Herkese, misal teşkil edecek bir hayat bütünlüğü ve tutarlılığı var kitabın her satırında Can’ların hayatından tensip babından.  Kitabın son bölümünde dostları ve tanıdıklarının kaleminden bu manalı hayatın bazı bölümleri var ve buradan Ender İmrek’in anlatımından bir bölümü aktarmak istiyorum. “baskısız-sömürüsüz-savaşsız başka bir dünya tahayyül eden, ancak düşünmekle, dile getirmekle yetinmeyen değiştirmek için mücadele eden, sözüyle eyleminde uyumlu ve tutarlı iki devrimci yoldaştır Canlar. Kadın erkek eşitliğini kararlıca savunmuş ve kendi öz yaşamları dâhil uygulamış, yıllar geçerken zihnen her daim genç kalmış iki insan. –ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa- diyen; dil, kültür, inanç, düşünce, örgütlenme… İnsana dair olana vurulmak istenen her pranganın kırılması için söz söyleyen ve bununla yetinmeyip eyleme geçendir ikisi de. Her devrimcinin ardından güzel sözler edilir, ancak bu sözleri en çok hak edenler arasında yer aldıklarına kuşku yok.” Emin olun her tanıyan çok güzel sözler söylemiş hani Nazım Hikmet’in düşman adlı şiirinde gayet güzel tariflediği düşman rolündeki muhteremlerin dışında kimsenin Can’lar için olumsuz tek kelime dahi etme imkânı olmaz, olamaz.

Hülasa Can’lar, canlarını halkların eşitlik, hürriyet davasına korkusuz, karşılıksız ve tavizsiz hasretmiş devrimci insanlardır. Samimiyetleri hayatlarının yalınlığından tam manasıyla buna bir teyittir, beklentisizdirler her girişimlerinden, tek haslet özgür insanların elini kolunu korkusuzca sallayarak, düşündüklerini kaygısızca söyleyebildikleri bir dünyadır… Tam da bu yüzden heyecan ve büyük bir şevkle nerede bir barış, özgürlük ve eşitlik talebi varsa orada olmayı bir insanlık borcu telakki etmişler, fiilen olamıyorlarsa da fikren orada olduklarını tebarüz ettirmişlerdir… 

Kitap temelde, Can’ların, çocukluklarından, lanet depremde vefatlarına kadar hayatlarını, daha önceki karşılıklı mülakatlardan, hatıralardan aktarılanları öne çıkarsa dahi arka plan müthiş… Canım Yurdumun, 60’lı yıllardan itibaren günümüze bir “yarım yüzyıllık Almanak’ı” adeta… Şüphesiz bu kabil değerlendirmeler o günleri yaşayan herkes tarafından bilinmekte ve yapılmakta olup, ziyadesiyle araştırma ve inceleme tarzında derlenmişlerine de ulaşmak mümkün hem de beynelmilel boyutları ile… Kitap bir yanı ile iki devrimcinin hayatını verirken, tarihe “Hatay Meselesi” diye geçen 1939 senesi Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını, öncesi ve sonrasıyla da kabaca yerelin siyasi ve sosyal pozisyon almalarına değinmektedir. Esasen de yazar, “insanları tanımak, anlamak için doğdukları, yaşadıkları şehri, o şehrin tarihini ve kültürünü bilmek gerekir” tebarüzü ile kısaca Hatay ve özellikle Samandağ ve dahi Asi Havzası tanıtımı da yapmaktadır. Önemli midir? Şüphesiz çok önemlidir bence de… Coğrafya kaderdir denilirken de muhtemelen coğrafyanın, ikliminden beşeriyetine kadar mizacı ve hayatı üzerindeki tesirleri düşünülmüş olmalı… Hele ritüeller ve bayramlar üzerine değerlendirme yapılan bölümler her ansiklopedide kolayca tekmili birden bulunabilecek türden değildir. Çok dinli, mezhepli ve çok etnikli bir coğrafyadır, haliyle her birinin ritüeli, her birinin bayramı farklı sebep ve zamanlara bağlıdır elbette bu çeşitlilik ve çokluk yöreyi bir “bayramlar diyarı” haline getirmektedir. Özellikle bu çeşitlilik çocukların hayatlarında önyargı azlığı ve hoşgörü çokluğu sebebiyle muhteşem bir zenginlik meydana getirmektedir.  

Arka plan demiştim ya, siyasal, sosyal ve kültürel hayatımız, ritüellerimiz, ekonomik hayatımız, şehircilik anlayışımız, beslenme alışkanlıkları, yenilen yemekler, içilen içkiler, edilen kelamlar, işte tekmili birden… Yazarlarımıza teşekkür ediyoruz, bize Can’ların hayatlarını özetledikleri için ve arka planda müthiş bir bilgi dağarcığı oluşturdukları için… Öğreniyoruz, hatırlıyoruz, yorumluyoruz, az bir şey mi neden, niçin, nasıl, ne zaman diyerek üstüne tefekkür ediyoruz. Ezan, Hazan ve Çan derken onların insani ve sosyal tabanı, özellikle bir avuç etnik yapılarını gizlemekten korkmayan Ermeni’nin, Yahudi’nin kaldığı topraklar kast edilse de bir kısım önemsenmezken bir kısım da gözden kaçırılıyor… Konu derin ve uzun lakin kifayet-i izahat…

Asıl arka plan ise deprem, bir koca şehir adeta yok oluyor, ilk günler duyarlı ve ilgili insanların insanüstü çabaları, çağrıları… Sonraları görüntüler meydana çıkıyor ve dehşet ortada… Öyle ikiyüzbeşbin Hatay’lı vatandaşın imar barışı problemi çözdük diye övünürsen sonuçları da hiç şaşırtıcı bulmayacaksın. Çok üzgünüm evet bir inşaat mühendisi olarak çok üzgünüm ortaya çıkan tablodan… Bir deprem esnasında binalar hasar görebilir, depremin şiddeti, süresi ya da atım şekline bağlı olarak bu kesin… Lakin bu alanları imara açar iken hiç mi arazi ve jeolojik çalışma yapılmaz? Mesela, bir mühendis yarın kalkıp taksiciliğe başlasa ne olur bilir misiniz? Yok, plaka tahditi, yok taksi tahditi gibi akla hayale ziyan engeller ihdas eden mevzuat, bir taksici yarın çok büyük paralar eden taksi plakasını satsa müteahhitliğe başlasa mevzuat sesini çıkarmayacak, emin olun… Peki; Belediyeler kontrol etmiyor tezini savunurken bugünkü hala sık sık değiştirildiğinden karar verilememiş olduğunu anladığımız özel denetim sistemini nasıl savunuyorsunuz derler adama? Detay çok anlatmanın da bir manası var mı bilmiyorum? Belki de herkes her şeyi biliyor lakin tribünlere oynuyor, vs. vs… Kim hatalı, kim haklı tartışmasını yapalım ve daima karşı tarafı suçlayalım, kabul de, asla ve kat’a inanmadığım resmi rakamlara göre 24.147 kişi (yazı ile yirmi dört bin yüz kırk yedi) yitip gitmiş… Kimin haklı kimin haksız olduğunun bir önemi var mı peki? Kocaman rezalet… Peki, canım yurdumun necip milleti azıcık ders aldı mı? Belki, lakin hiç zannetmiyorum… 

Denetimler özelleştirildi bana göre çare olmadı? Hiç öyle çare oldu felan gibisine bir abukluğa girmeyelim, inşaat yapan memnun değil, kontrol işindekiler memnun değil, belediyeler kontrol firmalarından memnun değil, neticede ev alanlar da yıkılan binalar altında kalıyor… Bunlar yetmezmiş gibi mevzuat tanzim edenler pasa değişiklik yapıyor, “tüh lan bu da olmadı kabilinden”… Şimdi gelin her şey güllük gülistanlık deyin… Öyle yerel ya da merkezi otoriteye ya da siyasilere sallayarak, suçu yıkarak bu illetten kurtulamayız… Bakın küçücük bir örnek, herhangi bir inşaat ruhsatı ya da iskân raporu alın üstüne kaç farklı disiplinden mimar, mühendis ve yetkili imza atmış, bakın yeter… Edilecek çok kelam var da söyleyip fazlaca zayi etmeyeyim… Depremde Hatay Havaalanı ne oldu, “out of order” peki her yıl su baskınlarından etkilenmiyor mu?  Hatay Havaalanını yapmayın yeri yanlış denilmedi mi? ne dediler “eyyy mühendisler siz işinize bakın, havaalanı yapmak bizim işimiz”… Resultante importante işte… Aaaa netice de Canım Yurdumun makûs kaderine küsmüş necip milletimizin tepkisi ve tercihi değişti mi, zinhar, peki değişir mi? zinhar… Durmak yok yola devam…

Hani dedim ya” kim düşman, kime düşman” tarifi Nazım Hikmet’ten diye, işte o şiir bir kez daha anımsayalım…

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,

Akar suyun

Meyve çağında ağacın,

serip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :

- çürüyen diş, dökülen et-,

 

bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,

dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,

dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla

bu güzelim memlekette hürriyet.

Bursa da havlucu Recebe,

Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,

fakir köylü Hatçe kadına,

ırgat Süleymana düşman,

sana düşman, bana düşman,

düşünen insana düşman,

vatan ki bu insanların evidir,

sevgilim, onlar vatana düşman...

Cuma, Nisan 11, 2025

RASSKAZOVKA METRO İSTASYONU-DİJİTAL KÜTÜPHANE

 Moskova’yı ziyaret eden turistlerin neredeyse tamamının yaratılan sanat içerikli yapısını ve tarihi dokusunu görmek, yüksek anlamını hissetmek ve yaşamak için ziyaret ettiği ve diyelim ki bunların hiçbirisi ile ilgili değilse de ulaşım ihtiyacı nedeniyle mutlaka bir şekilde kullandığı, dünyanın en eski ve büyük metrolarından biridir, Moskova Metrosu. Yaklaşık 180 istasyonu bulunan ve hiçbir istasyonunun diğerine benzemediği Moskova Metrosu, her biri sanat galerisi görünümlü olup, içlerinde özellikle de Mayakovskaya (1938), Ploşçad Revolyutsii (1938), Kropotinskaya (1935), Komsomolskaya (1935), Novoslobotskaya (1952), Novokuznetskaya (1943) adlı istasyonlar öne çıkmakta, ayrıca istasyonların temizliği de dikkat çekmektedir.

Metroda insanlar, o kadar bize benzemektedirler ki anlatmak çok kolay değil, görmek gerekir açıkçası; itiyorlar kakıyorlar, sırayı bozuyorlar hele birde merdiven önlerindeki kalabalıkların nasıl davrandıklarını anlatmak zor. Bu kalabalıkların trenin saatteki yaklaşık 45 km hızla giderken ayakta kitap ve gazete okumalarını hem de hiçbir yere tutunmaksızın büyük bir hayranlıkla izledim ve şimdiler de  “e-book”  yaygınlığı inanılmaz boyutta. İnsanlar hiçbir yere tutunmadan ayakta iken bazen yapılan ani frenlerde hiç istifini bozmadan duruyor olması ise bir başka maharet noktasıdır.

