Çarşamba, Temmuz 30, 2025

DEKABİRİSTLER

Şimdi net tarihini hatırlamıyorum bir vade önce Rusya’da sinemaya gitmiştim, afişini beğendiğimden “Dekabirist” filmini tercih edip izlemiştim. Film Rusça idi haliyle konuşmaların çok büyük çoğunluğunu anlamadan film nasıl izlenirmiş o gün bu zevki ya da ıstırabı yaşadım… Konu maalesef hiç bilmediğim bir konu olmakla birlikte ilgimi de çekti ve film sonrası istim arkadan gelir misali konuyu öğrendim… Rusya'da Çar 1. Nikola'nın döneminde “Fransız İhtilalinin” düşünce ve eylemlerinden mülhem, çar otorite ve yetkilerini, yeni bir anayasa yaparak kısıtlamak düşünce ve planı ile bir grup subay ve aydının 1825 tarihinde gerçekleştirdikleri bir ayaklanma var, işte mezkur film de o konuyu işlemektedir. Ayaklanma çok kanlı bir biçimde bastırılır, ayaklanma önder ve destekçilerinin bir kısmı, ayaklanma bastırılırken katledilir, bir kısmı asılarak idam edilir bir kısmı da Sibirya’ya sürgün edilir.

 

Filmde adı geçen liderlerden biri de “Prens Volkonski” idi, ayaklanma da, Napolyon’un Rusya işgal planı ve kısmi başarılarının yaşandığı sürecin hemen ardından geldiği de bilindiğinden, Lev Tolstoy’un müthiş eseri “Harp ve Sulh” undaki “Prens Volkonski” olabileceği tahminiyle detaylı bir okuma ihtiyacı oluştu. Gördüm ki, evet tahmin ettiğim gibi Mareşal Repnin ve General Volkonski her iki vakada da yer alanlar… Artık “Dekabiristler” bilgim dahilindedir ve herhangi bir yerde karşıma benzer bilgi ve alakalı ilişkiler çıkarsa dikkat edeceğim bu yeni gelişmelere… Eksik plan ve strateji, yetersiz teçhizat ve silahlanma, yetersiz liderlik, birlikte hareket edenlerin hedef ve öncelik tayininde kararsızlık ve dağınıklık, isyan günlerindeki talihsizlikler gibi çeşitli sebepler ciddi kayıplara yol açıyor haliyle ve kaybediliyor…

 

Biliyorum ya, önce idama mahkûm edilse de bilahare sürgüne çevrilen ceza muvacehesinde başta Prens Volkonski olmak üzere önemli bir grup isyancı Sibirya sürgünüdür artık… İrkutsk’da da kolayca bulduk izlerini… Sürgünde yaşadığı müze eve gittik, gezdik, yaşadıklarına dair izler üstüne düzenlenen 2 katlı evden edindiğimiz intiba, baş olunca sizin sürgünlüğünüz de değişik oluyor. Ayaktakımlarının sürgünü bir azap rüzgârı iken baş olanların sanki biraz da tatil rüzgârı havasında geçmiş gibi… Önceleri Sibirya madenlerinde koca bir 30 yıl geçirdi, sürgün olarak edebiyatının, yaşadığı evi, bahçe ve müştemilatları görünce ne kadar da abartma dolu olduğunu anladım. Başta Prens Volkonski
ve beraberindekilerin ibadetleri de düşünülmüş ve hemen konutun dışında bir kilise tahsis edilmiştir, yorumsuz olarak levhasındakinin Google marifetiyle tercümesi aynen şöyledir; “dekabiristlerin ve ailelerinin sürgünüyle ilişkilendirilen Başkalaşım Kilisesi”.  Ben buraya fotoğraflar koyacağım lakin merak edenler, küçük bir Google araştırması ile kastımın ne olduğunu anlayacaklardır. Demek ki baş olmak mühimmiş, “baş ol da isterse soğan başı ol” sözü mucibince… 

 

Sankt Petersburg’da da bir anıt var, dekabiristler için düzenlenmiş. Tam da idam edildikleri noktada… Bir dikilitaş (obelisk) ve üzerinde idam edilen 5 liderin isimleri… Hemen Rus Askeri Müzesi yanında yer alan bu obelisk enteresan bilgilere gebedir. Mezkûr 5 lider birlikte asılarak idam edilecek, olmaz oluyor, idam sırasında ipler kopuyor, Rus geleneklerine göre idam sırasında ip koparsa, mahkûm affedilir, lakin burada böyle olmuyor Çarın öfkesi büyük, yeni ipler getirtiliyor ve idam gerçekleştiriliyor… Adam Çar tabii ki, gelenek, görenek ve yasa umurunda mı, canı öyle istiyor… Sonuç itibariyle isyancılar tarumar, isyan anında, bilahare idamlar ve sürgünler… Artık onların rüyası bir başka bahara kalmıştır… Sonraki gelişmelerde “yarım kalan senfoni” öncelikle “narodniklerce” sahip çıkılsa dahi Lenin’in de feyz aldığı bilinmektedir. Lenin’in askeri teşkilat içinde mücadele taktiklerinden söz ederken Dekrabrist tecrübesinin göz önünde bulundurulması gereğini defaatle bahsettiği alakalı muhteremler tarafından belirtilmektedir. 

Siyasi sürgün ve tecritten murat suçlu addedilenlerin öncelikle toplumdan ve de özellikle ailelerinden izole edilmektir bana göre, tıpkı benim de bizatihi yaşadığım 12 Eylül süreci benzeri, lakin ne dekabiristleri ne de 12 Eylülde yargılanan bizleri her türlü baskı, eziyetlere rağmen ailelerimiz terk etmedi, bu da muktedirlere dert oldu… Konu özelinde ağırlıkla aileler Sibirya’ya gidip yerleştiler, 30 yıldan fazla oralarda hayatlarını sürdürdüler… Bilahare, her baskıcı rejimin yumuşama ihtiyacı duyduğu gibi, Çar değişince buradaki sürgünlere de af gelir lakin onlar yaşanmışlıklarının yüzü suyu hürmetine, unutmuyor, affetmiyor, vaz geçmiyor, Sibirya’da kalmaya devam ediyorlar.  

19. yüzyılın henüz başlarında Rusya Çarlığına karşı sosyal, siyasi ve edebi faaliyetler gösteren erken dönem devrimcileri sayılabilecek Dekabristler, edebiyat dünyasının yazar ve şairlerinden de çok büyük destek görmektedir, bunların başında da dönemin önemli yazar ve şairlerinden  biri kabul edilen Puşkin’dir. Subay ve dönemin aydınlarından oluşan Dekabristler, monarşi, çarlık, kölelik ve serfiğe karşı mücadele ederler ve aynı coşkuyla da hürriyet ve müsavat savunucusudurlar. Öncelikle Fransız ihtilali ve sonraki Napolyon işgali, önce hürriyet ve müsavat talebi, bilahare de milli şuur, vatan sevgisi, vatana bağlılık, hislerini kamçılamıştır artık… Puşkin, bir dekabirist olmamakla birlikte en önemli destekçileridir, bu manada okumalarımdan anlıyorum ki, dekabiristler de nerdeyse Puşkin’in tüm şiirlerini ezbere bilmektedirler.  

Esasen de, dekabiristlerin inanılmaz bir destekçi grubu vardır, onlar ki sessiz çoğunluktur ve bıkmışlardır, kölelikten, serflikten lakin çok sonraları “suni denge” diye formüle edilen toplumsal olgu sebebiyle pozisyon alma çaresizliği içerisinde taraf tayin edememektedirler. İşte onların bu durumunu, sessiz desteklerini ve genel manadaki değerlendirmeyi Dekabrist Şteyngel haklı olmanın da verdiği güvenle şöyle değerlendirmektedir; Özgürlük sevgisini yok etmek için, çarın tüm halkı yok etmekten başka çaresi yok.”

 

Evet, Rusya ordusunun reforme edilmesi planları muvacehesinde önceden yapılan anlaşmalar marifetiyle Fransa’ya askeri eğitime gönderilen subayların Rusya’ya getirdiği hürriyet ve müsavat talepleri, arkasından yaşanılan Napolyon işgalinin estirdiği hava ile karşılaşılan dağınıklık ve tek adam başarısızlığına karşı direniş olarak tarihe geçen bu vaka gerçek manada incelenince görülüyor ki, kocaman bir bölgede değişik sonuçlar oluşmasına yol açmaktadır. O kadar ki Osmanlı üzerinde bile Yunanistan bağımsızlık isyanını tetikler, sonuçları itibariyle tüm Balkan ülkelerinde bağımsızlık ilanlarına, sınır değişikliklerine kadar varır…  

Perşembe, Temmuz 24, 2025

ANGARA NEHRİ ve İRKUTSK

Geçen yazımda belirtmiş olduğum üzere, Sibirya’nın merkezi sayılacak İrkutsk Şehrindeyiz, haftalık bir ev kiraladık internet üzerinden, nasıl bir ev ile karşılaşacağız merakı da var. Ev sahibesini bizi kararlaştırdığımız saatte bekler bulduk, bina dışarıdan güzel görünüyor, bina kapısından girdiğimizde merdivenin ahşap olduğunu görünce alışkanlıklarımız gereği ziyadesiyle şaşırdık, merdivenler bina ile aynı yaşlarda olsa gerek ve boya dışında da tamir, değişim görmediği aşikâr vaziyette idi. Merdiven böyle olunca evin içi de böyle olur şeklinde zihni hazırlığımız eve girince birden değişti, son derece modern, bakımlı ve temiz bir ev bizi bekliyordu, aydınlatması, tercih edilen seramikleri, kullanılan mobilya ve mutfak eşyaları, kullanılacak sarf malzemeleri ile… 

 

