Cuma, Ekim 11, 2024

ŞÜKRÜ SOYDAN


Maalesef, kayıplarımız devam ediyor, 1997’de en küçük Teyzemi kaybettikten sonra ne yazık ki şimdi de eşi, eniştem, yarı babam edası ile ilişkilerimizin gayet keyifli, samimi ve olumlu devam ettiği Şükrü Soydan’ı da kaybettik… Melun ve meşum hastalık burada da acımasızlığını gösterdi… Her kayıp bizi geçmişimizden bir manada koparıyor bir manada da ona sahip çıkmamız adına mükemmel hatıralar oluşturuyor… Bizler açısından bir ilave sıkıntılı durum daha oluşur, biz bunu seslendirsek de seslendirmesek de, artık yaşanan bu sık kayıplardan sonra kayıplara odaklanmak ve bu odaklanmanın dümen suyunda ilk planda yakın zamanda kaybedilen olmakla birlikte esasen zihnin ve ruhun ölüm üzerine meşguliyetidir. Zihnimizin ve ruhumuzun yaşanan kayıpla ve dahi ölüm mefhumuna meşguliyetinin bize yüklediği başka durumlar da vardır, artık eskiden keyif aldığımız şeylerden eskisi kadar keyif alamama başta olmak üzere genel manada isteksizliktir ön plana geçer.  Daha derin ve mühim analizleri işin uzmanlarına bırakarak devam edeyim.

Şükrü eniştem, neşeli insan olmanın, olabilmenin insani tezahürüdür adeta… Kolayca bilineceği üzere neşeli olabilme hali hissi bir durum olmakla birlikte fiziki ve anatomik bir arka planda gerektirir ki hormonlar ve etkileşimleri buna münasip değil ise bu yansıma çok kolay olamaz… Kısa süreli olmak üzere bu tespiti tersine çevirebilecek muhteremler de vardır, “kan kusup kızılcık şerbeti içiyorum” kabilinden… Eniştem kızılcık şerbeti içmeyenlerden olup son derece güleç yüzlü, neşeli ve hoş sohbet olmuştur her daim… Neşenin de tıpkı nezle ve grip gibi bulaşıcı olduğunu Eniştemden gördüm ben, içindeki neşenin dışa taşmalarının başta ben olmak üzere etrafındaki herkese nasıl sirayet ettiğinin canlı şahidiyim.  Neşeli hali ve şaka yapmadan, birilerine takılmadan duramamanın bana göre en nadide örneği ise, kendisi ile yolda bir yerlere giderken tarlada çalışanlara bazen açık camdan bazen de durarak “kolay gelsin” deyip hal hatır sorup sonra da “Karagöz geçti mi buralardan” deyip “hangi Karagöz” mukabil sorusuna da “Yaşar” der ve sonra hareket edince de çok gülerdik, nedense işte… Demek ki, ufacık hatta manasız şeylerden bile bir gülme malzemesi üretirdik…

Neşeli olmanın en müşahhas hali de birlikte izlediğimiz TV’deki müzik programları anındaki aktif davranışı olmuştur her daim, bana göre… Benim ıslık dışında epeyce de denememe rağmen bir türlü beceremediğim bir müzik enstrümanı çalma işini son derece mahir olarak “darbuka” ile becererek her daim göstermiştir bizlere. Mesela Tv’de hareketli bir türkü ya da bir şarkı mı çıktı, darbuka yok mu, çözüm var, benim sigara yakmada kullandığım kibrit kutusunu kaptığı gibi müthiş bir maharetle darbukaya çevirdiğini hayranlıkla izlerdim. Yahu bir kibrit kutusu da darbuka mı olur, evet, onun mahir el ve parmakları ile olurdu… Lakin temelde de bu neşeli ve hareketli, hani insanı kıpır kıpır yapan müziğe refakattir meram ve murat… Kızı, Suna; “Yaşamı severek, dert etmeden yaşamak böyle bir şey sanırım” diye tanımladı kendisini bir defasında…

Kendi evinde de akşam yemeklerini bilirim ve çok da birlikte akşam yemeği yediğimiz oldu, işte o akşam yemekleri de “Ramazanlar” hariç “rakısız” olmaz idi, hala büyük bir keyifle hatırlarım… Senenin 335 günü çok sınırlı ve dinlendirici, keyiflendirici kabilinden günlük yaklaşık 2 kadeh “yeni rakı” içilirdi… Günün yorgunluğunun atıldığının beyanı ile de vites behemehâl şakalı ve neşeli duruma evrilirdi otomatik ve kendiliğinden.   

Neşe, eğlence ve hayatı keyifli hale çevirme deyince özellikle yaz ayları Teyzem ve kızlarına, geldikleri Çeşme’de hafta sonları katılır ve uzun süren kalabalık akşam yemeklerinde muhteşem bir ortam yaratılmasına ön ayak olurdu. Şimdi aramızda olmayan Dayıoğlum Kamil de bu yemeklerin ve muhabbetlerin müdavimidir… Bizim sulama havuzu başında, kocaman asmanın altında ve etraftaki onlarca değişik renk ve stildeki karanfil kokuları arasında yapılan bu uzun ve eğlenceli muhabbetleri şimdilerde bile imrenerek, özenerek hatırlıyorum. Şimdilerde geriye çok güzel bir hatıra olarak kalan bir fotoğrafın yansıttığı “”kaş ile göz arasında” eve girerek, kadın elbiselerini üstüne atıp bir başörtüsü bağlayıp dışarıya çıkması vardı ki, değme tiyatro sanatçısı üslubu ile kısa süreli de olsa herkesi şaşırtmış idi…

Macir (Muhacir) bir ailenin çocuğu olmak şüphesiz kolay değildi, binbir türlü meşakkatli durumdan sıyrıldı, gemisini uzun yıllar dalgalı denizlerde itina ile yüzdürdü, çok çalıştı, zor ve ağır şartlarda çalıştı lakin aynı zamanda gezdi, yedi, içti, eğlendi, keyif aldı, hepsini de vakur ve makul bir üslup ile yaptı… Girişimci ve araştırmacı ruhu ve becerisi onu farklı birkaç iş yapmaya sürükledi hepsinde çok başarılı oldu bana göre… Tarımsal üretimin ziyadesiyle önemsendiği dönemde oldukça büyük çapta sebze ve fidancılık yaparken, bir anda bir tarafıyla sağlık şartları gereği bir tarafı ile de günün epey hareketli sektörüne kırdı rotayı, orada da çok başarılı bir iş hayatı oldu…

Belki de bizim sülalede ilk kez otomobil sahibi olan Eniştem, hele de yanılmıyorsam 1975 yılında, dönemin önemli ve yerli otomobili sayılan esasen de montaj sanayiden öteye gitmeyen Anadol markasının çok çok sınırlı sayıda ürettiğini bildiğim “Böcek” modeli otomobil ile gelince muhteşem anlar yaşamış idik, sayesinde… Sonraları daha klasik ve güncel model araçlar kullanmaya da başladı şüphesiz…

İyi Galatasaray’lı idi aynı zamanda, hele birlikte maç seyrettiğimiz dönemde torunu Hüseyin’in dönemin önemli futbolcusu “Rüdiger Abramczik’i” “İbrahimcik” diye benzeterek söylemesi başarılı sonuçlarda bizim coşkumuza, başarısız sonuçlarda ise “ahh ve vahh”ımıza katkısını hala dün gibi hatırlarım. Esasen bir fanatik olmamakla birlikte maçları sıkı takip eder, yüz yüze olmasa bile telefon ile konuşmalarımızda az zaman alsa da futbola değinirdik. 

Yayınladığım ve “Benim gözümden Çeşme” adlı kitabımı kendisine gönderince, değindiğim eski Çeşme ve Çeşmelileri soluksuz okuduğunu kızından dinlemiş ve kendi adıma çaktırmadan çok sevinmiş idim… Sonraki görüşmelerimizde kitabın konusunu oluşturan hatıraların bir kısmı üzerinden de sıkı muhabbetler etmiştik.

