Cumartesi, Haziran 14, 2025

TOP BİR O KALEYE BİR BU KALEYE SONUÇ ALMANYA KAZANIR

İngiltere futbolunun önemli golcü isimlerinden biri olan Gary Lineker şöyle bir laf etmişti, yanılmıyorsam; “Futbol basit bir oyundur. 22 kişi, 90 dakika bir topu kovalar, top bir o kaleye gider, bir bu kaleye gider ama sonunda hep Almanlar kazanır”. Bilindiği üzere Lineker futbol kariyeri boyunca hiç sarı ya da kırmızı kart görmeyerek futbol tarihine en centilmen futbolculardan biri olarak geçmiştir. Kelamının açık ve gizli manaları üstüne sırf bu sebeple bile fokuslanmak manalıdır, bence…

Gerçi sonradan İngiltere Kadın Milli Takımı kazanınca da bu sözü değiştirir; İngiliz eski milli futbolcu Gary Lineker bu sefer hafızalarımıza kazınan meşhur sözünü, 2022 Avrupa Şampiyonu olan İngiltere Kadın Futbol Takımı için güncelleyerek Twitter hesabından “Futbol basit bir oyundur. 22 kadın, 90 dakika top koşturur ve en sonunda İngiltere gerçekten kazanır. Tebrikler” şeklinde tekrarlar.

1977 yılı seçimlerinde hangi gazete de olduğunu şimdilerde hatırlayamadığım bir karikatür yayınlanmış idi. Tek kelime ile sistemi ve muhataplarını anlatması açısından muhteşem bir şey olup; seçim sonuçları TV’de açıklanır iken diğer odada gazete okuyan eşine “bey haydi gel seçim sonuçları açıklanmaya başladı” diye seslenen hanımefendiye “aman, nasıl olsa bizim parti kazanır” diye cevap veren bir Türkiye oligarkını karikatürize ediyordu. Ne müthiş bir övendire…

Çeşme kahvehanelerinde özellikle de kış aylarında “maça kızı”, “pişti” başta olmak üzere çok çeşitli kâğıt oyunları oynanırdı, gençliğimdeki tanıklığımda… “İspenç Mehmet” adlı bir büyüğümüz bu oyunların birçoğunda yer almaktan, her daim oyuncu olarak kare kurmaya nazır vaziyette bulunmaktan vazifeli birisidir. Diğer gruplardaki davranışlarının da benzeri bir davranış gösterirdi de esasen birlikte oynadığımız maça kızı oyunlarında, her oyun bitişinde deste önüne itelenir, kâğıt dağıtması istenirdi, itirazsız o da bunu yapardı. O kadar ki insanların bir kısmı bu tarzın “ispenç Mehmet” tarzı olduğunu bilir kendilerine benzer muamele yapılınca da bırakın ispenç muamelesini diyerek itiraz ederlerdi.

Bir de özellikle askerde sık duyulan bir tekerleme vardır, “alavere dalavere, …. Mehmet nöbete” diye… Nöbetçi her daim bellidir, ama seve seve ama söve söve ama döve döve…  

Evet, sonuçta hep aynı abi nöbete gidecek, hep aynı abi kâğıdı dağıtacak, hep aynı abiler seçimleri kazanacak filhakika netice hiç değişmeyecek… Değişse de Almanya yerine İngiltere kazanacak… Aynı masada makûs kaderimiz haline gelmiş gelişmelere de biz seyirci kalacağız, itiraz etmeyeceğiz… Sonra hangi sebeple, hangi münasebetle bu böyle oldu diyeceğiz, hani “Firavuna sormuşlar; nasıl firavun oldun diye, kimse itiraz etmedi ki” demiş ya… Biz İspenç Mehmet olduktan sonra… Oyunda sürekli bize kâğıt kardırırlar, dağıttırırlar… Esasen sebep de, münasebet de pırıl pırıl da…

Esasen oyunun kazananlarının kim olduklarını ve kim olacaklarını gözümüzün içine bakarak, adeta “kör kör parmağım kör gözüne” ahvali infazı kabilinden ulu Türk büyüğü Eczacıbaşı’nın mahdumu teşrih eylemişti alenen… Ne demiş idi, “biz sermayedarlar rejimin ne olduğuna bakmayız, kazandığımız paraya bakarız”… Biat öncellenmiş, itiraz ötelenmiş, istintâk fesh edilmiş, hizaya gelmek hüsnü kabul olmuş ise, tüm kelam lüzumsuzdur, sokak deyimi ile fazla traş cildi bozar.  

Şimdi dedim ya, değişmezlerin değişimi ancak Almanya yerine İngiltere olur, o kadar… Yoksa bu arada gider geliriz, duraksamaksızın… Esasen bu kelam sokakta “değişimin değişmez kuralları” diye geçerken hayatın dayattığı hali ile “değişmezlerin değişim kuralları” hiç değişmiyor. Kaybedenler kümesi, kazananlar kümesi mütemadiyen birbirine teğet geçerek billurlaşıyor. Peki, bu tespitin bir faydası var mı pratik hayatımıza, yorum tatmini dışında… Ne yazık ki yok… Bu kaideler sadece bizim yurdumuzda mı zuhur ediyor, zinhar. Beynelmilel düzeyde de “aynen zıvaynen” vallahi… Çeşmeli Feylesof’un kelamı ile “nereye dönersen dön, arkan arkandadır”…

Evet ve nihayetinde, kendini değiştirme, çevreni değiştirme, bulunduğun alanı değiştirme, fikrini değiştirme, aslını değiştirme, işini değiştirme, eşini değiştirme, gücünü değiştirme, ülkeyi değiştirme, kimliği değiştirme, inancı değiştirme, temel ihtiyaçları değiştirme, duyguları değiştirme, ilişkileri değiştirme, değerleri değiştirme, ölümü değiştirme, vs vs mevzularında başta necip milletimiz olmak üzere tüm dünya milletleri istikrarlı bir şekilde, bol miktarda konuşulsa dahi, eleştirilse dahi konservatif bir davranış içindedirler. Paradigma iflas etti lakin ilamı ertelendi… “Neo klasik futbol düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heteredoks futbol yaklaşımı günümüzde giderek ön plana fazlaca çıkan davranışsal futbol ve nöro hayali futbol daha fazla önem kazanmaktadır” dedi ya Morrrinyo…

Şimdi bizim buralardan bir kıssa ile sona gelelim. Bizim Hüdaverdi abimiz var, Çeşme Seyahatin eski ve efsane şoförlerinden, fazla oyalanarak, sallanarak girilen Ilıca ve Alaçatı seferleri üstüne İzmir’e geç kalınacağı sanısına kapılan birkaç yolcunun “artık biraz acele etmesi” talebi üzerine dediği “ayağım gazda telafi ederim” lafı bana göre bu yüzyılın önemli laflarından biridir, gaz alma adına… Bakıyorsun, siyaseti, futbolu, ekonomiyi yöneten muhteremlere, neredeyse hepsi ittifakla benzer lafları ederler, “iş kazası oldu, telafi edeceğiz”. Peki, telafi edilen bir şeyler oluyor mu? Mesela, Fenerbahçe şampiyon olabiliyor mu? Kaç yıldan beri “o sene bu sene işte” demelerine rağmen… Epistemolojik ve heteredoks futbol kopuşunun üstadı takımın başına getirilmesine rağmen… Peki, yönetim değişiyor mu? Gitme sana muhtacızın muhteşem korosu iş başında…

Savruk bir yazı gibi görünse de ihtiyaç sahiplerine nasip olacak hisseler çoktur… Tecrübelerden, herkese, şu mübarek günlerin yüzü suyu hürmetine, hisse nasip eylesin…

Her şeye rağmen son söz Neyzen Tevfik’ten gelsin; “Osmanlıda sormadan asıyorlardı, cumhuriyetten sonra sorarak asıyorlar”… Bu da az bir şey değil hani… 