Moskova Metrosu artıları ya da eksileri üstüne daha önce birkaç yazı kaleme almış ve bloğumda yayınlamıştım. Her ziyaretimde görüyorum ki, inanılmaz bir çaba var eksikliklerin giderilmesi adına, vagonlar yenileniyor belli ki raylar yeni düzene uygun hale getiriliyor, diğer gerekli düzenlemeler yapılıyor. İnsanı önceleyen, işletme kültürünün de hızlı değiştiğini ve geliştiğini de müşahede ediyorum, yeterli midir? Değil midir? Tartışılabilir, lakin bence hızla gelişiyor… Yeni hatlar ekleniyor, yeni istasyonlar ekleniyor, banliyö hatları sisteme entegre hale getiriliyor, biletleme ve ücretlendirmede kapsam vatandaş lehine daha münasip hale geliyor, vs vs…

Yeni eklenen istasyonlardan birine geçen yaz denk geldim, muhtemelen dünyada da bir benzeri yoktur herhalde, yaptığım bilgi sorgulamaları da başka bir örneğinin olmadığı yönünde… İstasyon değil bir “elektronik kütüphane” adeta… Hani “modern Avrupa’nın” Rus Klasiklerini kütüphanelerinden “vebalı” muamelesine tabi tutarak kaldırdıkları bir dönemde böylesine devasa ölçüde bir “digital kütüphane” oluşturma fikri bile tek başına muhteşem bana göre, hem de tüm dünya klasiklerini kucaklayarak… Kütüphane bulunduğu yere göre son derece görkemli bir görüntü vermesinin yanında muhteşem bir arşive sahip aynı zamanda ve isteyenlere ücretsiz servis sunmaktadır. Rayların platform karşısındaki duvarları, üzerinde kitap sırtı şeklinde çizimler bulunan dekoratif metal-seramik şirin panellerle kaplanmış, süslenmiş, İstasyonun iç mekânı resmen bir kütüphane okuma salonunu andıracak şekilde tasarlanmış, platformlardaki sütunlar ise dosya dolaplarını andıracak şekilde dekore edilmiş, dolapların üstünde de QR kodları ile binlerce kitap tercih edilmeyi beklemektedir.

2018 senesinde açıldığını öğrendiğimiz bu istasyona “Rasskazovka” adı verilir, Rasskazovka Rusça’da “masal ya da hikâye anlatımı” demek olup, başından beri böylesine son derece anlamlı ve önemli olan bir projenin ipuçlarını taa o zamandan vermiş demek ki… Öyle sıradan bir istasyon değil, her bir diğer Moskova Metro İstasyonlarında olduğu gibi özel olduğunu size hissettiriyor. Metro İstasyonu açık bir hol içinde her iki yöne de giden trenler için tüm benzerlerinde olduğu üzere ayrı düzenlenmiş. Orta alanda bulunan kolonların her birisinin üstüne tasnifi dijital bir kütüphaneye uygun şekilde binlerce kitabın yerleştirildiğini görüyoruz. Anlaşılan kolonlar dijital kütüphane altyapısı da aynı zamanda… Aradığınız her türlü kitaba ulaşma şansınız var, bu manada hikâye anlatılan yer adı verilmiş ya, görünen o ki, adının da hakkını bihakkın vermekte… Çok da basit bir işletim sistemi var, hani benim gibilere de servis verebiliyor kolaylıkla, geliyorsunuz tercih ettiğiniz kitap için yerleştirilmiş QR kodunu okutuyorsunuz kitap hemen cep telefonunuza indiriliyor otomatik, yol boyunca okuyabileceğiniz “e-kitap” hazır.

Ben de denedim hemen Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” adlı kitabını yükledim… Anlamaya çalıştım şüphesiz ki bir şey anlamadım… Lakin Rusça bilenler için ciddi bir kısmet ve kıymet… Galiba yükleme hızı da müthiş öyle uzun bekleme de yapmıyorsunuz, diğer yükleyenlere de baktım onlarda çok kısa sürede yükleyip gidiyorlar… Benim için sıkıntı yazılanları okumak şüphesiz, bir tarafı ile Kiril Alfabesi zorluğu, diğer tarafı ile yeterince aydınlık olmasına rağmen harflerin küçük oluşu en büyük etmen.

Esasen tüm dünyada olduğu üzere bu coğrafyada da kitap okuma işi biraz azalmış gibi. İstatistikler onu göstermekle birlikte Rus Halkı okuyor, gazete okuyor, beyaz dizi de olsa kitap okuyor, bulmaca amaçlı da olsa gazete dergi alıp okuyor, sonuçta okunuyor bir şekilde… Gerçi uzun zamandır bildiğim bir kent olmakla birlikte, okuma enstrümanları değişse de ciddi bir okur görüyorum metrolarda…   

Bir vade önce okuduğum bir araştırma sonuçlarına göre her şeye rağmen kitap okuma sıklıkları sorulan farklı ülke insanlarının cevaplarına göre Çin birinci, Rusya ikinci, İspanya üçüncü sırada idi yanlış hatırlamıyorsam ve yine beklenenin aksine Hollanda ve Güney Kore neredeyse hiç okumayanlar kulübünün tescilli üyeleri… Gerçi özelde Hollanda, genelde Avrupa, seçimlerde yaptıkları tercihlere de bakılırsa mezkûr araştırma sonuçlarını teyit eder bir görüntü vermektedir.

Mesela adama diyorsun ki, “neden okumuyorsun” el cevap “kitaplar çok pahalı”… Peki, sigara ucuz mu? Mesela bira ucuz mu? Şüphesiz ucuz değil, lakin tercihi böyle ve kamuflaj olması adına manalı cevaplar… Gerçi büyük ihtimalle azıcık da utanıyordur bu cevap sahipleri. Eğer böyle ise utanma duygusu da önemli sayılmalıdır mezkûr muhteremlerin lehlerine…

Netice itibariyle mezkûr dijital kütüphane ne kadar yaygınlaşır bilemem lakin, yaygınlaşmasını çok isterim…

Perşembe, Nisan 03, 2025

NASIL YAPMALI

 

Roman; bir yanıyla sosyal hayata matuf “yeniciliğin” öncüsü gibi durmakta iken diğer yanıyla yazıldığı döneme yönelik olayların örgüsü bir roman kurgusu içinde ilerlerken yazar bir anda el freni çekercesine bu akışı durdurup, dondurup, okuyucu ile muhabbete girişiyor, olanların yorumundan ve olacakların ipucundan bahisle yepyeni bir biçim tutturuyor, ya da ben bu kurgulamaları yeni olarak görüyorum… Yazar, temelde bir aile ve komşuları, patronları gibi eskiyi temsil eden çevre ile üniversite öğrencileri ve vasıtasıyla tanıştığı yeniyi temsil eden kesimin dirençlerini, kabullerini, rızaen davranışlarını ya da ret edişlerini, yaşananların kabul ya da itiraz gerektiren yanlarını günlük hayatın rutin ilerleyişi içine büyük bir sadelik ve ustalık ile yerleştirip süper bir ilişkiler düzeneği oluşturuyor. Esasen başlangıçtaki rutinlik ve durağanlık sıkıcı görünse bile ilerleyen bölümlerde konu çeşitlenip ivme kazanmaktadır.

Lenin; Çernisevski’nin “Nasıl Yapmalı” kitabından esinlenerek yeni dönemin düzeni ve insanları üzerine hayaller kurduğunu ve bundan ziyadesiyle faydalandığını anlatarak takdim ettiği mezkûr kitabının adı aslında “Sto Delat” olup “Ne yapmalı” manasındadır. Lakin Lenin de sonradan “Ne Yapmalı” “Sto Delat” adlı bir kitap yazınca çevirenler burada her ne kadar yazar ismi, dönem farkı gibi detayda farklar olmasına rağmen kitap ismi benzerliğinin olmamasını hedefleyerek “Nasıl Yapmalı” diye çevirmişler. Oysa Rusça’da “sto delat” ne yapmalı demektir ve her ikisinin de kitabı aynı adı taşımaktadır. Lakin çevirenlerin tercihi böyle tecelli etmiş…

Lenin’in şüphesiz bu kitabı okuyarak, hatta bir yaz boyunca beş kez okuduğu da rivayet edilir ya,  yaygın şekilde söylenildiği üzere,  yeni döneme yönelik, yeni düzen ve yeni düzenin insanlarının hayalini kurduğunu ileri sürmek bana göre çok zor şüphesiz… Bir de beş kez okuduğunu ileri sürenlerin neden acaba diye düşünüp düşünmedikleri de muamma. Neyi anlamamıştır da aynı yaz ayları içinde beş kez, değil mi? Acaba kitabın yazarına hürmeten, kitabının belirsizliğini çaktırmadan lakin çok önemli vurgusunu da eksik bırakmadan mı okunmuştur? Bilemiyorum, haddimi de aşmadan bitireyim yorumu… Lenin hayatı boyunca gördüğüm kadarıyla gezdiğim çeşitli müzelerden ve düşüncelerinden edindiğim bilgilere istinaden çok geniş yelpazede çok geniş katmanların anlatıldığı çok geniş olayların anlatıldığı, çok geniş ütopyaların anlatıldığı kitapları okumuş, bunlardan beslenerek ve dönemin popüler ve yükselen ideolojisi marksizme sahip çıkarak ilerlemiştir. İşte bu beslenme süreci içerisinde dönüm noktalarından birisi olarak tayin ettiği ne yapmalı Cernisevski kitabını ben de nihayetinde bu öykünmeyi öğrendiğim andan itibaren planlamıştım ve nihayetinde okudum, kitabın gerçekten söylendiği kadar önemli olup olmadığını halen anlayabilmiş değilim lakin gördüğüm kadarıyla çarlık despotizminin yarattığı pesimist insanlar karşısında optimist düşünebilen, olumlu düşünebilen insanların rol aldığı sahnelerin anlatılıyor olması enteresan kitap açısından… Çernişevski romanında kahramanlara verdiği rolü kendi dünya görüşüne münasip biçimde mevcut şartların en bariz taraflarını öne çıkararak tasvire çalıştığı “yeni dönemin yeni insanı” imajını tüm detayları ile yüklemiş görünmektedir. Zamane Rus vatandaşının ne kabil değer yargıları olması gerektiğini romanın kahramanları üstünden anlatır da anlatır… Anladığımız kadarı ile mezkûr yeni insan tipolojisi bilgili, kararlı, güçlü arzu sahibi olmalı, aklı öne çıkaran, aksiyon kabiliyeti olan, optimist davranışlar sergilemeli, tüm bu özelliklerin kişisel ve toplumsal rollerine iliklerine kadar hissetmeli ve yansıtmalı.  

