Hemen
hemen, herkesin benim kadar çok iyi bildiği meşhur yazarımız Orhan Kemal’in “Murtaza” adlı bir kitabı vardır, yazar
burada, Murtaza adlı bir bekçinin, katı disiplin ve vazife aşkı ile beşeri
davranış arasına sıkışmış, vazife bilincinden taviz verememe halinin insanı ne
kadar da çaresiz kıldığını, çaresizliğin de beşeri değerleri
hükümsüzleştirdiğinin bir kara mizahını yapmaktadır. Kitap müthiş karşılık
bulur okuyucudan, inanılmaz baskı sayılarına ulaşır, muktedirlerin her türlü
olumsuz tavrına rağmen… Kitabın bu başarısı haliyle Yeşilçam’ın da dikkatini
çeker ve bildiğim kadarı ile 2 de film çekilir, 1. si Müşfik Kenter’in başrol
oynadığı “Bekçi Murtaza ki sonradan internet üzerinden izledim, 2. si de Müjdat
Gezen’in başrol oynadığı “Bekçi” ki sinemada 1986 yılında izlemiştim, başarısı
ile müthiş yankılar oluşturmuş idi kamuoyunda…
Heyamola
Yayınlarının Adana Kitaplığı serisinden “Abidinpaşa
Caddesi” adlı Süreyya Köle’nin kaleme aldığı kitabını okudum, orada ne
yazık ki bugüne kadar bilmediğim “Murtaza” adlı bekçinin ilhamına yönelik…
Lüzumuna binaen bir defa daha tekrarlamak istiyorum, “okudukça ne kadar az
bildiğimi öğreniyorum” fikrinin günlük teyidi, günlük doğrulanması… Evet, “nakıs
geldim nakıs gideceğim”, korkarım… Bu kadar eksik nasıl tamamlanacak, çok zor…
Evet,
gelelim, Bekçi Murtaza’nın ilhamın kitaba yansımışını aktarmaya… Yazar Süreyya
Köle şöyle anlatıyor konuya giriş bölümünde; “yazar
birebir gördüğünü değil, gördüğünden yola çıkarak kendi karakterini, kendi
dünyasını yaratandır. Ancak şu da bir gerçek ki Orhan Kemal’in gözünün önünde
insanın kendini yazmaktan alıkoyamayacağı kadar özgün bir tip vardır ve bu tip
Abidinpaşa Caddesini adımlayan Murtaza’dan başkası değildir.”
Yayıncı,
şair, araştırmacı Nurer Uğurlu’nun, Orhan Kemal’e hitaben yazılmış bir
yazısından aktarıyor, S. Köle; “Murtaza’yı
tanırım. Son Akbank kapıcısı olarak az mı ti’ye almıştık. Murtaza, roman olarak
yeni çıkmıştı. O zamanlar biz edebiyat heveslisi genç delikanlılardık.
Abidinpaşa Caddesi’nin ıslak kaldırımlarına oturur, sıcak Adana akşamları
Murtaza’yı makaraya almak için, akşamı iple çekerdik. Akşam oldu mu, Murtaza
bankanın kapısında, boynunda yandan kurmalı, kocaman askılı saati, bir aşağı,
bir yukarı gidip gelirdi. Murtaza’yı gören bizim çocuklar birer ikişer köşelere
zula olur, Murtaza’nın bize arkasını dönmesini beklerdik. Murtaza tam bize
arkasını döndüğü bir sırada içimizden biri hemen öne fırlar, Murtaza’nın biraz
önce, ayağında takunyalar, başında kokartlı şapkası, kova kova sularla ve
arapsabunuyla yıkayıp şartladığı mermer merdivenlere çamurlu ayaklarıyla basar,
hızla kaçardı. Kaçanın arkasından iri ve hantal gövdesiyle Murtaza koşmaya,
bizimkileri kovalamaya başlardı. Ve biz gülmekten yerlere yatarak lambur lumbur
koşan Murtaza’nın arkasından zort çekerdik. Çekilen zortlar, atılan kahkahalar
o günler bibim sessiz caddeye yayılan sıcak gürültümüzdü.
Günlerden bir gün, bizim
çocuklardan biri kitapçı İbrahim Gezginci’nin vitrininden sizin Murtaza’yı
alır, okur. Ve Murtaza, küçük bir cep kitabı olarak elden ele dolaşmaya başlar.
Ve biz, sizin yazdığınız Murtaza’nın, bizim Murtaza olduğu üzerine ileri geri
konuşmaya başladık. Kimimiz roman kahramanı Murtaza’nın bizim Murtaza olduğunu söyledi.
Kimimiz bunun bir romancı olarak sizin yarattığınız roman kişisi olduğunda inat
etti. Sizin Murtaza’nın, bizim Akbank’ın kapıcısı Murtaza olup olmadığı
üzerinde günlerce, hatta aylarca tartıştık.
Ve sonunda hiç olmayacak bir şeye karar
verdik. Dedik ki, Murtaza’yla dost
olalım. Onu hiç kızdırmayalım, arkasından zort falan çekmekten vazgeçelim. Bize
ana avrat sövme diyelim. Haklısın Murtaza, senin gibi var mı diye yağ çekelim.