Gitmeden önce edindiğimiz bilgilere göre şehir, Angara Nehri ile İrkut Nehrinin birleştiği kavşağın içerisinde kurulmuş… Evet, Angara Nehri, yani bizim meşhur iş adamımız Vehbi Koç’un “k” yerine “g” deyişiyle bizim Ankara oluvermiş Angara… Gerçekten öyle midir diye bir bakayım dedim, Canım Yurdumun Başkentinin adının nereden geldiği söylentilerinin bir tanesinin de buradan Anadolu’ya göçen Türk kökenli kavimlerden olabileceğinin de yer aldığını gördüm. Esasen de bu iddianın akla en son gelebilecek bir ihtimal olduğunu düşünüyorum, sıfır ihtimal diyemiyorum. Hani başkent Ankara için anlatılan Frigçe ve Yunancada gemi çapası manasındaki “Ancyra” kökenli olduğu ve Frigya kralının orada bir gemi çapası bulduğu efsanesine de bakınca, gemi çapası ve Ankara’nın nasıl bir alakası olur diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Nehrin adının Buryatça “yarık”, “ağız” veya “açıklık” manalarına kullanılan “Angara” kelimesinden geldiğini öğreniyorum. İlaveten “Angara” kelimesini bölgede çok değişik boylar adı altında yaşayan Türklerin de zaman içerisinde kullanmaya başladığını da öğreniyorum. Lakin Angara Nehri ve Baykal Gölüne atfedilen daha bir dolu efsane var, tıpkı bizim Anadolu’da göllere, dağlara ve nehirlere atfen dilden dile aktardığımız gibi…  

 

Angara Nehrini son derece güzel düzenlenmiş bir park içinden izliyorum, müthiş bir debi, müthiş bir genişlik… Baykal gölüne akan yaklaşık 300 nehrin aksine gölden dışarıya tek çıkışın olduğu Angara Nehridir ve yaklaşık kavuştuğu Yenisey Nehrine kadar kat ettiği mesafenin de 1779 km. olduğunu öğreniyorum. Suya hasret dünyanın adeta su içindeki dünyaya bakışı da bir başka olur herhalde… Üzerinde 3 adet ciddi kapasiteli baraj ve hidroelektrik santral ve bazı mesafeleri kateden gemi seyrüseferi olduğunu da öğreniyoruz aktarılan bilgilerden. Hemen hemen su kenarında kurulmuş her Rus kentinde olduğu üzere çok başarılı nehir ve çevre düzenlemelerinin yapılmış olduğunu burada da görüyoruz. Oluşturulan yeterli genişlikte yaya ve bisiklet yollarının nehir manzaralı halinin hemen arkasında yer yer genişliği 200 mt. ye varan şehir boyunca bir park ve parkın hemen her köşesinde şehrin ve ülkenin önemli insanları için dikilmiş heykeller, unutulmamayı ve hatırlanmayı erdem haline getiriyor. Parkın içinde sadece kahve ya da sıcak içecek ya da dondurma satışı yapan nostaljik mimaride mobil kiosklar bulunmakta olup ilaveten insanların rahatça oturup eğleşmesi ve manzara izlemesi için yeterince miktarda banklar yerleştirilmiş durumdadır. Temizlik konusu ise adeta kentsel ahlak ve muhafaza ruhunun bir tebarüzü, her yer pırıl pırıl deyim yerinde ise… İrkutsk şehri de baştan başa tertemiz, bazı yerlerde kanal çalışmaları dışında tabii ki…

 

İrkutsk’un gezilecek tüm yerlerini nerdeyse baştan sona yürüyerek geziyoruz, zaman sınırı da olmayınca her detayı görerek ilerliyoruz. Kiraladığımız ev de tam isabet, gezilecek yerlerin merkezi… Genellikle dışarıdan gelenlerin Baykal Gölündeki Olkhon Adasında kaldığı yönünde bir bilgi edinmiştim lakin adayı gördükten sonra benim dinlediklerim galiba çok küçük bir azınlığa denk gelmenin ötesinde değil, evet, ada çok önemli bir inanç merkezi, bendeki intiba böyle… 

 

Daha önce yazdığım üzere İrkutsk bir Şamanizm ve Budizm merkezi, tıpkı Ulan Ude gibi… Burada Şamanizm merkezi ya da ibadethanesi nerededir diye sorunca bize ittifakla verilen adrese hemen gittik, hem de yürüyerek giderken bir heybetli kilise görünce ziyaret ettik, benzerlerin bir tekrarı benim açımdan, sadece bahçe biraz farklı peyzaja sahip. Kilise çıkışından itibaren yaklaşık 1,5 km. sağlı sollu ahşap evler, kâh bireysel kâh yatay apartman gibi, pencere ve kapılar müthiş süslü ve renkli, büyük keyifle yürüyoruz. Budizm merkezine varınca sağlı sollu tabelalarda “Dalai Lama”nın sözleri ile bizi karşılıyor merkez. Lakin merkezde yenileme ya da genişleme çalışmaları bayağı hızlı yürüyor izlenimi veriyor, geniş ve bir koru içinde arazi tahsis edilmiş, şanına yakışır bir giriş kapısı yapılmakta ya da yenilenmekte, biz yandan servis kapısı gibi bir yerden giriyoruz. İbadethaneler bölümleri meşgul, biz dışarıdan şans getirdiğine inanılan daireleri çevirerek ilerliyoruz, bazı yerlerde fotoğraf çekmemize izin vermiyorlar, her dini külliyede olduğu üzere olmazsa olmaz hediyelik eşya satışı yapılan yerler ve kafeteryalar… Ziyaretçi sayısı hiç de az değil, kimi bizim gibi turist kimisi de ibadet ve gerekli ritüelleri yerine getiriyor… Hala bir Şaman ibadetine tanık olamadık, kararlıyım bulacağım… Dönüşte yolumuzun üstünde Şamanizm için bir başka merkez kabul edilen “Ust Orda” kentine nasıl gideriz onu öğreniyoruz, ertesi gün hedef orası… Gerek Olkhon Adası gerekse de Ust Orda da Şamanizm adına şahit olduklarımı detaylı şekilde bir başka yazımda yazacağım, çünkü artık maksat hasıl oldu, gerçek şaman ile tanışıldı, birlikte ibadet edildi…

 

Dönüş yolunda, Kolçak’ın hapsedildiği hapishane, dekabirist Prens Volkonski’nin müze evini ziyaret ettikten sonra yine bu sefer bir başka caddeden ahşap evlerin arasından yürüyerek şehir merkezine ulaştık. Artık bir şeyler yeme ve içme vaktidir dedik “Buryat Mutfağı” tercihi yaptık, girişte bizi lokanta sahibi olduğunu anladığım bir abi karşıladı, yüz ay gibi tıpkı buradan bizim ellere göç ettiği söylenen atalarımızın siması, alışkanlık üzerine “selamünaleyküm” dedim, yüzüme bir ters bakış atarak “ben Müslüman değilim” dedi, al başına belayı… Neyse artık içeriye girmişiz geriye dönmeyelim dedik, yan kapıdan bizi klimalı bir bölüme aldılar… Oturduk, buralarda denildiği üzere “Nahırhane” kılıklı bir yer, hani bizim imarethane gibi… Bizim kısmen haşlamaya, benzeyen et, patates ve noodle dan oluşan bol kişnişli bir yemek olan Şulap, Rus mantısı, ya da Gürcü Hinkalesi benzeri bir mantı ve bir bira ısrarla soğuk olsun dememe rağmen sıcak olarak içtim… Bir daha böyle bir yere gitmeme kararı alarak hesabı ödeyip, ayrılıyoruz…

 

Rus kentlerinin istisnasız her birinde görüleceği üzere müthiş bir tiyatro binası var, zannetmeyin bir tanedir, daha 4 adet gördüm, çeşitli disiplinlere ait irili ufaklı, sonra siz kalkın onlara laf edin, vallahi bizim şimdilerde bazı şehirlerimizde sinema yok, aaa bunlar mekruhtur denilirse de, lafın tükendiği yer der geçerim… Her şehirde olduğu üzere burada da büyük sayılabilecek bir kütüphane, buna da artık çağımızda Google varken ne gerek var denilebilir, bakıyorsunuz eksiği ile gediği ile giren çıkan ciddi bir nüfus var, benim açımdan kıskanılacak bir vaziyet…

 

Her şehirde olduğu üzere, Lenin heykeli, Lenin adına en önemli cadde, Marks ve Engels adına caddeler, 130 Kvartal adında merkezde restore edilmiş ahşap evlerle dolu bir turistik alan, daha neler neler…  

 

 

 

Cumartesi, Temmuz 19, 2025

ULAN UDE VE BURYAT CUMHURİYETİ

Bu sene yolumuzu, uzun yıllardır planını yaptığımız üzere Sibirya’ya düşürdük, önce İrkutsk sonra da Ulan Ude…. Hani, duyar duymaz kimilerinin çok soğuklarını, kimilerinin siyasi sürgünlerini, kimilerinin Atalarının topraklarını, kimilerinin uçsuz bucaksız steplerini, kimilerinin uçsuz bucaksız bataklıklarını hayal ettiği coğrafya, Sibirya… Bu sene meşhur Baykal Gölü’nün doğu ve batı kesiminde yer alan “Buryat Özerk Cumhuriyetini” ile “İrkutsk Oblastını” imkanlar dahilinde yaklaşık 2 haftalık bir süre için deyim yerinde ise gezdim, tozdum… 

 