Cumartesi, Haziran 07, 2025

BİZ FUTBOLU SOKAKTA ÇOK SEVDİK

Çocukluğumuz futbolu sokakta oynayarak, izleyerek, üstüne muhabbet ederek, zaman zaman da kavga niza ederek lakin çok severek geçti dersem isabetli bir yaklaşım göstermiş olurum. Esasen bizimki biraz farklı bir sokaktı, sokaktan uzak, o dönemdeki Çeşme Kalesinin denize bakan 2 kulesinin arasında kalan yaz ayları hariç daima yemyeşil çimenden oluşan alan ile eski Hükümet Binası arkasındaki bizim Ali Sami Yen diye adlandırdığımız alan ki buralar beynelmilel “sahalardı” bize göre… Bir de tam manasıyla sokak diye tariflenebilecek etrafı topun kolay kaçmayacağı etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş, “Hulki’nin Sinema” arkasındaki dar sokak ile şimdiki 1034 sokak o zamanki adı ile trafik kazasında vefat etmiş Çeşme Kaymakamına ithafen “Süheyl Maksudefendioğlu Sokağı” nispeten yerel sahalarımızdan idi… Bu sokak futbolu bana göre tam teşekküllü mutluluk kaynağı olup başta benim gibi kabiliyetsiz insanların çok yaygın biçimde geniş bir gençlik kanadı için adeta bir sosyal şenlik tadında yürümesinin ana damarıdır. Düşünsenize spor kursları yok lakin hemen herkesin tasnifsiz, ayrımsız katıldığı ya da katılabildiği ve katılan çocukların tamamının en yaygın ve en eşit mutlu oldukları eğlence festivali… Efendim vücut kitle endeksi, yaş grubu uyumu, kabiliyet seviyesi değerlendirmesi, şişman ya da zayıf olunması gibi bugünkü seçmelerde evvelemirde kriter teşkil edecek haller zinhar mesele değildir, şişmansanız bile en azından kaleci olarak takıma katkı verebilirsiniz lakin kollektif eğlencenin katıksız ve tadına doyulmaz elemanı olursunuz… Konunun en mühim kısmı sınırsız ve sorumsuz eğlencenin merkezidir mezkûr faaliyet hatta kabiliyet ve maharet çok sınırlı olsa dahi… Mutluluğun esas olması yanında kavgalar, nizalar ve tartışmalar genellikle çok etkisiz ve kısa süreli olurdu hatta o kadar ki nizalı durumlarda karşı takımdan bile sizi haklı bulanlar olurdu, zinhar kendi takımından bile kimse küsmez, kızmaz idi, şüphesiz bugünkü futbolu yönetenler keşfedilmemişlerdi daha… Mutluluğun; envai türden futbol topuna dönüşerek sokağa düşmesi herkes için olmakla birlikte, herkese eşit sürede nasip olamıyordu, herkesin nefesi uzun soluklu değildi… Sokak futbolu bizler açısından öyle zannedildiği üzere sayısal yeterlilik aranır bir şey değildi, en az iki en çok 12 kişinin oluşturduğu 2 takımdan teşekkül etmekteydi… İki kişisiniz ve bir topunuz var, hemen iki takım haline gelmek kolay, kura ile biri kaleye geçer diğeri de belli mesafelerden şut çeker, belirlenen sayıdaki gol sonrası, golcü kaleciye, kaleci golcüye dönüşüverirdi. Futbolun çocukça icrasından doğan mutluluk sınırsızdı. Kuralar ise şimdiki gibi para atışı ile gerçekleştirilemez, genellikle yassı bir taşın bir tarafı, gerek tükürük gerekse de su ile ıslatılır, tercihler de ıslak ya da kuru şeklinde yapılırdı…

Hemen her çocuğun hatıralarını süsleyen, sokakta oynanan futbol oyunlarından bir bölüm mutlaka vardır. Hani, futbol zamanı gelmişse, çocuklar bir araya gelir, behemehâl ittifakla kabul gördüğü üzere 2 iyi top oynayan çocuk karşı takımların tabii kaptanları olarak, atılan adımlarla tayin edilen seçme hakkına binaen sırayla birer birer olmak kaydı ile son çocuğa kadar oyuncu seçimi yapılırdı… Bu seçimlerde aslolan kimsenin açıkta kalmamasıdır, bu manada da inanılmaz hakkaniyet ve sosyallik içerirdi. Takımların teşkilini binaen kaleler yine adımlanarak hayali kalelerin tayini küçük taşlarla röperlenerek yapılır, kaleciler ise genellikle de görece şişman çocukların arasından seçilirdi. Devamlı kaleci olmayı kabul eden birileri de yoksa kaleciler, oyun süresine bağlı olmak üzere kâh zamana bağlı, kâh gol sayısına bağlı sürelerde tüm oyuncular tarafından dönüşümlü ve sırayla olarak seçilirdi. Gollerin geçerli olması için de, topun tayin edilen taş aralığından geçmesi şart iken belden yukarıdan gitmesi halinde geçerli olmayacağı da mezkûr kaidelerin başında gelirdi.  Enteresan ve kendine has kaide ve usulleri olan bir oyun oynanır, oynanan oyunun süresi ise bazen hava kararmasına, bazen ezan okunmasına, bazen de ana baba tarafından çağrılmaların başlamasına bağlı olur lakin galibi tayin etmek için de birbirine yakın gol atılması söz konusu ise gol atan galip denir ve maçlar bu enteresan biçimde nihayetlenirdi. Sokak futbolunun beynelmilel kaidelerinden birisi de 3 korner 1 penaltı kaidesidir, penaltı atışları minyatür kalelere yapılıyorsa da mutlaka boş kaleye sırt dönülmek suretiyle topukla vuruş gerçekleştirilirdi. Penaltılar görece büyük kalelere ve kalecilere karşı atılıyor ve penaltı atışları sebebiyle de kaleci değiştiriliyorsa yine sokak futbolu beynelmilel kaideleri gereği 2 penaltı atışı yapılır lakin birincisi gol olursa da ikincisi atılmazdı… Bazen penaltı atanların çok güçlü vuruşları varsa, diğer oyunculardan, kalecinin gönlünü almak üzere de “merak etme aslanım, abanmayacak, teknik vuracak, acıtmayacak” gibi kâh alaycı, kâh teskin edici yaklaşımlar da olurdu. Maçlarda genellikle hakem olmaz faul ve penaltı kararları oyuncular tarafından belirlenir velev ki çok iddialı bir durum söz konusu oldu tartışmaya hatta nizaya müzahir bir durum haline geldi yoldan geçen birine ya da var ise seyreden birine yetki kullanma hakkı verilirdi. Bir de hatırladığım “pis burun vurma” ve “abanmak” diye tarifler vardı ve bunları yaptığına karar verilenlerin aleyhlerine serbest atış kullanılırdı. Bu konuda artık oyuncuları mı korumak yoksa topu mu korumak ön planda olurdu hatırlamıyorum… En önemli araç top olunca ve topun öyle maddi açıdan kolayca alınabilir bir şey olmadığı yanında imkân var ise de ulaşılması ya da bulunulması da bir başka sıkıntı noktasıydı.  Bu sebeple top sahibi olmak bir ayrıcalık gerekçesi olarak, top sahibinin takım teşkili ve oyun alanının ve dahi kendi oynayacağı mevkiinin tayinine hakkı doğduğu ittifakla kabul edilmiş görünürdü. 

Bir de “topu kaçıran, topu getirir kuralı” vardır ki velev ki maç etrafı duvarlarla çevrili bir yerde oynanmıyorsa, bazen top birinin güçlü vuruşuyla başka taraflara gitti hemen topu getirme konusunda tartışma başlar, “aslanım, sen abandın, top kaçtı” iddiası ile suçlu tayini gerçekleşirdi. Kaleciler degaj ile gol atamazdı, oyuncular kaleci dâhil herkesi çalımlamış ise de o da ayakla gol atamazdı, mutlaka yere yatıp kafa ile ya da popo ile gol atılabilirdi…

Nadiren gerçekleşen kavga gürültüler kalıcı sürtüşmeler ve hasımlıklar da oluştururdu, o kadar ki bir vade bu kavgalar başka başka alanlarda da tezahür ederdi, şüphesiz büyüklerin araya girmesi ya da başka sebeplerle milli beraberlik ve bütünlük bir şekilde yeniden tesis edilirdi… Bizim maçlarda her daim centilmenlik kazansın diye niyet edilirse de bazen bir şekilde bir yol bulunur taşlar, soplar, yumruklar havada uçuşur, niyetler gerçekleşmezdi.   


Cuma, Mayıs 30, 2025

TATARİSTAN BULGAR KENTİ

Yolumuz Tataristan’ın başkenti Kazan’a düştü, şehirde dolaşırken bir sonraki gün için günübirlik “Bulgar” kenti gezisine katılmaya karar verdik. Altınorda devletinin batı bölümüne bir dönem ve bugünkü Bulgarların atası sayılanlara da başkentlik etmiş, bugün tarihsel manada olmasa bile kültürel manada eski günlerine kavuşmaya başlamış, İslam ağırlıklı dense de diğer dinlerin de eserlerinin bulunduğu arkeolojik buluntuları ayağa kaldırılmaya devam edilen bir yerleşim yeri, Bolgar. Enteresan bilgilerin yazılmış olduğu tabelalar var, tarihine, kültürüne yönelik… İlk kez öğrendiğim bilgiler arasına bunlar da eklendi. “İlk Bulgar kabileleri, Karadeniz Bölgesinde Büyük Bulgaristan Devletinin çöküşünden sonra VII. – VIII. Yüzyılların başında bu yerlerde ortaya çıktı… Bulgar, Moğol öncesi dönemlerde Bölgenin en önemli şehirlerinden biriydi. X. Ve XI. Yüzyıllarda Volga Bulgaristan’ının başkentlerinden biriydi. Daha sonra Bulgar, Altın Orda devletinin ilk başkenti oldu…” Neymiş, Karadeniz Bölgesinde büyük Bulgaristan Devleti varmış… Tarihi haritalara bakınca, Büyük Bulgar Hanlığı, Azak Denizini çevreleyen, kısmen bugünkü Ukrayna ve Rusya’nın Karadeniz kıyılarında yer almış olduğu görünmektedir. Mezkûr çöküşten sonra, Volga ve Kama nehirlerinin etrafına yerleşen Bulgarlar burada İslamiyet ile de tanışırlar. İslam mimarisinin en kuzeydeki örneklerinin göründüğü bir şehirdir aynı zamanda… Ben bilmiyor olsam dahi Bulgar ve Tatar dünyasının önemli şahsiyetlerinden olduğu belirtilen Kul Gali burada yaşamış ve önemli eserler vermiş. Oldukça geniş bir alana yayılmış vaziyette yerleşmiş bir şehir olup, bir tepeden Volga’ya bakmaktadır. Volga nehri üzerinde “Cruise Turları” ziyaretlerine yönelik yapılan iskele, ziyaretçilere hizmet vermektedir.