Evet, kayıplar zor, hele de hatıraların çok ise kayıp çok daha zor lakin kaçınılmaz olarak kapılarımızı çalıyor. Ölüm ayrılığı geride kalana zor, metanet temennilerinin kalana bir faydası var mı, bilemiyorum… Bana bir faydasının olmadığını biliyorum da, başkalarında nasıl olur bilemiyorum. İlaveten bilmek başka bir şey yapabilmek bir başka şey… Bu vesile tüm kayıplarımızı saygı ve minnet ile bir kez daha anıyorum…

 

Cuma, Ekim 04, 2024

PETERHOFF SARAYI VE MÜZENİN ÇEŞME BÖLÜMÜ

 

Peterhoff Sarayı; anlatılan o ki, Fransız Versay Sarayı etkisinde kalınarak, kimilerine göre “deli”, kimilerine göre de “büyük” sıfatı ile maruf Petro tarafından, İsveç’e karşı kazanılan savaşı müteakip Baltık kıyısında yaptırılmıştır. Saray, bana göre kendisinden ziyade bahçeleri, bahçelerdeki gizli ya da açık fıskiyeleri, havuzları, sulama sistemi ile daha etkileyici bir görünümde olup esasen de kapladığı geniş arazi ve peyzajı ile son derece etkileyicidir. UNESCO Dünya Miras Listesinde de bulunan saray, bahçeleri ve bahçelerdeki heykelleri ve çeşmeleri, küçük müze, köşk ve kamelyaları özellikle de aşağı ve yukarı bahçelerin peyzajı ile muhteşem bana göre… Esasen burası bir “yazlık saray” hedefi ile yapılmış, yaklaşık 45 dakikalık mesafede esas mekân babında esas saray bulunmaktadır, fazla saray göz çıkarmaz netice itibariyle… Sarayın ön bahçesindeki kot farkı iyi değerlendirilerek yerleştirilmiş “Samson Heykelinden” sonra denize kadar uzanan kanal ile ön bahçe ikiye ayrılıp metaforik “Adem” ve “Havva” bölümleri oluşturulmuş denildiğine göre. Fıskiye ve çeşmelerin suyunun atlaması, zıplaması tamamen kendi cazibesi ile gerçekleşmekte olup anlatılana göre de su ve su yapıları bilgisini bizzat kendisi konuşturmuş burada Çar Petro… Saray için görkeme ve debdebeye yönelik saatlerce konuşmak mümkün, zenginin malı, biz züğürtlerin çenesini yorması

kabilinden… Gel zaman git zaman Emperyalizmin zalim kılıcı Almanya’nın faşist lideri Hitler’in ordularının saldırısı ile kuşatılan Leningrad (Sankt Petersburg) yakılır yıkılırken Alman komutanlara da mezkûr saray karargâhtır. Emperyal kılıç için herkesin malumu son gelirken arkasına bakmadan kaçan Alman karargâhı tüm işgal ettikleri bölgelerde yaptıkları üzere her yeri yakmaya ve yıkmaya başlarlar… Peterhoff Sarayı da nasibine düşen yerle bir olmaktan kurtulamaz… Yıllarca yıkık dökük öylece kalır… Restorasyon için Stalin’in talimatı istenir lakin o da vermez… “Zenginlerin kalıntılarını ihya etmek bize düşmez” muhtemel saiki ile hareket ettiği tahmin edilen Stalin, sonra ne olur bilinmez lakin insafa gelir restorasyon talebini onaylar… Şüphesi Stalin’in doğup büyüdüğü evi de gören birisi olarak saraylara hangi gözle bakıyor olabileceğini de kestirebiliyorum. Neyse, mezkûr talimat neticesinde bu muhteşem ve debdebe dolu saray ve müştemilatları yeniden hayata döner…

Neden çoğunluktaki bazıları ekmek bulamaz iken azınlık bazıları şatafat ve debdebe içerisinde yaşamak için böylesine görkemli saraylar yaptırırlar kendilerine, anlamam zor… Haydi diyelim bir kral var olsun bir sarayı lakin 45 dakikalık mesafe aralıklı neden 2 adet, değil mi? Konunun alakalı tıp ve psikoloji uzmanları çok çeşitli ve değişik izahlarda bulunuyorlar da, ben anlayamıyorum hala… Peki, bu sarayseverleri diyelim ki anladık, sonradan ziyarete açılınca öbek öbek ayak takımlarının bu debdebeleri seyre gelmelerine ben dâhil ne demeli, nasıl bir izah yolu tutturulmalı, bilemedim… Zenginler ziyaret ediyor olamaz çünkü onların ziyaret usulleri çok farklı müzeleri sarayları toptan kapatıyorlar, istedikleri kadar süre ve mekân kullanarak geziyorlar… Genel ahali ile birlikte gezenler 10 aşağı, 15 yukarı (3 aşağı, 5 yukarı demeliydim lakin aralığı zam yaparak geniş tuttum ki geniş ahaliyi kapsayayım) tekmili benzer durumda yani hiç sarayı olmamış ya da hiç sarayda yaşamamışlar ne yazık ki rehberin ve arkadan gelenlerin izin verdiği sürede gezerler…


Ruslar için "Çeşme Zaferi" Osmanlı için ise "Çeşme Vakası" olarak tarihe geçen “Çeşme Deniz Savaşı” esasen tarihin en önemli kavşaklarından birisidir de, 18. Asır aydınlanma çağı çerçevesinde bakılınca, Rönesans ve Reform hareketleri, 1776 Amerikan Bağımsızlık Deklarasyonu, 1789 Fransız İhtilali sonrasının Osmanlı’ya yansıyan sonuçları Balkanlardaki Millici hareketlerin yavaştan başlaması olmuş olup, Osmanlı yönetim ve bürokrasisinin siyasi idrakinin nerdeyse yok oluşunun ilk işaret fişeğidir aynı zamanda… Neyse, uzun uzun tahlile gerek yok, işte bu savaş Rusların o gün bu gündür meşhur “sıcak sulara” inme hayalinin gerçekleştiği ve halen devam etmesinin tezahürüdür. Esasen Osmanlı içinde muhteşem bir ders niteliğindedir lakin kim alacak ki… Tarihi ve turistik manada bugüne yansıması adına, Canım yurdumu yönetenler bundan istifade edebiliyorlar mı, nerde… Yenilgilerin nihayetinde uzun devlet hayatında birer kazanç olduğunu göremeyen muhterisler halının altına süpürme babında hiç konuşmazlar hatta bırakın konuşmayı izlerini bile yok etmeyi maharet zannederler. Bekçi filminin meşhur repliği “bir araya gelmeliyiz, atalarımızın kahramanlıklarından bahsetmeliyiz” devam ediyor…

Çeşme Deniz Savaşının Rusları sevindirik ettiği gibi abuk subuk bir yaklaşım göstererek, Sankt Petersburg’ta yapılan anıtların izahını böyle yapmaktadır, bazıları. Kont Orlov’a kazanılan savaş neticesi “Çeşmenski” adı da verildi mezkûr unvanı yanına… Bugünkü pozisyon almalara bakınca da küçük bir sevinç olmadığı anlaşılıyor. Petersburg’ta sayısız eser var, bir küçük kilise, iki obelisk (dikilitaş) başta olmak üzere, hatta bir de cami var deniliyor lakin ben bulamadım… Bir dahaki sefere inşallah…

Peterhoff Sarayında; Çeşme Deniz Savaşı anısına bir de galeri düzenlenmiş, mezkûr galeri ile birlikte sarayı da gezelim diye düşündüm… Gezi deyince öyle elini kolunu salla, öde giriş ücretini gez kabilinden değil… Bir defa ciddi bir giriş bileti kuyruğu, giriş kuyruğu, galoş kuyruğu, çanta bırakma kuyruğu, sesli bilgilendirme temin kuyruğu, derken oluşturulan küçük gruplara rehber tayini nihayetinde prosedür tamam. Başlanıyor gezilmeye… Artık rehber nerede, ne kadar kalıyor ve izahatta bulunuyorsa o kadar bilgilenme… Ben öyle şu salonda bu kadar kalırım, şu tabloya bu kadar bakarım, şuranın fotoğrafını şöyle çekerim, böyle çekerim yok… Aaa belki benim gibi ayaktakımı olma özelliği dışında özellikleriniz varsa bir ayrıcalık elde edebilirsiniz, onu da benim bilme şansım yok...

“Çeşme Galerisi” tanıtım tabelasında yazan bilgiler ise şöyledir. “Salon, mimar Y.M.’nin tasarımına göre 1770’lerde dekore edilmiştir. Salonun dekorasyonu Rusya’nın Türkiye’ye karşı kazandığı zaferin yüceltilmesine adanmıştır... Salonun dekorasyonunun ana unsuru Rus Sarayının Alman Ressam Jacob Philipp Hackert’e yaptırdığı 12 tablodur. Resimlerin konuları Baltık Filosunun Ege Denizi’ndeki Takımadalar seferi ve Rusya’nın deniz zaferi olan Çeşme Muharebesi olaylarına adanmıştır. 26 - 27 Haziran 1770 gecesi Kont Orlov komutasındaki Rus gemileri, Türk filosunun en iyi filosunu mağlup etti”.

Resimleri yapan ressam, hiç yanan gemi görmediği ve tam da bu yüzden resimlerin gerçeği yansıtmadığı düşüncesiyle, gerçekçi resim yapabilmesi adına Ressama bir mizansen dâhilinde İtalya’da bir limanda Çariçe’nin talimatı ile bir gemi havaya uçurulmak suretiyle yakılır ve gösterilir… Ressama bu kadar gerçekçi bir model oluşturularak konuyu ne kadar ciddiye aldıklarını, önemsediklerini ve dahi siyaseten nasıl bir hedefi yok ettiklerinin tasvirini gerçekleştirmişlerdir, kendilerince. Tablolardan birinde eğer yanlış anlamadıysam Çeşme Deniz Savaşından sağlam kurtulan ve el konulan bir Osmanlı gemisi yedekte çekilir lakin artık Osmanlı bayrağı indirilmiş ve yerine Rus Çarlık bayrağı çekili vaziyettedir.

