Cuma, Şubat 07, 2025

HAFIZ AHMET’İN CEMAL (IŞIK)

 

Çeşme’nin değerli, önemli, hatırşinas, mahir, şakacı abilerinden “Hafız Ahmet’in Cemal” olarak tanınan “Cemal Işık” hoş söz ve hoş ses erbabı olmakla da ziyadesiyle namlı, bir dönemin öne ve üne çıkmışıdır kasabamızın. Hafız Ahmet büyüğümüz ise Cemal Abinin babasıdır ve adı torunu Ahmet ile yaşamaktadır. Işık Ailesi, dededen toruna, Çeşme’nin önemli “Çeşme Mandalini” yetiştiricisi olup imar uygulamalarına yenik düşen bahçelerinin ağaçlarını her türlü fedakârlığı yaparak aynen bir başka yere taşımış ve halen mandalin yetiştiriciliğine devam etmektedirler şimdilerde de, torun Ahmet ve damat Ramazan vasıtasıyla…

Kasabamızın sembol abilerinden biri olan Cemal Abi, her Çeşmeli gibi biraz yüksek sesle konuşan ve konuşmayı da seven biri olarak da karşılaştığı her kişiye yönelik sahip olduğu bilgiler ile takılır, şamata yapardı. Mesela nerdeyse herkesin babaannesinin ismini bilir ve neredeyse de tamamına da babaannesinin adı ile seslenirdi. Devrin Çeşme’si şimdiki gibi onbinlerce insanın yaşadığı milyonlarca insanın tatil yaptığı bir yer değildi şüphesiz. Herkes herkesi tanır, bilir hem de ne tanımak, her şeyiyle… Cemal Abinin fazlalığı yüksek hafıza kabiliyeti ve hatırlama mahareti idi. Bugün her Çeşmeli onun kendisine babaannesinin adıyla seslendiğini hatırlar ve bu güzel ve anlamlı hatırlama ve hatırlatma ögesini de tebessüm ve nezaketle karşılamış olduğu bir hoş seda olarak hayal eder eminim. Ben kendisini hala kulaklarımda bana seslenişi “Urkuş Hanım naber” deyişindeki latife duygusunun tavan yaptığı haliyle hatırlamaktayım… Hay sen ışıklarda ol Cemal Işık Abim… Derin saygılarımla…

“Parafani” diye bir balık avcılığı yönteminden bahsetmiş idim daha önceki yazılarımda, Rasim Çelebi büyüğümüz, Latif Çelebi ve Nail Barutçuoğlu arkadaşlarımızı bu usulün ustaları olarak refere ederken. Hani, ekim ve kasım aylarında her ay 15 günlük ay karanlığı döneminde geçit balıklarını hedefe alarak, kıyılarda diz boyu sularda genellikle 2 ya da 3 kişilik ekiplerle, kıyıdaki balıkların lüks ışıkları ile hareketinin minimize edilerek serpme ağ ile yakalanması işini anlatırken. Hani şimdilerde, trol tekneleri yanılmıyorsam 10.000 volta (yazı ile onbin volt) kadar ışıklandırma ile balığı topluyorlar, sorun olmuyor lakin sen kıyıda en fazla 70 ya da 80 voltluk bir lamba ışığı ile balık avla, “yasssakkk hemşerim” mevzuu var ya... Yasa koyucu ya da yönetmelik tanzim edici kendine göre bir yol tutturmuş gidiyor işte… Tam; Neyzen Tevfik’lik bir vaka, lakin nesine ve neresine laf edeceksin… Oysa Kuzeyden Güneye balık geçit yaparken, kâh beslenmek kâh dinlenmek kâh üzerindeki parazitleri defetmek için kumlara sürtünmek maksadı ile diz boyu derinlikteki kumsal alana gelir, burada zinhar yumurtlama ya da yuva yapma gibi bir maksat yok ve de olamaz… Yasaktan murat nedir bilinmez ama her türlü yasal engele rağmen artık denize kadar girmiş evlerinin önünde kimseyi rahatsız edici bir şart kalmamıştır. Oysaki parafani, mevsimi itibari ile yazlıkçıların artık kışlıklarına dönmüş oldukları döneme denk gelir ama ne gam, ne keder… Neyse biz kaldığımız yerden devam edelim Cemal Abimizin parafani konusundaki mahir vaziyetine işaret ederek, evet Cemal Abi benim bildiğim mezkûr ekiplerin zımni paylaştığı plajlardan “Ilıca Plajının” müdavimi idi.

Cemal Abimiz, deyim yerinde ise ses dağıtımı ve sesi kullanma mahareti dağıtımı yapılır iken hiç esirgeme yapılmadan Allah tarafından ödüllendirilmiş birisidir, emin olun… İster “Türk Sanat Müziği” icrası olsun ister “İlahi söyleme” olsun, ister “Kuran okuma” her birinde kendisine tahsis edilen sesi müthiş ve mükemmel kullanarak kendine mahsus bir yer edinmiştir arkadaş grubu arasında… Türk Sanat Müziği icrasındaki üstün başarısı Canım Yurdumda dönemin tartışmasız en önemli sanatçılarından biri olan Zeki Müren’in dahi takdir ve taltifine mazhar olmuştur. Dönem itibariyle “İzmir Enternasyonal Fuarı” her yıl 20 Ağustos – 20 Eylül arasında açıktır, gezi ve bilgilenmenin yanında bir aylık dönemde en meşhur ses sanatçılarının da sahne aldığı gazinolarla bezenmiştir. Sonraları kimin dahli oldu, kimler akıl etti, kimler statüsünü değiştirdi bilmiyorum lakin Fuarın içi adım adım boşaltıldı, şimdilerde sadece piknik alanı düzeyine terfi ettirildi… Emeği geçenlere de kocaman bir alkış yapalım, eksikleri kalmasın… Neyse, mezkûr devirde Fuar Gazinolarının gedikli sanatçıları genellikle Gazinocular Kralı diye bilinen Fahrettin Aslan’a rakip meşhur Lunapark Gazinosunun sahiplerinden Osman Kavran’ın Çeşme’deki meşhur villasında kalırlar, özel iskelesindeki yatlarla gezilere katılırlar, vs vs… Bu konaklamalar döneminde Zeki Müren oranın da zevkini süren önemli muhteremdir. İşte böyle geliş gidişler döneminde Zeki Müren ve Cemal Abimiz tanışırlar uzun yıllar dostlukları sürer, artık bu vesile ile Zeki Müren bir Çeşme aşığıdır… Sonradan artık ne olmuşsa olmuş Zeki Müren Çeşme “paşalığından” istifaen ayrılır, Bodrum Paşalığına soyunur… Artık Çeşme’de kendi adıyla anılır bir koy tahsisi mi yapılmadı, ne oldu da mutlu ve mesut edilemedi ve ayrılık oluştu, tahminlerimiz olmasına rağmen kesin olarak bilememekteyiz…

Cemal Abimizin bendeki hatıraları içerisinde bayağı bir yeri olan ise birlikte bulunduğumuz Ramazan Aylarının akşamlarının devir itibari ile en önemli faaliyeti sayılabilecek Teravih Namazlarıdır. İnsanlar, kadın, erkek ve çocuklar olmak üzere genel manada Camileri doldurur lakin harem ve selam tatbikatı neticesi 2 cinsiyet olarak, ana bölümde erkekler olmak üzere üst katta ve görece izole bölümde de kadınlar olmak üzere konumlanırlardı. Babamın tercihlerinden dolayı genellikle bizim yerimiz “Küçük Cami” dediğimiz şimdilerdeki adı ile “Pandrot Osman Ağa Camii” olurdu. Biz bayram namazlarına da aynı camiye giderdik, şüphesiz ki yine babamın tercihi sebebiyle… Cemal Abimizin de tercihi bu cami olurdu. Benim hatırladığım kadarıyla, artık o zamanki dini bütün abilerimizin yüksek hoşgörüleri sebebiyle mi, yoksa genelde Müslümanlık daha mı güler yüzlü idi, yoksa biz çocuktuk da bize mi öyle gelirdi bilemiyorum, lakin öyle katıksız düstur tatbikatı yoktu, biz çocuklar güler eğlenir iken dini bütün abilerimiz “sus bakayım”, “şeytan çarpar”, “şimdi tokadı yiyeceksin” gibi zapturapt yaratmazlardı. Şimdilerde duyuyorum ki, kulak çekerek hizaya getirme eşiği de aşılmış, eee tabii ki gelişiyoruz ve hayat da sertleşiyor total olarak… Total bir futbol deyimi iken hayatın her alanına sirayet etmiş vaziyette, tabii ki… Bu teravih namazları eda edilirken toplu dualar okunur, toplu dualar için bir lider ses öncülük eder, bilmeyen bizler de tekrarlar idik… İşte bu lider seslerin en namlısı ve isteklisi Cemal Abimiz olurdu. Okunan dualarda yaptığı liderliğin, kendisini takip edenlere normal düzeyde bir sesle devam ederken birden aşırı yükselmesi ya da alçalmasının takibinden doğan ambiyans bugünkü stadyumlardaki marşların zikredilmesini andırıyor olmasının yanında biz çocukların gülümsemelerine de sebep olmaktaydı… Zaman zaman namaz edası esnasında artık ne maksat ile yapıldığını bilmediğim hatta bizzat kendi şahitliğimin olmadığı lakin sıkça duyduğum ön saftakinin çorabının çekilmesi ve benzeri takılmaların ve dokunmaların olduğu yönündedir.

İlerleyen yaş döneminde motosikletine atladığı gibi Çeşme’nin neredeyse tüm balık mezatlarını dolaşır, tanıdıklarla sohbet eder, balık satın alır iken görürdük Cemal Abimizi… Bu vesile artık hayatta olmayan başta Cemal Abimiz olmak üzere tüm büyüklerimizi ve arkadaşlarımızı saygı ile yâd ediyorum.