Öncelikle tam burası olmasa da eski Sovyetler Birliği ülkelerinde yaklaşık 35 yıldır farklı farklı nedenlerle ama kısa, ama uzun zaman dilimlerinde bulundum ve alaka gösterdiğim konuların başında her daim sokaktaki ortalama insanın davranışlarını gözlemlemek olmuştur. Diğer taraftan devletin görece ve ortalama olarak vatandaşına yaklaşım ve davranışının tezahürü olan günlük servis ve hizmetlerin, hastanelerden mezarlıklara kadar nasıl bir düzenleme içinde olduğunu imkanlar dahilinde her daim gözlemlemeye çalıştım. Hani Canım Yurdumun Amerikanperverlerinin her daim seslendirdikleri “soydaşlarımıza büyük baskılar yapılıyor” feveranlarının doğru olmadığını hep gördüm… Esasen de, bir baskı söz konusu ise, her ülkede olduğu üzere lakin görece artılı, eksili ve yönetenlerle yönetilenler arasında varit olup görünen o ki bu durum dünya var oldukça da devam edecektir… Burada enteresan olan kendi yaptıkları zulmü normal görüp başkasına eleştiri yöneltmek arzusudur ki bu arzunun menşeinin okyanusun diğer tarafı olduğu aşikar olup kapitalist dünyanın sosyalist dünyaya düşmanlığının bir tezahürüdür. Şu anda da, biz beğensek de beğenmesek de, burası tam bir federasyon görünümünde, her bağımsız ya da diğer ifadeyle federasyona bağımlı cumhuriyet ahalisi kendi dilini özgürce kullanıyor, dilini tabelalara özgürce yansıtıyor… Görünen o ki, bu kadar çok milliyeti ve dili, hem de folklorik ve antropolojik halitasıyla bugüne getirebilmek ve fazlaca problem çıkmadan yönetebilme konusunda ziyadesiyle başarılılar… Belki ABD’yi de örnek gösterenler çıkabilir aramızdan lakin yüzyılların “siyahi” ve “latino” probleminin hala kanayan yara olduğunu unutmayalım, şüphesiz orada da bazı kısmi başarılı çözümlere rastlamak mümkündür. Gerçi iki aynı şeyi kıyaslamıyoruz, birincisi oranın yerlileri iken ikinci örnektekiler sonradan dahil olmuşlardır. Neyse konumuz bu değil, deyip ilerleyelim…

 

Bugüne kadar hiç “Ulan” kelimesi üstüne düşünmemiştim, hani “Ulan Ude” ya da “Ulan Batur” gibi kent isimlerini gördüğümde ya da duyduğumda sadece görür ya da duyardım. Bu kez manası üstüne bilgilendim. Ulan Ude kenti diğer birçok kent gibi oldukça hacimli bir nehir kenarında kurulmuş mezkûr “Ude” Nehri de adını kente vermiş… “Ulan” ise Moğolca ya da Buryatça “kırmızı” demekmiş dolayısı ile de kolayca “kızıl” manasında kullanılır olmuş, hem de rejimin rengi nitelemesi ve muamelesi ile büyük bir sitayişle… Devrim öncesi adı “Verhneudinsk” imiş, artık ne umarlarsa bu isim değişikliğinden, hemen değiştirilmiş… Yahu yeni bir kent mi inşa ettiniz, yeni bir yol mu yaptınız, yeni bir meydan mı yaptınız, verin istediğiniz ismi, değil mi? Ne istersiniz, halkın belleğine, türkülerine, masallarına, hikayelerine yerleşmiş isimlerden… Değiştirilince bu isimler halkın hatıralarını, hafızalarını alt üst ediyorsunuz… Lakin kimin umurunda adam muktedir ya, “yaptım, oldu, bitti”… Oysa kendisinden gelene de isim değiştirme yetkisidir bu kullandığı yetki lakin ne gam, ne keder… Neyse, biz yine dönelim, bu fikir ihdası arasından, dediğim gibi “Ulan” kızıl ya, rejimin akış ve meşrebine uygun olarak “Kızıl Ude” ya da “Kızıl Nehir” olarak sahne alır gayri… Ve meşhurdur da, hemen yakındaki Tuva Cumhuriyetinde de başkentin adı “Kızıl”dır, yine rejim tercihine binaen…  Sirayet marifeti ile komşu ülke Moğolistan’ın başkenti de nasiplenir dönemin bu marifetinden adı “Urga’dan”, “Ulan Batur’a” (kızıl bahadır) terfi ettirilir. 

 

Buryat Cumhuriyetinin başkenti Ulan Ude enteresan bir kent toplamda ben ziyadesiyle beğendim, bir defa şehrin eski kesimi inanılmaz şekilde en fazla iki katlı ahşap ve eski binalar ile dolu, bu dolaşırken emin olun insan üzerinde çok etkili oluyor. İnanılmaz pencere ve kapı detayları içinde dolaşıyorum, her birini fotoğraflamaya çalışıyorum, imkanlar dahilinde… Müthiş detaylar, yapan ustaların sabrına mı, özenine mi, niyetine mi, becerisine mi, hayran olunmalı, yoksa sahibinin zenginliğine mi, beklentisine mi, bilemiyorum, bu güzellikler için, en basitinden en sofistikesine kadar her birisinin ayrı bir hikayesi vardır, eminim… Bir ara bir taksi sürücüsünden eski binaların yıkılacağı gibi bir şey duydum ve dikkat kesildim, neyse ki kurtarılamayacak kadar kötü durumdakileri kapsayacakmış karar, biraz rahatladım oysa ki onları da ihya etmek mümkün lakin nedir gerekçe bilmiyorum. Belki de rant burada da devrede…

 

Şehrin tam merkezinde bulunan “Lenin Başı Heykeli” şu ana kadar gördüğüm kendi kategorisinde en büyüğü bence, varsa da ben görmemişim… Her önemli liderin adına anıtlar, heykeller bulunur her yerde, görünen o ki, yapılan heykellerin büyüklüğü ile liderin büyüklüğü arasında her zaman olmasa bile bir doğru orantı var sanki… 

 

Bir başka alanda, özellikle 1937-38 dönemini kapsayan “idari zulüm ve siyasi sebeplerle kovuşturmaları” konu alan bir düzenleme yapılmış, takdimi de şöyle düzenlenmiş, Google çeviri imkanlarıyla anlayabildiğim; “kollektivizasyonun başlangıcı, din karşıtı kampanyaya yeni bir ivme kazandırdı. Herhangi bir milliyetten, sosyal veya yaş grubundan temsilciler böylesine saçma bir suçlamayla tutuklandı. Sabotajla mücadele bahanesiyle, endüstriyel işletmelerin, eğitim kurumlarının ve hükümet organlarının en iyi personeli yok edildi. Kolluk kuvvetlerinin kendileri bile tutuklanmaktan kurtulamadı.” Takdim edilen çeşitli gazete haberleri, duyurular, fotoğraflar ve heykeller ile desteklenmiş, insanlık adına zor zamanlar… Muktedirler maalesef her yerde benzer muamelelere başvuruyorlar… Bu düzenlemenin tam karşısında ise buna nazire yaparcasına bir levha var, orak çekiçli bir bayrak yanında kocaman harflerle “CCCP”, artık nasıl yorumlamak gerekirse… Daha önce başka yerlerde de gördüklerim enteresandır, mesela İrkutsk’ta bir banka binasının üstünde, “ГОС БАНК C.C.C.P.” yazarken, inanılmaz sayıda ve evsafta sosyalist yazar, çizer, oyuncu heykelleri, park düzenlemeleri ve müthiş Lenin heykelleri ve dahası Kızıl Ordu tanıtımları ile adeta buralar SSCB’nin hala yaşadığına delalet gibi duruyor…

 

Buryat Cumhuriyetinde hâkim dini tercihin Budizm ve Şamanizm olduğunu anlıyoruz. Hani yukarıda bahsettiğim “dini baskılar” var ya, sanki var olanlar biraz aksini söylüyor gibi…   Ulan Ude’den yaklaşık 25 km uzaklıkta “İvolginsky Datsan” adında önemli bir Budist dini merkezini ziyaret ediyoruz… 1945 yılında açılıyor burası, enteresan bir kompleks geziyoruz, çok çeşitli büyüklüklerde tapınaklar var, öğrencilerin eğitim aldıkları ve yatılı oldukları bir merkezde aynı zamanda…  

 

Daha yazılacak çok şey var lakin şimdilik bu kadar… İleride yeri geldikçe anlatılacak şeyler olur…