Ona Murtaza romanını okumanın yollarını arayalım. Eğer bu, Orhan Kemal’in
yazdığı Murtaza bizim Murtaza’ysa anlarız. Yok değilse?
Ve sıcak Adana akşamları
toplandığımız Akbank’ın mermer merdivenlerinde Murtaza’yı okumaya başladık.
Okudukça Murtaza’nın yüzü değişiyor, gözleri yuvalarından dışarı fırlıyor,
kalın siyah kaşları bir inip, bir kalkıyordu. Murtaza romanı soluk almadan
dinliyordu. Bizler bir pot kırmamak, aramızdaki barışı bozmamak için
dudaklarımız ısırıyor, gülmemek için kendimizi sıkıyorduk. Kendini tutamayıp
gülenler, su dökmek bahanesiyle köşeyi döner, makaraları sonuna kadar
koyverdikten sonra aramıza gelirdi. Bir gün, beş gün derken Murtaza dayanamayıp
sordu:
“kimdir bunu yazan”
“Orhan Kemal”
“Abe kimin nesi”
“Babasının oğlu!”
“köprüden geçerken Murtaza’ya
rastlamış!”
“Taşköprü’den mi?”
“heye”
“Yok be çocuklar, var midir
anası, babası bunun?”
“Olmaz olur mu Murtaza! Kapı
aralığndan çıkmadı ya!”
“Sevmem bu yolda laubalilik.
Bilirsiniz dayım şehit Hasan beyi? Lazım bilmek. Hasan bey kolağası idi.
Bilirsiniz mi ne demektir kolağası? Subbay demek. Balkan harbi’nde döktü
mübarek kanını kutsal vatan topraklarına. Ne için? Dayım Hasan Bey aldığı
emirle atladı düşman içine, kırpmadı gözünü. Neden? Çünkü doğurmuş idi anası o
günler için onu. Çünkü cuş’u huruş eder idi damarlarında kanı. Bilirsiniz ne
der bana büyüklerim?”
“Ne der Murtaza?”
“Derler
benzersin dayın Hasan Beye Murteza, tıpkı!”
“yaaa”
“Onun
için benzemem herhangi bekçilere, benzerim dayım Hasan Beye. Ben de bir gün
dökeceğim kanımı kutsal vatan topraklarına!..”
“Yaşa
Murtaza!”
“…
helbet. Bakmayın düşmana çelik yıldırım, değildir layık vatandaşlığa! Haçan her
Türk bakmalıdır düşmanlara çelik yıldırım, kurşun bilek, taş yürek! Ve vazife
bir sırasında sakınmamalıdır gözünü budaktan, demelidir öldüm… Neden? Çünkü var
idi, dolaşır idi damarlarında halis Türk kanı. Dayyım Kolağası Şehit Hasan Bey
gibi. Sakınmasınlar gözlerini budaktan, hem de akıtsınlar kanlarını kudsal
vatan toprakları için”
“Allahına
kadar Murtaza!.. Doğru söylüyor.”
“Doğru
lakin görse idiniz kurs, alsa idiniz amirlerinizden bu yolda çok sıkı terbiye
hem de disiplin, bilir idiniz nasıl konuşulur büyüklerinizle. Konuşmayın cahil
cahil böyle. Bir vazife yüksektir bir namuzdan. Yaşşar insan olan bir insan
mertlik, civan mertlik için hem de!”
“Orhan
Kemal! Murtaza’yı tanımaz olur mu hiç?”
“Sus
be şapşal! Yok almağa ihtiyacım kimseden akıl.”
“Niçin
alacak?”
“Hiç
işte laf olsun!..”
Biz
dilimiz döndüğü kadar Muratza’ya anlatmaya çalıştık. Abdülkadir Kemali Bey’den,
Milli Mensucat Fabrikasından, çırçırdan, Hacıbayram Karakolu’ndan söz ettik.
Murtaza kızgın:
“A
be bu adam beni nerden tanır? Bilir mi
benim gibi bir adam yaşar Adana!da, hemi de bu sıcakta?”
“Ayıp
ettin, seni bilmeyen var mı? Murtaza adı, Ankara’da, İstanbul’da söylenir.
Gazeteler seni yazar. Senin gibi bir adam, sen ki bugüne bugün Akbank Müdürü’nden
sonra gelen en önemli adamsın, seni tanımayan var mı?”
Murtaza
kızgın gözlerini bize çevirip:
“Ne
söylersin a be çocuk? Bu adam, benden başka adam bulamamış mı yazacak? Neden
yazar beni kitaplara? Ya okurlarsa amirlerim bu kitabı? Sevmem bu yolda
laubalilik!..”
Evet,
ben Murtaza’yı bir tekstil fabrikasında bekçi olarak biliyordum, lakin o sadece
roman faslında öyle imiş, gerçek hayattaki Murtaza ise yukarıda anlatılan hali
ile AKBANK bekçisi imiş… Yani gerçek sadece vazife mekânı değişmiş…
Mezkûr kitap, Süreyya
Köle’nin yazdığı, “Abidinpaşa Caddesi” daha neler sunuyor neler… Merak
edenlerin hemen edinip okuması hayırlarına olur, öyle ki kesinlikle başucuna
yerleştirilip daima başvurulacak bir kitap tadında… Teşekkürler tekraradan
Süreyya Köle…