 

Cuma, Ocak 31, 2025

DEMOKRAT İZMİR GAZETESİ

 Birkaç yıl önceydi, çok değerli dostum Kaya Erdal Çapan ile muhabbet ediyorduk, konu “Demokrat İzmir Gazetesi” olunca hemen; “dur sana Demokrat İzmir Gazetesinin tarihi üzerine yazılmış bir kitap gönderilmesini isteyeyim” dedi. Mezkûr Gazetenin ikinci kuşak imtiyaz sahibi aynı zamanda da Ege Ekspres ve Ekonomik Politik Rapor gazetelerinin imtiyaz sahiplerinden Yusuf Rıza Düvenci imzasıyla takdim, jet hızı ile kitap elime ulaştı; “Bir mücadele gazetesi Demokrat İzmir”. Kitap tam manasıyla bir Türkiye Tarihi niteliğinde hem de ibretlik cinsten, kaleme alanlara teşekkürler…

Bilindiği üzere Canım Yurdum, II. Paylaşım savaşı (Dünya) sonrası bize takdim edildiği şekliyle “Özgür Dünya” içinde yer almak üzere özgür dünya denen tek dişi kalmış canavarın hemen yamacında saf tutmuştur. Hani savaşın başından itibaren maalesef ziyadesiyle “Almancı” bir hava vardır da bize tarafsız kalındı teraneleri anlatılır ya, neyse… Yine de fiilen savaşın içinde yer alınmamış olması az şey değildir diyelim, geçelim. İşte savaş neticesinde “özgür dünya” lütfetti Canım Yurduma da “demokrasi” getirilmesini temin ve teçhiz etti… Özgür dünyanın ihtiyaca binaen demokrasi getirme çalışmaları halen devam etmekte ve ne yazık ki bir türlü sona ermemektedir. O gün bize tayin olunan, bugün şekil olarak biraz da farklı olsa da önce Tunus, Libya ve şimdi de Suriye’ye nasip olmuş vaziyettedir. İşte bu demokrasi rüzgârlarının önünde, meşhur 4’lü takrir ile gündeme gelen toprak ağaları ve bezirgân ekibi giderek de partileşerek “demokrasinin” kökleşmesi uğruna kolları sıvamış yollara düşmüşlerdi. Bu tür hormonlu siyasi girişim ve atılımların olmazsa olmazı basın-yayın organı sahibi olmak ya da katıksız destekçi bulunması faslından “Demokrat İzmir” gazetesi siyasi hareketin kendisine münasip gördüğü ad ile misyonuna başlar.

Oysaki başlarken ne kadar da umutlular, ne kadar hevesliler, ne kadar da sevinçliler, ne kadar da yüksek beklenti içinde idiler… Bakın ilk sayı ile birlikte “Demokrat İzmir çıkarken” başlığı ile neler deniliyor; “Bugün, elinizdeki ilk sayısı bulunan “Demokrat İzmir” millet ve memleket uğrunda çalışmak üzere intişara başlamış bulunuyor. Gazetemiz, Türk Milletinin sevinciyle sevinecek, onun kederine ortak olacaktır. Yegâne endişesi milletin demokrasi yolundaki heyecanının uyuşturulması olan Demokrat İzmir, memlekette bir an evvel hürriyet ve demokrasinin tam olarak elde edilmesini kendine ilk vazife yapmıştır.”

Bu rüzgâra yelken açanlardan birisi de her daim ve her surette sülalece rol üstlenmeyi başarabilmiş “Belge” ailesinin fertlerinden Burhan bey ziyadesiyle mühim vazifeler üstlenmiştir. Esasen mezkûr gazetenin yayın hayatına “İzmir Gazetesi” olarak başladığını, Demokrat Parti için de “hak ve özgürlük” mücadelesi verdiğini iddia ederek ilerlediğini, izlenen muhalif tutumun Demokrat Parti lehine kısa vakitte büyük başarı temin edince hele de 1946 seçimleri sürecinde ve sonrasında CHP iktidarını, “Jandarma süngüleri, vali, kaymakam ve muhtarlar üstünden baskılar, partili olma tehdidi, memurların tarafgir davranışları, oy verdi vermedi vesikası sormak” gibi demokrasi dışı tatbikatlar ve seçmenleri kesif baskı altına tutmakla suçlayınca “yandı gülüm keten helva”…  Üstüne üstlük bir de seçim neticesinin “açık oy, gizli tasnif ve sayım” tayini, seçimlerin yargı güvencesinden azade olması gibi abuklukları da yazmaya başlayınca “helvanın yanması” ile işin içinden sıyrılmak kolay olmuyor, gazete behemehâl kapatılıyor… Gazete bu kapanmadan sonra adını “Demokrat İzmir” olarak değiştirip imtiyaz sahipliği koltuğuna da Adnan Düvenci’nin geçmesi ile yayın hayatına devam ediyor…

“Demokrat İzmir” Gazetesi, Canım Yurdumun çok partili siyasi hayatı test etmeye başladığı devirde izlenen yayın politikası marifetiyle sadece İzmir ve Ege Bölgesi ile sınırlı kalmayıp, tüm yurt çapında “Demokrat Parti’nin fikir odağını” oluşturmuş bulunuyordu. Demokrat Parti’nin kurucuları Adnan Menderes, Fuat Köprülü gibi ağır toplar gazetede yazılar kaleme almaktadır gayri. 1950 genel seçimini DP’nin kazanmasını “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” umdesinin tecellisi olarak değerlendiren gazete, milletin “adeta kansız bir inkılap” gerçekleştirdiğini her daim öne çıkaran ve Demokrat Parti iktidarının ilk başlardaki, iç ve dış politikada takip ettiği her politikayı katıksız destekler bir yayın politikası takip etmiştir. Demokrat Parti’nin adeta “yarı resmi yayın organı” gibi yayın yapıp bunu temin edecek kadro ve politika tayini ancak 1955 seçimlerine kadar gidebilmiş akabinde Demokrat Parti’nin, başlarda İzmir Teşkilatı ile yaşadığı problemlerle başlayan esasen de antidemokratik tatbikatlar, eleştiriler karşısında kesif baskılar, yasa ve hukuk tanımaz yaklaşımlar, keyfi uygulamalar, yurdu babasının çiftliği gibi yönetme arzusu zuhur edince yayına başlama niyet ve kararlılığı değişmeyen “Demokrat İzmir Gazetesi’nin” muhalefete düşmesi de kaçınılmaz idi… Nihayetinde “Demokrat Parti” ile “Demokrat İzmir Gazetesi” aynı saflarda değildir. Gazetenin çıkış deklarasyonuna sadık kalıp Partinin antidemokratik ve başına buyrukluğunu eleştirmeye başlaması artık tam bir “keteni de helvayı hak etmek” hali oluşur. Artık, tıpkı bir önceki “Tek Parti” vaktindekine benzer vaziyet yaşanmaktadır, “gözün üstünde kaş var” kabilinden esaslı olmak kaydı ile sürekli bir bahane ile ya gazeteciler hapsediliyor, ya da gazete kapatılma cezalarına tabi tutuluyor, yalnız Allahları var tamamı bihakkın bağımsız mahkemeler eliyle görülmektedir tüm bu olanlar.  

“Hürriyet, müsavat” umdesiyle yola çıkıp son noktada değme müstebit haline dönüştüğü iddia edilen Demokrat Parti, artık muhalefet lideri İsmet İnönü’nün seyahatlerine bile katlanamaz hale gelmiştir. Kayseri olayları, Uşak olayları derken, “Ege vazife gezisi” adlı olaylı Manisa ve İzmir seyahatinde yaşanan hadiseler Demokrat İzmir Gazetesinde sert eleştirilmesi bardağı taşırmıştır gayri… Tam bu seyahatin bittiği günlerde Demokrat İzmir Gazetesinin idarehanesi ve matbaası yakılmak istenir, matbaanın camları taşlanır, baskı makineleri tahrip edilir, personel binada mahsur kalır, ölüm tehlikesi atlatır, vaka kabul edilemez halde iken İzmir Savcılığı vaka hakkında yayın yasağı getirir… Her şeye rağmen Demokrat İzmir Gazetesi yılmaz, gerekli tamir ve düzenlemeler sonrası “bizi sevenlerin huzurunda, muarızlarımızın ise işte yine karşılarındayız!” başlığı ile yayınlanır… Maalesef 27 Mayıs darbesi olur ve Demokrat Parti yöneticileri artık yönetimde değil, hapistedirler. Yaşanan baskıları, hoyratlıkları, despotlukları Demokrat İzmir Gazetesi unutmaz ve gündemde tutmaya devam eder… Eleştiriler ziyadesiyle sert olur ve unutulmasın diye de gündemde tutulmaya çalışılır… Doğru mu yanlış mı tefriki yapmak bana düşmez lakin bu eleştirileri de “Demokrat Partiden” adeta intikam alınıyor diye değerlendiren bir grup da vardır şüphesiz… Lakin Gazetenin izlediği sert politikaları “adeta intikam alırcasına” diye lanse eden zevzeklerin intikam alındığını beyan ettiği muhteremlerin devri iktidarlarında eylediklerini unuttuklarını ve yok saymasını da anlamak hiç de kolay değil… Sen güç elinde iken her türlü şeyi yapacaksın, bunları da adalet tecelli ediyor, kanun kuvveti, vs vs gibi tamamen seni temsil eden kudret ile tarifleyeceksin, sonra da ağlayacaksın, öyle şey olmamalı…

Evet, mezkûr kitap adeta bir Ege tarihi ön görüntüsü ile geçen yüzyılın ikinci yarısının bir özeti, teşekkürler Yusuf Rıza Düvenci ve Kaya Erdal Çapan… Kitap ihtiyaca binaen tam bir başvuru kitabı niteliğinde, yazarın ve ailesinin Çeşme merkezli anıları da var yeri geldikçe aktaracağım.


 

Cuma, Ocak 24, 2025

DÜŞMAN TEL’İNATI NASIL OLURMUŞ

 Balıkesir’e yolumun düştüğü çok defa maalesef “Kuvayı Milliye Müzesine” hiç gidememiştim. Canım Yurdumun her tarafı müzelik hakikaten, kâh arkeoloji, kâh etnografya, kâh resim heykel, kâh tarih coğrafya, kâh kent belleği velhasıl yüzlerce farklı disiplinlerde ve temalarda yüzlercesi… Çok büyük çoğunluğu Kamu Müzeleri olmakla birlikte az da olsa özellerine rastlamak mümkün…

Balıkesir Müzesini konu eden bir “Tarihe not düşürmeyi” mutlaka yapmalıyım dedim. Şüphesiz ki, fiziki şartları itibariyle sıradan bir müze, sade, düzenli lakin çok manalı mezkûr müze 2 kattan oluşmakta olup 1. Kat “Kuvayı Milliye” hatıratı, 2. Kat ise Balıkesir İl sınırları içindeki Kyzikos, Adramytteion, Daskyleion ve Antandros antik kentlerinin buluntularının teşhirine ayrılmış. Balıkesir Kuvayı Milliyesi şüphesiz her bir diğeri kadar değerlidir lakin genel Kuvayı Milliyenin kurulmasına öncülük etmiş olan 41 kahramanın da buralardan olması unutulmamalıdır. İşte bu baptan, 41 kişi ile alınan yazılı kararlar, kongrelerde alınan kararlar ile kişisel eşyalar, fotoğraflar, şiirler, açıklamalar duvarları süslemektedir. Ayrıca da Mustafa Kemal Atatürk ve eşi Latife Hanım’ın balmumundan mamul heykelleri bir odada da sergilenmektedir.   