Bulgar dili, Orta Asya Türk dillerinden türediği kabul edilmektedir, genel manada… Daha iddialısı ve detaylısı, tarihi Türk Halkı Hunların Volga (İtil) nehri çevresinde yaşayan Türk kavimlerinin Ogur grubuna mensup bir dil olduğudur. “Bulgar” adı da, bulunan arkeolojik kalıntılar ile desteklendiği üzere, Orta Asya Türk dilleri ile aynı kökenden geldiği, muhtemelen de Çuvaşça ile akrabalığı da göz önüne alınınca artık fazlaca söylenecek bir şeyler kalmıyor gibi… Yine hem okumalardan hem de sorularımıza verilen cevaplardan anladığım kadarı ile “Bulgar” Türkçedeki “bulamak” fiili ile ortak kökten türediği ve “Bular”, “Bulgamak” yani karıştırmak, düzeni bozmak manasında yaygın olarak kullanılmakta imiş… Yine bunun yaklaşık 9. yüzyıla kadar bu niteliğini koruduğunu bilahare bugünkü Bulgar Hanlığının dağılması üzerine Bulgaristan tarafına göçen bölümleri ile de yereldekilerde karışmalarına binaen de ciddi değişikliklere uğramakla birlikte aynı kökenden türediklerini öğrenmekteyiz. Bugün Bulgaristan’daki Bulgar denilen günümüz Bulgar topluluklarını da, dağılan Büyük Bulgar Hanlığının Karadeniz bozkırlarından gelen Proto-Bulgarlar, yerelde yaşayan Slavlar ve aynı coğrafyadaki Trakların oluşturduğunu öğreniyoruz. Anladığım yine çok enteresan bir durum var batıya göç edenler Ortodoks’luğu tercih ederken kuzey-doğuya göç edenler İslam’ı tercih etmişler gibi…

Buradan ötesini konunun uzmanı tarihçilere bırakıp ilerleyeceğim… Konuyu anlamak ve kavramak adına bu kadar tarihi bilgi yeter bence…

UNESCO Dünya Miras Listesinde yer alan Bulgar kenti buluntuları bünyesindeki müzelerden biri de “Kuran Müzesidir”. Müze küçük lakin bulunan kentteki maksada matuf hayatları yansıtması bakımından, çeşitli el yazımı Kuranlar, çok değişik süslemeler, hatlar, ayetler, hadisler tekmili birden… Ayrıca muhtemelen arazi üzerinde betonlaştırmayı arttırmamak ve genel manada silueti bozmamak niyeti ile yeraltında birkaç kattan oluşan birde “Medeniyet Müzesi” bulunmaktadır. Yukarıda devam eden kazı çalışmalarından elde edilen buluntuların sergilenmesine müsait alanların da olduğu görünmekte olan müzede, Bolgar Kenti ve medeniyetlerine ait arkeolojik ve etnoğrafik buluntular kronolojik bir konsepte münasip düzende yerlerini almışlar.

Girişte sizi büyük bir kayanın üstüne yerleştirilmiş camlar üstüne Rusça ve İngilizce kısa bir tanıtım levhası karşılamakta, hemen arkasında da giriş kapısı oluşturan ahşap bir “anıt giriş” bulunmaktadır. Ziyadesiyle geniş bir alana kurulmuş, nehir girişi hariç anlaşılan o ki Batı ve Doğu olmak üzere iki adet giriş kapısı var kentin. Biz Batı Girişini kullanarak kente adımımızı attık evvelemirde Rusça “Çernaya Palata”, Tatarca “Kara Pulat” denen bir yapıya geliyoruz, kare kesitli kubbeli bir yapı lakin ne maksatla yapılmış ve ne maksatla kullanılmış meçhul… Farklı zamanlarda Kara Pulat adlı yapının, cami, türbe, hanegâh, hapishane ve mahkeme olarak kullanıldığı rivayet edilmektedir.

“Kara Odanın” hemen güney kısmında kervansaray ya da hamam olarak kullanıldığı düşünülen “Beyaz Oda” adını verdikleri Kara Odadan daha büyük bugün müze olan bir yapı bulunmaktadır. Esasen antik kent bugün bir müzeler kenti haline gelmiş görünmektedir. Bolgar Medeniyetler Müzesi, Yazı tarihi Müzesi, Antik Tıp ve İlaç Müzesi, Ekmek Müzesi v.b. Diğer taraftan dini yapılar da adeta bir dinler mozaiği, Katedral, Kilise, Cami, Minareler… Tanıtım tabelalarının nerdeyse tamamı 3 dilde hazırlanmış, Rusça, Tatarca (Bulgarca) ve İngilizce…

Kiril Alfabesi kullanarak yazıyor olmalarına rağmen, Tatarca’nın bizim bugün kullandığımız kelimelere ne kadar benzediğini bir kez daha tespit ediyoruz; Икмэк музее (Ekmek Müzesi), Кече манара (küçük minare), Табиб йорты музее (Tabib yurdu Müzesi), Язу тарихы музее (Yazı Tarihi Müzesi),  Ак мэчет (Ak Mescit), ve daha yüzlercesi…

En son olarak da, modern mimari örnekleri bir araya getirilerek “Ak Mescit” adını verdikleri “Bolgar İslam Akademisini” bünyesinde barındıran bir cami inşaa etmişler, önüne de kocaman bir havuz koymuşlar, insanlar havuzun Camiye en uzak tarafına oturup, tıpkı Hindistan’daki “Taç Mahal” önü fotoğraf çekimlerine benzer fotoğraflar elde etmeye uğraşıyorlar…

 

 

 

 

 

 

Cuma, Mayıs 23, 2025

KNUT HAMSUN ve PROTESTO

Şimdilerde bir şeyleri protesto etme yeniden çok gündemde, protesto taraftarları ile protesto edilenin taraftarları destekleri konusunda cansiperane çabalar göstermekteler… Protesto edilenleri ellerindeki her türlü güç ve kudret unsurları ile savunanlara bugün bir ibretlik hikâye olan dünyaca ünlü Norveçli yazar Knut Hamsun protestosu hatırlatması yapmak istiyorum ki nasip olursa az ilim, irfan ve feyz olsun…

Dünyaca çok meşhur olduğu bilinen, 1920 senesinde “Nobel Edebiyat Ödülü” bile verilen muhterem acar bir faşisttir, Nazi hayranıdır… O kadar Nazi hayranıdır ki, aldığı “Nobel Edebiyat Ödülünü” aldığı yıldan tam tamına 23 sene sonra faşizmin en yaygın bilinen tarafı yalan ve propaganda mevzuunda bir ordinaryüs sayılabilecek Göebbels’e takdim etmekten zerre kadar hicap duymamıştır. Esasen burada insanlık ayıbı faşistliğini yargılayacak durumda ve uzmanlıkta değilim şüphesiz, lakin mevzu ülkeni birileri cebren işgal etmiş iken, sen istikbalini ve mevcudiyetini, dönem itibari ile emsali görülmemiş bir gücün ve beynelmilel tahkimatın mümessili pozisyonundaki Nazi orduları ve yerli hıyanet çetelerinin siyasi emelleri ve ekonomik menfaatleriyle tevhit ediyorsun… Sonra birileri de seni dünya çapında bir yazar diye takdim ve takdir ediyor, işte buna katlanmak büyük bir züldür, benim adıma… Hem de bu emperyal işgalci güçlerin propaganda ekmeğine yağ sürecek yazıları yazıyorsun hatta bir yerde bir tarafı ile namından, diğer tarafı ile şahsına tahsis edilen gazete köşesinde utanmadan, hayâ etmeden, hicap duymadan işgalci olduklarını göz ardı ederek “Almanlar bizim için savaşıyor” diyorsun… En hafifinden kocaman bir yuh hak etmişken “önemli yazar” payesi ile taltif ediliyorsun, başkalarını bilmem ve ilzam edemem lakin benim zoruma gidiyor hem de sadece zoruma gitmiyor daha da ileri gitmek istiyorum lakin hukuk fazlasına elvermiyor… Benim nezdimde kocaman bir hiçlik sebep ve gerekçesini ise Faşizm ve Nazizmin sembol ismi Hitler için finalde ettiği “O bir savaşçıydı, insanlık için bir savaşçıydı ve tüm uluslar için adalet müjdesinin bir peygamberiydi.”