Ayrıca bu “Türkiye” yazma sevdası da hiç bitmez bu elin adamlarında, galiba kimse de itiraz etmez ya da etseler de kimse kulağına takmaz bu itirazları, bilemedim gayri… Yunanistan’da da böyle gördüm, enteresan… Bir kompleksim olduğundan yazmıyorum tüm bunları Osmanlı’nın hiç hoş karşılanmayacak icraatlarını bilerek diyorum… Osmanlı devrini anlatırken neden Türkiye adı tercih edilir, bu dikkat çekicidir. Mesela, Roma İmparatorluğunun bir katliamı, bir saldırısı, bir yenilgisi, bugün İtalya hanesine mi yazılıyor, bilemedim…  

Cuma, Eylül 27, 2024

“ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE” ÜSTÜNE

Bir önceki yazıda, Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu sevgili dostum Sabri Usta’dan öğrendiğimi yazmış ve konuya girince de yurt dışı tarafı öne geçivermiş idi. Benim esas değinmek istediğim bölümü ise Urla ve Çeşme’den bahsedilen bölümlerdir. 1970’li yılların başında Çeşme’yi anlatır ki bizim de neredeyse her detayı ile hatırladığımız güzel kentimiz…

İlave etmem gerekir ki, mezkûr kitabın başlangıcında yani 1976 başlarında, “Kaya Çukuru” başlıklı Likya ve Karya Bölgesini kapsayan ve başta da mübadele ile terk edilmiş Kaya Köyü ve çevresini konu eden öğretici ve tarihe not düşen bir yazı var, herkesin seveceği türden…

Nisan 1972; Yazar Melih Cevdet Anday ile arkadaşları Şadi Çalık ve Oğuz Akkan İstanbul'dan İzmir'e gelip orada kendilerine katılan Vedat Mavitan ile birlikte, Urla, Seferihisar ve Çeşme’yi kapsayan birkaç günlük bir tatil yaparlar. Bu kısa gezinin, kendisine hatırlattıklarını, öğrettiklerini ve tanıklıklarını, araya tavla oyunlarını, uzun sohbetlerini ve rakılı yemekleri de katarak not tutmaksızın sonradan sadece hatırlanan bölümlerini keyifle okudum.  

İzmir’i bidayette şöyle tanımlıyor; “Karşıyaka’yı İzmir’e bağlayan kıyı asfaltını ilk görüyorum. Koydan her iki yakaya bakınca, şu birkaç yıl içinde yükselmiş olan koca yapıların yoğun oylumu, sonradan bulunmuş çok eski kentlerin, gizi daha çözülmemiş tapınakları izlenimini bırakıyor bende. Değişmiş İzmir’in görünümü; gerçi karşı durulmaz bir şeydir bu, ama eskiyi aramanın bir türlü vazgeçilmeyen tutkusu da insansaldır ve bunda kafanın eskiliğini bulmak boşunadır.”

Urla İskele için yazılanlara bakar mısınız; “Karşımızda ikisi büyük üç ada var, solumuzda kara, denize doğru bir burun yapıyor. Üç adadan en küçüğü, karaya en yakın olan Klazomenai Adası (şimdi Kirizman diyorlar), ortadaki küçük bir kara parçası, Monopetro adı, eskiden beri. Soldaki büyücek ada ise Pırnalı diye anılıyor… Klazomenai, gerçekte yalnız o adanın değil, o ada ile birlikte kıyıdaki kasabanın, bugün İskele dediğimiz yerin de adı idi eskiden.” İlaveten de; “Anlaşılan şudur; Klazomenai kentinin limanı karşıdaki adada idi ve kenti ada ile birleştiren mendireği İskender yaptırdı.” diyerek benim bilmediğim yeni şeyleri de öğrenmemize vesile oluyor.

Daha önceleri, benim yine önceki öğrendiklerimden aktararak yazmış olduğum, Urla İskele ile Seferihisar Sığacık limanının bir kanalla buluşturulması mevzusunu burada da buluyorum. “Her şeyden önce İskender, Lidya krallarının yakıp yıkmalarından sonra parçalanmış kalan İzmir şehrinin yeniden kurulmasını, Klazomenai şehrinin bir mendirek ile limanın bulunduğu adaya bağlanmasını, gemilerin sahil dağlarını dolaşmak suretiyle yollarının uzamasına lüzum kalmaması için Klazomenai berzahının Teos’a kadar delinmesini emretti.”

Ünlü Yunanlı Şair Seferis, yazarın da anıları arasında yerini almış. Soyadını aldığı kabulü sıkça yapılan Seferihisar’dan “Sivrisarion” olarak söz ettiğinden bahisle “Hangisinin hangisinden bozma olabileceğini düşündüm, kestirip atmak güçtür, ancak bu soyadında kalmış olan sefer sözcüğünün sivri’den çıkma olması da anlaşılır gibi değil. Urla’nın, Vurla’dan gelmiş olması da öyle. Seferis, Vurla diye anıyor kasabayı” konuya giriş yapmaktadır. Lakin devamla, ilk defa öğrendiğim “İzmir Meridyeni batısında uzanan bu yarımadaya, 1941 Birinci Türk Coğrafya Kongresi’nde Urla Yarımadası denilmesi kabul edilmiş, ondan önce Çeşme Yarımadası denirdi.” bir bilgiyi paylaşıyor. Şimdi biz de çıkıp desek ki; “kardeşim biz bu Coğrafya Kongresinin kararını tanımıyor ve değiştirmek istiyoruz… Ne de olsa, bazı kararları tanımadığını ilan eden edene… Ne olur biz de bunu tanımazsak… Neymiş, bence “Çeşme Yarımadası”, nokta…

Urla anılarının devamı için yeni bir yazı yazma hedefi ile uzun uzun anlatılan mübadiller ve önemli yazar ve hukukçu Necati Cumalı ve adına düzenlenen anı ve kültür evi değinmelerini ve ziyaretlerini aklımda tutacağım. Urla anıları Çeşme anılarından çok fazla, hatırlamalı ve hatırlatmalı…

Çeşme’nin pahalılığından tıpkı bugün olduğu üzere o gün de şikâyet var, yazar, “Çeşme’de bir lokantada balık yiyelim dedik, adam bir tabak içinde iki tane karagöz getirip gösterdi, iyi ki fiyatını sormuşuz, 160 lira dedi. Düşünün seksen liraya bir karagöz yiyeceksiniz.” Ne diyelim, Çeşme’nin değerli esnafı bu konuda kafa yormalı… Kafa yorarak çözülecek mesele de değil esasen, Canım Yurdumun neresi ucuz da Çeşme ucuz olacak denilirse de cevabım yok şahsen…

Çeşme’yi anlatmaya devam ediyor yazar; “Birden liman ve karşıda Sakızadası… Çeşme ile Sakızadası arası, İstanbul ile Büyükada arası kadar, Sakız kasabası gözle seçiliyor. Denize bakan (eskiden tam kıyıda olduğu anlaşılıyor) II. Beyazıd’ın yaptırdığı kale büyük, görkemli ve göz alıcı. Kalenin hemen önünde 1770 Çeşme Deniz Savaşı şehitleri için dikilmiş mermer bir anıt var. Deniz kıyısındaki alanda lokantalar, düzenli parklar, beton bir kıyı yolu. Öğle tatili olduğu için kaleyi hemen gezemedik. Yemeğimizi yemek için lokantalardan birine girdik. Tanesi seksen liraya verilen çipuradan vazgeçip ızgara et, peynir ve salata ile karnımızı doyurduk. Acaba o balıkları yiyen olmuş mudur? Neden olmasın! ... Sonra kalenin alçak kapılarından geçip surlara tırmanmaya başladık. Dik bir merdivenden ikinci sura, en sonunda kalenin tepesine değin çıktık. Ne iyi etmişiz, buradan kasabanın görünüşü olağanüstü bir güzellikteydi. Evlerin çoğunun mimarisine hayran kaldık, tümü eskiden kalma idi. Birden Macaristan’da Estergon kalesine çıktığım zaman aşağıda gördüğüm çok güzel bir Türk evini anımsadım. Müze yapmışlardı o evi Macarlar.”

Şimdilerde, mezkûr kalenin aynı yerine çıkınca sadece etrafta yıkım ya da yenileme salvosundan-furyasından yırtan birkaç restore edilmiş ev dışında, güzelim eski liman yok gayri, Marina’ya evrilmiş durumda… Önce yol geçiriyorum numarasıyla liman doldurulmaya başlanır, bu arada “tarihimize sahip çıkıyoruz” teranelerini asla ve kat’a eksik etmeyen muhterem zihniyet, hem de kendi mahallelerinden ekâbir takımının şiddetle karşı çıkışlarına rağmen, 1770 Deniz Savaşı kalıtlarının dolgu altında bırakılmasına sebep olurlar. Sonra Marina yapıyoruz numarasıyla da güzelim liman yatay bir AVM haline getirildi… Emeği geçenleri tarih layığı ile anacaktır umarım…

Evet, kitap eski Çeşme, Dalyan (Köste), Ilıca özlemi çekenlere bir nebze de olsa nostaljik anlar yaşatmakta olup okuyacakların asla unutamayacakları hatıraları olacaktır…

Perşembe, Eylül 19, 2024

ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE

Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu sevgili dostum Sabri Usta’nın 1970’li yılların Çeşme’si üzerine bir muhabbetimiz esnasında, Yazarın Çeşme gezisini anlattığı bölümü üstünden haberim oldu, çok eski basım bir kitap olduğu için de ancak sahaflardan buldum ve okudum… Kitap 1977 basımı, Sosyalist Ülkelerin 1960’lı yıllarını anlatırken, Çeşme’nin de Urla yanında anlatıldığı yıllar ise 1970’li yılların başı… Çok büyük bir keyifle okudum ve kolay okunulabilir buldum. Anlatım ve kullanılan dil üstüne söyleyecek kelamım olamaz, yazar konusunun üstadı, aksi takdirde dilim lal olur…