Kuvayı Milliye bir antiemperyalist mukavemet ve kalkışmadır, bir istiklal harbidir şüphesiz… Siz bakmayın uzun yıllardır Canım Yurdumun dâhilindeki muktedirlerin müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emelleriyle tevhit edilmiş şahsi menfaatleri muvacehesinde koparılan vaveyla ile antiemperyalist yanın göz ardı edilerek olanından ziyade dini ve uhrevi tarafının öne çıkarılmasına, zinhar öyle değildir… Efendim sonrası şöyle oldu da, böyle oldu da, teraneleri de başka fasıldandır… Mesela, benim hayranlıkla okuduğum adını ilk kez duyduğum “Kuşdilli Leblebici Raşit (Yağşioğlu)”, manda, himaye ve istiklal tespit ve telini üstüne söylediği muhteşem söz, “mandayla, protestoyla düşman geri gitmez! Düşmanı durduracak kuvvet, namlunun ucundadır!..” Bu muhteşem söz, sonradan İstiklal Harbinin de Atatürk’ün ağzından “Ya istiklal, ya ölüm” şeklinde tahakkuk eden şiarının öncülü gibi durmaktadır. Bu söz, sonradan okuduğum, öğrendiğim her “antiemperyalist savaşının”, “her istiklal savaşının” bir şekilde ifade olarak benzeri lakin içerik olarak da bihakkın aynısıdır. Tıpkı ezilen milletlerin kurtuluş mücadelesinin dünya genelinde ittifakla kabul edilen bayrağı olmuş Ernesto Che Guevera’nın “Patria o umerta” (ya özgür vatan ya ölüm) deyişi kadar manalı ve değerli olup içerik olarak tam tamına aynısıdır.

Enteresan bilgiler ve dokümanlar da gördüm duvarlarda, mesela İzmir’in işgal edildiği haberinin Balıkesir’e ulaştığı 16 Mayıs 1919 tarihinde, bugün artık Kuvayı Milliye Müzesinin Ek Hizmet Binası olarak kullanılan o devirdeki “Okuma Odası” toplantısında bir protesto telgrafı çekilmesi kararı alınır, karar öncesi Mehmet Vehbi Bey (Bolak) tarafından katılımcılara hitaben şöyle bir konuşma yapılır; “Vatan-ı azjzimiz büyük bir tehlikeye maruzdur. Yanıbaşımızda İzmir, düvel-i îtilafiye’nin müsaade ve müsâmahasıyla Yunan orduları tarafından iki günden beri işgal edilmiş bulunmaktadır. Ve şimdi elimdeki şu telgraf, kalb-i milleti dâğdâr ve rahnedâr eden bu hadise-i müellimeyi bize ihbar ediyor. Bu tecavüz-i lainâne karşısında hukûk-ı milleti sıyânet etmek, menâfi-i memleketi korumak ve bu hususlarda konuşmak üzere burada ictimâ etmiş bulunmaktayız. Herkes mütâlâatını serbestçe serd ü ityân etmelidir. Her vatandaş ne buyuracaksa, onları dinleyip ittihâz-ı mukarrerat eyleyeceğiz...” Behemehâl bir heyet teşkil edilmek suretiyle protesto telgrafı çekilmesi kararı alınır, heyette hayret edilecek azalar da vardır, Rum Papazı Yani Konstantin, Ermeni Papazı Deragont, Osmanlı Bankası Müdürü Papadaki, Avukat Peron gibi… Teşhir edilen bilgilerden anladığım kadarıyla bu muhteremler çok doğaldır ki tayin edilmiş olmalarına rağmen telgrafı imzalamazlar… Manda ve himaye edilme istekleri üzerine tarihe altın harflerle geçen sözü de Kuşdilli Leblebici Raşit eder; “Amerikan mandası, İngiliz mandası, Fransız mandası ne demektir efendiler? Bizim Susurluk'ta manda çok! isteyen oraya gitsin!.. Düşmanı geriye döndürecek kuvvet namlunun ucundadır!” ve ilaveten “mandayla, protestoyla düşman geri gitmez! Düşmanı durduracak kuvvet, namlunun ucundadır!..”

Dinlediğim kadarıyla, şimdilerde artık bazı zamane “hormonlu öğretim görevlileri”, “intihalci profesörler” tarafından yazılan kitaplarda ve makalelerde mezkûr kahramanların ve değerli fikirlerinin yer almaması da günün ruhuna münasip düşmektedir herhalde. Ne de olsa muktedirlerimizin bize bilge tarihçi diye takdim ettikleri kerameti kendinden menkul, bildiği yanıldığına yetmeyen zevat “keşke Yunan galip gelseydi” demedi mi? Nereden nereye…

Hani dedim ya, şimdilerde dini ve uhrevi tarafının öne çıkarılma çabaları çok yoğunlaştı, diye… O devrin Müslümanları eğer padişah ve şürekâsı etki alanında değil ise istiklal mücadelesi yanlısıdırlar, tüm toplantı tutanaklarından bu anlaşılıyor. Padişah yanlısı dediğim ise tüm tarihi kaynaklarda da görüleceği üzere hâkimi siyasiye muvacehesinde meçhul mahfillerde kotarılan ve dâhilîde şerikler marifetiyle icra edilen umdeler manzumesidir. Kimse kalkıp da yok o öyle değildir de dememelidir bence çünkü hem işbirliği tesis edip muhaliflerine de teklif edecek hem de üstüne mağlubiyet neticesi kulağa sufle edenlerin zırhlı gemileriyle payitahtı terk edeceksin, maazallah… Söylenecek çok laf var da, hem zayi etmek istemiyorum hem de lafın tamamı malum muhteremlere söylenirmiş diyerek iktifa ediyorum…

Hülasa bidayette de söylediğim üzere fiziki olarak sıradan lakin mana bakımından çok değerli hatırlatmaların ve hatırlamaların mekânı bu müzenin bu baptan gezilmesinde geç kalmışlığıma yanarken yolu düşenin mutlaka görmesi diğerlerine ise mutlaka yol düşürmelerini hassaten öneririm. İstiklal mücadelesinin ruhunu yaratan, yaşatan ve dahi zafere ulaştıranların tarihinin ruhunu yansıtan bir diğer kahraman Hasan Basri Çantav’ın bir sözü ile bitiriyorum; “Hiçbirimiz tefahüre vesile aramadık, sadece vazifemizi yapmaya çalıştık". Her bir kahramana sonsuz saygılarımla anıları önünde eğiliyorum.

 

Perşembe, Ocak 16, 2025

BOLŞOY VE BOLŞEVİK

 

Bir vade önce Gazete’de muhabbet ediyoruz. Tanıdıklardan biri demez mi, Lenin azınlık olmasına rağmen partiyi ele geçirmiştir… Ve devamla zaten “Bolşevik” demek azınlık manasındadır, deyince ciddi bir düzeltme yapmıştım. Şimdi o muhabbetimiz eksenini oluşturan “Bolşevik” ve “Bolşoy” kelimeleri üstüne fikirlerimi merak edenlere aktarmak istiyorum. 

Bilinir, Lenin, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi RSDİP’in bir toplantısında muhalifleri ile düştüğü tenakuz neticesinde partide ayrılık oluşur. Parti üyelerinin çoğunluğu Lenin ile birlikte hareket ettikleri içinde kendilerine çoğunluk manasında “Bolşevikler” denir. Muhaliflerin de azınlıkta olmaları sebebiyle de kendilerine azınlıkta olmaları nedeniyle “Menşevikler” denir. Netice itibariyle, Lenin ve muhalifleri kongredeki bu pozisyonlarına müstenit Rusçadaki “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılmaya başlarlar. Bilindiği üzere de Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı ele geçirecekler ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır.

Hem SSCB’nin hem de şimdilerde Rusya’nın siyasi, sosyal ve turistik açıdan çok önemli meydanı Kızıl Meydan (Красная площадь - Krasnaya ploşhad) dışında hemen yakın bölgede devasa bir Karl Marks heykelinin bulunduğu Devrim Meydanı (Площадь Революции - Ploşhad Revolyutsii) ve hemen tam karşısında da harika gösterişli bir fıskiyeli süs havuzu bulunan Tiyatro Meydanı (Театральная площадь - Teatralnaya ploşhad) adlı 2 önemli meydan daha bulunmaktadır. 


Tiyatro Meydanında, tam merkeze hâkim pozisyonda olan görkemli tiyatro binasının adı Büyük Tiyatro’dur (Большой театр - Bolşoy Teatr). Dünya çapında en meşhur tiyatroların başında gelen “Bolşoy” bilindiği üzere Rusya’nın en büyük opera, bale binası olup Rus mimarisinin en önemli eserlerinden biridir. Tiyatro Meydanında, Bolşoy Tiyatro’yu tam karşınıza aldığınızda sağ taraftaki yolun karşısında ise bir başka tiyatro binası bulunmaktadır. Küçük Tiyatro (Малый театр - Maliy teatr), ünlü Rus oyun yazarı Aleksandr Nikolayeviç Ostrovski’nin oyunlarının çok büyük bir bölümünün prömiyer yapması sebebiyle “Ostrovsky Evi” olarak da bilinir. Bolşoy’un opera ve bale gösterileri ile öne çıkmasına karşın Maliy Tiyatro da drama ağırlıklı gösteriler ile öne çıkmıştır.