Salı, Temmuz 08, 2025

ANDREİ ve GAZELİ

Baykal Gölüne gidiyoruz, hedef göldeki meşhur ve kutlu ada Olkhom… Ada tam manasıyla bir el değmemişlik abidesi, yolları ile, konut yapım ve atık su tercihleri ile… Bilindiği üzere dünyanın en büyük tatlı su rezervlerinden birisidir mezkur göl, gelin görün ki ağaç fukarasıdır da aynı zamanda, toprak sarıdır, Siberya’nın steplerinin tüm özelliklerini taşımaktadır… Ada kutludur, kutsaldır aynı zamanda, Şamanizm’in gözlerden uzak merkezidir de, söylenenlere göre… Doğru anladım ise eğer, Yakutlar, Moğollar ve Eskimoların bir araya gelmesi neticesi, adeta halitası sayılabilecek Buryat’ların yaygın dini Şamanizmin adası, bir tepede göl manzaralı bir yerde ayinler için görkemli bir düzenleme yapılmış ve bu yüzden adanın kutsaliyeti de tescillenmiş adeta… Ayin alanı her yerde olduğu üzere kalın gövdeli ağaçların üzerlerinde çeşitli manalara gelecek şekilde bir takım şekiller ve oymalarla bezenmiş vaziyettedir, lakin bu kez ağaç gövdeleri görece daha kalın ve yüksektir. Her ayin noktasında kolayca görüleceği üzere dikili ağaç gövdeleri tek sayılardan ibarettir, burada da 13 adet görkemli bir düzen içinde dikilmiştir. Dikkatimi çekmişti, 1, 3, 5, 7, 9, 11, 13 gibi tekli sayılardan oluşuyordu ve İrkutsk ile Olkhom adası arası yer alan ayin noktalarının tamamı yolun gidiş istikametinde sadece sağ tarafta yer alıyorlardı… Bu tespitimi bir sonraki gün “Üst Orda” kentinde katıldığım bir Şaman ayininde Şaman’a sordum, tespitimin doğru olduğunu lakin sebebinin ne olduğunu öğrenemedim. Evet, Göl manzaralı ayin noktasında belli ki bizden hemen önce bir ayin yapılmış lakin biz yetişememiştik, izler çok taze idi bana göre, sormama rağmen bunu da öğrenememiştim. Direklere bağlanan rengarenk çaputların varlığından çok anlaşılır bir durum olmamasına rağmen hemen direk önlerinde bulunan görece büyük kayaların üzerine dökülen sütlerin çok fazlalığından çıkarmıştım, hemen törenler sonrası geldiğimizi… Gerçi biz orada iken de vatandaşlar tek tek gelip mezkûr kayaların üstüne süt döküyorlardı ama anında oradaki kargaya benzer kuşlar tarafından derhal yutuluyordu. Adanın merkezi görünümündeki “Khuzhir” yerleşimi en turistik mevki olup yolları stabilize, kanalizasyon yok, fosseptik düzeneği var, umumi tuvaletlerde su ve sabun yok, bir bakıma geri kalmışlık diye nitelendirilecek gibi dururken birden toprağı kimyasallara karşı nasıl da korudukları anlaşılıyor… Makadam yollar ise turistte ihtiyaç varken cazibeyi arttırmadan, gelişlerin adeta gizliden bir engeli gibi durmaktadır. Kendilerince bir biçim dahilinde kalabalıkları ve kirlenmeyi uzak tutmaktalar, ben de bu tarza şapka çıkarıyorum… Aaaa bütün bunlara rağmen ben gelip görmek, kalmak istiyorum diyenlere de konforu ve imarı doğa ile uyumlu olmak kaydıyla, görece düşük tutulmuş konaklama evleri bulunmaktadır. Aynı yerleşim yerine çok yakın doğa ile uyumlu gayet güzel plajlar ve sörf merkezleri yer almakta tüm ziyaretçilerin uğradığı “Şaman Kayalıkları” diye bilinen Baykal Gölünün nadide manzara veren kayalıkları da bulunmaktadır. 



Şöförümüz Andrei’nin kullandığı adını bir güzel ceylan türü olan “gazella’dan” alan aracı, bu yollara direnmek ve dayanmak üzere özellikle tasarlanmış, teknolojik üstünlükleri tartışılsa bile buradaki yollara uygunluğu ve sağlamlığı asla tartışılmaz. Gazel adlı ceylandan mülhem araç esasen bugün batılıların hatta bir kısım Rusların bile teknoloji ve konfor bakımından burun büktükleri bir araç olup bizdeki yaygın kullanımdaki “Ford Transit Minibüslerin” emsalidir. Ben kendi adıma gerek Ada öncesi yollarda gerekse de özellikle Ada içindeki yollarda bir taraftan programı tutturacağım diye zamana yönelik hız, bir taraftan da çıkan tozdan hızlı uzaklaşmak adına yol yüzeyinin rezalet derecede oluşuna rağmen sonuç itibariyle güvenli sürüşlerin temininden öncelikle Andrei’ye ve tabii ki “Gazalle’ya” bir sempati ve saygım oluştu. Gerçi araca bu adın verilmesinin bir ironi mi olduğunu hala çözebilmiş değilim, ceylandaki narinlik ile araçtaki narinlik arasında nasıl benzerlik ve ilham oluşmuş olduğunu çok anlayabilmiş değilim sonuçta…

 

Ertesi gün yeniden Andrei ile Baykal’ın en güzel plajından birisi olan “Aya Körfezine” gitmek üzere yola koyulduk, yine aynı binbir zahmet ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Olkhom Adası karşısında anakaradaki bu güzel yere ulaştık. Sibirya’nın karakteristik inşaat malzemesi ahşap ile yapılmış doğa ile son derece uyumlu küçük bir otelin bulunduğu koy adete her şeye rağmen buraya gelmek bu sıkıntılı yolculuğa değer diyenlere kucak açmış. Göle gelmeden önce kat edilen geniş ve göz alabildiğince uzanan steplerin içinde birbirini kesen, birbirine paralel sürekli değişen yönlerde, araçların kullandığı patika yollarla dolu… Bir ara yanımızdan 2 adet yine bu coğrafyaya son derece uygun ve uyumlu “uaz” marka ziyadesiyle sade ve basit görünümlü minibüs patikaları toza boğarak geçtiler, emin olun Orta Asya üzerine yapılmış belgesel filmlerde zannettim kendimi bir an için… Andrei sakin kendi patikasından, minibüsünün bir o yana, bir bu yana ciddi sallanmasına adeta çalkalanmasına kulak asmadan hoplaya zıplaya lakin sürat düşürmeden deyim yerinde ise tam gaz ilerliyordu, hem gelişte, hem de dönüşte…

 

Öyle bir plaja geldik ki inanılmaz bir görüntü var, anladığım ineklerin plajı insanlardan daha fazla kullandığı. Yıllar önce tıpkı bizim Çeşme’de de “Eşek Adasında” rastladığımız manzara, bilenler bilir “yılkı eşekleri” adaya getirilip serbest bırakılırdı ya, siz de hangi maksatla olursa olsun adaya ayak bastığınızda etrafınızda biterdi eşekler, sonradan ne oldu ise, kim rahatsız oldu ise gayri eşekler düşük voltaj elektrik verilmiş tel örgülerle çevrili alanın içine alınmıştı, işte öyle bir şey… Muhtemelen tüm gün serbest vaziyette “otlanan” inekler su ihtiyaçlarını da bu tatlı su deposundan gideriyorlar ve bu maksatla plaja geliyorlardı… Deyim yerinde ise inek sürüleri için “ekmek elden, su gölden” misali yine bir sınırsızlık… Peki, bu gelişlerinden, oralara ziyadesiyle pislemelerinden insanlar rahatsız mı, değil… En azından şimdilik… Tam bir iç içelik, birliktelik…

 

Bu araçları görünce hemen aklıma geldi, yıllar önce bir zemheri kış günü Kazakistan’ın o zamanki başkenti Almaty’dan Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e gideceğiz, en güvenli, en kısa yol, karayolu, araç soruşturuyoruz yaklaşık 10 cm buz kaplı yoldan bizi hedefe sağ salim götürmek adına… Sonunda arkadaş tavsiyeleri üzerine konforu görece az lakin güvenliği ve mezkûr şartlara uygunluğu üst seviyede bizim “Murat 124” emsali “Jiguli” dedikleri araçla yaptık yolculuğu, sonuç alındı…

 

Evet, Orta Asya, Sibirya sınırsızlıklarında bu güzellikleri yaşadık, yaşananlara ve yaşayanlara tanıklık ettik, bir eksiğimizi daha tamamladık, eksik çok tabii ki… Nakıs geldik, nakıs gideceğiz… Bu vesile ile, bizi mezkur iki gün içinde sağ salim planlanan her yere ulaştıran Andrei’ye teşekkürlerimizi bir kez daha iletiyorum…

Cuma, Haziran 20, 2025

SAKA’NIN KEMAL (ÖZSAKA)

İlkokul ve Ortaokul arkadaşım Semra'nın babası idi, Kemal Abi… Bir adamı nereden başlayıp anlatmalı sorusunu hep sorarım kendime, önce adam mı, insan mı diye hitap ederek başlamalıyım sorusu takılır aklıma sonra yahu bunlar birbirinin mütemmim cüzleridir, diye bitiriyorum. Yine de sanki “insan” biraz “Homo sapiens” tarifi içine sıkışıyor ve anatomik tarif gibi duruyor oysa “adam” bir cinsiyet tarifinden maada bir duruş, bir karakter ifadesi benim için… Gerçi Türkçemizde “adam” çok başka manalarda da kullanılabiliyor, bazen öfke, bazen tahkir etmek için… Ama olsun Kemal Abi benim için hepsi idi, hem insan, hem adam, hem de en güzelinden, en gülecinden, en sevimlisinden…

Şimdilerde hesapsız, kitapsız şekilde imara açılmış ve bundan delicesine nasiplenmiş Fener Burnu’nun tamamen ben “Sakalara” ait olduğunu düşünür idim, Saka Salih, Saka Kemal ve Saka Yusuf, bildiğim bu üç kardeş sahiptiler sanki… Fener Koyu sırtını verdiği “Demirağa Tepesine” doğru hafif meyilli, taraçalı (mandallı), gerence rüzgârına açık, demir minerali yüksek topraktan oluşan tarlaların sanki tamamı onlarındı… Mandallar arası yola dik gelecek şekilde toplama taş ile örülmüş düzgün duvarlarla ayrılmış vaziyette idi. O taşlar ki, bazen ciddi büyüklükte olmakla birlikte zinhar taşocağı mamulü değildi, hatırladığım. Tarım ve erozyon ya da taşınma yolu ile yerelleşmiş bu taşlar inanılmaz şekillerde olup, dış yüzeyleri de adeta büyük solucanlar tarafından delinmiş bir vaziyetteydiler. Bu tarlaların tek dikici ve biçicisi Sakalardı sanki… Her yıl değişen ürünler ile yürütülen tarım ve tamamen kendi aile fertleri tarafından küçükbaş hayvancılık, dönem itibariyle neredeyse tüm Çeşmeliler için olduğu üzere, onların da temel iştigal ve medarı maişet alanıdır. Her yıl değişen ürünler dedim ya, temel de susuz tarıma münasip olanlarıdır. Buğday, arpa, yulaf, anason, tütün, soğan, kavun ve karpuz başta olmak üzere ailesel ihtiyaçlar göz önünde tutularak her türlü ürün yetiştirmesi faaliyet kapsamındadır.