Melih Cevdet Anday daha önsözde diyor ki; Bir geziye çıkmadan önce, görülecek yerler üstüne hazırlanmak diye bir yöntem de vardır, ama benim huyuma suyuma uygun değildir bu. Elde defterler, kitaplarla gezdikten sonra ne diye çıkayım o yolculuğa!. Oturur evimde okurum”  Hay Allah, gezi konusunda benim tam tersi bir davranışta olduğumu söylemeliyim. Gezeceğim yerleri tartışmasız planlarım, hele de zaman ayırma ve finanse etmenin hayli maliyetli olduğu düşünülürse, önceden hazırlıklı olmanın kaçınılmazlığı ortadadır. Aaaa şüphesiz Melih Cevdet Anday gibi ünlü ve önemli kişilerin gezisi de farklı oluyor… Kitap boyunca gezilerde sürekli rehber, tercüman, şoför gibi kadrolar ile bulunduğunu anlıyorum, yani bizim gibi gariban ve sıradan değil… Gerçi bu kadrolar ile gezmenin de bu kabil kolaylığı yanında başkalarının planladığı, takdim ettiği alanların ve bilgilerin üstünden geziyorsunuz ki benim de fazlaca tercih etmediğim bir usul değildir… Mümkün ise gezeceğim alanı, göreceğim nesneyi ve görme süresini ben tayin etmeliyim diye düşünürüm hep. Gerçi başkaları bir şey gösterir ise ne olur, bu konu ile ilgili Yazar bir yerde şöyle bir yorum yapıyor bir anısı üstünden… “Bulgaristan’da gördüklerimi, öğrendiklerimi tanıdıklarıma bütün ayrıntıları ile anlattım, çok ilgi ile karşılandı bunlar. Kimi inanmadı, inanmak istemedi söylediklerime, açıkça “yalan söylüyorsun, o ülkeyi överek bize toplumculuk aşılamak istiyorsun” demedi de, “kandırmışlar sizi” dedi, “gördüklerin ancak sana gösterilenlerdir, gözünü boyamışlar” dedi. Bunlar anlaşılan çok akıllı kişilerdi, benim gördüklerimi görmedikleri halde yanılmıyorlardı. Bense, gördüğüm halde yanılıyordum, yutmuş oluyordum, böylesine aptalın biri idim”. Şüphesiz yazar için ben benzer değerlendirmeyi yapamam, yapmıyorum ve asla da yapmayacağım. Çünkü bu yaklaşım ve tutum batılı ülke muktedirlerinin, muhalefeti karalamasının resmi ağzıdır… Benzer şeyleri öğrenciliğiz sırasında, “herkesin bizi kandırdığı” şeklinde çok duyduk ya… Biz de nasıl aptal isek gayri, çocukken arkadaşlarımız kandırır, gençken devlet düşmanları kandırır, evlenince karımız ya da kocamız kandırır, sonuçta hep kandırılırız… Gözümüz görmez, kulağımız duymaz, ağzımız sormaz, aklımız yetmez, sürekli bir nakısat hali… Peki, kanmayanlar kim, feraset sahibi cahiller… Peki, aslında onları kandıran kim, mezuniyetleri bile şaibeli muhterisler… Neyse konumuza tam yol ileri…

Yazar’ın gezdiği ülkeleri ben de gezdim lakin yegâne fark “zaman, mekân ve teknik terakki” idi… Köprülerin altından çok sular geçmiş idi şüphesiz… Artık, sözde hürdüler, sözde serbest piyasa vardı, sözde herkes zengin olacak idi, sözde herkesin işi olacak idi, sözde kimse aç ve açıkta kalmayacak idi, sanki varmış gibi… Kocaman bir yalan çıkmış, tüm bu sayılanların olduğu ve olmadığı esas dönemin o dönem olduğu, orada, gerek tanıştığım, gerek birlikte çalıştığım, gerekse de başka manada iş ilişkisinde ve dahi dostluk ilişkisinde olduğum muhteremlerden çokça dinlemişimdir. Önemli fark yine yazar ile aramda, o genellikle Yazarlar Evi, Edebiyat toplantıları, Kütüphaneler, Müzeler başta olmak üzere kendi ilgi ve iştigal alanı ziyaretlerinde iken ben daha çok sokak, meyhane, pazar, çarşı, ören yerleri, parklar, mezarlıklar gibi daha sıradan hatta aşağıdakiler sayılacak toplumsal kesim ile temas ederek ilerledim. Şüphesiz ben de yazar kadar olmasa da, kütüphane, tiyatro, sinema, kitapevi gibi yerlere gittim… Yazar gördüğünü yazmıştır, hiç şüphe yok bu çok net anlaşılıyor… Yine bilebildiğim kadarı ile yazarı kandırabilecek insanların bu dünyada ziyadesiyle az olabileceğidir, öyle her önüne gelenin kandırabileceği bir kişi değildir.

Macaristan gezisi sırasında, “Estergon ve Kalesi” üzerine aktardıkları halen orada görülebilecek güzelliklerdendir. Kaleden, Tuna’nın karşı sahili, o zamanki Çekoslovakya’nın sanayi bacalarının görünüşünü ve ovayı anlatır yazar… Tuna Nehrinin (Duna), mavi aktığı şiirlerde olduğu kadar Valslerde de zikredilir lakin siz onu pek o renklerde göremezsiniz özellikle de şimdilerde… Hani meşhur Johann Strauss’un ünlü bestesi “Mavi Tuna” da bahse konu, olmadı Buket Uzuner’in “Kumral Ada, Mavi Tuna” isimli kitabı gibi eserlerde bazen fiilen bazen de metafor olarak bahsedilir de bahsedilir “mavilikten”… Bendeki izlenim ise Tuna’nın artık ziyadesiyle yorgun olduğu ve başta Almanya olmak üzere Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan gibi ülkelerin sanayicilerinin açık lağımı olmaktan bıktığı yönündedir… İnanmayan ya da bilmeyenler biraz araştırınca görecekler bu dünyaya “Çevre koruma konusunda” vermedikleri fetva bırakmayan mezkûr kapitalist ülkelerin ikiyüzlü tutumlarını… Sadece Tuna Nehri mi bıktı bu çevre katillerinden, vallahi hayır, güzelim Karadeniz bile bıktı…

Yazar, Estergon Kalesine gider iken yolda rehbere;

“Estergon Kalesi

Bre dilber aman

Subaşı durak

Kemirir bağrımı

Bir sinsi firak” türküsünden bahseder, ne yazık ki bilinmediğini hatta genelde Macarların bu türküyü bilmediklerini hayret ile öğrenir… Elbette bilmezler, ama yollasak, tanıtsak hoşlarına da giderdi belki. Ancak Peşte Elçimiz Sayın Nedim Evcimer’den dinlediğime göre, Adnan Saygun oraya geldiğinde açılmış bu konu, ama Saygun tek sesli olması dolayısıyla bu türkünün Macarları sarmayacağını söylemiş. Oysa bizim Kadıköy’deki evde türkü meraklısı arkadaşlarla bulunduğu bir gece, Macar Elçiliği memurlarından Bay Anders İlyes’in Estergon Kalesini dinlerken gözleri yaşarmıştı”. Demek ki tanıtım eksikliğimiz o günde de makûs kader imiş…

Bulgaristan gezisi sırasında uğradığı lakin fazlaca aktarmadığı Nesebar benim çok sonradan gitmekle birlikte ziyadesiyle hoşuma giden, gerçek manada koruma altında bir yerleşim yeridir. Bulgaristan yazarın aktardığı zamanda da tıpkı şimdiki gibi Karadeniz Kıyılarını turistik faaliyetlere açmış, dönemin Sovyetler Birliği başta olmak üzere tüm sosyalist ülkelerinin vatandaşlarının tatil beldesi haline gelmiş. Bulgaristan üzerine, öğrenciliğimizi birlikte aynı okulda geçirdiğimiz Suriyeli öğrencilerden yeterince benzer hikâyeler dinlemiş idim hatta tıpkı Almancıların tatillerde gelirken konu-komşuya, tanıdığa ve akrabaya getirdikleri tarz ve tatta bazı şeyler de getirdiklerini hatırlarım… Türk kökenli ve Türkçeye mükemmel hâkim olan Mustafa diye Suriyeli bir arkadaşımız vardı ve sonradan Suriye ile cicim aylarındaki ziyaretlerimde izini sürdüm lakin bulamamış olduğum muhterem kardeşim Mustafa’nın getirdiği şeyler ve anlattıkları bizi cezbederdi… Nesebar, hemen Burgaz’ın kuzeyinde çok eski bir yerleşim yeri olup devrin deniz ticaret merkezi imiş… UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Nesebar, Roma, Bizans ve şüphesiz ki Osmanlı izlerini her köşesinde barındıran, küçük meydancıklarının daracık sokaklarla birbirine bağlandığı bir kent olmanın ötesinde gündüzü ayrı, gecesi ayrı bir atmosfere sahiptir.