Gazete yazıları ile ünlü yazar Hıncal Uluç bu konu ile ilgili; “Bolşoy "Büyük Tiyatro" demek Rusçada... "Büyük" bina büyüklüğü değil. O devirde opera ve bale, tiyatroya göre daha saygın, daha üst sınıf sanat kabul edilirdi, onlar Büyük Tiyatro'da oynanırdı. Dramalar ise, Küçük Tiyatro'da... Mali'de yani... Mali de, Rusçada Küçük demek…” diye yazmaktadır. Genel manada katılmakla birlikte küçük bir düzeltme ihtiyacı bulunmaktadır. “Bolşoy” kelime anlamı itibariyle tam tamına, sözlüklerdeki yer alışı itibariyle “Значительный по размерам” olup Türkçemize de “boyut itibariyle” diye çevrileceğinden bu ifade yanlış anlaşılmalara yol açabilir, diye düşünmekteyim. Mesela “Большой дом – Bolşoy Dom” büyük ev manasındadır. Eğer Hıncal Uluç “büyük” sıfatının tanımladığı “Tiyatro” kelimesine “önemli” veya “fevkalade” manaları yükleniyor manasında kullanmışsa ki galiba en doğru ifade bu olacaktır. Daha ileri tetkiki de dil uzmanlarına bırakarak ilerleyelim.

Sonuç itibariyle, “Bolşoy” kökünden türetilen Bolşevik de bir çoğunluk ifade etmek üzere kullanılmıştır. Lenin arkasına bu çoğunluk grubu alarak hareket eder, partiye yön verir. Sonraları “Menşeviklerin” sonu da pek hayırlı olmaz, tarihe “Kronstadt Ayaklanması” diye geçen isyanın içinde oldukları savı ile yasadışı ilanı ile külliyen tasfiye edilirler… Tasfiyesinin ciddi ve manalı gerekçeleri için çok çeşitli kaynaklardan bilgi edinilebilir… Mesela taa bugünlere kadar sarkan ve gerek SSCB gerekse de Rusya döneminde baş ağrısı yaratan “Gürcistan Meselesi” bunlardan bağımsız değerlendirilemez bence… Neyse bunu da tarihçilere bırakalım…


Evet, Bolşoy Tiyatrosundan ya da Maliy Tiyatro’dan çıktınız, Kızıl Meydan doğru ilerleyelim diyorsunuz, yolun karşısına geçiyorsunuz, yüzü size dönük oldukça büyük bir Karl Marks heykeli sizi karşılıyor, işçi iseniz ya da işçi sınıfının saflarında iseniz şüphesiz… Hala “Dünyanın tüm işçileri birleşiniz” yazan daveti ile sizi karşılıyor… Heykel karşılıyor da, oradaki yazı proleterleri ne kadar ilgilendiriyor, çok tartışılır… Lakin meydan gayet sade ve oldukça güzel donatılmış bence… Yine heykelin yapıldığı granitten imal, üzerinde Marks’a ait diğer sözlerin bulunduğu oldukça büyük anıtlar yerleştirilmiştir. Bir tanesinde de Karl Marks’ın öğretisinin ulviliği ve doğruluğunu teyit eden sözü ile Lenin de yerini almıştır.

Evet, Rusçadaki büyük, küçük, çoğunluk ve azınlık kelimeleri üzerinden opera ve bale ve dahi drama mekânları, siyasi pozisyon almalar ve tasfiyelere de dokunarak azıcık da turistik takılarak Moskova’nın en önemli meydanlarından geçtik böylelikle. Buradan Kızıl Meydan ve iki yanındaki GUM ve Lenin Mozolesi tenakuzuna da bir kez daha değinerek yazımı tamamlamak istiyorum. Kremlin’in duvarına yaslanan, Sovyetler Birliğinin önderi Lenin’in mozolesinin yer aldığı, Kremlini yönetenlerin hemen arkasına kurulan tören tribünlerinin üzerine çıkarak askeri geçitleri de denetlediği ya da izlediği, dünyada “kapitalistlerin lanetlediği ideolojinin” sembolü Kızıl Meydan gezenlerin ve görenlerin ittifakla beğenisini alan bir meydandır… Lenin’in mozolesinin tam karşısında kapitalist dünyanın çok namlı markalarının satıldığı mağazaların bulunduğu ve Rusça (Глáвный универсáльный магазѝн – Glavni Universalni Magazin- Baş Uluslararası Magazin) kelimelerin baş harflerinden oluşan GUM (Rusça ГУМ) adlı tarihi bir yapı bulunmaktadır adeta Lenin’e nazire yaparcasına… Sovyetler Birliği döneminde ise  (Государственный универсальный магазин – Gosudarstvenni Universalni Magazin) yani Devlet Uluslararası Mağazası olarak ad kullanılmıştır. Öyle de oluyor, böyle de…

 

Cuma, Ocak 03, 2025

DİREKTÖR ALİ BEY SEYAHAT GÜNCESİ

Âli Bey, Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat döneminin, benim de çok sonradan öğrendiğim, mizah yazarı, tiyatro oyun yazarı, yazar ve seyyahı aynı zamanda da devlet memuru, esas bilinmesinin de meşhur “Düyun-ı Umumiye İdaresindeki müfettişliği” olduğu bilinen biri olup İstanbul’dan Hindistan’a uzanan dört yıllık uzun süreli bir iş seyahatı yapar, notlar tutar ve bunu kitaplaştırır, “Seyahat Jurnali” adı ile… Müthiş bir kitap, daha önceki bir yazımda detaylı bahsetmiş idim. Yazar, “Ben ise müşâhede edeceğim güzel şeylerin şâyân-ı zikr olanları kayd ve işâret içün elime bir cezüdân ile bir kurşun kalemi almışdım.” takdimi ile şayan-ı zikr olan yüzlerce hikâye aktarmaktadır mezkûr kitabında, 1885 ve 1888 yılları arasındaki seyahatine istinaden, enteresan hikâyeleri merak edenler acilen edinmeliler mezkûr kitabı, bence… Evet, Direktör Ali Bey’in Seyahat Güncesinden aktarmaya devam ediyorum. Toplumların defin geleneklerindeki çeşitliliği kısmen tanık olarak kısmen de okuyarak öğrenmiş biri olarak mezkûr kitapta şahit olunan defin törenlerine yönelik hatıraları aşağıda aktarıyorum...

"Şiilerin Kerbela’ya çok sayıda cenaze getirip defnettikleri bilinir. Bu nedenle avlunun dört tarafındaki odaların pek çoğunda Hint ve İran prenslerinin mezarları vardır. İnsanların cenazeleri kıl çuval sarılı tabutlar içinde gelir ve avlunun altında mağaralar olduğundan bu cenazeler önce türbe içine getirilerek mezar-ı şerifin etrafında dolaştırıldıktan sonra mağaralara koyulur. Mağaralar her ne kadar geniş ve büyükse de her sene getirilen cenazelerin fazlalığından dolayı üç beş senede bir kere boşaltılması gerekir ve çıkarılan kemikler odun yerine külhanlarda yakılmak üzere hamamcılar tarafından satın alınırmış."

"Bağdat’ta sıcak mevsimde cenazeleri gece defnederler. Henüz evlenmemiş gençlerle bakirlerin cenazelerinin önünde def ve kudüm çalarlar ve kadınlar kabristana kadar giderler. Cenaze çıkan evlerde kadınlar arasında bir hafta hatim töreni yapılır. Bu tören ücretle tutulan birtakım ağlayıcı kadınların vefat eden adamın övgüsünü ilahi tarzında okuyup feryat etmelerinden ve toplanan komşu kadınlarının göğüslerine vurarak “helhele” dedikleri “lülülülü” diye bağırmalarından ibarettir. Ağlayıcı kadınlar ilahileri vakit vakit okuduklarından arada kahve, şerbet ve nargileler içilir ve gülerek eğlenerek sohbet edilir. Her sene ramazan-ı şerifin birinci gecesi o sene cenazesi olanların evlerinde bu matem töreni yapılır."

"Persiler bundan üç buçuk dört asır önce İran’dan göç ederek bu bölgeye gelmiş olan ateşperestlerdir. Tapınaklarındaki ateşten başka güneşe de taparlar. Her akşam günbatımı zamanı deniz kıyısına inerek güneşe karşı secde ederler ve deniz suyuyla yüzlerini yıkarlar. Tapınaklarındaki ateş, güya göç ettikleri zaman İran’da terk ettikleri tapınaktan alıp hiç söndürmeden birlikte getirdikleri ateşmiş. Ölülerini mezara defnetmezler. Daha önce sözü edilen Malabarhil adlı yerdeki tapınaklarının bahçesinde daire şeklinde ve çatısız kulelerin içine cenazelerini bırakıp kartal kuşlarına yedirirler. Özellikle gidip gördüm. Kulelerin üzerinde birçok kartal durur. Mezarcılar cenazeyi içeri bırakıp çekildikleri anda kartallar kulenin içine hücum ederek birkaç dakikada işlerini bitirip yine yerlerine çıkarlar. Ardından mezarcılar kemikleri toplayıp yakarak külünü akrabaları isterse verirler ve istemezse ya denize atarlar veya havaya savururlar."

"Banyanlar ölülerini tabuta koymayıp düz bir tahta üzerine yatırırlar ve üzerine tülden bir örtü örterek dört kişi omuzlarına alıp götürürler. Bunların mezarlıkları yoktur. Bir günde ölenleri bir yerde toplayıp gece yakarlar. Brahmanlardan aldığım izin belgesi ile bir gece Banyanların cenaze yakmalarını görmeye gittim. Dört tarafı duvarla çevrili bir avlu içerisinde birkaç odun kümesi yapıp cenazeleri bunların aralarına yatırdıktan ve üzerlerine biraz petrol döktükten sonra ateşe veriyorlar. Ardından mezarcılar ellerine darbuka türünden birer defle (gemi demirlerinin zincirleri gibi ses çıkaran) ziller alarak ateş sönünceye kadar çalışıyorlar. Cenazelerin yakılması sırasında akraba ve yakınlardan kimse bulunmuyor. Yalnız birkaç mezarcı bu hizmeti yerine getiriyor. Avlu içerisinde yanan cenazelerin mavi renkli alevlerinden başka ortalığı aydınlatacak fener ve kandil yoktur. Tenleri kahverengi ve elbiseleri kırmızı olan mezarcıların iğrenç kokulu bu mavi alevler içinde zebani gibi görünüşleri ve çaldıkları tef ve zillerin müthiş sesleri doğrusu tüylerimi ürpertti. Odun kümeleriyle cenazeler tamamen kül olduktan sonra insan kafalarının tüfek atılır gibi patlamaya başlaması büsbütün hayret ve korkumu arttırdı. O gece sinirlerim tuttu. Sabaha kadar uyuyamadım. Bundan elli yıl önce Banyanlardan vefat edenlerin hayattaki eşlerin de birlikte yakmak adetleri gereğiyken İngilizlerin şiddetle yasaklaması üzerine bu vahşilikten vazgeçmişlerse de tutucular ve özellikle Banyanlar bu yasaktan asla memnun değilmiş. Bugün İngiliz memurları bulunmayan köylerde ve ücra yerlerde kocası ölen kadınları yine gizlice yaktıkları söylenir."