Şimdilerde de bu kabil iddia sahipleri ne yazık ki mevcuttur, düşünebiliyor musunuz ki bir zihniyet ve temsilcisi koçbaşı rolü ile yaklaşık 75.000.000 insanın ölümüne sebep teşkil edecek girişimlerde bulunuyor ve bir angut da çıkıp “insanlık için savaşıyor” diyecek, hay sevsinler senin mantığını… Gerçi dediğim gibi bugünlerde de, mesela Irak işgal sürecinde 1.500.000 dan fazla insanın ölümüne sebep olan, aylarca sahip olunan hava gücüne dayanarak ve güvenerek fasılasız havadan bombala… Sonra bir önemli lider çıksın seni “dünyada demokrasinin teminatı”, karşıtı bir başka çok önemli lider de “zayiatsız memleketinize dönersiniz inşallah” temennileri ile takdis ve takdir etsin… Haydi, duacı olan lideri misyonundan ötürü anlıyorum da, demokrasi mümessili tayin edileni anlamak çok zor… Vietnam’da yaşananları bilmiyor mu? Panama’da yaşananları bilmiyor mu? Nikaragua’da yaşananları bilmiyor mu? İran’da yaşananları bilmiyor mu? Bilmez olur mu? Haydi diyelim bunlar “gavurlara” yapılanlar ve bilmiyorsun, peki, Kahramanmaraş, Sivas ve Malatya’da yaşananları da mı bilmiyorsun? Adım kadar eminim ki biliyorsun… Peki, bilerek ve taammüden beyan böyle tecelli ediyorsa, inanın ki, en büyük rezalet budur… Aklım verse dahi dilim ve klavye daha fazlasına izin vermiyor…

Neyse biz yeniden Hamsun haklı protestolarına geri dönelim, neler yaşanmış bir bakalım… İstemeyerek de olsa, komünizm korkusuna binaen savaşa yön vermek adına sonradan dâhil olan ABD’nin desteği ile Sovyetler Birliği Alman Panzerleri diye takdim edilen faşist orduları yok edince Hamsun’un memleketi de bu meşum işgalden kurtulur… Hamsun artık evinden çıkamamaktadır, kâh korkudan, kâh azıcık da olsa utancından… Norveçliler “işgalcilerle işbirliği yaparak” kendilerine ve vatanlarına ihanet edildiği duygusuyla hareket etmeye başlarlar, evinin önünde ya da herhangi bir başka yerde gösteri yürüyüşü yapmazlar, sloganlar atmazlar, ne kendisine ne de malına mülküne saldırıda bulunmazlar, ne de yurdu behemehâl “terk et” demezler… Derken günlerden bir gün bir genç kız gelip kendisindeki Knut Hamsun kitaplarını kapısının önüne sessizce bırakır, arkasından birkaç yaşlı kadın da sahip oldukları kitapları bırakır… Bir anda tüm işbirlikçiler dışındaki Norveçliler ellerindeki Knut Hamsun kitaplarını akın akın getirir kapısının önüne bırakır… Knut Hamsun daha önceleri hiç bitmeyecekmiş gibi görünen işgal günlerindeki konforlu hayatı, her zorbanın ve avenelerinin kaçınılmaz yaşadığı ve yaşayacağı sonu penceresinde perde arkasından büyük bir korku ile izlemektedir. Bu günlerce, haftalarca sürer artık kendisine iade dilen kitaplar kocaman bir tepe haline gelir, büyüdükçe büyür, perdenin arkasındaki sözüm ona yazar da küçüldükçe küçülür, bu küçülme taaa vefatına kadar sürer… 

Bu yaşanan ve âdemoğlunun bilinen en barışçı ve en akıl dolu protestosu inanılmaz bir sonuç alır… Artık Norveçliler adaletin tecelli ettiği inancıyla bu sessiz ve barışçı protestoya bir son verirler, yazarın kendisinden ziyade vefat etmiş birine saygıdan ötürü… Peki, Norveçliler bu buram buram ahlaklı ve ölçülü geçen bu protestocu tavırlarını günümüze kadar taşıyabildiler mi? Maalesef kocaman bir hayır… Araya yine harici ve dâhili bedhahlar girdi, film başa alındı… Soğuk savaş günlerinin en kanlı operasyonlarının merkezi oldu maalesef mezkûr coğrafya özellikle de Sovyetler Birliğini hedef alan operasyonlara… O devirde hiçbir Norveçli açıktan zinhar “vay vatan hainleri” gibi abuk subuk laflar öne çıkarmaz lakin şimdilerde artık mezkûr yazarın adına festivaller düzenlenmektedir…

Peki, canım Yurdumun istiklal harbinde harici ve dâhili bedhahların aktörleri şimdilerde önemli mahfillerde baş tacı edilmiyor mu? “Keşke Yunan kazansaydı” deme cüreti gösteren muhterem için neler yapıldı? Peki, Knut Hamsun ile bu muhterem arasında devir dışında bir fark var mı? Hani “insanların günah işleme hürriyetine bile karışıyorlar” diye feryat figan edenlerin karşıtlarına protesto hakkı bile tanımıyor olması çok ibretlik bir vaka lakin bunu görebilene…

Protesto hakkı kutsal olup her dileyen vatandaşın bireysel ya da teşkilatlanarak bu hakkı kullanabilmesi gerekir bana göre… Asıl olan da; kapitalizmin kıskaca aldığı ve yaşanan tenkil ve tedip politikaları ile yalnızlaştırılan vatandaşların tepkisinin desteklenmesi iken şaşkınlıkla ve hayretle görüyorum ki tarafsız olması gerekenler dahi protesto edilenleri “ticarete darbe” gibi abuk subuk gerekçelerle mahkûm edebiliyorlar… Bu akla da alkış çalmaktan başka bir şey düşmüyor bize… 

Cuma, Mayıs 16, 2025

GALİNA’NIN NAZIM’I


Araştırmacı yazar, belgeselci Dursun Özden’in “Galina’nın Nazım’ı” adlı kitabını büyük bir merakla okudum üstelik temini de hiç de kolay olmadı, sahaflardan edindim. Bu kadar uğraşıya değdi mi diye soracak olursanız, hani bilinmeyen ne vardı da öğrendiniz diye, vallahi yeni bir şey yok şüphesiz… Ancak mezkûr kitap Yıldız Sertel’in önsözü ile başlıyor ve oradan niyet anlaşılıyor hemen, sanki hızlı ve kısa bir değerlendirme ile Galina ne kadar şefkatli, dikkatli ve itinalı birisi idi lakin Vera ise bir o kadar savruk, hoyrat ve egoist birisidir şartlandırması niyeti var… Daha önce okuduğum benzer değerlendirmeler de vardı şüphesiz… Lakin farklı kaynaklardan okununca da değerlendirmelerin kasıtlı ya da kasıtsız eksik yapıldığı ya da eksik yapılmasının tercih edildiği gibi bir kanı oluşuyor bende ve eksik olduğu için de yanlış anlaşılmalara sebep olması hasebiyle çok dikkatli olunması gerektiğinin iyi bilinmesi gerekir diye düşünüyorum. Çok da öne çıkmak istemediği her halinden anlaşılan Sovyetler Birliği’ne gittiğinde ilk eşi ve doktoru Galina ile sonradan 2. evliliğini yaptığı ve ziyadesiyle bilinen, öne çıkan Vera kıyaslaması yapılmış gibi hem de çok haksız bir biçimde bana göre… Hatırı sayılır miktarda Nazım Hikmet anıları, kitapları okudum… Çok azında Dursun Özden değerlendirmelerine benzer değerlendirmeler gördüm…