Maalesef kitabın asıl önemli bölümü Urla Yarımadası ve Çeşme bölümü bir sonraki yazıya kaldı…

 

Cumartesi, Eylül 14, 2024

Город-герой Ленинград

Başlık tam tamına "Kahraman Şehir Leningrad" olarak çevrilebilir. Leningrad bilindiği üzere St. Petersburg şehrinin Sovyet devriminden sonra edindiği addır. Esasen, mezkûr kent Çar 1. Petro tarafından bataklık zemine kuzeyde başkent yaratma hayali ve iddiası ile büyük kaynaklar ayrılarak aynı zamanda inanılmaz insan kayıplarına rağmen inşa edilmiş olup, başkent ilan edilmesi üzerine de adı "Aziz Petro" manasında St. Petersburg adını almıştır. Lakin kronolojik ad verilmesi ya da değişimi olarak da bakılırsa; şehir kuruluşundaki kaleden mülhem Almanca "Sankt Piter Burh", bilahare de Kiliseden mülhem "Petro ve Pavel", bilahare de kilise "Petropavloks" adını alırken şehir de yeniden "Sankt Piter Burh" adını alır. Bu arada zamanla Piter oluverir, Peter... Bilahare, kısaltılarak Petersburg, derken Almanca kale manasındaki "Burg" gider yerine Rusça "Grad" gelir, olur "Petrograd", bitti mi, nerde... Sovyet devrimi ve liderinin ölümü üzerine de olur "Leningrad"... Sovyetler Birliği yerine Rusya Federasyonu dönüşümü yaşanınca da tekrar "Sankt Petersburg" olur lakin Rus Federal Yönetim ifadesi olan eyalet anlamında "Oblast" diye ifade edilen ise halen Lenigrad Oblastıdır... "Sanct" esasen de Latince "kutsal, dokunulmaz, muhterem, dindar" anlamındaki "Sanctus" kelimesinden gelen ve ilk kez de Almanlar tarafından kullanılan bir kelimedir. Petersburg şehri de, malzeme temininin kolay olması sebebiyle tercih edilen ahşap yapıların büyük yangınlara sebep olduğu ve Rusya'nın da başına bela olması hasebiyle tamamen taş seçimi ile gerçekleştirilmiş yapılardan oluşmuştur. Dönemin planlı alanında, dümdüz caddeler, geniş ve ferah yapılarla donatılmış, ıslah ve tahkim edilmiş kanallar üzerinden şık köprülerle birbirlerine irtibatlanmış, hala müthiş güzel peyzajları ve bakımları olan parkları ise adeta açık hava heykel müzeleri şeklinde muhteşem heykeller ile bezenmiş şekildedir.     

Rusya’da gezmeyi çok sevdiğim, adeta doyamadığım, her defasında da değişik yerler keşfettiğim 2 kent var, Moskova ve Sankt Petersburg… Bu iki şehir şehircilik estetiği, siyasal ve sosyal hayat ve görüntü ve dahi temsiliyet açısından birbirinden çok farklı görüntü vermektedir bana göre… Moskova son derece resmi görünürken, Sankt Petersburg ise daha sivil ve samimi bir görüntü vermektedir. Mesela Sankt Petersburg Kraliyet ailesinin mülkü gibi iken Moskova devlet bürokrasisi,  işçilerin ve çalışanların mülkü izlenimi verir bana her daim… Moskova sanki fonksiyonun şehri olarak daha Doğulu, daha sosyalist görünürken, Sankt Petersburg ise daha batılı, daha fazla kapitalist ve estetiğin şehri olarak öne çıkıyor sanki… Hem de Sankt Petersburg uzun yıllar Leningrad olarak bilinmesine rağmen benim gözümde daha sosyalist olamıyor… Yani Lenin sinmemiş sanki görüntüsünün ve seslenilişinin dışında… Bunlar şüphesiz benim izlenimlerim, bir başkası bunların tam tersini de hissedebilir, gözlemleyebilir, itiraz edemem… Aaaa ben bir şehircilik uzmanı mıyım, şüphesiz değil… Zaten bu ifadelerim de bir uzmanlık gösterisi değil… Sonuç olarak ben her iki kenti de seviyorum, her görüntüsü ile… Hele de, 1993 den beri oraları aralıklı da olsa gezen ve son yıllarda daha sık gören,  gelişmeleri, ilerlemeleri, düzenlemeleri ve sahip çıkmaları yakinen izleyen olarak kıyas yapma şansım ziyadesiyle fazladır.

Petersburg, Petro’nun tercihi, Fransız Klasisizmi, İtalyan Barok’u başta olmak üzere Alman, Hollanda ve Rus mimarisinin kolajı sayılabilecek “Barok Mimari” tarzı yapıların ağırlıklı olduğu bir şehirdir. Başta yapılan şehir planına ve yapı tarzına bugünlere kadar sadık kalındığını da gözlemlemek mümkün olup Avrupa kopyasından ziyade kendine has bir tarzın ortaya çıktığı da açıktır. Hâkim tercih ise; simetrik uzanan binaların zarif ve güzel pervazlar, revaklar ve heykeller ile dekore edilmesi şeklindedir. Binalarda ağırlıklı yeşil, kırmızı, sarı, mavi renkler tercih edilirken arka plan tonlamalarında beyaz öne çıkmaktadır. Karelya tarafından getirildiğini öğrendiğim granit ve mermerler ise kaplamalarda ve süslemelerde ağırlıklı seçilen malzeme olmuş ve bu malzemenin tercihinin ise estetik zirve olduğu da tartışılmaz, bana göre…

Sankt Petersburg Metro istasyonlarının dizayn, tezyin ve tefriş işi öylesine profesyonelce realize edilmiş ki adeta tıpkı Moskova Metro istasyonları gibi sanat galerisi tadında… Granit kaplamaları, Mermer sütunları, göz alıcı freskleri ve heykelleri, etkileyici avizeleri ve dahi aydınlatma tercih ve dizaynları ile ahali arasındaki adı da “Halk Saraylarına” çıkmış durumdadır. Bir yanı ile Gogol, Dostoyevski, Çaykovski, Şostakoviç başta olmak üzere yüzlerce kültür abidesi insana ev sahipliği yaparken, diğer yanı ile de sayısız irili ufaklı müze ve tiyatroya mekân olarak adeta kültürel başkent olabilmiş, Hermitage Müzesi ve Kışlık Saray, Peterhoff Sarayı ve Bahçesi, Kazan Katedrali başta olmak yüzlerce mimari abideyi halen koruyabilmiş Petersburg, diğer çok önemli yanıyla da, Dekabrist ayaklanması, Çarlığın hitamı ve Sovyet Devrimi gerçekleşmesi ve dahi Almanya’nın amansız kuşatmasına müthiş direnmiş olmanın gururu ve tılsımlı atmosferi şehri çok cazip hale getirmektedir, bence…

Bilindiği üzere Sankt Petersburg, Baltık Denizi kıyısında, Neva Nehri ve kolları ve dahi deltası üzerindeki 40 küsur ada üzerine kurulmuş olup adalarının irtibatları da irili ufaklı yaklaşık 350 köprü ile temin edilmiştir. Büyük gemilerin geçmesi için ışıklandırılmış köprüler gece yarısından sonra belli sıra ve saatlerde açılmakta olması inanılmaz bir turistik faaliyet halini almış, anladığım… Anlatılanlara bakılınca, nehirden gezi tekneleri marifetiyle binlerce turist dolaştırılırken karadan da nehrin her 2 tarafına toplanmış turistler tarafından büyük merakla izlenir.  Bazı edebiyatçılar; bu köprülerin yaklaşık 45 derecelik, her iki tarafa da yükselme suretiyle açılıp yol verme işlemine “iki aşığın ayrılması” daha sonra da kapanmasına da “iki aşığın tekrar kavuşması” benzetmesi yaparak turistik faaliyete bir de edebi mana yüklerlermiş… Bu defa da ben seyredeyim dedim bu edebi ve turistik faaliyeti rüzgâr sebebiyle sık sık ertelenen ya da iptal edilen bu ritüele şahitlik edemedim, bir başka sefere erteledim… Allahtan bizim İstanbul’daki “Yeni Galata Köprüsü” benzer özelliklere sahip olup, uzun yıllar çalıştığım STFA Firması tarafından inşa edilmiş ve inşaatı sürecinde okul arkadaşlarım çalışmış olunca da mezkûr faaliyete yabancı değilim.

“Bakır Atlı” adlı şiirinde, Puşkin, bu masalsı adeta kutsanmış ve şairlere ve yazarlara ilham perisi olan Sankt Petersburg’un Beyaz Gecelerini;

“Ben şiirlerimi

Lambasız yazıp okurken,

Mahmur ama aydınlık gökyüzü.

Ve aydınlatıyor bomboş sokakları

Donanma kulesi.

Ve gece, indiremiyor karanlığını

Bronz ışıltılı gökkubbenin üzerine.

Gündoğumu kovalıyor gündoğumlarını

Sadece yarım saat sürerken gece”

şeklinde anlatarak, hemen hemen hiç kararmayan gökyüzünün aydınlattığı şehri kendince tariflemektedir.