Her üç kardeş ve özellikle de çocukları ile tarla komşuluğu bir yana mahalle komşuluğu da yapmanın güzelliklerini yaşamış olmanın bahtiyarlığını şimdilerde bile hep hissederim. Tabiat ile mütenasip hayatın, geniş aileleri vasıtasıyla adeta birer canlı numuneleriydi. Tabiatın her hamleye karşı bir olumlu cevabının günleriydi onlar sanki şimdilerdeki gibi tabiata meydan okuma çağının tam zıddı kabilinden. Hatta hamlesiz bahşettikleri de az değildi, karadutlar, incirler, harıplar… Ah ki ah şimdilerde tüm mezkûr alan betona kesti, hem de muhalif, muarız ya da muvafık tasnifi yapmaksızın her birimizin dahli ile.

Her Çeşmeli gibi, onlar da, yaz aylarında başta ürüne sahip çıkmak ve dahi hayvan bakımları için tarlalardaki derme çatma “damakilere” ve önlerindeki çalı destekli kargılardan mamul çardaklara taşınırlar. Taşınma işleri hiç de zor değil, şimdiki gibi divanımı da, buzdolabımı da isterim şeklinde olmaz sadece yatak yorgan ve ihtiyaca tabi mutfak eşyası ile sınırlı olup, yine sahip olunan atların ve eşeklerin sırtına vurulacak denklerle nakledilirdi. Sadece yağmura karşı ürünü korumak için teknolojik ürün naylon ekstra ya da ilavedir bunlara… Hayrettir o vakitler yaz aylarında yağmur yağardı, dedim ya tabiat asla ve kata nekes davranmazdı…

Saka Kemal büyüğümüzün eşi Remziye Abla, dünya tatlısı, muhabbet canlısı, güler yüzlü ve çok çalışkan birisi olup, bildiğim kadarıyla da Ovacık Köyünden gelin gelmiştir Çeşme’ye, Kemal Özsaka evine… Kemal Abi, sanki 24 saat esası ile çalışan birisidir gözümde, tıpkı kendi annem ve babam gibi… Belki de o vakitler herkes böyle bir çalışma temposuydaydı, öyle şimdilerdeki gibi tatil, hafta sonu ve bayram gibi faaliyetler çalışma hayatın içindeki boşluklara denk getirilirse ne mutlu yoksa mütemadiyen çalış babam çalış… Hatıralarımda Kemal Abi ile özdeşleşmiş, halen Çeşmede yaygın kullanılan, başındaki poşu ve elindeki sağlam ağaçtan yapılmış değnek eksizsiz aksesuarlardı. Kemal Abinin güdülen sürüden ayrılmakta olan koyunlara yön vermek ya da ait olduğu yerden ayrılmalarını engellemek için taş kullanma tekniğini bugün bile gülümseyerek hatırlarım. Aldığı taşı sarkıttığı kolunun ters bir mancınık misali olabildiğince geriye alarak kol vücuda yapışık bir vaziyette iken yaydan boşalırcasına atması, hem de hiçbir hayvana bir zarar getirmeden atması, hayati çaresizliğin yarattığı uzmanlığa matuftur zannederim. Evet, eşi Remziye Abla güler yüzlüdür dedim ya siz Kemal Abiyi bir görmüş olsaydınız inanamazdınız. Yahu hiç kızmaz mı bir insan ya da kızardı da belli mi etmezdi yoksa ben mi göremezdim, bilemiyorum gayri… Kemal Abinin konuşması hep yüksek perdeden olurdu sebebi de kendisindeki işitme problemine bağlı idi bildiğim yoksa konuşmaları taaa uzaklardan duyulunca sanki birilerine kızmış olduğu düşünülürdü… Kemal Abinin işitmesi zayıf olunca yüksek perde kullanılır aynı zamanda inanılmaz sessiz ve sakin doğa sesleri olabildiğince uzaklara taşırdı. Şimdilerde olduğu üzere motorlu araç sayısı sınırsız değildi, günde tek minibüsün tek seferlik gidip gelmesi dışında araç olmazdı. Hem traktörler hem de araçlar zamanla sahne almaya başlayınca artık onların bağırması insanların bağırmasını bastırmaya başladı…

Remziye Abla Ovacıklı idi dedim ya aynı zamanda Cami hocasının da kızı idi bildiğim, Kemal Abinin kız kardeşi Ülfet Ablamız da mahallemizin nur yüzlü, nur zikir ve fikirli cami hocası İsmail Hoca ile evliydi. İsmail Hoca şimdiki hocalar gibi kibrin ve asabiyetin mümessili olmaktan olabildiğince uzaktı hatırladığım…

Geçenlerde ilkokul ve ortaokul arkadaşım olan Kemal Abinin kızı Semra Arıç (Özsaka) yazmış, dediğim gibi tüm Fenerburnu’nun tamamını “Sakaların arazisi” sanırdım, koca Fenerburnu’nda sadece 4 adet bağ evi vardı ve tamamı onlara aitti. O vakitler bir bakardınız kocaman bir küçükbaş hayvan sürüsü geçiyor tamamı Sakalara ait ve Fenerburnu’nun boş arazilerini ya da hasat sonrası alanlarını doldururdu. Semra da o günleri özlemle yâd ederken Fenerburnu’nun bugünkü halini de kederle karşılamakta olup, duygularını her şeye rağmen yine de kalbimdesin diye ifade etmektedir. Biraz da arkadaşım Semra’dan söz edeyim, dayanıklılık ve disiplin esaslı kros yarışlarının her daim birincisidir. Ve takdire şayandır ki halen ilerlemiş yaşına rağmen mezkûr yarışlarda başarı ile yer almaktadır. Kayıplarımızı saygı ve hürmet ile anarken yaşayanlara da sağlık ve mutluluk dolu bir hayat diliyorum.

Cumartesi, Haziran 14, 2025

TOP BİR O KALEYE BİR BU KALEYE SONUÇ ALMANYA KAZANIR

İngiltere futbolunun önemli golcü isimlerinden biri olan Gary Lineker şöyle bir laf etmişti, yanılmıyorsam; “Futbol basit bir oyundur. 22 kişi, 90 dakika bir topu kovalar, top bir o kaleye gider, bir bu kaleye gider ama sonunda hep Almanlar kazanır”. Bilindiği üzere Lineker futbol kariyeri boyunca hiç sarı ya da kırmızı kart görmeyerek futbol tarihine en centilmen futbolculardan biri olarak geçmiştir. Kelamının açık ve gizli manaları üstüne sırf bu sebeple bile fokuslanmak manalıdır, bence…

Gerçi sonradan İngiltere Kadın Milli Takımı kazanınca da bu sözü değiştirir; İngiliz eski milli futbolcu Gary Lineker bu sefer hafızalarımıza kazınan meşhur sözünü, 2022 Avrupa Şampiyonu olan İngiltere Kadın Futbol Takımı için güncelleyerek Twitter hesabından “Futbol basit bir oyundur. 22 kadın, 90 dakika top koşturur ve en sonunda İngiltere gerçekten kazanır. Tebrikler” şeklinde tekrarlar.

1977 yılı seçimlerinde hangi gazete de olduğunu şimdilerde hatırlayamadığım bir karikatür yayınlanmış idi. Tek kelime ile sistemi ve muhataplarını anlatması açısından muhteşem bir şey olup; seçim sonuçları TV’de açıklanır iken diğer odada gazete okuyan eşine “bey haydi gel seçim sonuçları açıklanmaya başladı” diye seslenen hanımefendiye “aman, nasıl olsa bizim parti kazanır” diye cevap veren bir Türkiye oligarkını karikatürize ediyordu. Ne müthiş bir övendire…

Çeşme kahvehanelerinde özellikle de kış aylarında “maça kızı”, “pişti” başta olmak üzere çok çeşitli kâğıt oyunları oynanırdı, gençliğimdeki tanıklığımda… “İspenç Mehmet” adlı bir büyüğümüz bu oyunların birçoğunda yer almaktan, her daim oyuncu olarak kare kurmaya nazır vaziyette bulunmaktan vazifeli birisidir. Diğer gruplardaki davranışlarının da benzeri bir davranış gösterirdi de esasen birlikte oynadığımız maça kızı oyunlarında, her oyun bitişinde deste önüne itelenir, kâğıt dağıtması istenirdi, itirazsız o da bunu yapardı. O kadar ki insanların bir kısmı bu tarzın “ispenç Mehmet” tarzı olduğunu bilir kendilerine benzer muamele yapılınca da bırakın ispenç muamelesini diyerek itiraz ederlerdi.

Bir de özellikle askerde sık duyulan bir tekerleme vardır, “alavere dalavere, …. Mehmet nöbete” diye… Nöbetçi her daim bellidir, ama seve seve ama söve söve ama döve döve…  

Evet, sonuçta hep aynı abi nöbete gidecek, hep aynı abi kâğıdı dağıtacak, hep aynı abiler seçimleri kazanacak filhakika netice hiç değişmeyecek… Değişse de Almanya yerine İngiltere kazanacak… Aynı masada makûs kaderimiz haline gelmiş gelişmelere de biz seyirci kalacağız, itiraz etmeyeceğiz… Sonra hangi sebeple, hangi münasebetle bu böyle oldu diyeceğiz, hani “Firavuna sormuşlar; nasıl firavun oldun diye, kimse itiraz etmedi ki” demiş ya… Biz İspenç Mehmet olduktan sonra… Oyunda sürekli bize kâğıt kardırırlar, dağıttırırlar… Esasen sebep de, münasebet de pırıl pırıl da…

Esasen oyunun kazananlarının kim olduklarını ve kim olacaklarını gözümüzün içine bakarak, adeta “kör kör parmağım kör gözüne” ahvali infazı kabilinden ulu Türk büyüğü Eczacıbaşı’nın mahdumu teşrih eylemişti alenen… Ne demiş idi, “biz sermayedarlar rejimin ne olduğuna bakmayız, kazandığımız paraya bakarız”… Biat öncellenmiş, itiraz ötelenmiş, istintâk fesh edilmiş, hizaya gelmek hüsnü kabul olmuş ise, tüm kelam lüzumsuzdur, sokak deyimi ile fazla traş cildi bozar.  