Bir şiirinden hareketle “Rüzgâra Karşı Yürüyen Adam” şeklinde granit taş üzerine yontulmuş halde işlenen kabrinin bir parçasını da “Vera”nın oluşturduğu düzenleme bile ittifakla gerçekleştiğinden adeta aksi iddiaların bir tekzibidir. Rüzgâra karşı yürüyen adam, dünyada kültürümüzün ve dilimizin çok değerli ve tavizsiz temsilcisi büyük ustanın mezarını ziyaret ettiğinizde göreceksiniz ki aynı mezarı bile paylaşmaktalar, bu bile bir tekzip mahiyetindedir bana göre… Lakin söylenir de durur, yok aslında Vera’nın gönlü ve gözü başkasındadır, ayıptır vallahi… Ayıptır diyorum çünkü bir defa bu kadar özele girmekte nasıl bir beklenti var diğeri ise Vera hür düşünceye haiz biri isterse hemen ayrılır gider, Sovyetler Birliğinde boşanmak öyle bizdeki gibi zor bir şey mi tek celsede her şey bitiriliyor, en mühimi ise çok rahatsız ise neden orada dursun bırakır gider. Sovyetler Birliğinde kadınlar diğer ülkelerdeki gibi boşanmayı bir zenginleşme aracı görmezler… Şimdi duyar gibiyim Nazım’ın ününden, şanından, parasından ve imkânlarından yararlanıyor diye, gülüyorum. Vera’nın böyle bir şeye ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum, çok çeşitli gerekçelerim var bunu söylerken lakin en mühimi Sovyetler Birliği öyle bizim ülkelerdeki gibi büyük paralar gerektirecek hayatların sürdürüldüğü bir coğrafya değildir. İyi bir semtte olmakla birlikte evleri sıradan insanların evlerinden farklı değil ki… Vs vs. Bu lafları söylerken ziyadesiyle dikkat edilmesi gerekir… Örneğin Nazım Galina’dan ayrılırken neredeyse her şeyini ona bırakır, öyle bazılarının söylediği gibi Galina hiç bir şey vermedi iddiası doğru değil… Fazla sevmediğim bir lafı artık söyleme mecburiyeti hâsıl oldu, bilen de, bilmeyen de hülasa ağzı olan konuşuyor… Ayrıca mezkûr kitabın ilerleyen sayfalarında Galina’nın ağzından önsözü biraz önyargılı kaleme aldığı anlaşılan Yıldız Sertel’i teyit eder kelamlar çıkmıyor. O tamamen yaşanılanların mahremiyetine ziyadesiyle inanıyor ve saygılı davranıyor görüntüsü var baştan sona kadar… Tam Sovyetler Birliği sıradan vatandaşına münasip biçimde… Belki de gözden kaçan ya da kaçırılmak istenen Nazım’ın bilinenden fazla ilişkisinin olduğu mudur acaba? Esasen Nazım çılgınlık düzeyinde duygusaldır, tam da bu sebeple aşkları gibi, hüzünleri de, sevinçleri de, umutları da, hasretleri de, hayretleri de, hedefleri de, beklentileri de başkalarınkilerden fazladır, tam da bu yüzden ziyadesiyle coşkulu şiirler üretebilmiştir.

Ayrılıklar Nazım için adeta vukuatı adiyedendir, esasen ayrılmayı pek sevmez gibi görünür, her ayrılık sonrası az ya da çok pişmanlıklar ifade eder bunu sezdirir, lakin ayrılır. Bunu “otobiyografi” şiirinde müthiş anlatır,

1902’de doğdum

doğduğum şehre dönmedim bir daha

geriye dönmeyi sevmem.

üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim

on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği

kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-parti konukluğu ve

on dördümden beri şairlik ederim.

 

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir

                                                                           ben ayrılıkların

kimi insan ezbere sayar yıldızların adını

                                                    ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de

açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

 

otuzumda asılmamı istediler,

kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini

                                                                                  verdiler de

otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu

elli  dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prağ’dan Havana’ya.

 

Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’te

961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni

                                                           sökmedi

yıkılan putların altında ezilmedim

 

951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün

52’de çatlak bir yürekle dört ay sırt üstü bekledim ölümü

 

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım

şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile

aldattım kadınlarımı

konuşmadım arkasından dostlarımın içtim ama akşamcı olmadım

 

hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı, ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim

yalan söyledim başkasını üzmemek için

               ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene, uçağa, otomobile,

çoğunluk binemiyor.

operaya gittim,

çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın

çoğunluğun gittiği kimi yerlere ben de gitmedim 21’den beri

                    camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye,

                    ama kahve falına baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır

                Türkiyem’de Türkçemle yasak

 

kansere yakalanmadım daha

yakalanmam da şart değil

başbakan filân olacağım yok

meraklısı da değilim bu işin

 

bir de harbe girmedim

sığınaklara da inmedim gece yarıları

yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında

ama sevdalandım altmışıma yakın

sözün kısası yoldaşlar

bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da

                                              insanca yaşadım diyebilirim

ve daha ne kadar yaşarım,

                              başımdan neler geçer daha

                                                                  kim bilir.

Şiirden alıntı yapacaktım tefrik etmeyi beceremedim lakin yolundan ve kararından geriye dönmeme, vatan ve aşk hasreti çekme başta olmak üzere her tarif mükemmel… İşte ne diyor büyük usta “altmışıma yakın sevdalandım” siz hala başka hikâyeler anlatın… Sonuç itibariyle başta Galina’nın olmak üzere Dursun Özden’in seyahat notlarını ve anılarını okumak son derece zevkli oldu, kendisine teşekkürler…

 


Cuma, Mayıs 09, 2025

“ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE” ÜSTÜNE – 1

Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu ve çok büyük bir keyifle okuduğumu daha önceki bir yazımda belirtmiştim. Mezkûr kitabın Anadolu gezileri hatta özellikle de Ege gezileri bölümü benim için ziyadesiyle etkileyici olmuştur. Çünkü anlatılan yerleri, neredeyse karış karış bilmek bir yana, anlatılan her faaliyetin canlı şahitliği içinde bir hayat sürdüm. Mübadele ve tütüncülük ile ilgili bölümü tam da bahsettiğim türden, işte hem bir mübadil torunuyum hem de bir tütüncü aileden geliyorum… Tütüncülük konusunda, Akhisar Müzesinin ilgili bölümünü de gördükten sonra ayrı bir yazı olarak düşüncelerimi aktaracağım.

Büyük acıların yaşandığı “mübadele” sürecine yönelik kendince bakıyor yazar, “Kandıran ve kanılan politikanın, insan için hangi çeşit tutkuyu, hangi doygunluk umudu ile çekici kıldığı sorunu, sakin zamanların çözemediği, ateşli günlerinse büsbütün ortadan kaldırdığı bir sorundur. Neyi, niçin istediler, ne buldular! Buradan gidenler nerelere yerleştirildiler ve yerleştirildikleri bölgelerde acaba buradaki yaşam düzeylerini kurabildiler mi? Hiç zannetmiyorum. Çünkü buraya yerleştirilen Girit göçmenleri de, Girit’teki durumlarının buradakinden çok iyi olduğunu söylüyorlar, oranın zenginleri imiş Türkler. Girit’in zenginleri, Urla’da tütün işlemeye başlayınca, eskiden üzüm ambarı ve işliği olan yapılar çökmeye başlamış, kendiliğinden, bir haraplık görünümü kaplamış çevreyi, Girit’in, Kavala’nın, Drama’nın, Florina’nın göçmenleri ya da Boşnaklar, geldikleri bu yeni yerde eski yaşam düzeylerini bulamamışlar, kuramamışlar. Ondan anlıyorum ki, buradan gidenler de anılarının zenginliğinden başka bir zenginliği bir daha bulamamışlardır. Belki de göçün kaderidir bu.”

Göç etmek bugünden bakınca sahip olunan tercih haklarının, teknolojik desteğin, imkânların ölçüsünde çok kolaymış gibi görünüyor. Lakin birbirine düşman edilmiş iki toplumun savaş halinde bulunması bir yana birbirlerinin canının ve malının müsadere edilmesinin örfi ve dini açıdan caiz ve mubah telakkisi dâhilinde, biri kalıyor biri gidiyorsa, vay geldi gidenin başına kültürü dibine kadar acımasız ve sert yaşanır maalesef… Ve yaşanmıştır da… Hem Yunanistan hem de Türkiye’de maruz kalınan şiddet ve müsadereler üzerine birçok hikâye dinledim zamanında hem de birinci ağızdan…