 

Perşembe, Eylül 05, 2024

BAUMAN VE ÜNİVERSİTESİ

Moskova’nın köklü üniversitelerindendir
“Bauman Moskova Teknik Üniversitesi” kuruluşu 1830’lara dayanır. Son seyahatimde Üniversitenin içine girebilmek nasip oldu esasen daha önceki seyahatlerimde birkaç kez içeriye gezme talebime olumlu cevap alamamıştım, harika dizayn edilmiş binalar içinde gezmek sonra bahçesine çıkıp muhteşem heykeller önünde zaman geçirmek çok hoş oldu… Üniversitenin çok eskilere giden ve değişik bir tarihi var, özellikle 1917 Sovyet Devrimi ile oluşan değişim noktasının öncesi ve sonrası… Yazılı bilgilere göre 1830 tarihinde dönemin Rus Çarı I. Nicholas’ın “Ticaret ve eğitim kurumları yönetmeliğini” yayınlar ve bu uğurda “Sloboda Sarayını” mezkûr üniversitenin temellerini oluşturmak için bağışlar… Burada Saray bağışını mı konuşmak gerekir yoksa eğitim kurumlarının bir yönetmelik marifetiyle yönetilmesi niyeti mi konuşulmalı bilemedim… Lakin Tolstoy’un “Harp ve Sulh”ünde Napolyon’a karşı direnişin temellerinin atıldığı bina olarak bilinmesi de önemini daha da arttırmaktadır. Önceleri Rus mühendisliğinin pırıltılı yüzünü oluştururken bilahare de Sovyet döneminin başta askeri teçhizat, uçak ve füze sanayisinin başarılı gelişiminin bilim üssü haline gelmiştir Bauman Moskova Teknik Üniversitesi…
Üniversite binalarındaki koridorlarda gezinirken ziyadesiyle vakit geçirdiğim duvarları süsleyen, üniversitenin gelişim ve yükselmesine özellikle de Sovyet Uzay ve Havacılık sanayisinin dünya liderliği yapmasına büyük katkı yapmış bilim adamlarının ve akademisyenlerinin tanıtım tabloları olmuştur. Rehberim genç mühendis adayı
Nazar’ın sabırlı tercüme çabaları ve dikkatli rehberliği ile günümüz teknolojisinin temin ettiği hızlı ve simültane tercüme imkanları dahilinde olabildiğince hızlı ve fazla bilgi toparlıyorum. Çok etkileyici… Günümüzdeki manasıyla dünyada programlanabilir ilk bilgisayarın da Sovyetlerde kullanıma başladığını öğrenmek bir başka enteresan bilgi oluyor benim için… Bu bilginin yaygın olarak bilinmiyor olmasının gerekçesini Sovyetlerin Batılı Kapitalist ülkelerde olduğu üzere kişisel tüketimin yaygınlaştırılmasının tercih edilmemesi oluşturuyor olsa gerek… Geziyorum dedim ya, Moskova’daki Kampüsün sadece tarihi binalarla sınırlı bölümünü kast ediyorum, Kampüs çok büyük ve sürekli bir gelişim içinde anladığım… Bana göre zaten gelişmiş lakin sistem daha çok öğrenci daha çok gelir teminine evrilince de durmak bilmiyor, durmak yok yola devam…

Kantin, kafeterya ve beslenme bölümlerine gidince kendi öğrenciliğim zamanındaki kantinlerle kıyaslayınca mutfak ve ürün çeşitliliğini de görünce, kendimizin durumunu fukaralığımız dâhilinde “yanmış bizim keten helvamız” demeden edemiyorum. Uzunca bir koridorun sağında ve solunda sıralanmış 5 adet olabildiğince ve ihtiyaca binaen tayin edilmiş büyüklükte artık klasik kantinden ziyade modern birer restoran havasında bir tarafı ile ürün bazında diğer tarafı ile dünyanın farklı mutfaklarının temsili bazında organize olmuş bölüm… Hay Allah kendi öğrenciliğimin fukaralığını aklımdan atamıyorum vallahi… Lakin bu tablonun öğrencilere maliyeti nedir diye düşününce de muhtemelen günün mana ve önemine mütenasip bir “ham hom şarolop” düzeneği olduğu da akıllardan hiç uzak değil…

Ünlü Bolşevik Nikolay Ernestoviç Bauman adından mülhem mezkûr üniversite aynı adla anılmaktadır. Arşivlere kendisi ile ilgili çok ciddi olumsuz notlar düşülmüş olsa da Lenin’in himmeti ve Sovyet devrimine katkıları göz önüne alınınca da her şey geride kalıyor tabii ki… Özellikle Bolşevik ve Menşevik ayrımı sırasında kendisine isnat edilen cürümleri dinlerken yaşadığı sıkıntıları ve gözlerinden gelen yaşları şahit olanların anlatması da durumun vahametini sergilemektedir. Genç Bauman, sürgünler ve hapislerle dolu meşakkatli hayatını genç yaşta kaybeder… Kullandığı adları listelemenin bile ciddi zor olduğunu bildiğimiz Bauman’ın devrimci hareketin özellikle basın ve yayın işlerinde de ne kadar etkin ve başarılı olduğunu arşivlerden görüyoruz. Bir gösteri sırasında güvenlik görevlilerinden birinin saldırısı ile hayatını kaybetmesi devrimci mücadelenin yükselmesine gerekçe oluşturur. Sovyet Devriminin Lideri Lenin’in Bauman’ın katledilmesi üzerine “Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi üyesi N. E. Bauman'ın Moskova'da çarın askerleri tarafından öldürüldüğü haberi telgrafla ulaştı. Mezarı başında bir gösteri düzenlendi ve ölenin dul eşi, aynı zamanda Partimizin bir üyesi olarak, halkı silahlanmaya çağıran bir konuşma yaptı… Doksanlarda St. Petersburg'daki Sosyal Demokrat örgütte çalışmaya başladı. Tutuklandı, yirmi iki ayını Peter ve Paul Kalesi'nde geçirdi ve ardından Vyatka Gubernia'sına sürgün edildi. Sürgün yerinden kaçtı, yurtdışına gitti ve 1900'de Iskra örgütüne katıldı. En başından beri bu girişimin başlıca pratik liderlerinden biriydi ve Rusya'ya sık sık gizli ziyaretler yapıyordu. Şubat 1902'de Voronej'de (bir doktor tarafından ihanete uğradı) Iskra örgütüyle bağlantılı olarak tutuklandı ve Kiev'de hapsedildi. Ağustos 1902'de on diğer Sosyal Demokrat yoldaşla birlikte kaçtı. Parti'nin İkinci Kongresi'ne (Sorokin takma adıyla) RSDİP Moskova Komitesi'nin delegesiydi. Lig’in İkinci Kongresi'ne (Sarafsky takma adıyla) katıldı. Bunun ardından Parti'nin Moskova Komitesi'nin bir üyesi oldu. 19 Haziran 1904'te tutuklandı ve Taganka Hapishanesi'nde tutuldu.” diyerek ilişkinin yakınlığı ile birbirleri ile irtibatın sıcaklığına değinmektedir. Lakin tutuklu bulundukları cezaevlerinden ilan edilen “af” ile serbest bırakılmalarının ardından silahlı saldırılar neticesinde başta N. E. Bauman olmak üzere katledilen devrimcilerin, aslında af değil kurulan tuzak neticesinde serbest kaldıkları iddiası geniş destek bulmuştur mezkûr dönemde.  

Bauman’ın hayatı, yoğun çalışma temposu, cesur girişkenliği ve başarıları ve de özellikle mücadelenin başlarında katledilenlerden ilk olması kendisini Sovyetler Birliği için adeta bir bayrak haline getirmiş görünmekte ve bu uğurda şimdilerde bile bir sürü şehirde, ya meydan ya sokak ya da park adı olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu geçmişe ve anılara dayalı olarak Üniversite’nin adlandırılmış olması, layığı ile bir öğrenim ve eğitim hayatına bugünde devam etmektedir.


Cuma, Ağustos 30, 2024

SURİÇİ’NDEN HİLTON’A YUDUM YUDUM İSTANBUL

Osmanlı Arşivinde “Tılsımlı ve anasonlu suyun” izini sürüp günümüze kadar getiren ve müthiş hikâyelerle desteklenen ansiklopedik bir kitap yazılır, bu kitabın da yayın yönetmeni olur Erdir Zat, adı da “Rakı Ansiklopedisi” olan mezkûr kitap ihtiyaç halinde başvurulmak üzere yıllar evvel bir kitap sevdalısı olan kızım tarafından hediye edilmiş idi. Zaman zaman bakar, güzel hikâyeler okurum oradan, bilgilenmek ve keyiflenmek adına… Neler yok ki… Yeme içme konusunda ünlüler ve yaşadıkları, mezeler, kokteyller, hatıralar ve tekmili birden güzel hikâyeler… Zaman zaman bu hatıralardan ilginç bulduklarımı aktarmak isterim…