"Bombay’dan Aden’e kadar bin altı yüz altmış iki mildir. Bu mesafeyi gökyüzü ve denizden başka bir şey görmeksizin, hamdolsun gayet durgun ve tatlı bir havayla dört buçuk günde kat ederek Kasım’ın yirmi birinde Çarşamba sabahı erkence Aden’e vardık. İngiliz yolculardan biri Bombay’dan hareketimizin ikinci günü vefat ettiğinden vapurun tapınağında dini tören yapılarak cesedi denize bırakıldı. Ondan başka keder verecek bir şey olmadı."

Görüldüğü üzere Yazarın şahitlikleri çerçevesinde defin işlemleri bu şekilde sıralanmıştır. Peki, mezkûr gelenekler bugüne kadar ulaşabilmiş midir, hiç zannetmiyorum. Toplumsal iletişim ve etkileşimin ilerlemeci düstur ve nizamı muhakkak tecelli edecek olup şimdilerde bizim de şahit olduğumuz sert ve göze hoş gelmeyen bir dolu gelenekte olduğu üzere zayıflamaya, şirinleşmeye ve dahi evrimleşmeye uğruyor ve uğrayacaktır da... Mesela, Persiler hala cenazelerini Kartalların beslenmesi için bırakıyorlar mıdır? Hiç zannetmiyorum... Hamamcılara kemik satılmasına halen devam ediliyor mudur? Satılıyorsa da en azından niyet olarak onu yakacak hamamcı var mıdır? Hiç zannetmiyorum...

Cuma, Aralık 27, 2024

ELVEDA SELANİK, 1917 YANGINI, YAŞAR AKSOY

 

Değerli yazar ve Gazeteci büyüğümüz Yaşar Aksoy’un kaleme aldığı, “Elveda Selanik, 1917 yangını” adlı kitabı okuyorum. Yaşar Abinin tespiti mucibince, “İzmir ile Selanik’in iki kardeş gibi birbirine benzemesidir. Tarihleri ve doğası benzeştiği gibi ne yazık ki tarihi yangınları da birbirine benzer. Tıpatıp aynı gibidir!..” daha önce okuduğumuz “İzmir 1922 yangını” kitabı benzeri şimdi Selanik yangınını ulaşılabilecek tüm kaynaklardan istifade tespit, telif ile tekmil okuyoruz… Bildiğimiz detaylar olmakla, bu kez derli toplu kronolojik ve her veçhiyle Canım Yurdumda yayınlanmış bir ilk olarak… Kendisine kocaman teşekkürler ediyoruz.

Kitabın konusunun eksenini, ülkesinden sürgüne gönderilmiş Yunanlı komünist yazar Elias Petropoulas’ın araştırmaları, söyleşileri ve çalışmaları oluşturmaktadır. Petropoulos çok değerli bir yazar olup buraya yer darlığından sığdıramayacağımız kadar eser bırakmış birisidir. Siyasi tercihleri ve tutumları gerçekten büyük saygı ile anılmayı da hak ettiğini göstermektedir. Nazi Almanya’sı işgali başlar başlamaz direniş örgütü ELAS (Yunan Halk Kurtuluş Ordusu) içindeki şerefli yerini almaktan geri durmamıştır. Hayatı boyunca küçük sapmalarla daima ELAS’cı olarak yaşadı. 1968’de Yunanistan’daki “Albaylar Cuntası” sırasında tutuklandı, 1974’teki “Kıbrıs Savaşı” ile Cuntanın çökmesini müteakip serbest kaldı… Lakin baskılar sona ermeyince ver elini Paris…

Pertopoluos’un genel manadaki yaklaşımını ziyadesiyle abartılı buluyorum. Evet, Petropoluos kendi ifadesiyle kendini tarife yönelik “folklorcu” diyor lakin konuya bağımsız kalma becerisini göstererek yaklaşmış görünmekle birlikte zorunlu sürgün nedeniyle zihin ardının dayattıklarıyla bilimsel ölçüleri de aşmış bir duygusallık göstermiş intibaı vermektedir bence… Atfı cürüm ifratına vardırmadan daha soğukkanlı kalabilseymiş daha kolay anlaşılır olabilecekmiş… Sokağa çıkarsanız suyun bu tarafında da fazlaca olmasa bile bu kabil marjinal insanlar bulursunuz… Yaşar Abinin aktardığına göre, Yunanlı Profesörler için “bu herifler sadece koyun yetiştirmeyi bilirler” demiş, topyekûn bir hedef ve değerlendirme yapmış… Bu nasıl bir üstten bakış allasen, bizde de böyle bir hoca vardı, Yalçın Küçük Hoca… Doğrudur, bizim Yalçın Hoca bilgilidir, ilgilidir lakin bir o kadar da uçuk ve abartılıdır… Her ikisi de ziyadesiyle marjinal tutum almak adına yer yer güvenilirliğini yitirme noktasına gelmişlerdir. Bir yerde mezkûr yazardan nakil; “…Yunanlıların babası sayılması gereken Türklerin …” ifadesi var ki, tam bir evlere şenlik yaklaşımı… Hele bir de “divana uzanmış bir güzel kadının çıplak vücudunu, vatanımdan daha çok seviyorum” diyor ve maalesef bizde de “vatanı bir kadın memesine satarım” diyen sefil bir yazara öncülük etmiştir ya, benim için artık ona söylenecek bir şey kalmıyor… Şimdilerde moda olan tarihçiliğin önderi sayılan muhterem de demedi mi? “keşke Yunan galip gelseydi”… Vallahi tüm bu benzetmelerden ve gitti geldilerden oluşan fikri taklalar neticesi bu abinin de güvenirliği benzerlerinin güvenirliği seviyesindedir. Aaaaa tüm bunlar Yunan Ordusunun Selanik’i yakmış olmasının tekzibi sayılır mı? zinhar… Yakmış olma ihtimali ziyadesiyle akla yakındır… Çünkü ordu içinde “Evzon Yangın Tümeni” kurulma iradesi gösteriyorsa bir genelkurmay bu mezkûr siyasi ve adli vakaların sebebi sayılabilir kolaylıkla…  

Yaşar Abi, çok çeşitli milli ve beynelmilel kaynaklardan derlediği ve 1931 senesinde Selanik’te yaşanan, Yahudilere karşı adeta bir arındırma tatbikatı haline dönüşen, kimilerine göre bir jenosit, kimilerine göre imha harekâtı yaşanır ya, onu da konu eder kitabında… Bu harekât kitapta tüm detayları ile geniş alıntılar ile yer alır… Kitapta keşke şu da olsaydı diyebileceğim bir konu da şudur, “Furtuna diye bilinen 1934 Trakya pogromu” başlıklı şiddet eylemleri ki Selanik eylemleri ile eşzamanlıdır… Bilineceği üzere 1934 yılının yaz başlarında yaklaşık 15 gün süren ve Tekirdağ, Edirne, Kırklareli ve Çanakkale illerini kapsayan, Yahudilere ait dükkân ve evlerin yağma ve talan edilmesi, kadınların tecavüze uğraması hatta görevini yapan güvenlik görevlilerin bile ölümüne sebep olan Vandalizm… Zamanın ruhuna mütenasip Avrupa’yı kasıp kavuran Canım Yurdumu da tesiri altına alan faşizm dalgasının cüzü dönemin ünlü ve esasen de yabancı istihbarat örgütlerinin uzantısı milliyetçi yazar ve gazetecilerinin devletin de ses çıkarmaması sebebi ile kesif ırkçı propagandaları neticesi vahim olaylar yaşanır ve mezkûr şehirler Yahudilerden arındırılır…

Ne diyor Yaşar Abi; “Bir ulusun, ulus devlet kurma savaşımı doğal olarak haklıdır. Ancak etnik yapıların kitlesel imhası, yangının uygarlıkların kül edilmesi, sistemli asimilasyon ve apaçık soykırım, insan haklarının çağdaş ilkelerine göre kabul edilemez. Bu sorulara, 1917 Selanik Yangını’ndan beri sorulmamıştır.  Ne Türk, ne de Yahudi dünyası, sanki Selanik Yangını gerçeklerini görebildi. Biz bu kitapta bunu sorguladık. Ne yazık ki, yanık kokusu, denizi aşarak İzmir’e de uzandı. 1917 yangınından 5 yıl sonra, 1922 Küçük Asya bozgunundan geri çekilen Yunan Ordusunun son sığındığı toprak olan İzmir şehrinin de, Selanik Yangınına benzer biçimde organize bir şekilde yakılması, tarihte pek görülmemiş bir gerçeği gözler önüne serdi. Emperyalizm, şehir yakmakta ustalaşmıştı.” Evet, doğru tespit emperyalizm şehir yakıyordu, şehir yakıyor, böyle giderse ki korkarım böyle gidecek şehir yakacak, söz konusu kapitalizmin çıkarları ise, sadece şehirler olsa yine iyi diyeceğiz de, maldır geri kazanılabilir, içindekilerle birlikte yaktıklarının telafisi maalesef yoktur, insanları yakıyorlar, erketeleri ve fedaileri marifetiyle… Kapitalizm ve onun en yüksek ve tekelci mertebesi emperyalizm yakar da, yıkar da lakin mazlum halkların temsilcileri rolü nasıl oynanıyor ona bakmak lazım… Temsilci tayin edenler ne yapıyor, temsilcilerinin temsiliyetinden memnunlar mı?... Bize bir şey düşmez o zaman… Diğer taraftan Yaşar Abinin en önemli önermesi, ulusların kaderinin tayini hakkında bence, aynen katılıyorum, doğu, batı, kuzey ve güney demeden, şu kıta, bu kıta demeden, azınlık, çoğunluk demeden, sarı ırk, kara ırk demeden, amasız, fakatsız… Birlikteliğe tıpkı evlilik kararı gibi, ayrılığa da tıpkı boşanma hakkı misalinden…

Kitap sadece Selanik yangını ile mi sınırlı? Değil tabii ki, dönem itibari ile Selanik ve Makedonya ile ilgili şümullü bir çalışmadır esasen… Selanik’in sosyal ve ekonomik hayatı anlatılırken asla göz ardı edilemeyecek, Selanik’in kozmopolit hayatı, adeta ırklar resmigeçidi ve onların mevzilenişi… Taa İspanya’dan kovulan Yahudilerin iskânı, ticari hayata katılışları, diğer Balkan etnik yapıları ile adeta kapitalizmin prototiplerinin tesisine müstenit siyasal yapılanmalar, ilk sosyalist faaliyetler, ilk 1 Mayıs kutlaması, ilk isyan hareketleri, İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşekkülü ve tekâmülü, Selanik’in Yunanistan’a katılması, Yunanistan’ın Canım Yurduma yönelik işgal hareketi, kısmen İstiklal Harbi, fecaat mübadele, başta olmak üzere dönemin pek çok gelişmesinin zikredilmesine de şamildir. Konunun meraklısının kütüphanesinde bulunmasında fayda bulunan bir kitaptır, en ziyadesiyle faydalandığım için beni tavsiye makamında görenlere tavsiye olunur.