Nedir bu âdemoğlunun tayin ettiklerinden çektiği, pasa bir sürgün hali, direk olmasa bile müsait vasatın yaratılarak, gönüllü ya da metazori lakin asla değişmeden, “nereye dönersen dön arkan arkandadır” halinin gerçekleşmesi, böyle gelmiş böyle gidecek korkarım. Ahali de paşa paşa alınan bu karar ve hükme riayet ediyor, kolayda ne varsa topluyor düşüyor yollara… Misal çok da, biz konumuz ile iktifa edelim. Bazı rakamlara göre Anadolu’dan yaklaşık 750.000 Ortodoks, Yunanistan’dan 500.000 Müslüman yaklaşık bir yıl içinde neredeyse her şeylerini geride bırakarak hiç bilmedikleri hatta hiç duymadıkları topraklara yerleşin emri ile gönderiliyor. Bu acılar yaşanırken, hayat ve maişet usulünü ayrıldıkları yerden getirdikleri ile geldikleri yerde gördüklerini tevhit ederek zenginleştirmişlerdir. Ayrıldıkları yerde bilinen tütüncülüğün gelinen yerdeki üzümcülüğe galip gelmiş olmasının öyle zannedildiği gibi tek başına adet ve itiyat olmadığını mezkûr kitapta Yazar bir mübadil ile yaptığı sohbette mübadilin sözünden aktarıyor. “Evet, bizim tütüncü olduğumuz doğrudur. Ama buraya geldiğimiz zaman, çok genç ve bakımlı bağlar bulduk. Bağ kırk elli yılda yaşlanır, Rumlar bunu bildikleri için her otuz yılda bir bağları yenilerlermiş. İşledik bu bağları. Ama sonra ne oldu? 50 kuruştan giderken 10 kuruşa kadar indi. Bununla kalmadı, ertesi yıl Ege bağlarına Pronos hastalığı geldi ve kütükleri mahvetti. Ürün sekizde bire düştü. Oysa o sırada tütünün fiyatı kımıldadı, kriz gününde kilosu 10 kuruşa giden tütün 50 – 60 kuruşa gitmeye başladı. Biz de tütüne umut bağladık. Üüzm sermaye ister, tütün ise emek. Bağ bellenir, üç kez çapalanır, kükürt ve göktaşı atılır, filizi anılır, sonunda sergilenir, potasyumlu, zeytinyağlı suya batırılır ve üzüm kâğıt üzerinde kurutulur, çöpü alınır. Pahalıdır üzüm. Oysa tütünde ailece çalışırız, kadınlarımız, kızlarımız bütün vakitlerini tütünde geçiriri. Bize daha kolay geldi.”

Mübadele, mübadilleri, değişen iklimler, değişen komşular, değişen faaliyet ve maişet biçimleri, ama değişmeyen alışkanlıklar, karşılaşılan dışlanmışlıklar ve itilip kakılmalar adeta çifte kavrulmuş olarak hayata hazırlamış görüntüsünü vermiştir bana her daim…

Konumuz esasen mezkûr kitap olunca, oradaki muhteşem bir Anadolu tiradı var ki, etkilenmemek mümkün değil, aktarıyorum… “Oğuz Akkan, benim çok övdüğüm bir kitabı, ‘History Begins At Sumer’i çevirip bastırmak istediğini söyledi. Günümüzden geriye doğru gittikçe Hitit’e varıyoruz, Hitit dediniz mi, Sümer – Akat’a uzanmamak olmuyor. Demek bir Anadolu kültür tarihinin kökeninde ister istemez Sümer bulunacaktır. Çünkü Hitit onunla anlaşılacaktır. Bu da oldukça yenidir. Eskiden Anadolu tarihi denince ‘Yunan’ çıkarılırdı karşımıza ve çoğu zaman, bundan ürkülerek konu örtbas edilirdi. Bunca zengin tarihsel kalıntının açıkça Avrupa’ya taşınmasına göz yumulması başka nasıl açıklanabilir? Biz Asya’dan gelmiş ‘üç yüz aslan’ olmakla övünüyorduk. Bugün bile çocuklarımızın ilkokul kitaplarında Orta Asya’dan ‘anayurdumuz’ diye söz edilmektedir. Buna üzülmek azdır, çıldırmalıyız. Bizim anayurdumuz Orta Asya ise, Anadolu nemiz oluyor? Bu soruya karşılık bir Yunanlı çıkıp da ‘o da bizim anayurdumuz’ derse, hoşlanacağımızı pek sanmıyorum. Oysa biz Atatürk’le birlikte bu toprağın uygarlıklarını benimseme yolunu tutmuşuzdur. Atatürk’ten sonra Türk aydınları, bu toprağın tarihi, bu topraklardaki uygarlıkların kaynakları üzerinde durmaya başladılar. İngilizlerin adaları için yaptıklarına benzer bir Anadolu geçmişini benimsemektir konumuz. Bretonlardan başlayarak İngiliz adasındaki insanların nasıl oluştuğunu anlatırlar onlar. Ne Roma, ne de Fransız kralları döneminden yüksünürler. ‘Cradlle’ (beşik) bir Breton sözcüğüdür. Bize kağnı ve kuyu çıkrığı Hititlerden kalmıştı. Adana bir Hitit adıdır. Bu alanda Cevat Şakir’in yürüttüğü savaşı iyi anlamalıyız; gerçekleri değiştirerek kendimize bir tarih uydurmak ya da kendimizi yabancı bir kültüre uygulamak gibi olmayacak bir işin çabası değildir bu, geçmişe yeni bir bakış kazandık; kompleksli olmamanın tarihsel dayanakları geçti elimize. Bunu, bilimsel verilerin ulusal çıkar açısından değiştirilmesi diye anlamak tümden yanlış olur. (bunu batı yaptı) Çükü Avrupa’da yüzyıllardır beslenmiş olan Osmanlı – Türk düşmanlığının da yol açtığı romantik bir eski çağ anlayışı ve ona dayanmış görünen haksız politik uygulamalar bugün artık değerden düşmüştür. Bugün bilimsel tarihin kaynakları çok daha gerilere götürülmüş ve yorumlar çok değişik biçimler almaya başlamıştır. Batı ile birlikte biz de bu gözlemler içindeyiz. Yeni araştırmalar, eski kanıları allak bullak ediyor. Yunan tanrılarının eski adlarını ve eski yurtlarını öğrenmeye başlıyoruz. İşte yepyeni bir araştırma; International Theatr Information adlı derginin son sayılarından birinde, tiyatronun Yunana maskeli olarak geldiği yazılıyor. Bu maske bir Sümer maskesidir. Bize karşı Yunanı kışkırtan Avrupa, eğer onun eski uygarlığına hayran olduğundan böyle yaptı ise, eskiden eşsiz bir uygarlığı olan Mısır’a neden o kerte aşağı davrandı? İşin uygarlığının neden kökünü kazıdı?”

Artık “bilimsel tarih” tanımının bu kadar farklı yapıldığı ortamda bu kabil önermelerin, iddiaların ittifakla, en azından çoğunlukla içselleştirilmesi imkânsızdır. Zaten bu tarihsel ve kültürel birikimleri sahiplenmelere kişisel olması halinde kimsenin itirazı olmaz ve olmamalı da, lakin bunun bir millet üstünden ve millet adına yapılıyor olması da esasen ziyadesiyle zorlama olup, sırıtmaktadır. Anadolu uygarlıkları sizin milli mirasınız ise, iddianız bu ise, bu sahiplenmenin de sahiplenmesini fazlaca beklememek gerekmektedir, bana göre… Evet, koruma, kollama konusunda sahiplenme ve geleceğe taşıma vazifesinin kutsallığına inanıp bu uğurda elden gelenden fazlasının yapılması şart olup, fazlaca evelemeye gevelemeye gerek yoktur, bence… Evet, bu muhteşem tiradın, bir kısmına katılamıyorum ne yazık ki… Tıpkı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın bu kabil iddia ve önermelerine katılamadığım gibi… Öğrenmeye devam…


Cuma, Mayıs 02, 2025

KENDİNCE BİR BİLGE, AHMET SAİM ERTÜRK

Saim Ertürk Abimizi de maalesef sonsuzluğa uğurladık, hayatımızın önemli bir bölümünde kendi adıma güzel hatıralar biriktirdim kendisiyle, unutulmasın diye bu güzel hatıralarımı kayıt altına almak istiyorum. Ahmet Saim Abimiz Çeşme’nin 1977 – 1980 arası Belediye Başkanıdır, CHP’nin adayı Ahmet Hulusi Öztin’e karşı AP’nin (Adalet Partisi) adayı olarak seçimi kazanmış olup, Çeşme’nin dengelerini göstermesi açısından ise seçimin sayısal sonuçlarını bir defa daha hatırlayalım, toplam seçmen sayısı 2.721, AP 1.033, CHP 987 oy alarak seçilmiştir. Ne yalan söyleyeyim ben oy kullanmadım kullansaydım eğer tercihim de, mezkûr Ahmet Abiyi çok sevmeme rağmen, siyaseten diğer Ahmet abi olurdu… Neyse görüldüğü üzere 46 oy farkla kazanmış, Saim abi… Kimse de itiraz etmedi, efendim “46 farkla seçim mi kazanılırmış” postulatı daha icat olunmamış idi… Evet, sonuçta Çeşme’nin iki sevilen Ahmet’inden biri belediye başkanıdır gayri… Şimdi olduğu gibi ilçenin her kayıtlı seçmenin oy kullanabildiği bir seçim değildir, köyler hariçtir… Esasen de belediye seçimlerine köyleri katmamış olsalardı belediye başkan seçimleri asla ve kat’a şimdiki gibi olmazdı, bu sistem ve tercih canım yurduma atılan süper bir sağ kazıktır… Neyse başımız sağ olsun… Kazık diyorum sadece seçim sonuçlarını kast etmiyorum, bakın bakalım vergilendirme sistemindeki cinliklere, kabak gibi ortadadır kazığın büyüğü, heybede değil…