Neyse, Erdir Zat müthiş bir çalışma gerçekleştirmiş dedim ya, bu defa da babası Vefa Zat’ın “Barmen Suriçi’nden Hilton’a Yudum Yudum İstanbul” kitabını okudum… Eksik çok, zaman az, oku oku, öğren öğren sonu gelmiyor… Lakin her öğrendiğimle bir ilkokul öğrencisi kadar da mutlu olarak ilerliyorum. Kitap esasen bir barmenin hatıratı gibi görünse de, arka plan, 2. Dünya savaşının yoksulluk ve yoksunluk günleri, Demokrat Partinin antidemokratik dayatmaları, 6-7 Eylül katliam ve yağması, 27 Mayıs darbesi, Talat Aydemir darbe girişimleri ve hazin sonu, 68 gençliğinin mücadele ve başkaldırıları, 12 Eylül öncesi ve sonrası karanlık günleri, sarı sendika ve sendikacılık hatıraları, Amerikan içki yasağı dönemi, dönemin önemli yerli ve yabancı siyasetçileri, burjuvası ve kopyaları, gazeteciler ve müsveddeleri, sanatçılar ve sanatçı diye bize yutturulmaya çalışılanlar üzerinden bir sosyal, siyasal ve ekonomik plan… Çok keyif aldım, benzer hikâyeleri sevenlere de hararetle öneririm… Evet, Vefa Zat’ın tabiri ile “Bermuda Şeytan Üçgeni” olan “içki, kadın, müzik” üçlemesinin izleri ve İstanbul gece hayatı üzerinden bilmediğim neler varsa geç de olsa onları öğreniyorum. Lakin rota bunlar iken iz bırakanlar kimdir diye bakınca da, enteresan bir ünlüler geçidi oluşuveriyor. Hilton Otelinin tema barlarının müdavimleri, bıraktıkları hatıralar, insani sevap ve günahlar, tekmili birden… Ayhan Şahenk, Ali Rıza Çarmıklı, Erdoğan Demirören, Mete Has, Kerim Kerimol, Vitali Hakko olmak üzer dönemin ünlü iş adamları, Erol Simavi, Nadir Nadi, Ercüment Karacan, Haldun Simavi gibi gazete patronları, Orhan Boran, Çetin Altan, Reşat Ekrem Koçu, Ali Sirmen, Ara Güler gibi gazeteciler, Louis Armstrong, Gönül Yazar, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Güngör Bayrak, Süheyl Denizci, Şerif Yüzbaşıoğlu, Özdemir Erdoğan, Jerry Lewis, Semiha Berksoy gibi ses ve gösteri sanatçıları, Adnan Menderes, Celal Bayar, İsmet İnönü, Mısır Prensesi Elizabeth, Süleyman Demirel, Nikolay Çavuşevsku, Bülent Ulusu gibi dönemin ünlü siyasetçileri ile Dündar Kılıç ve İnci Baba gibi kabadayılar kitabın içinde iz bırakanlardan bir kısmı diyelim… Dönemin ünlü meyhane ve sahipleri ile ilgili de tafsilatlı bilgiler bulunmaktadır, Madam Despina, Gaskonyalı Toma, Dino’nun meşhur Sun Restoranı, Pandeli Lokantası, Todori’nin Meyhanesi başta olmak üzere…

Vefa Zat, İzmirlidir, hemşerimizdir… Oğlu Erdir Zat İstanbul doğumlu olsa bile İzmir’e gönül bağını; “Gayrimüslim nüfusu, üzümü var. Ve tabii otlu mezeleri... Türkiye'nin diğer bölgelerine otlu mezeler İzmir’den gelmiştir. Çünkü en çok Giritli İzmir’dedir.”  diyerek her daim olduğu üzere göstermektedir. Vefa Zat, Dünya Barmenler Birliği ve derneği üyesi ve yönetim kurullarında bulunmuş biri olup mesleğinin duayeni olarak bir hayat sürmüş, emekliliğini müteakip de kendi deyimi ile eğitmenlik ve öğütmenlik yapmıştır. Otelcilik konusunda uzun yıllar süren çalışma hayatında, esnaf meyhanesinden Hilton’a terfiini müteakip, bar stajer, Barboy, barmen, bar şefi, bar superviser gibi terfi sisteminin her kademesinde bulunmuş ve tecrübe biriktirmiş göründüğü kadarı ile… Yine bu kitap sayesinde, bu sektörde Pageboy, bellboy, bellman, asistan bell captain, bell captain gibi de terfi kademeleri olduğunu öğrenmiş oldum, “ne işine yarayacak diye soran olursa” cevap veremiyorum açıkçası. Lakin dönemin her “siyasi partisinin” isimlerini taşıyan kokteyller de hazırlamış olduğunu ilk kez öğrendim.

Bir yerde ise rakıya ithafen; “tahayyül ve tecessüs gücünü zenginleştiren bu “abıhayat”, dans ettiği kavalye işi bilmiyorsa eğer, havada takla attırıp kafa üstü yere çakar adamı. Türüne göre Akyazılı, kravatlı, Fahrettin Kerim demişler, türüne göre, mastika, anzarot, düz ya da Rum dostlarımızın o güzel tabiriyle düziko… Duruma göre de apeki, çermak, çermakçur, dem, imam suyu, islim, istim, pırna, pirne, piyiz, piiz, piys ve de süt demişler. Hatta aslan sütü yakıştırmasını bile yapmışlar bu yaşam avuntusunun.” diyor ya, müthiş… Yahu bu rakı ne menem bir şeymiş ki, duruma, vaziyete, güne, aya, seneye, cemaate, kıraate, seyahate bağlı isimler alırmış… Süper vallahi…

Bilmediğim ama okuyunca ziyadesiyle enteresan bulduğum ayrıntı ise, “rakı kadehi kılıfı” kullanılması ve enteresan bir hikâyesinin olması olmuştur. Buna sebep olarak da, “teknolojik gelişim kaliteyi olumsuz etkilemiştir” diyerek elektriğin icadı neticesi “rakı” soğutma aracısı olarak buzun kullanılmaya başlamasını göstermiştir. Tafsilat kitabın ilgili bölümünde ziyadesiyle verilmiş. Ayrıca “Taharri memuru” unvanının sivil polis manasında kullanıldığını da bu vesile ile öğrenmiş oldum.

Tıpkı eski meyhaneleri kaybettiğimiz gibi Vefa Zat’ı da kaybettik lakin meyhanelerin izi silinse dahi Vefa Zat’ın ne izi ne hatıraları silinecektir. Saygıyla anıyoruz… Büyük bir vefa ile Vefa Zat beye… Nurlarda olsun… Kitaptan aktarmayı uygun bulduğum çok şey var lakin “Rakı Kimindir” bölümünde yazdıklarını aktarmakla iktifa ediyorum. “Milli içkimiz rakıda Rum dostlarımızın payı çok büyüktür. Onlar dönem dönem değişik rakı türleri üretmişler, bizler de adeta bir tadım uzmanı gibi tada tada, deneye deneye oluşturmuşuz geleneksel içkimizin karakteristik özelliklerini. Rakı bizim midir yoksa Yunanlıların mı? Meyhane bize özgü bir eğlence yeri midir, yoksa Yunanlılara mı ait? Bu soruları sormak hem yersiz hem de gereksizdir. İlla deşmek istiyorsak, başka sorular sorabiliriz…

Önce, Rumlar ile Yunanlılar arasındaki farklılıklar nelerdir. Bunlar kaç yüzyıldan beri İstanbul’da yaşamaktadır? İpek yolu üzerindeki kervansarayların içkili aşevleri ile doğu Romalıların içkili mekânları arasında benzerlikler var mıdır? Oturak âlemlerinin geçmişi hangi dönemlere dayanır? Oturak âlemleri ilk kez içkili aşevlerinde mi yapılmıştır, yoksa konaklarda mı? Damıtma tekniği hangi yüzyılda, kimler tarafından, hangi ülkede geliştirilmiştir? Harran Üniversitesi Küçük Asya’nın neresindeydi? Horasan doğumlu bir Türk olan ve kimyanın Hipokrat’ı olarak kabul edilen Cabir el-Hayyan (Harran) El imbik adlı eserini hangi üniversitede kaleme almıştır? İlk damıtık içki hangi yüzyılda üretilmiştir? Herhangi bir içkinin karakteristik özelliğini, standartlarını tadım uzmanları mı belirler, yoksa o içkiyi üretenler mi? Örneğin, İskoçya viskisinin ya da Fransız konyağının karakteristik özellikleri tada tada mı oluşturulur, yoksa ürete ürete mi?

Bu veya buna benzer sorulara doğru ve ciddi, yani belgelendirilmiş yanıtlar verilebildiği takdirde, gerek geleneksel içkimiz rakı gerek geleneksel meyhanelerimiz hakkında daha sağlıklı yorumlar yapılabilir. Neyin kime ait olduğu konusunda daha gerçekçi ve doğru kararlar verilebilir.

Bu kararlara çok ciddi ve titiz araştırma ve incelemelerin neticesinde varılabilir ancak. Böylesine kapsamlı araştırma ve incelemeler de, ne kadar yoğun çalışılırsa yıllarca sürebilir. Ayrıca bu tür araştırmalar akademik düzeyde ve geniş kadrolarla yapılabilir ancak. Aksi yeterli ve inandırıcı olmaz.

Buna benzer tartışmalar her içki için yapılmaktadır. Bırakın bilinen en eski içkiler olarak nitelenen birayı ve şarabı, votka konusunda Ruslar ve Polonyalılar, viski konusunda İskoçyalılar ile İrlandalılar arasında “senindir, benimdir” çekişmesi yüzyıllardan beri sürmektedir. Hala bunların hangi topluma ait olduklarına kesin olarak karar verilememektedir. Ayrıca karar verilmiş olsa bile ne değişecektir ki? Bütün dünya votkanın Ruslara, konyağın Fransızlara, viskinin İskoçyalılara, rakının da “biz”e ait olduğunu kabullenmiştir artık. İşte bu “biz”in içinde Rumlar da vardır.”