Cuma, Aralık 20, 2024

DÖKÜNTÜ FENERİ VE KALEYERİ SIĞLIĞI

 

Çeşme Körfezinin girişinde, giriş yönünün sağında, “Fenerburnu’nun” uzantısı gibi bir oluşum görüntüsü veren yerli Çeşmelilerin “Döküntü” dedikleri bir sığ kayalık bulunmakta olup “Kıyı Emniyet Müdürlüğü” envanterinde “Çeşme Kale Yeri Sığlığı – Döküntütaş” adı ile maruftur. Çeşmeli benden bir önceki kuşak ile bir sonraki kuşağın iyi bildiği üzere mezkûr alan bir mercan balığı yatağı idi hala öyle midir bilmiyorum.  

1975 senesinde “Fenerin Tahkimat Projesi ihalesi” kapsamında, yanlış hatırlıyorsam her biri için defalarca özür dileyerek zikretmeliyim, Murat Kaptan ve oğlu Ali İhsan abimizin yönetiminde bir süre çalışmış idik… İhale tam tamına ne idi, nasıl başladı, nasıl sonuçlandı hiç bilmeden, bildiğimiz varsa da unutarak, diğer taraftan da iyi hatırladıklarımı aktarmak istiyorum. Üniversite sınavlarında iyi puan almama rağmen kendi hatam neticesinde açıkta kaldığım dönemdi… Artık delikanlı olmuş biri olarak her genç gibi kahvehanelere zabıta korkusu olmadan gece gündüz ayrımı yapmaksızın gittiğim dönem… Kahvehanelerde dönem itibariyle sigara ve alkolün sınırsız tüketilmesine rağmen hiç kimsenin aklına deyim yerine ise “tilki çıkacak ortamda” nasıl durulur gelmeden uzun zamanlar geçirdiğimiz günler… Bir gün tıpkı benim gibi meteliğe “kurşun atan” bir arkadaşımın sigara tercihinin arttığını, bira içme sıklığı ve miktarının yükseldiğini görünce, sormuş idim kaynak bolluğunun membaını… Aldığım cevap, Fenere Taş taşıyan gemide amele olarak çalıştığı oldu… Enteresan, hem de 30 Tl. yevmiye aldığını söyleyince şaşırmış idim… Hemen, ben de çalışabilir miyim dedim sağ olsun arkadaşım ertesi soruyor ve patronlarda tamam deyince huzura çıkıyorum. Şu an bile muhteşem hoşgörüsü ve mutedil tavırları ile “Murat Kaptanı” dün gibi hatırlıyorum. Sonradan oğlu Ali İhsan Abimiz ile de tanışıp işe başladık. Şimdilerde yerinde yeller esen ve şu andaki Kervansarayın tam karşısında Belediyeye ait dükkânların bulunduğu yerdeki eski “üretici perakende halinin” arkasındaki alana taş ocağından nakledilen kayalar ve büyük taşlar getirilirdi. Öğleden sonraları bu kayalar gemiye çelik halatlardan imal büyük sapanlar marifetiyle ve geminin sabit vinci ile yüklenirdi, bizler de bu aşamada gerek sapan bağlama, gerek gemi içinde yerleştirme işlerinde çalışırdık. Sabahları da olabildiğince erken saatlerde tekne yola çıkar “Döküntü Fenerine” varılır ve hemen bu sefer de tam tersi işlemler ile gemideki kayalar bağlanan sapanların vinç marifetiyle kaldırılmasını müteakip dalgaların “Fener Binasına” zarar vermesinin önüne geçecek şekilde konunun uzmanı abilerimizin delaletiyle yerleştirilmesiyle devam edilirdi. Bu işlemlerin yapılmasına yardım için “Gelibolu” adlı teknenin yavrusu bir kayık da kullanılırdı… Sabah saatlerinin tahkimat işine ayrılmasının sebebi, sabah erken saatlerde havanın ve denizin görece iyi bir durumda olması tam tersi durumda da limanda yükleme işlerinin yapılmasının tercih edilmesidir. Netice itibariyle artık ben de mezkûr arkadaşımın yaptığı üzere sigara ve bira konusunda vites arttırmıştım… Bir defasında bunu gören bir başka arkadaşım konuyu dinleyince hemen o da çalışmak istemiş idi, konuştum ve ertesi gün işe başladı… Aynı paydos saati bir türlü gelmiyordu onun için bu arada yeni tekerleme uydurmuş idi, “bugün ölmem yarın gelmem”… Tamam, ücret çok iyi lakin iş beter zor bir iş idi. “Bugün ölmem yarın gelmem” tekerlemesinin mucidi arkadaşım dönemin Çeşme Savcısının oğlu Mehmet şimdilerde bile bu konu açılınca hayretle konudan bahseder. Sonraları bu tekne hangi sebeple terk edildi bilmiyorum lakin uzun yıllar Liman’ın şimdilerdeki “English Home” karşılarına denk gelen bölümünde çürümeye terk edildi…

Fenerin enerji kaynağı dönem itibariyle hatırladığım kadar komşumuz Çeşme’mizin ünlü kaptanı “Horoz Kaptan’ın” oğlu Halil Poyraz abimiz tarafından belli periyotlarda götürülen tüpgaz vasıtasıyla temin ediliyordu. Halil Abimiz yaz, kış, rüzgâr, yağmur demeden bu görevini sonuna kadar yerine bihakkın getirmiştir.

Çocukluğum ve gençliğim dönemi havanın rüzgârsız, denizin dalgasız olduğu zaman mezkûr “Döküntütaş Feneri”, “katati” dediğimiz bir yöntem ile mercan balığı avına çıkmış teknelere gözcülük ederdi sanki… Katati dediğim yöntem çapari benzeridir. Bir ana misina düzeneği üzerine belli aralıklarla bağlanmış yan dal misina ve ucundaki oltalardan oluşan, suyun dibine doğru serbest ve dikey vaziyette sarkıtılabilmesi için en uçta genellikle kurşundan mamul bir ağırlığı bulunan ve oltalı yan dalların başlamasından önce de dolaşmayı önlemesi için serbest dönüşe münasip fırdöndü ile güçlendirilmiş, kullanılacağı yere münasip uzunlukta misina ve misinanın sarılacağı petektariden oluşan bir düzenektir. Bu avcılığın bir ucundan ben de bir vade tutmuştum, bizim ekip genellikle 3 arkadaştan oluşur, havanın sakin olduğu dönemde sabah erkenden yakalanan ve yem olarak kullanılacak “tekesakallar” (küçük karides) hazırlanır, Döküntütaş’a gelince oltalara bu yemler takılır, denize sarkıtılır, yakalanacak balık “Patlakgöz Mercandır” ve yemlenme konusunda görece nazlı bir balıktır. Her avcının parmak hassasiyetine dayalı patlakgözün hareket ve iştahını hissetmesi farklıdır, ben kendi adıma çok fazla mahir biri değildim bu konuda da… Lakin arkadaşlarım ziyadesiyle mahir olup ihtiyaca binaen patlakgöz yakalanırdı. Yeterince yakalandığına kani olan ekip hemen dönerdik Çeşme’ye… İlk yapılacak iş yenilebilecek miktarı tayin edip ayrı olarak restorana teslim etmek yenilecek miktarın dışında kalan balıklar ise akşam bizlere rakı, salata ve servis için oluşacak tutar karşılığı teslim etmek olacaktır. Bu iş her daim hem işin eskisi, hem iyi esnaf, hem iyi insan, hem de iyi arkadaş olan Sahil Restoran sahiplerinden Yener Dinçalp’e düşerdi… Havanın mülayim ve müsait olması durumunda deniz kenarına kurulacak masada yenilen akşam yemeğinin olmazsa olmazı da koro halinde söylenen “Oy mercanlar mercanlar” türküsü olurdu… Aaaa adının benzerliğinin dışında konuya ilişkin nasıl bir içerik vardır hala anlayabilmiş değilim lakin olsun çok büyük bir keyifle söylerdik… Birkaç kez tam da bu yüzden hem müesseseden hem de zamanın en önemli kolluk kuvveti devlet lakaplı “Bekçi Recep’ten” ikazlar almış idik… Halis ve muhlis durumun yüzü suyu hürmetine daima ikaz seviyesinde kalmıştır.