Romandaki “esas oğlan” Lopuhov, bir toprak sahibinin oğludur, tıp okumaktadır lakin yetiştiği toprak sahipliğinin atmosferine çok da münasip görünmeyen bir hayat tarzı içindedir. Akademisyen olup üniversitede kariyer düşünmekte olup, disiplinli ve çalışkan, hedefi için ailesinden fazlaca beklentisi olmayan, bu uğurda maişeti için öğrencilere ders veren birisidir. Bir diğer kahraman olan ev arkadaşı Kirsanov da tıp öğrencisidir. Kardeşine ders verirken tanıştığı Vera ise klasik Rus ailesinin kızıdır ve rızasının hilafına özellikle de annesi tarafından işverenleri olan ailenin zengin oğlu ile evlendirip aklınca kendilerinin görece rahata ereceği planını romanın her satırında hissettirmektedir. Lopuhov kendisini bekleyen parlak gelecek yerine hayatını değiştirme planlarının peşindeki Vera’nın hayatını deyim yerinde ise kurtarma vazifesini üstlenir. Bu uğurda insanlara aydınlanma fırsatı verilebilmesinin, olayların kendi örgüsü içinde adeta usullerini tespit ve tatbikini göstermektedir. Bir tarafı ile yeni insanın müzik, tiyatro, opera ve bale ile tanışmasının kapısını da açma öncülüğü vardır, romanın kahramanlarının misyonunda. Lakin “esas oğlan” tipolojisindeki tüm kahramanların ortak özelliği, insana saygı, insanların seçim ve kararlarına saygı, beşeri ilişkilerde ise her biri demokrattır.    

Lopuhov ve Kirsanov, her ikisi de yepyeni norm ve form meydana getirebilme kabiliyetine haiz rolleri içerisinde, Çarlık Rusya’sının kadının hiçe sayıldığı ortamında, kadınların tıpkı erkekler gibi haklara sahip olmasını ve özellikle de eşit ve hür bireyler olmasının gereğine inanır ve düşünürler. Bu uğurda terzilikle yola çıkılarak oluşturulan tekstil atölyesi çevresinde, yaratılan hür kadın bireylerin, dayanışma, ortaklaşa çalışabilme, kârı eşit bölüşebilme, kendiliğinden ortaya çıkıp geliştirilen ortak yaşam evlerinin paylaşımını öne çıkarmaktadır bir başka boyutuyla Yazar… Tüketim kooperatifçiliğin bir başka yerde geliştirilmesinin öne çıkarılması ile de külliyen hayatın ütopik bir komünal evreye ulaşmasının prototiplerinin örneklerini vermektedir. Esasen de bir aşk romanı görüntüsünde, "seven insanın sevdiği kadını özgürlüğe taşır" umdesinden hareketle de külliyen "özgürlüğün bulunmadığı mekânda mutluluk olmaz, olamaz" tespitinin yapılmasıdır.

Kitaptan çok miktarda alıntı yapmak mümkün şüphesiz, umde ve önermeler gırla gitmiş, ben kendimce önemsediğim bir tespit ile sonlandırayım yazımı. “Ama onlardan sonraki hayat her şeye karşın onlardan önceki hayattan daha güzel olacak. Yıllar geçecek… Ve insanlar: “evet, onlardan sonra hayatımız daha güzel oldu, ama bu hayat yine de kötü” diyecekler. Bu söz söylenildiği zaman bu insanların yeniden doğma zamanları gelmiş olacak ve bu kez artık eskisinden çok daha fazla olarak görünecekler ve eskisinden çok daha güzel olacak… Çünkü o zaman güzel şeyler daha çok olacak, güzelliklere güzellikler katılmış olacak. Ve aynı döngü -bu kez yeni bir biçim altında- yeniden başlayacak. Bu iş ta insanlar “artık her şey güzel, kötü hiçbir şey yok” diyene kadar böylece sürüp gidecek…” Yani, hayatın temeli hareket, hareketin temeli de emek…

Cuma, Mart 28, 2025

TOPLU SİNEK AVI

 

Yıl1959. İstanbul’un nüfusu hızla artmış, göçlerle birlikte 1,5 milyona ulaşmış vaziyette. Yaz aylarında artan sıcaklık, susuzluk, çöplerin sokağa atılması nedeniyle şehir sineklerin istilası altında. Ahırların ve mandıraların şehrin içinde yer alması, şehir içi nakliyesinde at arabalarının etkin olması,  hatta bazı yerlerde eşeklerin de taşımacılıkta kullanılması, çöplerde biriken öbek öbek karpuz, kavun kabukları, buzdolaplarının henüz her evde, işyerinde olmaması, karasineklerin sayısında ani ve yüksek artışı tetiklemiş (bir çift sineğin 40 günde ortalama 40 bin sinek ürettiğini de hesaba katın) ve haliyle halk sineklerden bezmiş durumda. Bir Cumhuriyet altınının ortalama 120 lira olduğu dönemde çöpleri sokağa atma cezası 150 lira. Düşünün ki bu bile denenmiş, ama nafile. Evler, işyerleri,  kamu daireleri sineklerin hücumuna uğramış, insanlar restoranlara gidemez olmuş. (Velev ki gittiniz, yemek yiyeceksiniz, bir elinizde raket ötekinde kaşık, sinekleri yutmadan lokmayı yutmaya çalışmanız gerekiyor) 160 işçi, 25 teknisyenden oluşan belediye ekibinin bu sorunla baş edemeyeceğinin, ilaçlamaların da yeterli gelmeyeceğinin anlaşılması üzerine, devlet erkânı başlamış alternatif çareler aramaya. Bulmuşlar kendi nazarlarında. Kabaca bir hesap: “İstanbul’un nüfusu tahmini 1,5 milyon; kişi başına ortalama 10 sinek avlansa, 15 milyon sinek eder. Bu iş de kökünden biter" diye düşünmüş olsalar gerek, dönemin Demokrat Partili İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün başkanlığında alınan karar ve talimat, radyo, gazete ve öteki yollarla halka duyurulmuş. 


“karasineklere harp açılıyorrrr!” 17 Ağustos’ta saat 13.00-14.00 arası, topluca sinek avı yapılacak. Talimata uymak mecburi. Rza göstermeyene para cezası.”

Mücadelede yararlılık gösterenlere ödül maiyetinde valilikten teşekkür mektubu verileceği bildirilmiş. Özel, telden yapılmış raketler, yapışkan kâğıtlar ve saireyle halk cenge hazırlanmış. Aile bireylerinin elinde raket, evde, işyerinde hummalı bir mücadele. Ertesi gün gazetelerde çarşaf çarşaf haberler.

“Sinek avı seferberliği sonrası 10 milyon sinek öldürüldü ...”

Ancak sinek nüfusunda belirgin bir değişiklik olmaması kaçmamış gözlerden. Bunun üzerine “Her pazartesi yine saat 13’te tekrarlanacağı" duyurulmuş.

Hatta işi ne denli ciddiye aldıkları anlaşılsın diye 8 kişiye para cezası kesilmiş, yaklaşık 300 kişi ve işyerine de ihtar ve uyarı cezası verilmiş. Sonuç olarak, katılım azalınca uygulamadan vazgeçilmiş, zaten havaların soğumasıyla sinekler de kente veda etmiş, ama sinek avlamak deyimi de o günlerden bugünlere kadar gelmiş.”

Okumaya devam ediyoruz. Yazar, araştırmacı, iş insanı, köşe yazarı, aktivist, önceliği kadın, çocuk ve girişimcilik olan hülasa çok yönlü bir insan Sema Soykan’ın “Öteki Şeylerin Tarihi” adlı kitabını okuyoruz. Bir dolu sözün, deyimin, atasözünün kökeni, tarihçesi ve evrilmeleri üzerine çok muhteşem kelamlar etmiş. Birçoğunu biliyordum lakin yukarıda verilen ara başlık üzerinden “sinek avlamanın” canım yurdumda gerçekleşen bir vakadan türediğini yeni öğrendim, duymuşsam da unutmuşum demek ki… Dediğim gibi muhteşem bir hikâye… Bu kadar abuk işler olmamıştır deyip teyit maksadıyla gazete arşivlerinden baktım, çok üzülmeme rağmen doğruluğu beni şaşırtmadı… Canım Yurdumu yöneten koca koca, deyim yerinde ise deve dişi gibi bu muhteremlerin böylesi bir akıbeti kestiremeden bu kabil tatbikatlara yönelmeleri artık günümüze ışık tutsun gayri… Diğer taraftan bu tatbikatın nafile ve beyhude olduğunun müşahede edilmesini müteakip mezkûr periyotta cereyan eden cezalandırmaların telafi edilip edilmediği merak konusudur… Kesilen cezalar geriye ödenmiş midir? Kesilen cezaların muhtemelen her birinin kanunlarda karşılığı vardır. Zaten kanun devleti olmak bunu gerektirir. Velev ki ceza kesmeye münasip bir kanun bulunmuyor, meclis toplanır behemehâl bir kanun yapıverilir.  Efendim, kanunun geriye yönelik geçerliliği olur mu? diye sorulmaz bu kabil vaziyetlerde, nihayetinde bunlar devlet ve memleket işleri. Artık ne çıkarsa bahtına. Bu işten muaf tutulanlar olmuş mudur? Muafiyet oldu ise sıralama nasıl olmuştur acaba parti, siyasi temas ve yüksek iltimas, madeni haz, ten ile temas vs vs gibi faktörler devreye alınmış mıdır ki? Bilmiyoruz şüphesiz… Lakin akla geliyor…

Hülasa, okuduğumuz kitap, ezelden ebede akan zaman içinde belki de üstüne hiç düşünmediğimiz lakin refleksif ve sıkça kullandığımız bir dolu sözün, deyimin ve atasözünün ve dahi gelenek, görenek ve adetlerin nereden, nasıl, ne zaman ve hangi sebeple zuhuru ve hayatiyeti gayet başarılı ve açıklayıcı biçimde ele alındığının adeta bir arşividir. Sıkça kullandığımız lakin ne zaman ve nasıl kullanmaya başladığımız, zaman içerisindeki mana ve kullanım değişiklikleri üzerine bu kadar detaylı, öğretici ve akılda kalıcı bir kitabın neredeyse tekmili birden hazırlanışı önemli bir kıymet bence…


Yazar; “bilmeyenler için yeni, bilenler için hatırlatma, eksik bilenler için tamamlama olması umuduyla” diyor önsözünde kitabın, emin olun benim için tam da 3 önermenin geçerli olduğu bir vaka… Yeni öğrendiklerim oldu, yeniden hatırladıklarım oldu, yanlış bildiklerimi düzeltme fırsatı oldu, teşekkürler… Kitabın girişindeki “acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır” ile başlayan ve yaratılan bu güzel kitap için “bana bir şey öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyerek teşekkürlerimi ifade ediyorum.