Şimdi dedim ya, değişmezlerin değişimi ancak Almanya yerine İngiltere olur, o kadar… Yoksa bu arada gider geliriz, duraksamaksızın… Esasen bu kelam sokakta “değişimin değişmez kuralları” diye geçerken hayatın dayattığı hali ile “değişmezlerin değişim kuralları” hiç değişmiyor. Kaybedenler kümesi, kazananlar kümesi mütemadiyen birbirine teğet geçerek billurlaşıyor. Peki, bu tespitin bir faydası var mı pratik hayatımıza, yorum tatmini dışında… Ne yazık ki yok… Bu kaideler sadece bizim yurdumuzda mı zuhur ediyor, zinhar. Beynelmilel düzeyde de “aynen zıvaynen” vallahi… Çeşmeli Feylesof’un kelamı ile “nereye dönersen dön, arkan arkandadır”…

Evet ve nihayetinde, kendini değiştirme, çevreni değiştirme, bulunduğun alanı değiştirme, fikrini değiştirme, aslını değiştirme, işini değiştirme, eşini değiştirme, gücünü değiştirme, ülkeyi değiştirme, kimliği değiştirme, inancı değiştirme, temel ihtiyaçları değiştirme, duyguları değiştirme, ilişkileri değiştirme, değerleri değiştirme, ölümü değiştirme, vs vs mevzularında başta necip milletimiz olmak üzere tüm dünya milletleri istikrarlı bir şekilde, bol miktarda konuşulsa dahi, eleştirilse dahi konservatif bir davranış içindedirler. Paradigma iflas etti lakin ilamı ertelendi… “Neo klasik futbol düşüncesinden epistemolojik bir kopuşu temsil eden heteredoks futbol yaklaşımı günümüzde giderek ön plana fazlaca çıkan davranışsal futbol ve nöro hayali futbol daha fazla önem kazanmaktadır” dedi ya Morrrinyo…

Şimdi bizim buralardan bir kıssa ile sona gelelim. Bizim Hüdaverdi abimiz var, Çeşme Seyahatin eski ve efsane şoförlerinden, fazla oyalanarak, sallanarak girilen Ilıca ve Alaçatı seferleri üstüne İzmir’e geç kalınacağı sanısına kapılan birkaç yolcunun “artık biraz acele etmesi” talebi üzerine dediği “ayağım gazda telafi ederim” lafı bana göre bu yüzyılın önemli laflarından biridir, gaz alma adına… Bakıyorsun, siyaseti, futbolu, ekonomiyi yöneten muhteremlere, neredeyse hepsi ittifakla benzer lafları ederler, “iş kazası oldu, telafi edeceğiz”. Peki, telafi edilen bir şeyler oluyor mu? Mesela, Fenerbahçe şampiyon olabiliyor mu? Kaç yıldan beri “o sene bu sene işte” demelerine rağmen… Epistemolojik ve heteredoks futbol kopuşunun üstadı takımın başına getirilmesine rağmen… Peki, yönetim değişiyor mu? Gitme sana muhtacızın muhteşem korosu iş başında…

Savruk bir yazı gibi görünse de ihtiyaç sahiplerine nasip olacak hisseler çoktur… Tecrübelerden, herkese, şu mübarek günlerin yüzü suyu hürmetine, hisse nasip eylesin…

Her şeye rağmen son söz Neyzen Tevfik’ten gelsin; “Osmanlıda sormadan asıyorlardı, cumhuriyetten sonra sorarak asıyorlar”… Bu da az bir şey değil hani… 

Cumartesi, Haziran 07, 2025

BİZ FUTBOLU SOKAKTA ÇOK SEVDİK

Çocukluğumuz futbolu sokakta oynayarak, izleyerek, üstüne muhabbet ederek, zaman zaman da kavga niza ederek lakin çok severek geçti dersem isabetli bir yaklaşım göstermiş olurum. Esasen bizimki biraz farklı bir sokaktı, sokaktan uzak, o dönemdeki Çeşme Kalesinin denize bakan 2 kulesinin arasında kalan yaz ayları hariç daima yemyeşil çimenden oluşan alan ile eski Hükümet Binası arkasındaki bizim Ali Sami Yen diye adlandırdığımız alan ki buralar beynelmilel “sahalardı” bize göre… Bir de tam manasıyla sokak diye tariflenebilecek etrafı topun kolay kaçmayacağı etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş, “Hulki’nin Sinema” arkasındaki dar sokak ile şimdiki 1034 sokak o zamanki adı ile trafik kazasında vefat etmiş Çeşme Kaymakamına ithafen “Süheyl Maksudefendioğlu Sokağı” nispeten yerel sahalarımızdan idi… Bu sokak futbolu bana göre tam teşekküllü mutluluk kaynağı olup başta benim gibi kabiliyetsiz insanların çok yaygın biçimde geniş bir gençlik kanadı için adeta bir sosyal şenlik tadında yürümesinin ana damarıdır. Düşünsenize spor kursları yok lakin hemen herkesin tasnifsiz, ayrımsız katıldığı ya da katılabildiği ve katılan çocukların tamamının en yaygın ve en eşit mutlu oldukları eğlence festivali… Efendim vücut kitle endeksi, yaş grubu uyumu, kabiliyet seviyesi değerlendirmesi, şişman ya da zayıf olunması gibi bugünkü seçmelerde evvelemirde kriter teşkil edecek haller zinhar mesele değildir, şişmansanız bile en azından kaleci olarak takıma katkı verebilirsiniz lakin kollektif eğlencenin katıksız ve tadına doyulmaz elemanı olursunuz… Konunun en mühim kısmı sınırsız ve sorumsuz eğlencenin merkezidir mezkûr faaliyet hatta kabiliyet ve maharet çok sınırlı olsa dahi… Mutluluğun esas olması yanında kavgalar, nizalar ve tartışmalar genellikle çok etkisiz ve kısa süreli olurdu hatta o kadar ki nizalı durumlarda karşı takımdan bile sizi haklı bulanlar olurdu, zinhar kendi takımından bile kimse küsmez, kızmaz idi, şüphesiz bugünkü futbolu yönetenler keşfedilmemişlerdi daha… Mutluluğun; envai türden futbol topuna dönüşerek sokağa düşmesi herkes için olmakla birlikte, herkese eşit sürede nasip olamıyordu, herkesin nefesi uzun soluklu değildi… Sokak futbolu bizler açısından öyle zannedildiği üzere sayısal yeterlilik aranır bir şey değildi, en az iki en çok 12 kişinin oluşturduğu 2 takımdan teşekkül etmekteydi… İki kişisiniz ve bir topunuz var, hemen iki takım haline gelmek kolay, kura ile biri kaleye geçer diğeri de belli mesafelerden şut çeker, belirlenen sayıdaki gol sonrası, golcü kaleciye, kaleci golcüye dönüşüverirdi. Futbolun çocukça icrasından doğan mutluluk sınırsızdı. Kuralar ise şimdiki gibi para atışı ile gerçekleştirilemez, genellikle yassı bir taşın bir tarafı, gerek tükürük gerekse de su ile ıslatılır, tercihler de ıslak ya da kuru şeklinde yapılırdı…

Hemen her çocuğun hatıralarını süsleyen, sokakta oynanan futbol oyunlarından bir bölüm mutlaka vardır. Hani, futbol zamanı gelmişse, çocuklar bir araya gelir, behemehâl ittifakla kabul gördüğü üzere 2 iyi top oynayan çocuk karşı takımların tabii kaptanları olarak, atılan adımlarla tayin edilen seçme hakkına binaen sırayla birer birer olmak kaydı ile son çocuğa kadar oyuncu seçimi yapılırdı… Bu seçimlerde aslolan kimsenin açıkta kalmamasıdır, bu manada da inanılmaz hakkaniyet ve sosyallik içerirdi. Takımların teşkilini binaen kaleler yine adımlanarak hayali kalelerin tayini küçük taşlarla röperlenerek yapılır, kaleciler ise genellikle de görece şişman çocukların arasından seçilirdi. Devamlı kaleci olmayı kabul eden birileri de yoksa kaleciler, oyun süresine bağlı olmak üzere kâh zamana bağlı, kâh gol sayısına bağlı sürelerde tüm oyuncular tarafından dönüşümlü ve sırayla olarak seçilirdi. Gollerin geçerli olması için de, topun tayin edilen taş aralığından geçmesi şart iken belden yukarıdan gitmesi halinde geçerli olmayacağı da mezkûr kaidelerin başında gelirdi.  Enteresan ve kendine has kaide ve usulleri olan bir oyun oynanır, oynanan oyunun süresi ise bazen hava kararmasına, bazen ezan okunmasına, bazen de ana baba tarafından çağrılmaların başlamasına bağlı olur lakin galibi tayin etmek için de birbirine yakın gol atılması söz konusu ise gol atan galip denir ve maçlar bu enteresan biçimde nihayetlenirdi. Sokak futbolunun beynelmilel kaidelerinden birisi de 3 korner 1 penaltı kaidesidir, penaltı atışları minyatür kalelere yapılıyorsa da mutlaka boş kaleye sırt dönülmek suretiyle topukla vuruş gerçekleştirilirdi. Penaltılar görece büyük kalelere ve kalecilere karşı atılıyor ve penaltı atışları sebebiyle de kaleci değiştiriliyorsa yine sokak futbolu beynelmilel kaideleri gereği 2 penaltı atışı yapılır lakin birincisi gol olursa da ikincisi atılmazdı… Bazen penaltı atanların çok güçlü vuruşları varsa, diğer oyunculardan, kalecinin gönlünü almak üzere de “merak etme aslanım, abanmayacak, teknik vuracak, acıtmayacak” gibi kâh alaycı, kâh teskin edici yaklaşımlar da olurdu. Maçlarda genellikle hakem olmaz faul ve penaltı kararları oyuncular tarafından belirlenir velev ki çok iddialı bir durum söz konusu oldu tartışmaya hatta nizaya müzahir bir durum haline geldi yoldan geçen birine ya da var ise seyreden birine yetki kullanma hakkı verilirdi. Bir de hatırladığım “pis burun vurma” ve “abanmak” diye tarifler vardı ve bunları yaptığına karar verilenlerin aleyhlerine serbest atış kullanılırdı. Bu konuda artık oyuncuları mı korumak yoksa topu mu korumak ön planda olurdu hatırlamıyorum… En önemli araç top olunca ve topun öyle maddi açıdan kolayca alınabilir bir şey olmadığı yanında imkân var ise de ulaşılması ya da bulunulması da bir başka sıkıntı noktasıydı.  Bu sebeple top sahibi olmak bir ayrıcalık gerekçesi olarak, top sahibinin takım teşkili ve oyun alanının ve dahi kendi oynayacağı mevkiinin tayinine hakkı doğduğu ittifakla kabul edilmiş görünürdü. 