Döküntü Fenerine yönelik en komik hatıramız ise, şu anda insanların nedense artan alınganlıklarının hangi seviyede olabileceğini kestiremem yüzünden adını vermeyeceğim bir büyüğümüzün son derece kısıtlı İngilizcesi ile bir turiste ve hangi gerekçe ile olduğunu da hatırlayamadığım bir fener tarifi vardı ki, evlere şenlik… Sağ elinin bütün parmaklarının uçlarının bir noktada toplanıp bilahare de açılmasının defalarca tekrarı halinde ve fondaki replik ise “bu fener, hem yanar hem söner” olmasıdır. Gerçi bu abimizin, bir başka tarifte ise; “Motes, Turtes uff karadiken, Ayayorgi koltuk tahta biç, Tursite (şimdi Altınkum) lambur lumbur” diyerek Çeşme turizm hafızasına kazındığı yerli Çeşmeliler tarafından iyi bilinmektedir. Şimdilerde bile hala arkadaşlarla bunu hatırlar güleriz…

Bu vesile ile artık aramızda olmayanları derin saygı ve hürmet ile anıyor hayatta olanlara da sağlık ve mutluluk ile uzun ömürler diliyorum…

Cuma, Aralık 13, 2024

MEHMET ERKÜÇÜK ÇEŞME’NİN EFSANE GOLCÜSÜ


Mehmet Erküçük; arkadaşlığı insana sükûnet, uhulet ve suhulet zerk ve telkin eden, bankacılık hayatı güven veren, futbolculuğu her daim gol ve galibiyet vaat eden birisi olarak akıllarımızda ve hatıralarımızda yerini alacak… Onu artık babacan ve kendine güveninin timsali olan adeta bir çocuk masumiyetindeki gülücüğü ile her daim hatırlayacağız. Maalesef Mehmet’i de kaybettik, aniden vefat haberini alınca, içim burkuldu, burnumun direği sızladı, gerçekten çok çok üzgünüm. O iyi bir dosttu, o iyi bir insandı, o iyi bir futbolcu idi, o iyi bir bankacı idi, say say bitmez iyi tarafları… Onu çok özleyeceğiz.

Mehmet’ten özellikle kafa toplarına çıkarken omuz, kol ve dirsekleri ölçülü kullanma konusundaki başarılarını diğer arkadaşlarına aktarırken bir izlemiş olsaydınız, hem dinleyenleri de, öğretme ve öğrenme arzusu tekmili birden… Hülasa 1970’li senelerin en önemli golcülerinden Mehmet Erküçük takdimimdir, bilebildiğim, anlayabildiğim ve hatırlayabildiğim ölçüde… Eğer erken dönemde sakatlanmayıp da konuşulan ve bildiğim transferi gerçekleşmiş olsa idi, sonradan Fenerbahçe’ye birkaç futbolcu vermiş bir takımın oyuncusu olacak idi…

Tek vuruş ve kafa toplarındaki beceri ve başarısı tartışılmaz birisi idi, efsane golcümüz… Dar alanda top saklama, top tutma, top saklarken vücudunu kullanma, kollarını ve omuzlarını kullanma konusunda son derece mahir bir golcü idi. Kontratak futbolundan daha ziyade set oyununa daha yatkın bir doğası vardı ya da ben öyle hatırlıyorum. Futbolun basit kuralı, basit oynamak, kazanabilmek için gol atmak, gol attıkça kazanmak, kazandıkça sevinmek, sevindikçe arkadaşlarınız ve antrenörleriniz tarafından seçilmek, sevilmek ve sayılmak olup, Mehmet bunların tamamını bihakkın doyasıya yaşamış ve yaşatmış birisidir… Hele Mehmet’in golcülüğünün artışını siz bir de Çeşme Gençlik kadrosuna, bana göre dönemin çok önemli bir golcüsü olan Şerif Gün’ün katılmasından sonra görmüş olsaydınız… Rakip savunmacıların biri ile nasıl başa çıkarım diye düşündükleri dönemde ikisi bir arada iken neler olmaz neler… İşte neler oldu, neler… O devirdeki Çeşme Gençlik hem de çok kısıtlı imkânlarla ve tamamı Çeşmeli topçularla senelerce fırtına gibi esti durdu… Gol atma rekorları kırıldı… Hâsılı Çeşme Gençlik fırtına gibi eserken en uçtaki pozisyon Mehmet’e aitti… Efsane kadronun sağ açık ve sol açık mevkiinde Nail Barutçuoğlu ve Latif Çelebi dripling, çalım ve top kullanma maharetleri yüksek hızlı oyuncuların taşıdığı topları Mehmet deyim yerinde ise leblebi gibi gol yapardı… Bizler de tribünde hem takımımızın başarılı olması hem de bu başarıyı bizim arkadaşlarımızın bize yaratması ile sevinçten “sekiz köşe” vaziyette izlerdik. Defansta “Kedi” lakaplı birkaç yıl önce kaybettiğimiz dostum Tufan Çınar ile uzun ve sağlıklı ömürler dilediğim Güngör Yamaner önlerinde bana göre şansı azıcık yaver gitse idi, azıcık elinden tutan olsa idi, bir de arkadaş grubunun azıcık doğru tespit ve tayini olsa idi, birkaç tane “imparator” edecek meziyet ve maharetteki Hasan Soma, bu efsane kadronun bel kemikleri olmuşlardır. Bu isimleri saydığıma bakıp sadece bunlar mı demeyin, yine futbola verdiklerinin çok çok azını futboldan aldıklarını bildiğim yine bana göre döneminin çok başarılı oyuncularından efsane kaleci Arif Çilek, müthiş orta saha Agili Ergun Mütevellioğlu, sol bek Davul Ahmet Keleş, sağ bek Yanık Hüseyin… Hele topu ayağıyla değil de gözü ile oynayan Kadri Karataş ve onu huyunu değiştirsin diye verilen çabaları hatırlayınca, emin olun kendimi çok çok şanslı hissediyorum, hani oynama becerisi ve kabiliyeti gösterememe rağmen bu kadar çok iyi futbol bilen ve oynayan dostlarla yarenlik etmiş olmanın mutluluğu hala beni gururlandırmaktadır. Bu futbolcuları izlemeyenler şüphesiz bu yazdıklarımı pek anlamlandıramıyor olabilirler lakin izleyenler hala daha 1974 yılının Hollanda ve Almanya milli takımlarının karışımı futbol tadını almaktadırlar… Boşuna değildi herhalde, Göztepe ve Altay takımlarının her hazırlık döneminde kendilerine rakip diye Çeşme Gençlik’i tercih etmeleri… Takımın başındaki ve diğer yöneticilere haksızlık olmasın lakin neredeyse takımın her şeyi maalesef o da artık aramızda olmayan, “Makiko İsmail Denizli” benim adıma unutulmazlar listemin başındadır. Hani herkes Mustafa Denizli’nin abisi diye söyler ve hatırlar lakin bana göre Mustafa Denizli, İsmail Denizli’nin küçük kardeşidir, nokta… Müthiş bir futbol ve dama dâhisi İsmail Denizli maalesef birçok benzeri gibi gölgede kalmıştır… Mesela ben yetkili olsa idim tartışmasız Milli Takım Teknik Direktörü İsmail Denizli olurdu ve herkes görürdü neler olabileceğini…

Mehmet; tarımsal faaliyetlerin özellikle de tütüncülerin desteklenmesine müteallik kurulmuş “Türkiye Tütüncüler Bankası” Çeşme şubesinin en eski memurlarından sayılabilir. Mezkûr banka Canım Yurdumun abuk subuk özelleştirme sevda ve furyasının kurbanı olarak bir dolu değişik patronaj ve adlarla sahne almaya devam etti sonraları, nihayet her ölümlü gibi o da sizlere ömür… Demek ki patronların, ya ihtiyaçları bitti, ya yönetemediler, ya yönetmek istemediler, ya fahiş kârlarla başkalarına sattılar, ya içini boşaltıp batırdılar, artık doğrusu neyse bu banka özelinde… Mehmet, Tütünbank’ın şube müdürlüğüne de yaptı bir vade, başka dost ve arkadaşlardan dinlediğim kadarı ile ihtiyaç sahiplerine kaideler ve mevzuat çerçevesinde her türlü kolaylık ve desteği göstermiştir. Zaten böyle olması da tam onun ruh ve doğasına mütenasip bir durumdur. Bankadan emekli olduktan sonra da her Canım Yurdum emeklisi gibi çalışmaya devam etti. Önce döviz büroları furyasının Çeşme’ye yol düşürmesi sonucunda kurulan “Bamka Döviz Bürosunun” yöneticiliğini yaptı, dönem itibari ile benim de emekli olup köyüme dönüşüm sebebiyle daha sık görüşür hale geldik. Esasen Erküçük ailesinin fertlerinin hepsi bildiğim, muhabbetim olan insanlardır, Abi Ahmet Sağlık Bakanlığı emeklisi ve küçük kardeş Hasan da eski futbolculardan olup lakabı da, fizik ve stilinin benzemesi sebebiyle Hollandalı futbolcu “Rensenbirink”ten mülhem olup gençlik senelerimizde yaz akşamları neredeyse her gün yolumuz bir yerlerde kesişen birisiydi. Mehmet, "Bamka Döviz'den" sonra da çalışmaya devam etti ama bu seferde yine futboldan kopmadan…

Rahatsızlığı öncesi zaman zaman Nadir Ergun, ismet Karadede, Hayrettin Barbaros ve Alparslan Koparal gibi arkadaşlarımız başta olmak üzere kalabalık gruplar halinde havanın da müsaade etmesine bağlı Meydan Cafe’de çay içip muhabbetler ederdik… Sohbet konularımız futbol ağırlıklı gibi görünse dahi esasen Canım Yurdumun yakıcı gündemi ne ise bizim de oydu… Futbol yanında, kitap, edebiyat, sinema gibi konular da menüde has yerini alırdı… Bir gün dönemin en yaygın konuşulan konusu “Badeci Şeyh” olunca, son okuduğum Timur Soykan’ın “Badeci Şeyhin Sır Odası” adlı kitabından bahsedince Mehmet ve İsmet hayretle ve inanmaz gözlerle bana baktılar, ben de kitabın doğrudan mahkeme aşamasındaki iddia ve savunmalarından meydana geldiğini söylemiş idim. Baktım bu 2 arkadaşım ziyadesiyle merak buyurdular hemen ikisine de internet kitap evlerinin birinden mezkûr kitabı satın alıp hediye etmiştim. Mehmet’ten inanılmaz geri dönüşler aldım…

Başta Mehmet olmak üzere artık aramızda olmayan tüm dost ve tanıdıklarımızı saygı ve hürmetle anıyorum…

 

Perşembe, Aralık 05, 2024

MAHRUKİZADELER

 “Mahruki” soyadlı Nasuh’u ilk duyduğumda bana hiç bizden gibi gelmemiş idi, dönem onun yaman ve çelik iradeli dağcılığı dönemi idi. Özellikle soyisim kulağa yerli gibi gelmiyor idi doğrusu, daha çok Ortadoğu veya Asyalı bir söylenişi vardı sanki… Ne zaman ki, gazetelerde, geçmişi, eğitimi ve faaliyetleri ile ilgili sitayişkâr ve alkış tutucu yazılar yazılmaya başladı, gördük ki gerçekten karşımızda son derece ilgili, bilgili, donanımlı, duyarlı ve vatansever biri var… Peki, o sadece bir “dağcı” mı idi, şüphesiz değildi, aynı zamanda o bir yazar, fotoğrafçı ve doğa sporları üstadıdır. Uluslararası “kar leoparı” ödülü sahibidir aynı zamanda ve bu ödül kolay elde edilebilecek bir ödül değildir, aaa bazıları ne var bunda, ödül sahibi olmuşsa ne olmuş, gibi küçümseyici, dudak bükerek vaziyet alabilirler, katılmasam dahi, onların beğenmeme haklarına saygı duyarım. Sadece bu hakkı kullananların, diğerlerinin haddinden fazla parlatılan bazı konuları güncel, ahlaki, isabetli bulmamalarına da saygılı davranmalarının yerine getirilmesi kaydıyla mana bulacağını bilmeleri gerekmektedir.