Gerçi inanıyorum, yahu bunları öğreniyorsun da ne oluyor diyenler vardır, varsa eğer, bak bunu düşünmemiştim, der, geçer giderim… Zaten öğrenmek istemeyenlere göre işler değildir bunlar… Merak ile yola çıkarak başına çok şey gelenlerden mi olmak istersiniz diye sorulursa da cevabım merak önemli lakin mezkûr sonuçları ırak olsun derim…

Nihayetinde de bakıyoruz, bizi bizim finansmanımızla, bizim örf ve ananelerimizle, bizim hayat konforumuzu arttırmak maksadı ile bizim arzuladığımız kurallar muvacehesinde yönetsin diye klasik deyimdir ya atadığımız memurların yaptıklarına, sukut-u hayal vallahi… Yüzyılın başında Çeşme’nin 1914 – 1918 yılları arasında kaymakamlığını da yapmış Hilmi Uran’ın “Hatıralarım” adlı kitabında da Çeşme’de yaşanmış bir sivrisinek hikâyesi var, bir gün yeri gelince aktarırım onu… Gerçi hikâyedeki mevzunun kahramanı sıradan bir vatandaş lakin yine de değinmek öğretici ve eğlenceli olabilir. Zaman, mekân ve teknik terakki dâhilinde imkân ve kabiliyetler göz önüne alınınca acaba tayin ettiğimiz memurlar bizimle eğleniyorlar mı diye de sorasım geliyor… Umarım bu “sinek avlama” hikâyesi bugünkü yerel yönetimlerimize misal teşkil etmez, maazallah yanar gülüm keten helva…

Cuma, Mart 21, 2025

ÇEŞME ve KOPANİSTİ PEYNİR

 “Rakı Kavun Peynir” üçlüsü derler ya esasen de bana göre “Rakı, Kavun ve Kopanisti” olmalı bu üçlü… Bu bana göre tabii ki… Ağır ve kalıcı kokusundan ötürü bilmeyenler açısından bir ıstıraptır kopanisti bulunan masada oturmak… Bilenler açısından fazla anlatmaya gerek yoktur lakin bilmeyenler açısından kayda almak manasında meşakkatli bir imal süresi ve süreci olan bu peynir her şeye rağmen kolay dudak bükülecek burun kıvırılacak bir mamul değildir. Masadaki has sızma zeytinyağı ile hemhal kopanistiden aslan sütünden alınan her yudumdan sonra şöyle çatalın ucunu bir dolandırarak alınması ve üzerine de acılığın ve tuzluluğun seyreltilmesi adına bir küçük parça Çeşme Kavunu yeniliyor olmasının verdiği hazzı bilmeyenlere nasıl anlatabiliriz ki… Hatta aslan sütünü sevmeyenlerin bile “halis ev ekmeği” diliminin kızartılarak üzerine azıcık kopanisti ve zeytinyağı sürülmesi halinde kokudan fazlaca bir eser kalmayarak ortaya çıkan lezzetini her daim anlattıklarına şahitliğim vardır…

Kopanisti, keçi sütünden imal edilmiş “lor peynirinin”, sepet peynirinin (kelle peyniri) sepet altı (torba altı) suyuyla fermente edilmesi ve imalat sürecinde sürekli olarak karıştırılıp dövülmesi ya da ezilmesi ile yaklaşık 1 ile 1,5 aylık bir sürecin sonunda tüketime hazır hale gelen peynir türüdür. Benim anladığım kadarı ile Yunancadaki “ezilmiş” ve “dövülmüş” kelimelerinden türemiş olmakla birlikte Türkmen kökenli bir mamul olup nihayetinde de asıl telif hakkına sahip olması gerekenler tarafından unutulmaya yüz tutmuş “suyun öte tarafında” ise hala yaygın olarak üretilen bir peynir çeşidi olan kopanisti müthiş zahmetli imalat sürecine layık bir tüketim tercihi olamamıştır maalesef… Gerçi halen ziyadesiyle yaygın bir vaziyette gerçek sahipleri üzerine tartışmalar yürütülmekte olup kimileri Yunan Adaları kökenli iddiasını çok çeşitli yaklaşımlarla destekleyerek ilan etmekte olsa da bence çok da önemli olmamakla birlikte keçi besleme geleneğine bakılınca sanki bizim Türkmenlere daha yakın görünmektedir. Netice itibariyle Türklere mi ya da Yunanlılara mı ait bir kenara tartışılmaz şekilde Çeşme Karaburun ve hemen karşısındaki Yunan Adalarına ait bir geleneksel bir keçi sütü mamulüdür. Diğer hayvan sütlerinden yapılmaz mı? Şüphesiz yapılır lakin aynı ağız tadının oluşamayacağı aşikârdır… Ege Üniversitesi eski öğretim üyesi arkadaşım sosyolog Engin Önen bir çalışmasında Seydi Akbaykal’dan şöyle aktarır¸ “Kopanisti bebek gibidir. Konuşmaz ama ben onun dilinden anlarım. Yoğrulurken kulak hariç bütün duyu organları ile hissedersiniz onu. Kokusu, rengi, tadı ve yumuşaklığı/kıvamı ile.”

Şimdilerde Çeşme ve Yarımada’da kopanisti peynirine ulaşmak gerçekten çok kolay olmamaktadır, geçtiğimiz yıllarda en son Sakız Adasından satın aldığım kopanistinin ağır kokusundan dolayı evde olmadığım sırada “kokmuş, bozulmuş” sanılarak atılmasına epey üzülmüş idim. Evet, ağır ve kalıcı hatta geniş kitlelerde itici ve sinici kokusu sebebiyle kopanisti imalatı yapan kişilerin bir kısmına da lakap olarak verilmiştir. Gerçi benim hiç katılmadığım şimdilerde kırılmaya yüz tutmuş yaygın bir kabulleniş vardır Canım Yurdumda “keçi sütü” ve “keçi sütü peyniri” kokusu nedeniyle tercih edilmemektedir. Peynir imal tekniklerinin ve teknolojilerinin de son hızla gelişmesi ve değişmesi neticesi geleneksel imalat süreçlerinin de terk edilmesine sebep olması nedeniyle kaybedilen tatlar da “markalaşma” uğruna kapitalist tatbikata kurban edilmektedir lakin önüne geçilmesinin mümkün olmadığı da aşikârdır.

Çeşme ve yöresinde bazı büyüklerimizin “bazmoz” diye bahsettiği esasen de “mazmoz” denen bir yöntem vardır balık avcılığında… Başka alanlarda çok başka manalarda kullanılmakla beraber balıkçılıkta balıkların av alanlarına çekilmesi uğruna yapılan bir açık yemleme tekniğidir “mazmoz”… Mazmoz’un ilk tatbikatına denk gelmem Ilıca’da olmuştur, ekmek ile kopanisti peynirinin karıştırılıp yoğrulması ile meydana gelen kokulu lakin balıklar için cezbedici bu mamulün denize serpilmesi neticesinde balıkların istenilen av alanına toplanmasının temini biçimiyle… Esasen kopanisti peyniri kalker türevi oldukça hafif ve delikli deniz taşlarının başta deliklerine gelecek şekilde tüm yüzeyine bulamaç şeklinde sürülerek meydana gelen mamulün “kirto” denilen balık avı sepetleri içine yerleştirilmesi suretiyle balık avına matuf kullanılması ile yaygın bilinir. Bu yöntem genellikle sığ sularda yapılan avlanma faaliyetlerine başta da kefal ve karagöz gibi balıklara yönelik kullanılırdı. Bir de hatırladığım kadarıyla “voli” denen bir usul ile balık avlama işi vardı, balıkçıların balık olan alanı ağlarla çevirip, çevrilen alanda biraz gürültü ile balıkların ağlara yönelmesinin temini şeklinde, işte ağ çevirme işlemi öncesi de kopanistili mamul yemleme maksadı ile kullanılırdı.

Ticari olmayan geleneksel yerel üretimlerin sonunu getiren süreçler, geleneksel gıdaların üretimi ve tüketiminin de sonunu getirmiştir haliyle… Sanayileşme, bir manada da kapitalizm tüm gıdalarda olduğu üzere peyniri de kaçınılmaz olarak sanayi mamulü haline getirmiş, daha hızlı, daha kolay, daha çok ve daha dayanıklı esasen de daha kar edilen bir meta haline dönüştürmüştür. Tam da bu sebeplerle bir sanayi mamulü olmayan ve olamayacak kopanisti de tüm bu gelişmelerden nasiplenir ve unutulmaya hatta tukaka ilan edilmeye mahkûm olur. Çünkü kopanisti imalat tekniği ve süreçleri sebebiyle sanayileşmeye hiç uygun değildir tam da bu yüzden çok ve hızlı sermaye temerküzüne yatkın sanayi erbabı tarafından elin tersi ile kenara itilir. Esasen meşakkatli imalat süreci de fiyatlandırma açısından sanayi tarafından gelişen gıda teknolojisinin de yardımı ile çok hızlı ve görece ucuz imal peynirler karşısında tercih edilmez hale gelmektedir. Artık piyasa, görece ucuz lakin gıda güvenliği ve sağlığı açısından bir hayli sıkıntılı olan mamullere kalmıştır kopanisti gibi özel çaba, özel tecrübe ve özel maharet gerektiren peynirler rekabet edebilecek durumda değillerdir.