Çarşamba, Ağustos 21, 2024

CANIM YURDUMU GEZİYORUM – ULUBEY KANYONU VE UŞAK

Adını uzun zamandır bildiğim ancak şimdilerde gidebildiğim “Ulubey Kanyonu” ansiklopedik tariflere göre “ABD’de deki Arizona Eyaleti sınırları içerisinde bulunan Büyük Kanyon’dan sonra dünyanın en büyük 2. Kanyonudur”. Haydi, bakalım yine meşrebimize evla mekân sosyolojisinde “gigantik” denilen davranışa harika bir emsal bulduk, çok mutluyum… Her detayı gezememekle birlikte anladığım kadarı ile Uşak İlinin hemen güneyinden başlayan Denizli İlinin sınırları içine kadar bir ana eksen ve bu ana eksene saplanan yüzlerce irili ufaklı “kanyonlardan” meydana gelen “Ulubey Kanyonu” gezilmeye değer yerlerden olduğu tartışılmazdır. Yenilere kadar yakınlarda herhangi bir konaklama mekânı yok iken artık var… Kanyon kenarına kurulmuş Uşak Üniversitesine bağlı “Meslek Yüksek Okulu” sebebiyle de mezkûr konaklama tesisi kısmen yurt görevi de üstlenmiş durumda… Akşamları restoran bölümü çıkan tabldot sebebiyle de kısmen yurt kantini gibi görünse de çok ahenkli ve renkli görüntüler verirken müthiş sıcak bir atmosfer oluşturuyor. İşletme sahibi emekli öğretmen Yaşar Bardak konaklayanlara özel hizmet sunabilmek için inanılmaz hareketli, arzulu ve samimi yaklaşıyor… Daha önce dershane öğretmenliği yaptığı yerde emekliliği müteakip tespit edilen ihtiyaca binaen, Avrupa Birliği Fonları ile Türkiye Cumhuriyeti ilgili fonlarınca finanse edilen tesisin kuruluşunu gerçekleştirmiştir.

Bu büyüklükteki kanyonu ilk kez görünce nereden ve nasıl başlayacağım soruları ve planlaması hayli zor oluyor şüphesiz. İlk gün öncelikli plan “Antik Kentlerin” ve “Ören yerlerinin” gezilmesi olunca, Blaundos Antik Kenti ilk uğrak yerimiz oldu… Kısmen “Aquaduct” kalıntıları, şehir surları, tiyatro, stadyum, dini yapılar, agora, taş kaplama yollar olmasının yanında özellikle kaya mezarları çok dikkat çeken Blaundos Antik Kenti nerdeyse tamamen derin “Kurudere Kanyonu” ile çevrili bir vaziyette, okumalardan öğrendiğimiz biçim ile Makedonya Krallığı tarafından kurulmuş… Sonraki hedef “Clandras Köprüsü” idi, esasen yaklaşık 1 km ötede Kanyon içerisindeki Pepouzo Antik Kentine su taşıyan aquaduct (su kemeri) olmasına rağmen köprü diye adlandırılmış olması da enteresandır. Anlaşılan o ki, kemerin hemen yanından çıkan bir güçlü su kaynağı bu ihtiyaca binaen mezkûr kente aktarılmaktadır. Bugün küçük de olsa bir tesis ile elektrik üretilmektedir bu alanda. Mezkûr 2 antik kenti görüp, su konusunu ne kadar önemsediklerine de bakınca, hay Allah, acaba o günlerden yönetici ithal edebileceğimiz bir zaman tüneline mi ihtiyaç var diye düşünmeden duramıyorum… Su ihtiyaç miktarlarının, sahip olunan inşaat makine ve ekipmanlarının, yönetim anlayışlarının şimdikine göre aleyhte dağlar kadar farklı olmasına rağmen yaratılan tesislerin değerini düşününce nasıl keklendiğimiz ortaya çıkmaktadır… Neymiş onlar krallıkla, derebeylikle, biz ise demokratik yönetimlerce yönetiliyormuşuz… İnanmayanlar sonu “su” veya “ski” ile biten kuruluşların hizmet kalitelerine ve dahi salma düzeni içinde topladıkları bedellerine bir baksınlar anlarlar ne muradım, ne meramım olduğunu… Ne diyelim, Anadolu’da bir söz vardır, “söyleyen deli ise, dinleyen akıllı olmalıdır.”

Şimdi mezkûr güzelim “Ulubey Kanyonuna” giriyorsunuz, müthiş bir yatırım ile tıpkı diğer benzer yerlerdekilerin benzeri ve uzunluğu da tam hatırlamıyorum lakin muhtemel 400 mt.’ler civarında olan ahşap bir yürüyüş yolu yapılmış… Yürüyüş yolunun bitiminden itibaren de dar bir alandan karşıya geçilip, oradan da deyim yerinde ise keçiyolunu takip ederek yaklaşık 400 mt sonra “Asar Tepe” ve orada bulunan kale olduğu savlanan yapıya ulaşılıyor… Müthiş bir parkur, Kanyonu bir de bu taraftan tüm sürekliliği ve derinliği ile seyrediyorsunuz. Kanyonu olabildiğince derinlemesine görebilmek adına bir de “Cam Teras” inşa edilmiş, anladığım kadarı ile inşa edilirken de, işletilirken de para kazanmak maksadı ile… Çalışma saatleri konusunda asılan tabela, sadece tabela olarak kalmaya devam ediyor tıpkı benzer yerdekiler gibi…

Şimdilerde, Kapadokya’ya “balonlu tur” konusunda rakip olabilme konusunda çalışmalar yapılıyormuş, Ulubey’den taaa Pamukkale’ye gidilip gelinecekmiş… Artık nasıl ve ne zaman olabileceği tartışılır… Biz Asar Tepe’ye çıktık makul bir süre dinlenip dönüşe geçtik… Tam o sırada çan sesleri duyunca dikkatle taradım kanyonun içerisini bir baktım, 2 köpek 1 Çoban eşliğinde koca bir keçi sürüsü geliyor, hem dinlenmek hem de çoban ile azıcık da olsa muhabbet etmek adına, beklemeye geçtim… Nihayetinde gelen arkadaş ile hal hatır ile başladık, sonra arkadaş dedi ki; “buraya her gelen ne kadar şanslısın, "ABD’dedekinden" sonra en güzel kanyonda yaşıyorsun deyip duruyorlar” girizgâhı ile başladı yakınmaya, hayatın zorluklarını sıralamaya, “esasen buraya gelenler çok şanslı” ile bitirmek üzere iken, sürünün kendisine mi ait olduğunu sorunca da, evet benim dedi… Ben de evet şartların çok ağır lakin bak yine de mal mülk sahibisin deyince de, “çok şükürü” patlattı… Gezginler de, çalışanlar da kendi pencerelerinden hayata bakınca, gezene göre harika bir coğrafya, lakin kısa süreliğine tarifi yapılmayınca da sürekli bu şartlarda yaşayanın zorluğu gürültüye gidiyor tabii ki…

Kanyonun tabanında bir dere var, yakından görmek istiyorum, gezenlerin fazlaca tercih etmemiş olduklarından ya da oraya ulaşılmasının istenmemesi sebebiyle ulaşım bu taraftan olamıyor ya da sizde çoban gibi keçi yollarını kullanarak inebilirsiniz, biz de de o göz yok… Karşılaşmış olduğum çoban arkadaşa sormuş idim araç ile inilip inilmeyeceğini, Ulubey’in diğer tarafından bir yol tarif edince hemen yola koyulduk… Dereye ulaşınca ne görelim, resmen kanalizasyon… Sonradan öğrendim ki, birkaç kez şikâyet üzerine gelen Bakan bile konuyu çözemiyor… Peki, atıklar nereden geliyor, “Uşak Dericiler Organize Sanayi Bölgesinden”… Bakan bile sağa sola telefon edip talimat yağdırıyor, sonuç, şüphesiz yok… Hala “bürokratik engel çok” edebiyatı ile sızlanan mızlanan sanayicilere verilecek karşı en makul cevap bu olsa gerek… Gerçi bakılmasın onların mart aylarında bağırmalarına ihdas edilen tüm bürokratik engellerden muaftırlar kendileri, sade vatandaş için ise yandı gülüm keten helva… Bu konuda daha söylenecek laf çok, söyleyip zayi etmenin de manası yok…

Kendi adıma, tüm bu gerçeklere rağmen, müthiş keyifli bir gezi yaptık… Mesela “İnay” mahallesinde restore edilen kervansaray, 7 Oluklu Çeşmesi ve İnay Köprüsü ve kiliseden devşirme Camisi ile ayrı bir güzellik… Uşak Halı müzesi ünlü olmasına rağmen açık olması gereken saatte açık olmayınca gezilemedi tabii ki, keza Uşak Müzesi de… Uşak Evleri restorasyonlarından bir potpori ile yetinildi… Bilahare “Taşyaran Vadisi” ve “Kuladokya” eklendi, şüphesiz “dokya” eklentisi Kula’ya birkaç sıklet fazla gelmiş ise de yine de gayet güzel… Lakin Kula’nın eski çarşı ve evleri restorasyonu gayet başarılı şekilde ilerliyor, emeği geçenlere kocaman bir alkış… Gezmek güzel, seyahate ve gezmeye devam…