Biz ilke ve kurallarını bilmesek de, biz yapamasak da “dağcılık” çok önemli bir spor dalıdır. Hele ki, siz bir de “kar leoparı” ödüllü iseniz ki manası Asya’daki yüksekliği 7.000 mt.den fazla olan 5 dağın zirvesine ulaşılmış demektir. Öyle dudak bükemezsiniz, gülüp geçemezsiniz. Everest Dağına tırmanan ilk Canım Yurdumun insanı idi… Siz buna gülerseniz maazallah uzay gemisi seyahatine dâhil olana da başkaları güler, aman dikkat…

Nasuh Mahruki esas ününü, arama ve kurtarma konusunda kurulmuş muhteşem AKUT organizasyonunun önemli bir lideri olması ile kazanmıştır. Bilindiği üzere AKUT 1999 Yalova depreminde müthiş başarılı işler yaparak kamuoyunun teveccühüne mazhar olmuştur. AKUT 1999 senesinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından “kamu yararına çalışan dernek” iradesi ile büyük iltifata mazhar olurken, sonraki hükümetler tarafından da büyük ihtâratlara muhatap olmuştur. Bu ne yaman çelişki, devlet hayatında devamlılık esastır ilkesi, nerde derler adama…

“Mahruk” kelimesi için başvurduğumuz Türkçemizin en önemli Etimoloji Sözlüğü Nişanyan sözlüğüne göre  “Mahrukat” başlığı altında “Arapça ḥrḳ kökünden gelen maḥrūḳāt,  “yanan şeyler, yakıt” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça maḥrūḳ “yanan, yakılan” sözcüğünün +āt ekiyle çoğuludur. Bu sözcük Arapça ḥaraḳa “yaktı” fiilinin mafˁūl vezninde tekilidir.

Bugün Sakız Adası Kalesine ana kapıdan girdiğinizde hemen ulaştığınız ilk küçük meydanın sol tarafında kafeler arasındaki alana sıkışmış küçük bir mezarlık görürsünüz. Burası adada vefat edip defnedilmiş Osmanlı Tebaasından bir kısım muhteremin bugüne kalmış mezar taşları ile doludur. Burada birbirine benzeyen mermer mezar taşları içerisinde bir tanesi farklı şekli ile hemen dikkatinizi çeker… Merak edip dikkatli inceler iseniz ve uygun kaynaklardan da okuyarak bilgilenmiş iseniz o mezarlıkta yatanların hikâyelerini ve hemen farklı olanın “Kaptan-ı Derya Mahrukizade Ali Paşaya” ait olduğunu anlarsınız. Peki, kimdir Mahrukizade Ali Paşa, işte yukarıda kısa hikâyesi zikredilmiş “Nasuh Mahruki’nin” 5 kuşak önceki dedesidir. Evet, bu mezarı ilk kez 1 Mart 2015 (fotoğraftaki tarih) tarihinde Sakız Adasının meşhur “Chios Fresh Beer”lerinden içelim diye oturduğumuzda tesadüfi olarak karşımda gördüm… Hangi kaynaktan okuduğumu şimdilerde hatırlamadığım 1822 tarihli “Sakız İsyanı” sırasında gemisi yakılarak hayatını kaybeden Kaptan-ı Derya’ya ait mezarın olduğunu anlamıştım. Sonraları ise Dr. Murat Tezcan’ın yazmış olduğu “Fethinden mübadeleye Sakız Adası” kitabından olabildiğince detaylı ve sürecin tekmili birden derç edilmiş halinden okudum. Bilindiği üzere, Yunanistan’daki bağımsızlık mücadelesine eşzamanlı Sakız Adasında da diğer adalardan katılımlarla büyük bir isyan başlıyor, sonuç çok büyük bir kırım ile nihayetleniyor, çok çeşitli kaynaklara göre çok değişken rakamlar olmasına rağmen, biz dönemin Sakız Muhafızı Vahit Paşanın hayatının anlatıldığı kitaptan alalım bu rakamları 15.000 esir, 25.000 ölü… İlaveten Adayı terk eden yaklaşık 40.000 insanın olduğu da belirtiliyor… Sakız Adasının nüfusunun da 120.000 olduğu düşünülürse fecaatin boyutu kendiliğinden çıkıyor ortaya… Gerçi Adadaki “Nea Moni” Manastırındaki bir sunumda rakamlar çok değişik ve fazla görünüyor. Burada da kırım yapanların “Türk” olduğundan bahsediliyor, tarih 1822 olunca otorite Osmanlı olmalı lakin bu konuda tercih böyle konuluyor. Rusya’daki benzer rast geliş üstüne görüşlerimi uzunca yazmış idim… Hani derdim “Türkler böyle işler yapmaz” itirazı değil, ama tarihe daha münasip not düşmek manasında… Nea Mori Manastırından Adanın batı yönüne ilerlerseniz tamamı taş evlerden oluşmuş lakin terk edilmiş gayet yüksek bir uçurum kenarındaki “Anavatos” adındaki bir köye gelirsiniz, rivayet o ki, Osmanlı Kuvvetlerinden kaçıp buraya sığınan insanların mezkûr kuvvetlerin köye girmesini müteakip neredeyse tamamı kendilerini uçuruma atıp intihar tercihi yapmışlar. Ben anlatılanların anlatıcısıyım…

Şimdi gelelim “Kaptan-ı Derya Kara Ali Paşa” (Mahrukizade) öldürülmesinin Dr. Murat Tezcan’ın kitabındaki anlatımına… “Bu gemiler Fransa ve Avusturya bayrağı çekmiş Psara Adalı Kaptan Konstantine Kanaris ve Hydra Adalı George Pepinis tarafından idare edilen Yunan gemileriydi. Bu gemilerdeki kaptan Kanaris ve beraberindeki 20 gemicinin amacı ateş kayıkları ile Osmanlı donanmasına saldırmaktı. Ateş kayıkları, düşman gemisi üzerine sevk edilip, kayık hedefe vardığında ateşe verilerek ve teknenin arkasındaki ikinci bir kayığa binilip uzaklaşılarak kullanılan bir saldırı yöntemi idi. Tam gece yarısı havanın soğuk ve karanlık olmasından dolayı mürettebat kendilerine yanaşan ateş kayıklarını fark etmedi. Osmanlı sancak gemisi 2286 kişi taşıyordu ve bunların büyük kısmı Hristiyan kölelerdi, kısa sürede sancak gemisine ateş kayıkları ile gemi alev aldı. En fazla 180 kişi kurtulabilmişti. Ali Paşa yanmış ve denize düşmüştü, yardımına koşanlarca sahile ulaştırıldıysa, burada son nefesi verdi. Gece 2 sularında sancak gemisi büyük bir patlama ile havaya uçtu. Paşa kale içinde gömüldü.”

Kaptan-ı Derya Mahrukizade Ali Paşa mezar taşında şunlar yazıyormuş;

“Hüve’l- Bâki

Server-i deryâ şeref-bahş-i donanmâ-yı şerif

Revnak-efzâ-yı vezâret dürr-i bi-hemtâ ferit

Şâhbâz-ı evc-i ulyâ Şehsuvâr-ı nâmdâr

Kahramân Tayyâr-ı sâni fenn-i deryâda vahid

Şir-ı meydân-ı şecâat bir vezir-i ercümend

Ol Nasuh-zâde Ali Paşâ-yı deryâ-dil reşid

Din(ü) devlet hizmetinde nakd-i ömrin bezl idüb

Buldu unvân-ı vezâretle zihi feyz-i mezid

Lenger-endâz-ı ikamet Sâkız önünde iken

Keştişin tezvir ile âteşleyüb Rum-i pelid

Kâmrân el-hakk kemâl üzre cihânda ölmeden

Destine sundu ecel sâkisi câm-i nâ-ümid

Yazdı tarihin Fürüği hem dahi ol-demde kim

Cân virüb oldu Ali Paşâ gemisiyle şehid

Sene 1237 Şevval fi gurre (21.06.1822 Cuma)”

Bu tarihten itibaren Ali Paşa, “yanarak ölmüş” anlamındaki “mahruki” lakabı ile bilindi. Yunanlılar ise Adadaki katliam nedeniyle ona “Kara Ali” dediler. Osmanlı Sancak Gemisini yakıp Kaptan-ı Derya’yı öldüren Kanaris ise Yunanlıların ulusal kahramanı olarak bilindi ve ileriki yıllarda defalarca Yunanistan Başbakanı oldu. Sakız Adasının Vounaki Meydanında heykeli dikilidir.” diye anlatıyor Dr. Murat Tezcan, önce lakabın ihdası bilahare de soyadına tahvili hikâyesini…

İlaveten; Filiz Yaşar’ın kaleme aldığı “Yunan bağımsızlık savaşı’nda Sakız Adası” adlı kitap ile bu konuları alabildiğine derin ele alarak, Mora Yarımadasında başlayan Yunan ayaklanmasının, Sakız Adası yansımaları ve sonuçları ile Avrupa’daki yansımaları, isyan ve bastırılması üzerine ünlü yazar ve şair Victor Hugo’nun dahi “mavi gözlü bir çocuk, bir yunan çocuğu oturmuş” diyerek şiir ile tepkisini dile getirdiğinin tespiti çerçevesinde belirtir. Bu kitapta yer alan olayların detayları üzerine bilahare değinmek kaydıyla…