Bilahare, muazzam galibiyetin mümessili dâhili ve harici bedhahları kenarda tutup, gönendiren lakin totalde canım yurdumun üstünden silindir gibi geçen 12 Eylül cuntası gelir… Yerelde hemen belediyeye el konulur, kayyum tayin edilir… Saim Abi gözaltına alınır, ne varsa ortada, gariptir tüm bunlar da sözüm ona “Yüce Türk Millete adına” yapılır… Yahu, Saim Abi milliyetçidir ilaveten çalmamıştır, çırpmamıştır, çaldırmamıştır lakin kimin umurunda… Saim Abi önemli ekonomik faaliyetlerin ortağıdır, seyahat acentesi sahibidir, feribotları vardır lakin hayatı imrenilecek düzeyde mütevazıdır. Belediye Başkanı ol bir ömür kirada otur, ölçü budur, namusa, çalmamaya, çırpmamaya… 12 Eylülcülere göre kendi adamları kayyum atanıp güç kullanmaya başlamalıdır… Hani bir zamanlar bir reklam spotu vardı; “kontrolsüz güç, güç değildir” diye, gerçi üzerinden de yaklaşık 30 yıl geçti, güç hala kontrolsüz ya… Olan Saim Abiye oldu, gitti başkanlık… O hızla politikadan biraz uzaklaşsa da, bir dönem sonra da talepleri ve ısrarları kıramaz yeniden aday olur lakin o da bilir seçilemeyeceğini, işte… Ben yine de kendisini iyi tanıyan biri olarak Saim Abinin şimdiki milliyetçilere hiç ama hiç benzemediği hakkını teslim edeyim, gerçi Çeşme’nin yerli milliyetçileri diğer bölgelerin milliyetçilerine hiç benzemezler… Onlarda her daim hümanist, barışsever bir damar bulunur ve insanı sever ve korurlar… Onların temsilcilerinden birisidir Ahmet Saim Ertürk… O artık hayatının bu önemli bölümünde “akil adamdır” bir nevi, uhuleti ve suhuleti temsil etmektedir.

 

Saim Abi, ilerlemiş yaşına rağmen sabah ve akşam yürüyüşlerini eksik etmez, çok yağmurlu ve çok rüzgârlı günler hariç sırtında eşofmanı, evinden, kordon boyu adımlamaya, oradan çarşı içinden geçerek, çevre yolundan evine gitmeyi sağlıklı hayatın bir disiplini olarak son güne kadar devam ettirmiştir. Bu yürüyüşlerinde karşılaştığı insanlara bağlı olmak kaydıyla ayaküstü muhabbet fasılaları da her daim olmuştur. Şahsen çok sık karşılaşıp uzun uzun ayaküstü muhabbetler etmişizdir, karşılaştığımız yer mutlaka muhabbet konusunda tayin unsuru olmuştur. Çarşıda Kilise önünde karşılaştı isek, kilise ve restorasyonu ya da oradaki faaliyetler üstüne, Kale önünde karşılaştı isek Osmanlı üzerine, sahilde karşılaştı isek denizcilik faaliyetleri üzerine, vs. vs. Bire bir görüşmelerimizde, uluslararası gemilerde çalıştığı günlerden bahsederek, “aslanım ben Çeşme’nin ilk beynelmilel işçilerinden biriyim” esasen ben bir gerçek sosyalistim derdi, ben de “yapma be Saim Abi sen kim sosyalistlik kim” deyince ısrarla ispata girişirdi. Saim Abi işte böyle biriydi, tam da bu yüzden taraflı tarafsız hemen hemen herkes tarafından sevilirdi.

Kendisi ile Yeni Çeşme Gazetesi adına birkaç defa röportaj yapayım diye talepte bulundum her defasında kabul etmedi, konuşursam kızanlar küsenler olabilir derdi, böyle de ehli kâmil idi… Mesela böyle bir imkânım olsa idi sorularımdan birisi de kendisinden sonra belediye başkanlığı yapmış şimdilerde de o da benim gibi kitapsız denilmesin diye kitap yayınlamış bir diğer abimizin kitabında yer bulamayışını soracaktım, olmadı… Bir diğer sorum ise, kestane satıcılığı, miçoluk yaptığını zaman zaman övünerek anlattığını, işçi olduğunu, işçi sınıfının bir parçası olarak işçiden yana olduğunu devamlı beyan ettiğini tam da bu sebeple esasen bir “solcu” olduğunu söyleyip lakin seni tanıdım tanıyalı “sağcı” olmanın ötesinde bir pozisyon almadın diye açıktan bir kez kayıtlara geçmesi adına, olacaktı, olmadı… Bir başka sorum ise, hemen Kıbrıs Savaşı sonrası Kıbrıs ile ulaşımda katkı olması adına esasen de hakkınız olan kredi kullanımında karşılarında bulunmanıza rağmen CHP’li Bakan Alev Çoşkun döneminde zorluklarla karşılaşıp karşılaşılmadığı ve kredi olanaklarından faydalanıp faydalanmadığı olacaktı, olmadı… Bir diğer sorum ise, bir gün sabah yürüyüşü ya da teftişi artık ne diyorsan, sabah temizliği yapan garsonların denize çöp attığını görüyorsun, sen de çocuklar yapmayın hemen durun diyorsun, seni tanımadıkları için ters ters konuşuyorlar, sen de çocuklara 2 tokat atıyorsun, bu doğru mudur olacaktı, olamadı… Bu arada o zamanki Belediye Başkanları şimdikiler gibi bir alay zabıta ve görevli ile birlikte dolaşmazlardı tabii ki, aynı dönemdeki İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak bile tek başına dolaşır, teftiş eder, gözlem yaparlardı, şahitliğim vardır… Korku ya da saldırı daha icat olmamıştı bu topraklarda henüz, esasen ne güzel günlerdi be, dedirtir türden… Bir başka sorum; sağ politikaların ciddi ve atılımcı ve de aksiyoner tarafında olduğunu ben hatırlıyorum lakin şimdilerde bakıyorum ve kıyaslıyorum da sizler ne kadar “bir kaşık suda boğulacak” diye değerlendirilen insanlara bile tahammül göstermişsiniz, bu biraz da Çeşme’nin barış ve demokrasi kültürünün köklü olmasından mı kaynaklanıyor olacaktı, olamadı…

 

Saim Abi; son güne kadar Canım Yurdum üstüne kendince görüş bildirmeye en azından dost meclislerinde devam etti, iyi gidişleri olumladığını, kötü gidişleri de tenkit ettiğini hiç gizlemedi. Meclisi nasıl çalıştırdıklarını, nasıl kararlar aldıklarını, kendi dönemindeki karar alma süreçlerinin şeffaflığını haklı olarak sitayişle anlatmayı da çok keyif alarak sürdürürdü… Evet, Çeşme’de gerçek manada ilk konut kooperatifi için kamulaştırma kararı alınmasına ön ayak olan, ilk defa altyapı çalışmalarının prototipi olabilecek çok kısıtlı imkânlarla dere ıslah çalışmalarını başlatan, şimdiki bütçelerle kendi dönemi bütçelerini kıyaslayarak kahırlanan, asıl olarak da liyakatsizliğe de hiç katlanamadığını devamlı beyan eden abimiz artık yok, nurlarda olsun… Saim Abi artık yok, eminim Çeşme yokluğunu her daim hissedecek, biz de onu özleyeceğiz ve böyle iyi hatıraları ile hatırlayacağız… Efendim hep iyi yanları mı söz konusudur denirse de cevabım, evet, diğer meseleleri de başkaları yazsın, bilmediğimizden değil, istemediğimizden… Nurlarda ol, Saim Abi… Oğlu Alparslan kardeşimiz, Damadı arkadaşımız Levent Baykal başta olmak üzere tüm akrabalarının ve Çeşmelilerin başı sağ olsun, tekrardan…

 


Çarşamba, Nisan 23, 2025

CAN İLE CAN - HATİCE MİTHAT CAN

 

Hayatlarını ve dahi canlarını hak, hukuk, insan hakları mücadelelerine adayan ve maalesef 6 Şubat Hatay depreminde hayatlarını kaybeden Hatice ve Mithat Can’ın hayatları Mahir Mansuroğlu ve Nuri Günay’ın birlikte yazdığı “Hatice-Mithat Can: Aynı denizde buluşan ırmaklar” adlı kitap ile ölümsüzleştirildi. Herkese, misal teşkil edecek bir hayat bütünlüğü ve tutarlılığı var kitabın her satırında Can’ların hayatından tensip babından.  Kitabın son bölümünde dostları ve tanıdıklarının kaleminden bu manalı hayatın bazı bölümleri var ve buradan Ender İmrek’in anlatımından bir bölümü aktarmak istiyorum. “baskısız-sömürüsüz-savaşsız başka bir dünya tahayyül eden, ancak düşünmekle, dile getirmekle yetinmeyen değiştirmek için mücadele eden, sözüyle eyleminde uyumlu ve tutarlı iki devrimci yoldaştır Canlar. Kadın erkek eşitliğini kararlıca savunmuş ve kendi öz yaşamları dâhil uygulamış, yıllar geçerken zihnen her daim genç kalmış iki insan. –ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa- diyen; dil, kültür, inanç, düşünce, örgütlenme… İnsana dair olana vurulmak istenen her pranganın kırılması için söz söyleyen ve bununla yetinmeyip eyleme geçendir ikisi de. Her devrimcinin ardından güzel sözler edilir, ancak bu sözleri en çok hak edenler arasında yer aldıklarına kuşku yok.” Emin olun her tanıyan çok güzel sözler söylemiş hani Nazım Hikmet’in düşman adlı şiirinde gayet güzel tariflediği düşman rolündeki muhteremlerin dışında kimsenin Can’lar için olumsuz tek kelime dahi etme imkânı olmaz, olamaz.