Bazı çevrelerde; benzer çabalar ve süreler ile üretilen bazı peynirlerin benzer özellikleri öne çıkarılarak kesişmeler tespit edilmeye çalışılsa da Kopanisti peyniri bir başka peynire benzemez, benzetilemez… Mesela Seferihisar İlçemiz taraflarında üretilen meşhur “Armola” peynirine benzetilmeye çalışılır lakin hem birlikte yoğurulan malzemeler hem de ortaya çıkan sonuç farklıdır…

Netice itibariyle tadı asla ve kata bir başka peynire hiç benzemeyen “kopanisti” peynirinin, keskin, kesif kokulu, acımsı ve kekremsi lezzette, kremsi yapıda, yumuşak ve azıcık da tuzlu tadına bakılmasını öneririm, şüphesiz ki tadını bilmeyenlere ya da bir kere deneyip bir daha denemeyenlere olacak bu çağrım… Çok değişik lezzetler yakalamak için içine kapya biber başta olmak üzere çeşitli sebzeler katılarak imal edilen yeni tatlar oluşturan değişik bazı imalatlara da rastlanmaktadır şimdilerde…

 

Cuma, Mart 14, 2025

SPORDA PROTESTO

 


Bazılarımızın yere göğe sığdıramadığı “batılı aklı” “batılı zekâsı” “batılı ahlakı” NATO konsepti mucibince 1980 Olimpiyatlarını protesto etmişlerdi, hatırlanacaktır… Benim şüphesiz farklı düşünmeme rağmen onların böyle bir protesto hakkı varlığına inanıyorum lakin benzer her olay karşısında benzer tavır ve tutum alınıyor mu ona bakınca da, akıl, zekâ ve ahlak teyidi ya da tekzibi yapılabilir bir şey haline geliyor… Olimpiyat oyunlarının tarih boyunca “protesto” edilmelerine bakınca görülüyor ki çeşitli sebep ve bahaneler olmakla birlikte her biri zaman, mekân ve teknik terakki mülahazaları neticesinde ülkeleri farklı tutumlar izlemeye sevk etmiştir. Ne zaman sporun bir “propaganda” aracı olması hükümetlerce mütalaa edilmeye başlar hemen beraberinde de “protesto” enstrümanı kullanılmaya başlar. Benim okumalarımdan anladığım kadarı ile ilk politik “Olimpiyat Protestosu” 1936 yılında Berlin’de düzenlenen olimpiyatlar için ABD OK’si (Olimpiyat Komitesi) tarafından, “Nazi propagandası” ve “Hitler ve Aryani ırk üstünlüğü fikriyatını legalize etme kaygısı” ile düşünülmüş ve gündeme alınmıştır. Lakin “Derin ABD’nin” siyasi himmeti ve hikmeti ve araya giren kapitalist ve emperyal ilişkiler ve irade manzumesi protesto fikrini bir anda dağıtır. Biz ABD OK’sinin bu kaynattığı fikirleri aklımızda tutalım ki bir sonraki protesto gerçekleşmesinde nasıl tavizsiz bir tutum alındığı görüp kıyaslayabilelim.  

Şimdi kısaca, oyunlardan atılmalar, katılmaların men edilmesi ve protestolar ile ilgili kısa bir kronolojik hatırlama yapalım. 1920 Olimpiyatlarına, “karar vericiler” 1. Dünya savaşının sorumlusu ve cezalısı olarak gördükleri Almanya, Macaristan, Bulgaristan ve Türkiye’nin katılmasını adeta “galiplerin intikamı” faslından uygun görmemişler. 1924 Paris Olimpiyatlarına bir önce çağrılmayanlar bu defa çağrılsalar da Almanya Fransa ile olan problemlerini bahane ederek katılmaz. 1932 Olimpiyatlarına Canım Yurdum ise “çok masraflı ve yol uzaklığı” bahanesiyle katılmamış. 1940 ve 1944 Olimpiyatları ise devletlerin birbirlerini boğazlaması sebebiyle yapılamamış. 1956 Olimpiyatlarına ise Hollanda ve İspanya, Rusya’yı Macaristan müdahalesinden ötürü, Mısır, Lübnan ve Irak ise Süveyş Probleminin çözümsüzlüğünü protesto etmek maksadıyla katılmazlar. 1972 Olimpiyatlarına ise Afrika Ülkelerinin bazılarının “Irkçı Rodezya’nın” olimpiyatlardan men edilmesini aksi takdirde oyunlara katılmayacaklarını açıklayınca Irkçı Rodezya men edilir. 1980 Olimpiyatları ise en korkunç ve kapsamlı protestoya sahne olur. Sovyetler Birliğinin Afganistan meselesine askeri dahli protesto edilmek maksadıyla, ABD ve NATO ve etkisindeki ülkeler tarafından protesto edilir… Protesto çalışmalarının Afrika ayağında ise bizim çeşitli vasilelerle yere göğe sığdıramadığımız Muhammed Ali Clay ciddi vazifeler üstlenir. Clay konusunu yakında diğer boyutları ile kendimce yazmak istiyorum. 1984 Olimpiyatlarına da Sovyetler Birliği ve etkisindeki ülkeler “siz misiniz bizi protesto eden” misillemesi ile oyunlara katılmazlar.  1988 Olimpiyatları ise, Kuzey Kore, Küba ve Etiyopya tarafından protesto edilir. 2020 Olimpiyatları Covit19 salgını sebebiyle 2021 de yapılır lakin son derece sönük geçer…

“Siyaseti spora karıştırmayın” talkını mucibince her türlü melaneti çeviren batı, değişmez ve sarsılmaz iradesini halen gözümüze sokarak göstermektedir. Ukrayna savaşını bahane edip, tüm Rus Sporcularının ve takımlarının uluslararası turnuvalara katılmalarını engelleyen batı, aynı şey İsrail’e gelince, sus pus, hatta o kadar sus pus ki mide bulandıracak düzeyde… Neden mi mide bulandıracak diyorum, bakın geçen yılki Beşiktaş – Makkabi futbol takımları maçının oynanacağı yerin tespitine, “Efendim, konu öyle değil, Türkiye Emniyet güçlerinin tercihidir” gibi bir takım karşı görüşler söylenebilir. Biz biliyoruz başında meşhur ve malum Ceferin’in ve ekibinin bulunduğu UEFA, deplasman takımının bir gün önceden mazereti ne olursa olsun maçın oynanacağı kente varmaması halinde ne cezalar uyguladığını… Burada hiç itiraz edilmeden kabul edilmesinin başka sebepleri olduğu bal gibi açıktır.

Ayrıca; bu İsrail’in UEFA turnuvalarına katılması da bir başka rezalet… Kardeşim İsrail hangi kıtada, Avrupa’da mı? Hayır, nerede? Asya’da, peki hem ulusal düzeyde, hem de takımlar düzeyinde hangi sebeple Avrupa takımları ile eşleşir… UEFA’nın deve dişi yöneticileri ile onların erketeleri ve dahi aveneleri ne diyorlar; “Asya Oyunlarının katılımcısı ülkelerin %90’ı İsrail’i protesto ediyorlar, ne yapsın bu ülkenin sporcuları, yarışmasınlar mı?”… Bravo hazretler, ne kadar da güzel izah ediyorsunuz… Yahu kardeşim, aynı sebepler kendi siyasal hampalarınızın bu oyunlara katılmıyoruz kararı aldığında farklı mı oluyor? 3-5 siyasi figür bir araya geliyor, bu oyunlara katılıyoruz, şunlara katılmıyoruz dediğinde aklınız ve vicdanınız nerede idi? İşine gelince sporcunun “yarışma hakkı engellenemez” de, işine gelmeyince de “bu yarışmalara katılmıyoruz, katılma kararı alacakların da gelir kaynaklarını kısmak, kesmek olmadı bu işlerde yeni vergiler ihdas etmek gibi tehditlerle kararına mesnet oluştur. Sevsinler sizin ahlakınızı, aklınızı ve zekânızı…

Haydi; İsrail’i çok sevdiğiniz kapalı devre sisteminize dâhil ettiniz, ne anlıyorum ne de kabul ediyorum lakin bir an için diyelim ki, doğrudur. Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Kazakistan hangi kıtada? Bu ülkelerde mi diğer yarışmacı ülkeler tarafından protesto ediliyor? Ne oluyor… Bu kabil sorular karşısında bir takım gafillerin “ne o öyle coğrafi sınır diye kesin hatlar mı vardır” dediği de vaki… Yahu kardeşim sus da derviş bellesinler bari… İttifakla kabul edilmiş “itibari sınırlar” var tabii ki, sen bilmesen de… Siz itiraf etmeseniz de biz biliyoruz, siz görünmez kılsanız da, tüm bu olanlar emperyal politikaların günlük ve konjonktürel akisleridir… Görüneni de, bitmez ve bitmeyecek Rusya korkunuz ve düşmanlığınız… Rusya’yı sevmiyor olmanızı vallahi anlıyorum lakin ahlak, akıl ve zeka kelamlarının arkasından kol atmayın, biraz mert hatta hakan olun lakin yandaş olmayın…

Hülasa tüm bunlar karar ve yetki sahiplerinin uçkurları doğrultusunda karar almalarından başka bir şey değildir bana göre… Gücü, gücü yetene… Hani, güçlüler, güç deniyorlar da bu erketecilere ne oluyor, işte bunu hiç anlamıyorum… Bir kez daha soralım “hani, ahlak, akıl ve zekâ”…

Görüleceği üzere spor olimpik düzeyde bile ülkelerin adeta “Dış İşleri Bakanlığının” arka bahçesidir… Ülkelerin “Olimpiyat Komiteleri” adeta Dış İşleri Bakanlıklarının birer “daire başkanlığıdır”. Kim haklı, kim haksız tartışmasına girmenin manasızlığı bir kenara binlerce sporcu kendi kabahat ve kusurları olmaksızın verilen abuk subuk kararlar neticesinde belki de olimpik düzeyde yarışabilme şans ve haklarını sonsuza dek kaybetmektedirler. Kimin umurunda ki. Ne gam, ne keder, ver mehteri ver gazı, yaşasın millet, yaşasın devlet teraneleri arasında sporcular kocaman bir 4 yıl kaybetmiş olurlar yarışamadan, ama olsun sulh salah politikada… Neticede bir bakıyorsunuz, kesif ve şiddetli propaganda müthiş bir iç politik konsolidasyon yaratmış, yerel liderlerin kamuoyu desteği artmış, “fıstıkçı Carter” dışında her biri politik ömürlerini uzatmış… Vs. vs. Sonra da “yaşasın sporun uluslararası yarışma ve dayanışma ruhu” teraneleri…

 

Perşembe, Mart 06, 2025

BAKÜ MİNYATÜR KİTAP MÜZESİ

Hayatımda ilk kez “Minyatür Kitap Müzesi” geziyorum galiba dünyada da bir başka örneği yokmuş… Bu güzel girişimin mimarı Zarife Salahova kişisel koleksiyon olarak başladığı minyatür kitap biriktirmesine bilahare Azerbaycan Devletinin de destek ve sergi salonu tahsisi ile müzeye dönüşmüş. Devlet desteğinin başlangıcı da Devlet Başkanı Haydar Aliyev’in bir talimatı ile olmuş. Anlaşıldığı kadarı ile tam bir kitapkolik ve kitap aşığı olan Zarife Salahova’nın “Azerbaycan Kitap Cemiyeti” başkanı da olduğunu öğreniyoruz, girişiminin başlangıcında. 2015 yılında Minyatür Kitaplar Müzesi en büyük özel minyatür kitap müzesi olması hasebiyle de “Guinness Rekorlar” listesinde yerini alır ve sertifikası verilerek tescillenir. Düzenli ve disiplinli bir okuyucu olarak bu girişimin başarı ile devam etmiş olmasından ötürü kendimce bir sevincim var ve sizlerle paylaşmak istedim. 

Zarife Salahova, minyatür kitapların toplanması fikrinin nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatmış bir röportajında; “Kasım 1982’de, Moskova’da, Tüm Gönüllü Kitapseverler Birliği’nde, I. Krylov’un 1835’te yayınlanmış eksiksiz masal koleksiyonunun fotokopi tipi küçük ebatlı bir baskısını 23 rubleye satın almam teklif edildi. O günlerde pahalı bir zevkti ama yine de kitabı satın almaya karar verdim. Parayı gişeye ödedikten sonra saklama odasına girdim ve orada ilk kez mini bir kitap gördüm. Koleksiyonumun oluşumu o günden başladı. Yaklaşık 35 yılda 7500’ün üzerinde minyatür kitabı koleksiyonuma kattım.”