Bir de “topu kaçıran, topu getirir kuralı” vardır ki velev ki maç etrafı duvarlarla çevrili bir yerde oynanmıyorsa, bazen top birinin güçlü vuruşuyla başka taraflara gitti hemen topu getirme konusunda tartışma başlar, “aslanım, sen abandın, top kaçtı” iddiası ile suçlu tayini gerçekleşirdi. Kaleciler degaj ile gol atamazdı, oyuncular kaleci dâhil herkesi çalımlamış ise de o da ayakla gol atamazdı, mutlaka yere yatıp kafa ile ya da popo ile gol atılabilirdi…

Nadiren gerçekleşen kavga gürültüler kalıcı sürtüşmeler ve hasımlıklar da oluştururdu, o kadar ki bir vade bu kavgalar başka başka alanlarda da tezahür ederdi, şüphesiz büyüklerin araya girmesi ya da başka sebeplerle milli beraberlik ve bütünlük bir şekilde yeniden tesis edilirdi… Bizim maçlarda her daim centilmenlik kazansın diye niyet edilirse de bazen bir şekilde bir yol bulunur taşlar, soplar, yumruklar havada uçuşur, niyetler gerçekleşmezdi.   


Cuma, Mayıs 30, 2025

TATARİSTAN BULGAR KENTİ

Yolumuz Tataristan’ın başkenti Kazan’a düştü, şehirde dolaşırken bir sonraki gün için günübirlik “Bulgar” kenti gezisine katılmaya karar verdik. Altınorda devletinin batı bölümüne bir dönem ve bugünkü Bulgarların atası sayılanlara da başkentlik etmiş, bugün tarihsel manada olmasa bile kültürel manada eski günlerine kavuşmaya başlamış, İslam ağırlıklı dense de diğer dinlerin de eserlerinin bulunduğu arkeolojik buluntuları ayağa kaldırılmaya devam edilen bir yerleşim yeri, Bolgar. Enteresan bilgilerin yazılmış olduğu tabelalar var, tarihine, kültürüne yönelik… İlk kez öğrendiğim bilgiler arasına bunlar da eklendi. “İlk Bulgar kabileleri, Karadeniz Bölgesinde Büyük Bulgaristan Devletinin çöküşünden sonra VII. – VIII. Yüzyılların başında bu yerlerde ortaya çıktı… Bulgar, Moğol öncesi dönemlerde Bölgenin en önemli şehirlerinden biriydi. X. Ve XI. Yüzyıllarda Volga Bulgaristan’ının başkentlerinden biriydi. Daha sonra Bulgar, Altın Orda devletinin ilk başkenti oldu…” Neymiş, Karadeniz Bölgesinde büyük Bulgaristan Devleti varmış… Tarihi haritalara bakınca, Büyük Bulgar Hanlığı, Azak Denizini çevreleyen, kısmen bugünkü Ukrayna ve Rusya’nın Karadeniz kıyılarında yer almış olduğu görünmektedir. Mezkûr çöküşten sonra, Volga ve Kama nehirlerinin etrafına yerleşen Bulgarlar burada İslamiyet ile de tanışırlar. İslam mimarisinin en kuzeydeki örneklerinin göründüğü bir şehirdir aynı zamanda… Ben bilmiyor olsam dahi Bulgar ve Tatar dünyasının önemli şahsiyetlerinden olduğu belirtilen Kul Gali burada yaşamış ve önemli eserler vermiş. Oldukça geniş bir alana yayılmış vaziyette yerleşmiş bir şehir olup, bir tepeden Volga’ya bakmaktadır. Volga nehri üzerinde “Cruise Turları” ziyaretlerine yönelik yapılan iskele, ziyaretçilere hizmet vermektedir.

Bulgar dili, Orta Asya Türk dillerinden türediği kabul edilmektedir, genel manada… Daha iddialısı ve detaylısı, tarihi Türk Halkı Hunların Volga (İtil) nehri çevresinde yaşayan Türk kavimlerinin Ogur grubuna mensup bir dil olduğudur. “Bulgar” adı da, bulunan arkeolojik kalıntılar ile desteklendiği üzere, Orta Asya Türk dilleri ile aynı kökenden geldiği, muhtemelen de Çuvaşça ile akrabalığı da göz önüne alınınca artık fazlaca söylenecek bir şeyler kalmıyor gibi… Yine hem okumalardan hem de sorularımıza verilen cevaplardan anladığım kadarı ile “Bulgar” Türkçedeki “bulamak” fiili ile ortak kökten türediği ve “Bular”, “Bulgamak” yani karıştırmak, düzeni bozmak manasında yaygın olarak kullanılmakta imiş… Yine bunun yaklaşık 9. yüzyıla kadar bu niteliğini koruduğunu bilahare bugünkü Bulgar Hanlığının dağılması üzerine Bulgaristan tarafına göçen bölümleri ile de yereldekilerde karışmalarına binaen de ciddi değişikliklere uğramakla birlikte aynı kökenden türediklerini öğrenmekteyiz. Bugün Bulgaristan’daki Bulgar denilen günümüz Bulgar topluluklarını da, dağılan Büyük Bulgar Hanlığının Karadeniz bozkırlarından gelen Proto-Bulgarlar, yerelde yaşayan Slavlar ve aynı coğrafyadaki Trakların oluşturduğunu öğreniyoruz. Anladığım yine çok enteresan bir durum var batıya göç edenler Ortodoks’luğu tercih ederken kuzey-doğuya göç edenler İslam’ı tercih etmişler gibi…

Buradan ötesini konunun uzmanı tarihçilere bırakıp ilerleyeceğim… Konuyu anlamak ve kavramak adına bu kadar tarihi bilgi yeter bence…

UNESCO Dünya Miras Listesinde yer alan Bulgar kenti buluntuları bünyesindeki müzelerden biri de “Kuran Müzesidir”. Müze küçük lakin bulunan kentteki maksada matuf hayatları yansıtması bakımından, çeşitli el yazımı Kuranlar, çok değişik süslemeler, hatlar, ayetler, hadisler tekmili birden… Ayrıca muhtemelen arazi üzerinde betonlaştırmayı arttırmamak ve genel manada silueti bozmamak niyeti ile yeraltında birkaç kattan oluşan birde “Medeniyet Müzesi” bulunmaktadır. Yukarıda devam eden kazı çalışmalarından elde edilen buluntuların sergilenmesine müsait alanların da olduğu görünmekte olan müzede, Bolgar Kenti ve medeniyetlerine ait arkeolojik ve etnoğrafik buluntular kronolojik bir konsepte münasip düzende yerlerini almışlar.

Girişte sizi büyük bir kayanın üstüne yerleştirilmiş camlar üstüne Rusça ve İngilizce kısa bir tanıtım levhası karşılamakta, hemen arkasında da giriş kapısı oluşturan ahşap bir “anıt giriş” bulunmaktadır. Ziyadesiyle geniş bir alana kurulmuş, nehir girişi hariç anlaşılan o ki Batı ve Doğu olmak üzere iki adet giriş kapısı var kentin. Biz Batı Girişini kullanarak kente adımımızı attık evvelemirde Rusça “Çernaya Palata”, Tatarca “Kara Pulat” denen bir yapıya geliyoruz, kare kesitli kubbeli bir yapı lakin ne maksatla yapılmış ve ne maksatla kullanılmış meçhul… Farklı zamanlarda Kara Pulat adlı yapının, cami, türbe, hanegâh, hapishane ve mahkeme olarak kullanıldığı rivayet edilmektedir.