Hülasa Can’lar, canlarını halkların eşitlik, hürriyet davasına korkusuz, karşılıksız ve tavizsiz hasretmiş devrimci insanlardır. Samimiyetleri hayatlarının yalınlığından tam manasıyla buna bir teyittir, beklentisizdirler her girişimlerinden, tek haslet özgür insanların elini kolunu korkusuzca sallayarak, düşündüklerini kaygısızca söyleyebildikleri bir dünyadır… Tam da bu yüzden heyecan ve büyük bir şevkle nerede bir barış, özgürlük ve eşitlik talebi varsa orada olmayı bir insanlık borcu telakki etmişler, fiilen olamıyorlarsa da fikren orada olduklarını tebarüz ettirmişlerdir… 

Kitap temelde, Can’ların, çocukluklarından, lanet depremde vefatlarına kadar hayatlarını, daha önceki karşılıklı mülakatlardan, hatıralardan aktarılanları öne çıkarsa dahi arka plan müthiş… Canım Yurdumun, 60’lı yıllardan itibaren günümüze bir “yarım yüzyıllık Almanak’ı” adeta… Şüphesiz bu kabil değerlendirmeler o günleri yaşayan herkes tarafından bilinmekte ve yapılmakta olup, ziyadesiyle araştırma ve inceleme tarzında derlenmişlerine de ulaşmak mümkün hem de beynelmilel boyutları ile… Kitap bir yanı ile iki devrimcinin hayatını verirken, tarihe “Hatay Meselesi” diye geçen 1939 senesi Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını, öncesi ve sonrasıyla da kabaca yerelin siyasi ve sosyal pozisyon almalarına değinmektedir. Esasen de yazar, “insanları tanımak, anlamak için doğdukları, yaşadıkları şehri, o şehrin tarihini ve kültürünü bilmek gerekir” tebarüzü ile kısaca Hatay ve özellikle Samandağ ve dahi Asi Havzası tanıtımı da yapmaktadır. Önemli midir? Şüphesiz çok önemlidir bence de… Coğrafya kaderdir denilirken de muhtemelen coğrafyanın, ikliminden beşeriyetine kadar mizacı ve hayatı üzerindeki tesirleri düşünülmüş olmalı… Hele ritüeller ve bayramlar üzerine değerlendirme yapılan bölümler her ansiklopedide kolayca tekmili birden bulunabilecek türden değildir. Çok dinli, mezhepli ve çok etnikli bir coğrafyadır, haliyle her birinin ritüeli, her birinin bayramı farklı sebep ve zamanlara bağlıdır elbette bu çeşitlilik ve çokluk yöreyi bir “bayramlar diyarı” haline getirmektedir. Özellikle bu çeşitlilik çocukların hayatlarında önyargı azlığı ve hoşgörü çokluğu sebebiyle muhteşem bir zenginlik meydana getirmektedir.  

Arka plan demiştim ya, siyasal, sosyal ve kültürel hayatımız, ritüellerimiz, ekonomik hayatımız, şehircilik anlayışımız, beslenme alışkanlıkları, yenilen yemekler, içilen içkiler, edilen kelamlar, işte tekmili birden… Yazarlarımıza teşekkür ediyoruz, bize Can’ların hayatlarını özetledikleri için ve arka planda müthiş bir bilgi dağarcığı oluşturdukları için… Öğreniyoruz, hatırlıyoruz, yorumluyoruz, az bir şey mi neden, niçin, nasıl, ne zaman diyerek üstüne tefekkür ediyoruz. Ezan, Hazan ve Çan derken onların insani ve sosyal tabanı, özellikle bir avuç etnik yapılarını gizlemekten korkmayan Ermeni’nin, Yahudi’nin kaldığı topraklar kast edilse de bir kısım önemsenmezken bir kısım da gözden kaçırılıyor… Konu derin ve uzun lakin kifayet-i izahat…

Asıl arka plan ise deprem, bir koca şehir adeta yok oluyor, ilk günler duyarlı ve ilgili insanların insanüstü çabaları, çağrıları… Sonraları görüntüler meydana çıkıyor ve dehşet ortada… Öyle ikiyüzbeşbin Hatay’lı vatandaşın imar barışı problemi çözdük diye övünürsen sonuçları da hiç şaşırtıcı bulmayacaksın. Çok üzgünüm evet bir inşaat mühendisi olarak çok üzgünüm ortaya çıkan tablodan… Bir deprem esnasında binalar hasar görebilir, depremin şiddeti, süresi ya da atım şekline bağlı olarak bu kesin… Lakin bu alanları imara açar iken hiç mi arazi ve jeolojik çalışma yapılmaz? Mesela, bir mühendis yarın kalkıp taksiciliğe başlasa ne olur bilir misiniz? Yok, plaka tahditi, yok taksi tahditi gibi akla hayale ziyan engeller ihdas eden mevzuat, bir taksici yarın çok büyük paralar eden taksi plakasını satsa müteahhitliğe başlasa mevzuat sesini çıkarmayacak, emin olun… Peki; Belediyeler kontrol etmiyor tezini savunurken bugünkü hala sık sık değiştirildiğinden karar verilememiş olduğunu anladığımız özel denetim sistemini nasıl savunuyorsunuz derler adama? Detay çok anlatmanın da bir manası var mı bilmiyorum? Belki de herkes her şeyi biliyor lakin tribünlere oynuyor, vs. vs… Kim hatalı, kim haklı tartışmasını yapalım ve daima karşı tarafı suçlayalım, kabul de, asla ve kat’a inanmadığım resmi rakamlara göre 24.147 kişi (yazı ile yirmi dört bin yüz kırk yedi) yitip gitmiş… Kimin haklı kimin haksız olduğunun bir önemi var mı peki? Kocaman rezalet… Peki, canım yurdumun necip milleti azıcık ders aldı mı? Belki, lakin hiç zannetmiyorum… 

Denetimler özelleştirildi bana göre çare olmadı? Hiç öyle çare oldu felan gibisine bir abukluğa girmeyelim, inşaat yapan memnun değil, kontrol işindekiler memnun değil, belediyeler kontrol firmalarından memnun değil, neticede ev alanlar da yıkılan binalar altında kalıyor… Bunlar yetmezmiş gibi mevzuat tanzim edenler pasa değişiklik yapıyor, “tüh lan bu da olmadı kabilinden”… Şimdi gelin her şey güllük gülistanlık deyin… Öyle yerel ya da merkezi otoriteye ya da siyasilere sallayarak, suçu yıkarak bu illetten kurtulamayız… Bakın küçücük bir örnek, herhangi bir inşaat ruhsatı ya da iskân raporu alın üstüne kaç farklı disiplinden mimar, mühendis ve yetkili imza atmış, bakın yeter… Edilecek çok kelam var da söyleyip fazlaca zayi etmeyeyim… Depremde Hatay Havaalanı ne oldu, “out of order” peki her yıl su baskınlarından etkilenmiyor mu?  Hatay Havaalanını yapmayın yeri yanlış denilmedi mi? ne dediler “eyyy mühendisler siz işinize bakın, havaalanı yapmak bizim işimiz”… Resultante importante işte… Aaaa netice de Canım Yurdumun makûs kaderine küsmüş necip milletimizin tepkisi ve tercihi değişti mi, zinhar, peki değişir mi? zinhar… Durmak yok yola devam…

Hani dedim ya” kim düşman, kime düşman” tarifi Nazım Hikmet’ten diye, işte o şiir bir kez daha anımsayalım…

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,

Akar suyun

Meyve çağında ağacın,

serip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :

- çürüyen diş, dökülen et-,

 

bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,

dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,

dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla

bu güzelim memlekette hürriyet.

Bursa da havlucu Recebe,

Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,

fakir köylü Hatçe kadına,

ırgat Süleymana düşman,

sana düşman, bana düşman,

düşünen insana düşman,

vatan ki bu insanların evidir,

sevgilim, onlar vatana düşman...