Müzede, dünya edebiyatının klasik eserleri başta olmak üzere dini kitaplar, masallar, bilimsel ve sanatsal eserler gibi çeşitli konularda yayınlanmış yaklaşık 7.500 adet eser bulunmakta olup, Dostoyevski, Puşkin, Çehov gibi çok ünlü yazarlar başköşeleri tutmuş görünmektedirler. Nadide örnekler faslından sayılacak, Japonya’da basılmış sadece 0,75 x 0,75 mm boyutlarında bir adet kitap ise Müzenin en mühim ve anlamlı eseri olmuş bence…

1 no’lu camekân, en üst rafında Recep Tayyip Erdoğan ve İlham Aliyev’in tokalaşma anını gösterir bir fotoğrafla süslü tüm raflar Azerbaycan’da basılmış mini kitaplar ile doldurulmuş, 2 nolu camekân mikro ve nadir kitaplara tahsis edilmiş, 3 nolu camekân dini temalı mini kitapların bulunduğu bir yer olmuş. Puşkin’e 4 ve 5 no’lu camekânlar külliyen tahsis edilmiş, şüphesiz benim de düşüncem bu yönde olup, Puşkin’in bu övgüyü ve değeri hak ettiği yönündedir. 21 nolu camekânda ise Müzenin kurucusu Z. Salahova’ya imzalanarak hediye edilmiş kitaplar, 

26 nolu camekânda Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan, Türkiye ve İran’da neşredilen mini kitaplar bulunmakta olup, en üst rafı ise Mustafa Kemal Atatürk’ün 4 adet “Nutuk’u”, Alparslan Türkeş’in “Dokuz Işık’ı” ve RecepTayyip Erdoğan’ın kitabı ve Puşkin’in “Yüzbaşının Kızı” ile süslemektedir. Alt raflarda ise ciddi miktarda Ömer Hayyam’ın “Rubailer” kitabının farklı ülkelerde basımları görülmektedir. 29 nolu camekân ise spor ve olimpiyat oyunları üzerine yazılmış ve mini kitap olarak basılmış eserlere ayrılmış. 38 nolu camekân ise Lenin’den, Stalin’e, Fidel Casro’ya gerek biyografi gerekse de teorik anlatıların neşredildiği kitaplardan oluşan bölüm olup, “beynelmilel komünist harekâtı” başlığı ile verilmiş. Bu camekânların müzeye yerleştirilmesi de şöyle oluşmuş; salonun tam ortasına, doğrudan girişin tam karşısına üç camekân konulmuş. Birincisinde, ortada, Azerbaycan’da yayınlanmış minyatür kitaplar. İkincisinde mikro ve nadir kitaplar, üçüncüsünde ise dini temalı mini kitaplar bulunmaktadır.  Salonun mezkûr camekânların hemen sağından itibaren yerleştirilenlere ise SSCB’de ve 1991’den itibaren Rusya Federasyonu’nda neşredilmiş minyatür kitaplar ve çok önemli şahsiyetlerin minyatür el yazmalarına yer verilmiş. Sol tarafta da, yakın ve uzak diğer ülkelerin minyatür kitapları yer almaktadır. Son olarak 39. Camekânda ise Amerikalı ressamlar tarafından müzeye hediye edilmiş benzersiz minyatürler bulunmaktadır. Bu mini kitap cennetindeki kitapların ağırlıklarının da ortalama 2 gram ile 5 gram arasında olduğu bilgisini de edindim. Enteresan değil mi? 2 gramlık bir kitap… Diğer taraftan bildiğimiz bir başka gerçek de 1673 senesinde Hollanda’da dünyanın en küçük kitabı neşredilmiş olup ebatları da 1,5 cm ye 1 cm imiş… Öğrenmenin sınırı yok şüphesiz… 

 

Kitap basımı, yayımı ve okunmasının son derece düşük olan günümüzde böylesine büyük çaba ile ayakta tutulan bu girişimin adeta çöldeki bir vaha havasında olduğunu, ziyaret saatlerinin görece sınırlı olmasına rağmen ziyaretçi sayısının da azımsanmayacak olmasının gelecek adına sevindirici olduğunu belirtmeliyim. Ayrıca belirtmeliyim ki Azerbaycan’ın başkenti Bakü hiç beklemediğim bir şekilde bir edebiyat, kültür kenti olarak da öne çıkmış vaziyette… Zengin geçmiş bugüne mütenasip şekilde değerlendirilmiş göründü bana… Mesela, Azerbaycan Edebiyat Müzesi ve halı müzesi bile en azından organizasyon gerçekleşmesi babında kocaman bir teşekkürü gerektirmektedir.

Önce Bakü’deki tarihi bölge olan “Şirvanşahlar Kalesinde” açılmış olan müze sonradan şimdiki yerine taşınmış bulunmakta imiş. Eski şehrin her manada atmosferini hissedeceğiniz bir sokak ve bina açıkçası… Netice itibariyle, “Minyatür Kitap Müzesi’ni” gezmiş olmaktan son derece mutlu ve memnun oldum. Bir kitapsever olarak bu miktarda ve düzende kitaplar görmek gerçekten muhteşem bir duygudur. Bu kadar zahmet ve maddi manevi çaba ile oluşturulmuş bu müzenin hayrettir ki girişi ücretsiz olup, dileyenlerin katkı yapabilmesi için bir bağış kutusu mevcuttur. Hülasa, Türkiye’den Nazım Hikmet’ten Yaşar Kemal’e dahi minyatür kitapları barındıran bu küçük lakin şirin müzenin gezilmesini her bir Bakü ziyaretçisine şiddetle öneririm. Giriş ücretsiz dedim ya, müze görevlisi istediğiniz takdirde tarafınıza istediğiniz detaylarda bilgiler aktarılıyor. Kitap sevdalısı ve tutkunu iseniz mutlaka ziyaret edin derim.

Cuma, Şubat 28, 2025

SEVSİNLER SİZİN YEŞİLLİĞİNİZİ


Almanya bugünlerde yeniden bir seçime hazırlanıyor, politik iddialar ve vaatler gırla… Anketlere bakıyorum “Yeşiller Partisi” 4. Parti gibi görünüyor, 3. Parti ise SPD (Sosyal Demokrat Parti)… İktidarı paylaşan 2 parti el ele iktidarı sağa teslim ediyor, ne kadar öğünseler az vallahi… Anketlere göre AfD 2. durumda, kimdir bu partidekiler ve neyi hedefliyorlar diye bakıldığında, tam bir “Allah muhafaza” dedirtecek durumdalar… Genel olarak demokrasiden yana şikâyetleri yokmuş gibi propaganda yapıyorlar lakin örtülü bir nazi artığı pozisyonunda olduklarını da fazlaca gizleyemiyorlar… Evet, işte başta “Yeşiller” olmak üzere “Sosyal Demokratların” tutarsız, umarsız, sorumsuz ve söylediklerinin tam tersini gerçekleştiren kötü politikaları neticesinde Almanya’nın başta gençleri olmak üzere orta sınıf denilen yoğun kesimlerini bu ne idüğü iyi bilinen nazi mahfillerine yönelmektedirler… Başta bizim Almancıların söylediği kelamlara zinhar bakılmasın Almanya’da toplum hiç de öyle zannedildiği gibi dünyaya duyarlı bir tavır sergilemez, “üç maymun” teorisinin en flaş örneğidirler esasen. Bu hem de yeni ortaya çıkmış “yeni sağ” akımının rüzgârı ile oluşmamıştır, her daim böyledir ve maalesef de gelişmelere bakılınca böyle de kalacak gibi görünmektedir.

Şimdi şu meşhur “Yeşiller Hareketine” kısaca bir göz atalım bakalım. Büyük ölçüde sol, sosyal demokrat görüşlü kitlelerin oluşturduğu bir tabandan oluşan Yeşiller ve onların destekçisi kitleler,  çevrebilim, çevre koruma, çevrecilik, anti militarist, savaş karşıtı, barış yanlısı olunması, cinsel ve dinsel ayrımcılığa karşı duruş sergilediğini beyan etmesi gerekçesiyle oy verirler, sivil haklar, sosyal adalet, sosyal ilerleme ve pasif direniş tercihlerini desteklerler. Bunların tamamen koca bir palavra olduğunu, seçim öncesi söylediklerini iktidar ortağı olduklarında külliyen ret etmiş olmalarından herkes kolayca anlayabilir. Peki, anlıyorlar mı, görünen o ki anlamıyorlar… Bunları da adeta tüm toplumun gözünün içine sokarak yaparken hep hoşgörü talep etmişlerdir. Peki, toplum da bu hoşgörüyü göstermekte midir, ne yazık evet… Sonuç ne oluyor o zaman tek ihtimalli misali, sürekli mağlubiyet…

Almanya’daki koalisyon hükümetinin Dış İşleri Bakanlığını Yeşiller Partisi lideri Annalena Charlotte Alma Baerbock üstlenir. Şiddetten kaçınan, çevreciliğinin vites yükselteceğini uman, antimilitarist tutumların öne geçeceğini bekleyen, savaş karşıtlığının artık önemli bir tutum olacağını hedefleyen kitleler sonuçtan büyük bir hayal kırıklığı yaşamaktadırlar bana göre… Yaşamıyorlarsa da bu ayıp onlara yeter…

Düşünsenize, sizi temsil eden ve esasen de mesaj olarak gayet düzgün mesaj veren politikacıların standart tavırları yok, duruma göre şarta göre vs vs farklı yorumları olsun, ne yaparsınız… Ukrayna Rusya savaşı gündeme geldiğinde, barış önceleyen politikacıdan ne beklenir, behemehâl taraflara uhuvvet ve suhulet tavsiyesi yapsın, tarafsız tutum takınılarak problemlerin tespit ve çözümüne yönelik hakkaniyetli davransın, değil mi? Peki şimdi bu muhteremin serencamına bakalım bu dönemde dünyayı büyük savaş ihtimaline sürükleyen 2 olay karşısındaki tutumunu kıyaslayalım…