“Kara Odanın” hemen güney kısmında kervansaray ya da hamam olarak kullanıldığı düşünülen “Beyaz Oda” adını verdikleri Kara Odadan daha büyük bugün müze olan bir yapı bulunmaktadır. Esasen antik kent bugün bir müzeler kenti haline gelmiş görünmektedir. Bolgar Medeniyetler Müzesi, Yazı tarihi Müzesi, Antik Tıp ve İlaç Müzesi, Ekmek Müzesi v.b. Diğer taraftan dini yapılar da adeta bir dinler mozaiği, Katedral, Kilise, Cami, Minareler… Tanıtım tabelalarının nerdeyse tamamı 3 dilde hazırlanmış, Rusça, Tatarca (Bulgarca) ve İngilizce…

Kiril Alfabesi kullanarak yazıyor olmalarına rağmen, Tatarca’nın bizim bugün kullandığımız kelimelere ne kadar benzediğini bir kez daha tespit ediyoruz; Икмэк музее (Ekmek Müzesi), Кече манара (küçük minare), Табиб йорты музее (Tabib yurdu Müzesi), Язу тарихы музее (Yazı Tarihi Müzesi),  Ак мэчет (Ak Mescit), ve daha yüzlercesi…

En son olarak da, modern mimari örnekleri bir araya getirilerek “Ak Mescit” adını verdikleri “Bolgar İslam Akademisini” bünyesinde barındıran bir cami inşaa etmişler, önüne de kocaman bir havuz koymuşlar, insanlar havuzun Camiye en uzak tarafına oturup, tıpkı Hindistan’daki “Taç Mahal” önü fotoğraf çekimlerine benzer fotoğraflar elde etmeye uğraşıyorlar…

 

 

 

 

 

 

Cuma, Mayıs 23, 2025

KNUT HAMSUN ve PROTESTO

Şimdilerde bir şeyleri protesto etme yeniden çok gündemde, protesto taraftarları ile protesto edilenin taraftarları destekleri konusunda cansiperane çabalar göstermekteler… Protesto edilenleri ellerindeki her türlü güç ve kudret unsurları ile savunanlara bugün bir ibretlik hikâye olan dünyaca ünlü Norveçli yazar Knut Hamsun protestosu hatırlatması yapmak istiyorum ki nasip olursa az ilim, irfan ve feyz olsun…

Dünyaca çok meşhur olduğu bilinen, 1920 senesinde “Nobel Edebiyat Ödülü” bile verilen muhterem acar bir faşisttir, Nazi hayranıdır… O kadar Nazi hayranıdır ki, aldığı “Nobel Edebiyat Ödülünü” aldığı yıldan tam tamına 23 sene sonra faşizmin en yaygın bilinen tarafı yalan ve propaganda mevzuunda bir ordinaryüs sayılabilecek Göebbels’e takdim etmekten zerre kadar hicap duymamıştır. Esasen burada insanlık ayıbı faşistliğini yargılayacak durumda ve uzmanlıkta değilim şüphesiz, lakin mevzu ülkeni birileri cebren işgal etmiş iken, sen istikbalini ve mevcudiyetini, dönem itibari ile emsali görülmemiş bir gücün ve beynelmilel tahkimatın mümessili pozisyonundaki Nazi orduları ve yerli hıyanet çetelerinin siyasi emelleri ve ekonomik menfaatleriyle tevhit ediyorsun… Sonra birileri de seni dünya çapında bir yazar diye takdim ve takdir ediyor, işte buna katlanmak büyük bir züldür, benim adıma… Hem de bu emperyal işgalci güçlerin propaganda ekmeğine yağ sürecek yazıları yazıyorsun hatta bir yerde bir tarafı ile namından, diğer tarafı ile şahsına tahsis edilen gazete köşesinde utanmadan, hayâ etmeden, hicap duymadan işgalci olduklarını göz ardı ederek “Almanlar bizim için savaşıyor” diyorsun… En hafifinden kocaman bir yuh hak etmişken “önemli yazar” payesi ile taltif ediliyorsun, başkalarını bilmem ve ilzam edemem lakin benim zoruma gidiyor hem de sadece zoruma gitmiyor daha da ileri gitmek istiyorum lakin hukuk fazlasına elvermiyor… Benim nezdimde kocaman bir hiçlik sebep ve gerekçesini ise Faşizm ve Nazizmin sembol ismi Hitler için finalde ettiği “O bir savaşçıydı, insanlık için bir savaşçıydı ve tüm uluslar için adalet müjdesinin bir peygamberiydi.”

Şimdilerde de bu kabil iddia sahipleri ne yazık ki mevcuttur, düşünebiliyor musunuz ki bir zihniyet ve temsilcisi koçbaşı rolü ile yaklaşık 75.000.000 insanın ölümüne sebep teşkil edecek girişimlerde bulunuyor ve bir angut da çıkıp “insanlık için savaşıyor” diyecek, hay sevsinler senin mantığını… Gerçi dediğim gibi bugünlerde de, mesela Irak işgal sürecinde 1.500.000 dan fazla insanın ölümüne sebep olan, aylarca sahip olunan hava gücüne dayanarak ve güvenerek fasılasız havadan bombala… Sonra bir önemli lider çıksın seni “dünyada demokrasinin teminatı”, karşıtı bir başka çok önemli lider de “zayiatsız memleketinize dönersiniz inşallah” temennileri ile takdis ve takdir etsin… Haydi, duacı olan lideri misyonundan ötürü anlıyorum da, demokrasi mümessili tayin edileni anlamak çok zor… Vietnam’da yaşananları bilmiyor mu? Panama’da yaşananları bilmiyor mu? Nikaragua’da yaşananları bilmiyor mu? İran’da yaşananları bilmiyor mu? Bilmez olur mu? Haydi diyelim bunlar “gavurlara” yapılanlar ve bilmiyorsun, peki, Kahramanmaraş, Sivas ve Malatya’da yaşananları da mı bilmiyorsun? Adım kadar eminim ki biliyorsun… Peki, bilerek ve taammüden beyan böyle tecelli ediyorsa, inanın ki, en büyük rezalet budur… Aklım verse dahi dilim ve klavye daha fazlasına izin vermiyor…

Neyse biz yeniden Hamsun haklı protestolarına geri dönelim, neler yaşanmış bir bakalım… İstemeyerek de olsa, komünizm korkusuna binaen savaşa yön vermek adına sonradan dâhil olan ABD’nin desteği ile Sovyetler Birliği Alman Panzerleri diye takdim edilen faşist orduları yok edince Hamsun’un memleketi de bu meşum işgalden kurtulur… Hamsun artık evinden çıkamamaktadır, kâh korkudan, kâh azıcık da olsa utancından… Norveçliler “işgalcilerle işbirliği yaparak” kendilerine ve vatanlarına ihanet edildiği duygusuyla hareket etmeye başlarlar, evinin önünde ya da herhangi bir başka yerde gösteri yürüyüşü yapmazlar, sloganlar atmazlar, ne kendisine ne de malına mülküne saldırıda bulunmazlar, ne de yurdu behemehâl “terk et” demezler… Derken günlerden bir gün bir genç kız gelip kendisindeki Knut Hamsun kitaplarını kapısının önüne sessizce bırakır, arkasından birkaç yaşlı kadın da sahip oldukları kitapları bırakır… Bir anda tüm işbirlikçiler dışındaki Norveçliler ellerindeki Knut Hamsun kitaplarını akın akın getirir kapısının önüne bırakır… Knut Hamsun daha önceleri hiç bitmeyecekmiş gibi görünen işgal günlerindeki konforlu hayatı, her zorbanın ve avenelerinin kaçınılmaz yaşadığı ve yaşayacağı sonu penceresinde perde arkasından büyük bir korku ile izlemektedir. Bu günlerce, haftalarca sürer artık kendisine iade dilen kitaplar kocaman bir tepe haline gelir, büyüdükçe büyür, perdenin arkasındaki sözüm ona yazar da küçüldükçe küçülür, bu küçülme taaa vefatına kadar sürer… 

Bu yaşanan ve âdemoğlunun bilinen en barışçı ve en akıl dolu protestosu inanılmaz bir sonuç alır… Artık Norveçliler adaletin tecelli ettiği inancıyla bu sessiz ve barışçı protestoya bir son verirler, yazarın kendisinden ziyade vefat etmiş birine saygıdan ötürü… Peki, Norveçliler bu buram buram ahlaklı ve ölçülü geçen bu protestocu tavırlarını günümüze kadar taşıyabildiler mi? Maalesef kocaman bir hayır… Araya yine harici ve dâhili bedhahlar girdi, film başa alındı… Soğuk savaş günlerinin en kanlı operasyonlarının merkezi oldu maalesef mezkûr coğrafya özellikle de Sovyetler Birliğini hedef alan operasyonlara… O devirde hiçbir Norveçli açıktan zinhar “vay vatan hainleri” gibi abuk subuk laflar öne çıkarmaz lakin şimdilerde artık mezkûr yazarın adına festivaller düzenlenmektedir…

Peki, canım Yurdumun istiklal harbinde harici ve dâhili bedhahların aktörleri şimdilerde önemli mahfillerde baş tacı edilmiyor mu? “Keşke Yunan kazansaydı” deme cüreti gösteren muhterem için neler yapıldı? Peki, Knut Hamsun ile bu muhterem arasında devir dışında bir fark var mı? Hani “insanların günah işleme hürriyetine bile karışıyorlar” diye feryat figan edenlerin karşıtlarına protesto hakkı bile tanımıyor olması çok ibretlik bir vaka lakin bunu görebilene…

Protesto hakkı kutsal olup her dileyen vatandaşın bireysel ya da teşkilatlanarak bu hakkı kullanabilmesi gerekir bana göre… Asıl olan da; kapitalizmin kıskaca aldığı ve yaşanan tenkil ve tedip politikaları ile yalnızlaştırılan vatandaşların tepkisinin desteklenmesi iken şaşkınlıkla ve hayretle görüyorum ki tarafsız olması gerekenler dahi protesto edilenleri “ticarete darbe” gibi abuk subuk gerekçelerle mahkûm edebiliyorlar… Bu akla da alkış çalmaktan başka bir şey düşmüyor bize…