Baerbock; Rusya Ukrayna savaşı başlayınca ne oluyor, hanımefendi hemen uçağa atlayıp Kiev’e gidiyor… Biz de zannediyoruz ki, aman etmeyin eylemeyin, hele bir durun, biraz daha konuşalım, bakın şimdi buradan derhal Moskova’ya gideceğim onlara da itidal önereceğim, felan gibi laflar edecek… Nerde, tam tersi, hanımefendi, hemen miğfer ve çelik yelek kuşanıp Kiev caddelerinde boy gösteriyor… Ziyaretiniz Kiev yönetimine destek için de olabilir, hani ben doğru bulmasam da, siz bulabilirsiniz nezaketi içinde sesimiz çıkmaz, lakin savaşın en önemli sembollerinden miğfer ve çelik yelek giyilince maskeler düşüyor… Hani, kendilerinden önceki şansölye Merkel’in dediği hemen akla geliyor, “biz Rusya’yı oyalamak, Ukrayna’ya zaman kazandırmak için Minsk antlaşmalarını kullandık” diyor ya… Hani Merkel savaş yanlısı siz de savaş karşıtı görünüyorsunuz ya… Oysa biz biliyoruz tabii ki, siz birbirinizin devamı, siz birbirinizin kaskat ve mütemmim cüzüsünüz… Hanımefendi sonuç olarak Rusya tarafı ile hiç görüşme lüzumu bile duymadığını ifade etti. Dünyanın o güne kadar görmediği kadar hacimli ve sıkı yaptırımların en ateşli planlayıcısı ve savunucusu olmaktan da geri durmadılar… İfrat ve tefrit o boyuta geldi ki tam bir ikiyüzlü Avrupalı tutumu, Dünya Edebiyatının en önemli kişilerinden ve savaştan çok uzun yıllar önce yaşamış Rus yazarlar Dostoyevski ve Gogol gibilerin kitaplarını bile kütüphanelerden kaldırdılar… İşte bunlar demokrat ve savaş karşıtı cepheyi temsil ederlerse, Trumph gibiler hiç utanmadan ve çekinmeden Grönland, Kanada ve Panama bizim olmalıdır, Gazze de bizim olacaktır deme hakkını kendine bulup tüm dünyanın gözünün içine baka baka tekrar tekrar söyleme cesareti bulabilmektedir. Sonra birileri de durumu normalleştirmek adına “yahu bunlar delidir” diyerek durumu geçiştirmeye çalışmaktadırlar… Hani biz aynı filmi Hitler’e de deli diyenlerde seyretmiş idik…

Gelelim bu yeşil hanımefendinin İsrail ve Filistin konusundaki tutumuna, hem de aynı kelimelerden müteşekkil cümlelerden hareketle kıyaslamaya beyanatlarını… Ne diyordu, Kiev sokaklarını arşınlarken, “Rusya, korkunç bir terör uygulayarak, Ukraynalı sivillerin ve sivil kurumların yok olmasına yol açmaktadır”… Gazze’de yaşanan tam bir rezalet durum karşısındaki, hem de Rusya için iddia ettiklerinin yüzlerce katı yaşanırken, tavrına bakıyoruz hanımefendinin, suspus vaziyette hatta yer yer İsrail zulümünü destekler vaziyette… Yahu taraf tutulur da, bu kadarı olmaz dedirten bu tavır tam bir rezalet lakin anlayana…

Ama gelişmeler ve sonuçları her ne olursa olsun, sağlıklı ve demokratik bir toplum için vatandaşların bireysel olarak güçlenmiş ve her türlü ırksal, etnik, cinsiyetçi, dini baskıdan azade ve sosyal ayrımcılıktan kendilerini soyutlamış olmaları gerektiği iddiasındaki “Yeşillerin”, takip ettikleri güncel pratik politikanın mezkûr iddiaları ile çelişkilerinin behemehâl terk edilmesi gerektiği talebini ısrarla tekrarlamalı taraftarları… Belki de bu açıdan yeşil siyasetin sorunlara ve çözümlerine yönelik önerilerinin samimi bir şiddet karşıtı duruş olduğu konusunda hedef kitlesinin ikna edilmesi mümkün olabilir, aksi takdirde yandı gülüm keten helva…

Bu yazı Almanya seçimlerinden hemen önce yazıldı… Seçim sonuçları gelince gördük ki, “Yeşiller” mosmor… Şüphesiz bu sevinilecek bir vaziyet değildir… Şüphesiz başta Yeşillerin yönetiminde bulunanlar aşağıdan söylemlerine mütenasip tavır almaya zorlanmalı sonra da diğerleri… Aşağıdakiler zaten son seçimlerde bu abuklukları desteklemeyeceklerini yaklaşık %50 oy kaybıyla gösterdiler…


Cuma, Şubat 21, 2025

EKMEK YEMEK


Canım Yurdumda “Ekmek yemek” sözü genellikle maişetini temin ettiği manasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Falanca bu vasıtayla ekmek yemektedir sözünün yaygınlığı herkesin malumudur. Bilindiği üzere de Türkçemizde “ekmek” kelimesinin yer aldığı darbımesel ve tabirlerden geçilmez, yerel ağızlarla olanları da eklersek kocaman bir lügat ortaya çıkar tahminimce. Kazanç temin etmek manasında; ekmek kavgası, ekmek parası, birini ekmeğinden etmek, ekmeğini elinden almak, ekmeğinden olmak, ekmeğine göz koymak, ekmeğine engel olmak, ekmeğini tepmek, ekmeğini taştan çıkarmak, kutsiyet atfetmek manasında; ekmek çarpsın, zor bela edinmek, erişmek manasında; ekmek aslanın midesinde, rahatlık ve huzur manasında; ekmek elden su gölden, uçuk davranış manasında aklını ekmek peynirle yemek, vs vs. başta olmak üzere daha binlerce çeşit kullandığımız kelimelerdendir. Esasen, ekmek kutsaldır, gerek harman döneminde gerekse de stoklanma ve nakliye döneminde ekmeğin ham maddesi buğdayın üzerinde tepişir dururuz lakin buğdaydan mamul ekmeği ya da bir parçasını dahi yerde görürsek hemen eğilir alır, öper alına değdirir ve yüksekçe bir yere koyarız… Enteresan lakin öyledir. Çünkü ekmek nimettir tam da o sebeple kutsaldır. Ekmek, çok çeşitli adlarla zikredilir, kimileri imalat yöresi ve bölgelerine göre, kimileri imal edildikleri malzemelere göre, kimileri şeklilerine göre, kimileri de imal eden etnik yapılara göre, vs vs… Alaşehir, Kula ekmeği, buğday, çavdar ekmeği, baton ekmek, tava ekmeği, Türkmen ekmeği gibi…

Benim bu yazı ile esas muradım ve meramım ise “ekmek yemek” bileşik fiilinin çocukluğumdaki manası ile geçen vakit içinde yerine ikame kelimelerin yer değiştirme periyodu olup ilaveten de karın doyurmadan beslenme faslına bir türlü evrimleşemememizdir. Esasen ekmek Anadolu insanının tükettiği besinlerin başında gelir, ekmeksiz sofra açılmaz ya da kurulmaz yanında katık gerekir ve bu katık da bizim şu anda yemek dediğimiz şeydir şüphesiz ki sınırlı manada. Eğer ekmek katıksız yeniyorsa bu yavan ekmektir. Ekmeğin yanına katık edilen yemek deyişinden de anlaşılacağı üzere ekmeğin bol yemeğin az yenilmesidir ya, nasıl olsa ekmek görece bol ve ucuz aynı zamanda kolay erişilir mamuldür. Ekmeğini yemeğin suyuna bandır bandır ye denir ya işte tam da öyle… Katık et…

Ekmek ana maddesi başta buğday, arpa, çavdar, yulaf, mısır gibi ürünlerin yeterince yetiştirilememesi esasen Canım Yurdumda emperyalist istilaya direnilememesi, yerel tohumlarımızın toprağımıza ve iklimimize uygun olmayan batılı tohumlarla yer değiştirmesi ve de tarımın aynı mahfiller lehine tukaka edilmesi neticesine duçar olunmuştur. Hem miktar hem kalite hem de sağlıklı olma durumundan fersah fersah uzaklaşılmıştır… Bir de tüm bu olanlar yıllarca canım yurdumda toprağa sahip çıkması gereken ve toprak ağası namını taşıyan siyasi muktedirler tarafından gerçekleştirilmiştir. Ne diyelim, necip milletimiz de memnundur herhalde tüm bu tercihlerinden… Baksanıza hala Menderes ve ekibi baş tacı ediliyorsa, benim söyleyeceklerimin ciddi bir manası yoktur ve anlaşılıyor ki necip milletimiz ziyadesiyle de memnun görünüyor…

Yazar Muammer Sakaryalı’nın “Babanın Gölgesi” adlı kitabını okurken rastlamış idim bu deyime, hemen kendi hatıralarıma gittim… Yazar; “Sabahları tarhana aşı, pekmez, peynirle “sabah ekmeği” yenirken; çay, margarin ve bunun gibi yiyeceklerle sabah kahvaltısı lafını soktu…” diyor. Yazar bu hatıralarını Uşak Ulubey İnay köyünden yazarken ben de Çeşme Çiftlik köyünde aynı şeyleri dinliyordum büyüklerimden… Öğünler bizde de “Sabah Ekmeği”, “Öğlen Ekmeği” “Akşam Ekmeği” düzeninde adlandırılır, katıklar ise mevsimine göre bizimkilerin yetiştirdiği ürünlerin pişirilmesi ya da hazırlanması ile tedarik edilirdi…  

Ne oldu ise, oldu, mezkûr; daha verimlidir, daha kalitelidir, daha yararlıdır gibi efsane doğru olmayan yaklaşımlar ile Canım Yurduma yutturulan buğdayların ve mısırların yurdum insanına uymayan yapısı neticesi o güne kadar rastlanmayan vücut tepkilerine sebep olması, esasen aklı değil beli destekleyen hali gereği şimdilerde tukaka edilerek, şu undan mamul ekmek yiyin, şu undan mamul ekmeği yemeyin, yer yer de “ekmek yemeyin” ifratına varan yaklaşımlar aşikârdır. Gerçi devasa tenakuzların övendire olup gözümüze battığı dönemlerde “askıda ekmek” kampanyaları ile ekmeğe yine eski prestiji temin ve telkin edilmeye çalışılsa da vaziyet böyledir. Söylenecek kelam çoktur lakin söyleyip de zayi etmenin manası var mı, onu da bilemiyorum…

Soner Yalçın; bakın neler yazıyor dış yardım numaraları ile batıya bağlılık yaratılırken topraklarımızın zehirlenmesine, tarımsal ürünlerin kalitesizlerinin ithalen ikamesi üzerine, inanılmaz diyaloglar bunlar… Bunlar bu ülkeyi yönetmişler, biz de trene bakar gibi izlemişiz, işte ne diyeyim… Hikâye meşhur Tarhana Osman “Osman Koçtürk” Hoca ile dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay arasında geçer… “(Koçtürk) son dönemde, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) Onur Kurulu Başkanı ile Türkiye Öğretmenler Dernekleri Milli Federasyonu’nun ikinci başkanlığı görevini üstlendi. Özelikle Amerika’nın dayattığı ışınlandırılmış (hibrit) buğday konusunda kaygısı büyüktü. Prof. Dr. Kazım Aras’ı da alarak üçümüz konuyu TÖS adına o günkü Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a götürmeye karar verdik. Gerekli buluşum alındı ve Çankaya Köşkü’ne çıktık. Koçtürk Hoca konuyu açtı anlatıyor. Sunay, Hanımeli sigarası kadar küçük bir kalemle önündeki kâğıtlara not alıyor. Birden sinirlendi “ne istiyorsunuz Amerika’dan?” diye bağırdı. O zaman Koçtürk Hoca’da sinirlendi. “Sayın Cumhurbaşkanım asıl Amerika bizden ne istiyor? Ayıp değil ya, biz de bunu merak ediyoruz…” dedi. Sunay yanıt verdi “Amerika bize yardım ediyor”…

Evet “ekmek yemek” deyimi üzerinden hareket ile nerelere geldik, sanki “ekmek yemek” deyimi ile sadece tahıl ağırlıklı beslenme önerilmiş gibi de yansıtılış olmasın konu, kim ne anlatırsa anlatsın, hayvancılık üstüne başından itibaren tutulmuş verilere bakılırsa tavuk ve inek, koyun, keçi besleme rakamları da hiç de yabana atılacak gibi görünmemektedir. Bu konuda çok çeşitli yayınlar olmakla birlikte tekmili birden referans tutulmuş Soner Yalçın “Saklı Seçilmişler” kitabı derli toplu bir kılavuz halindedir.

Evet, bugün artık önemli bir belamız daha var, GDO’lu gıdalar… GDO’lu mısır, GDO’lu buğday ve en önemlisi bunların iyi yetiştirilme şartlarına matuf safsatası ile kimyasal gübreler, korunmasına ve miktar artışına matuf zirai ilaçlar ile zehirleniyoruz… Hele ihracattan dönen pestisit sınırını aşmış gıdaların çokluğu karşısında soğukkanlı davranışımız ise şayan-ı takdirdir şayandır vallahi… Sonuçta makûs kader ekmek yemekten beslenmeye bir türlü evrilemedi ve evrilemiyor… Bugün Canım Yurdumda bildiğim kadarıyla bulunan Üniversitelerin 26’sında Ziraat Fakültesi, 5’inde Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi, 1’inde Tarım Bilimleri ve Teknolojileri Fakültesi olmak üzere tarımsal yükseköğretimle ilgili 33 fakülte bulunmaktadır, meslek yüksekokullarının sayısını ise bilemiyorum. İrade böylesine fantastik önem atfedip yetiştirdiği ziraat mühendislerini Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde öğretmen olarak eritme konusunda da mahirdir… Yetiştirdiği öğretmenleri ise ne yapacağına da karar verememiş gibi görünmektedir… Allah hakkımızda hıyrlısını versin demekten başka da çare görünmemektedir.


Perşembe, Şubat 13, 2025

BAKÜ ve MAREŞAL DE GAULLE


Azerbaycan Başkenti Bakü’de dolaşıyorum, daha önceki çok kısa ve iş seyahatleri dışında yapılan dolaşmaların benzeri olmayan bir tur oluyor… Dikkatimi vererek, duyumsayarak ve anımsayarak bakıyorum etrafıma, yeri geldikçe kendimce gördüklerimi ve bana hatırlattıklarını yazmak istiyorum. Sahil, hemen hemen her sosyalist geçmişli ülkede benzerlerini gördüğünüz şekilde planlanmış, kocaman bir park ve yürüyüş yolları. Bu sahil düzenlemesinin şehir ile arasında, şehri paralel geçen geniş ve oldukça uzun bir bulvar bulunmakta, “Neftçiler Prospekti”. Her benzer şehirdeki gibi sanki itibar bulvarı tarzında ve tadında… Çok güzel binalar yer almakta ve istisnasız her biri son derece bakımlı ve temiz görünmekte… Dolaşıyorum binalara bakarak… Birden gözüme siyah bir granit levha üzerinde “Fransa Mügavimet Herekatının başçısı General De Qoll 1944-cü ilin noyabr ve dekabr aylarında bu evde galmışdır” yazısı dikkatimi çekti. Çok enteresan Avrupa’nın “aslan sağcısı” sol ülkenin bir kentine geliyor hem de nerdeyse 2 ay gibi koca bir zaman dilimi kalıyor…  

Bilindiği üzere; Charles De Gaulle; 2. Dünya Savaşı öncesi ve özellikle de sonrası Fransa’da uzunca bir süre siyasi hayatı ziyadesiyle belirlemiş bir asker, önemli bir politikacıdır. Faşist Almanya’nın Fransa’yı işgali üzerine İngiltere’ye kaçmış orada da “Özgür Fransa Silahlı Kuvvetlerini” teşkilatlandırma çalışmalarında görev almıştır. Esasen, II. Dünya savaşı öncesi sıradan bir tankçı albayıdır kendisi. Ne oldu da birileri onu SSCB’ye görüşmeler yapmak üzere hazırladı. İngiltere’ye vasıl olunca kendisinden görülmeyen çıkışlar yapınca iyi de bir hami bulmuş oluyor anlaşılan. Benim okumalarımdan anladığım, kendisinin bu çıkışı ve antikomünist, haydi demli muhafazakâr diyelim, yapısı gereği behemehâl İngiltere’nin ağası Winston Churchill tarafından iyi değerlendirilmiş olup, hatta Fransa’nın işgalden arındırılması sürecinde görev üstlenen ordunun başına getirilmiştir. Esasen Fransa’nın işgale karşı direnme ve işgalden arınma sürecinde büyük rol üstlenen komünistlerin, bilahare ABD ve İngiltere tarafından tercih edilmemesi, SSCB ve Stalin’in de fazlaca ses çıkarmaması neticesi tasfiyesi ile ziyadesiyle öne çıkar. İngiltere’de kendisi üzerine yazılar yazmış önemli muhteremlerden asla ve kata tam not alamamış bilakis etrafında ve döneminde bol miktarda gelişen savaşlara rağmen “hiçbir savaş kazanamamış general, hiç seçim kazanamamış Başbakan ve Cumhurbaşkanı” şeklinde ironik tanımlamalara konu olmuştur. Gerçi hakkını da vermek gerek kendisine suikast girişimine bile sebep olacak bir şekilde Cezayir’in bağımsızlığı konusunda, hiç istemiyor olsa bile, müşahhas şartların müşahhas tahlili neticesi bağımsızlık yönünde tavır takınmıştır.  Neyse ne yapalım kendisini seçenlerle kendisi arasında bir sorun diyelim geçelim…

De Gaulle ne yapar Bakü’de değil mi? Esas soru bence bu… Herhalde Avrupa’nın soğuğundan kaçıp tatile gelmemiştir… Emeklilik sonrası nereye yerleşmeliyim sorusuna da cevap aramamıştır… Bir demli muhafazakâr olarak “komünizmi” incelemeye de gelmiş olamaz, şüphesiz… Tabii ki araştırılınca görülüyor. Muhterem İngiltere tarafından vazifelendirilmiş biri gibi durmaktadır. Moskova yolunda önce İran sonra Kafkasya ve sonra hedef… Peki, neden Bakü’de 2 aydan fazla süre kalmıştır… Sonradan okumalarımda yine hayretle gördüğüm Fransa işgalden arındırma sürecinde epey Azerbaycanlı direnişçilerin olduğu acaba tesadüf müdür? Gerçi Fransız direnişindeki Azerbaycanlıların Alman esir kamplarından firar eden askerler olduğu bilgisi de var, acaba coğrafi yakınlık sebebi ile mi Fransız direnişine katılmışlardır, bilinmez… Yine bilgilerimiz, De Gaulle’ün 1966’da geldiği SSCB’de bu direnişçilerden birisi ile görüşme konusunda özel, seçici ve ısrarcı davrandığı ve dahi yine bu direnişçilerden bir kısmının Fransa tarafından devlet madalyaları ile ödüllendirildikleri yönünde…

Evet; Bakü’de kaldığı binanın da gerçekten güzel bir bina olduğunu tespit edip bina ile ilgili edinebildiğim bilgileri aktarayım. Bina zengin sülalenin ferdi olan “İsa Bey Hacınski” adı ile anılmakta olup, Bakü’nün önemli yapısı “Kız Kalesinin” Hazar Denizi tarafında yer almakta ve sahiplerinin statüsü, toplumsal pozisyonu ve dahi aile azametini yansıtacak biçimde talihe bakın ki bir Ermeni mimar tarafından tasarlanmış.

 Lakin görülen ve bilinen hali ile 2. Dünya (paylaşım) savaşının batılı ülkeler açısından en ateşlendiği dönem olan “Normandiya Çıkarmasının” hemen akabinde De Gaulle’nin bu seyahate çıkmasının nasıl bir manası olabilir diye bakılınca şekil olarak bir Fransız askerin görüşmeler yapması için Moskova’ya başka da yol olmayınca İran - Tahran, Azerbaycan – Bakü ve SSCB – Moskova güzergâhını izlediği söylenebilir. Lakin kendisinin bizlere takdimi muvacehesinde “Özgür Fransız Silahlı Kuvvetleri lideri” iddiası savaşının en cavcavlı anında olması nedeni ile biraz çelişkili görünmektedir. Öyle değil mi? Siz çıkarma yapmış kuvvetler ile birlikte Fransa içindeki direnişçilerin ortak mücadelesinin en yoğun olduğu dönemde mezkûr seyahate çıkıyorsunuz, akla evvelemirde çok önemli bir vazife görülecektir fikri geliyor. Acaba aynı dönemde SSCB Kızıl Ordu Genelkurmay Başkanı Georgi Jukov’un Stalingrad kuşatmasının kırılmasını müteakip Almanların ricata başlaması üzerine başta Stalin olmak üzere etrafına söylediği, “Bu faşistleri Atlantik’e kadar sürüp Okyanusa dökelim” sözünün istihbarı neticesinde Müttefikler ile SSCB arasında bir pazarlık masası oluşturulması çalışmalarının bir alameti midir yoksa? Mesela, Stalin’e ulaşılıp “Kızıl Ordu Genelkurmay Başkanı” böyle bir laf edip duruyormuş, bizi affedin bizi işgal etmeyin, Almanya ile sınırlı kalın ricacısı mıdır statü acaba?


Hay Allah, güzel Bakü’de gördüğüm mezkûr güzel Evin duvarındaki plaketin bana düşündürdüklerine bakın… Gerçi aynı binanın üzerinde bir başka siyah granit levhada “Dünya şöhretli Azerbaycan âlimi görkemli içtimai xadim Yusuf Heydar oğlu Mammadaliyev bu evde yaşamıştır” izahatı da vardır. Yusuf Heydar oğlu Mammadaliyev’in de petrol ve petrol türevi malzemeler üzerinde özellikle de havacılıkta kullanılan yüksek oktanlı yakıtların geliştirilmesinde çok önemli çalışmalar yaptığını da bu baptan öğrenmiş oldum.